JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazar, 01 Eylül 2019 00:04

RAMAZAN AYI YAKLAŞIRKEN

Ramazan Ayı Yaklaşırken

Ramazan Ayı Yaklaşırken - Tamer Doymuş

Sayı : 136 - Nisan 2019

 

Ramazan Ayı Yaklaşırken

 

Üç aylardan ikincisi olan Şaban ayına kavuşmanın sevincini yaşıyoruz elhamdulillah. Ramazana adım adım yaklaşıyoruz. Efendimiz’in mübarek dualarını tekrarlıyoruz: “Allahım Recep ve Şabanı bize mübarek kıl ve bizleri Ramazana kavuştur!” Rabbimiz ramazan ayına tertemiz kavuşarak onun füyuzatından kamilen müstefid olmamız için bizlere öncesinden Recep ve Şaban aylarını ikram etmişler. Ayrıca bu aylar içinde yer alan kandillerle müminler günah kirlerinden, gaflet kirlerinden, isyan kirlerinden arınarak adeta nurlanmış olarak ramazana kavuşmaktadırlar. Müslüman, her gecesini ve gündüzünü leyle-i kadir olduğuna inanarak değerlendirmelidir. Fakat bunun oluşabilmesi içinde Allahu Teala’nın ikram ettiği bazı özel zamanları iyi değerlendirmelidir. Süreç içerisinde meydana gelen hataları giderme yapılan yanlışları düzeltmek için hususi zamanları da iyi değerlendirmelidir. Bu günleri değerlendirme adına Allahu Teala’nın razı olmadığı davranışlardan son derece sakınmak gerekir. Allahu Teala’nın şu uyarısını her alanda dikkate alarak hareket etmeliyiz: “İnsanlardan öylesi var ki, herhangi bir ilmî delile dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve sonra da onunla alay etmek için boş lafı satın alır. İşte onlara rüsvay edici bir azap vardır.” (Lokman 6)

Ayeti kerimenin nüzul sebebi hakkında şu rivayet yer alır:

Mukatil diyor ki: Ayet, Nadr b. Haris hakkında nazil olmuştur. Nadr tüccar olarak İran’a, Şam dolaylarına gidiyor, Acemlerin kitaplarını satın alıyor, bu kitapları anlatıyor ve şöyle diyordu: “Muhammed size Ad ve Semûd kavimlerinin haberlerini anlatıyor. Ben de size Rüstem ve İsfendiyar’ın, kisraların haberlerini anlatıyorum.” derdi. Mekkelilerde de onun sözlerinden hoşlanıyor, Kur’an’ı dinlemeyi terk ediyorlardı. 

Bir diğer ayette ise şöyle buyruluyor: “Ona ayetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak yüz çevirir. Sen de ona elem verici bir azabın müjdesini ver!” (Lokman 7)

Müminlerin vasıfları ayetlerde şöyle ifade ediliyor:

“Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (Muminun 3)

“Ki onlar, yalan şahitlikte bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir.” (Furkan 72)

“Boş ve yararsız olan sözü’ işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: “Bizim yapıp ettiklerimiz bizim, sizin yapıp ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri benimsemeyiz.” derler.” (Kasas 55)

“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul.” (İnşirah 7)

İnkâr edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelenler, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır.” (Muhammed 32)

“İnkâr edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelenler, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır.” (Muhammed 32)

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed 33)

Recep ayında Regaib ve Miraç kandillerini idrak ettik elhamdulillah. Şaban ayında ise Berat kandili yer almaktadır. Rabbim bütün müslümanlara beratlarını almayı nasip buyursun.

Şaban ayının on dördüncü gününü on beşinci gününe bağlayan gece Berat kandilidir.

Bu geceye ayrıca verilen isimler şöyle sıralamak mümkündür: 

1-Mübarek; bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle bu isimle adlandırılmıştır.

2-Beraet; kulların günahlarının affolunması ve temize çıkmaları sebebiyle de bu isimle adlandırılmıştır.

3-Rahmet; kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle

4-Berae veya Sakk; bu geceyi iyi değerlendiren kulların seçilerek salih kullar arasına alınması sebebiyle Bu gecenin beş özelliği vardır: 

1) Bu gecede önemli işlerin seçimi ve ayırımı yapılır.

2) Bu geceyi ibadetle geçirenlere yardımcı olması amacıyla Allah tarafından melekler gönderilir.

3) Bu gece bağışlanma ve af gecesidir.

4) Bu gecede yapılan ibadetlerin fazileti çok büyüktür.

Bu konuyla ilgili olarak şu hadisler rivayet edilmektedir:

Hz. Peygamber Efendimiz (sav) bu geceyi Hz. Âişe (r.anha) validemize tanıtırken şöyle buyurmuştur:

“Bu gece Şaban’ın onbeşinci gecesidir. Allah Teala bu gecede Beni Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısınca insanları Cehennem’den kurtarır. Ancak kendisine şirk koşanların, müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleyenlerin, akrabaları ile münasebeti kesenlerin, gururlu ve kibirlilerin, ana-babasına asî olanların ve içki içmeye devam edenlerin yüzüne bakmaz.”

Bir diğer hadisi şerifte ise şöyle buyurmuştur: “Şaban ayının yarısı (Berâet gecesi) gelince; gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiriniz. Cenâb-ı Allah o gece güneşin batmasıyla dünya göğüne nazar eder ve şöyle der: Benden af dileyen yok mu; onu affedeyim. Rızık isteyen yok mu; rızık vereyim. Şifa dileyen yok mu şifa vereyim.”

Evet temizlikten maksat arınmaktan murad Hakk’a vasıl olmaktır çünkü; “Ona ancak temizlenenler vasıl olurlar.” Bu noktada bunun nasıl olacağını anlamak ve bu günleri doğru bir anlayışla değerlendirmek için yolumuzun büyüklerinin mübarek sözlerine kulak verelim.

Hz. Ebu Bekir

1-İnsanları iki kısım gördüm, kimisi dünyayı ister, kimisi ahreti ister. Bense yalnızca Allah’ı istedim.

2-Ben İslam’a girdiğimden beri doyasıya dünya yemeği yemedim. Zira marifetullah yani Allah’ı bilme lezzeti ile meşguliyet beni dünya lezzetlerine meylettirmedi.

3-İslamiyet’e girdiğimden itibaren dünya içeceklerine kanmadım. Zira halıkımın muhabbeti dünya içeceklerinden fazla geldi ve beni onun sevgisi meşgul etti.

4-İslamiyet’e girdiğimde beni iki amel karşıladı: Dünya ameli ve ahiret ameli. Ben ahiret amelini dünya ameline tercih ettim.

5-Rasulü Ekrem’in sohbetine devam ettim. O kadar ki Rasul-i Ekrem den bir saat bile ayrılmadım. Mağaraya girerken de onunla beraberdim.

Hz. Selmanı Farisi

Dünyayı arzu edene şaşılır ki ölüm onu beklemektedir.

Yine o gafile şaşılır ki gafil olduğu zat ondan gafil değildir.

Ve gülüp eğlenene şaşılır ki Rabbinin kendisinden hoşnut olup olmadığından haberi yoktur.

Hz. Caferi Sadık

1-Yalancı ile arkadaş olma, çünkü daima yanılırsın.

2-Ahmak ile dost olma, çünkü faydalı olmak istediği zaman bile sana zarar verir.

3-Cimrinin arkadaşlığından sakın, zira en kıymetli sermayen olan vaktini boşa harcar.

4-Kötü kalplinin arkadaşlığından sakın, çünkü ihtiyaç anında bile sana sahip çıkmaz.

5-Fasıkla ahbap olmaktan sakın, çünkü önemsiz lokmaya tamah edip seni bir lokmaya satar.

İmam Caferi Sadıkın Oğluna Vasiyeti:

Oğlum vasiyetimi iyi dinle, söylediklerime dikkat et. Eğer bunlara dikkat edecek olursan mutlu yaşar, mutlu ölürsün. Oğlum! Allah kendisinin taksimine razı olanı, başkalarına muhtaç bırakmaz. Başkasının elindekine göz diken ise fakir olarak ölür. İahi taksimine razı olmayan Allaha hükmü konusunda itiraz etmiş olur.

Kendi günahını küçük gören, başkasının küçük günahını büyük görür. Başkalarına isyan kılıcı çeken o kılıçla öldürülür. Başkasının kuyusunu kazan o kuyuya düşer.

Beyinsiz adi insanlarla düşüp kalkan değerini yitirir ve hor tutulur. Âlimlerle düşüp kalkan saygı görür. Kötü yerlere girip çıkan töhmete uğrar.

Lehinde de olsa aleyhinde de olsa daima hakkı söyle. koğuculuk yapmaktan sakın çünkü koğuculuk insanların kalplerine kin ve intikam tohumları eker.

Hace Alauddin Attar

Bu yola girmeyenlerin yolunu kesenler yine kendileridir. Kendilerindeki benlikleridir.

İnsanların külli ilme ulaşamayışları, kendi cüz’i ilimlerinden geçemeyişlerindendir

İradesini hakkın iradesinde, kudretini Hakk’ın kudretinde yok etmeyen Hakk’a varamaz.

Bunun için yol: Şeriat sahibinin emirlerini yerine getirip Hakın muradını, nefsin muradından önce tutmaktır.

Veki ibnü’l Cerrah der ki: “Allah’ın yolu hidayet yoludur. Ancak sadık olanlar nail olur.”

Bu yolda kulun,

A- Allah hakkında ve kendisi hakkında itikadını düzeltmesi, yani Allah’ı esma ve sıfatıyla âlemlerin Rabbi olarak, kendini de onun aciz bir kulu olarak tanıması ve bilmesi lazımdır.

Kulun Allah hakkındaki itikadının bütün zan ve şüphelerden temizlenmesi, dalalet ve bidatlerden uzak bulunması, itikada esasının kuran ve sünnete dayalı olması lazımdır.

B- Kulun ameller niyetlere göredir hadisinin himayesine sığınabilmesi için önce itikadını kuran ve sünnete göre düzeltmesi ve kalbi selime sahip olması lazım

C- Kişinin itikadı, şeriatın tespit ettiği sahih delillere, yani kuran ve hadise ne kadar uygunsu o kadar sağlamdır.

D- Kul, itikadı vasıtasıyla Allah’a şeksiz bağlandıktan sonra dinin hükümlerini ya bizzat tetkik ve tahkik ile yahut ilim sahiplerinden sormak suretiyle muhakkak öğrenmesi lazımdır. Bunun en az derecesi, farzlarını doğruca eda edecek kadar bilgi edinmesidir.
Çünkü hakiki müritliğin alameti, Rab Teala hazretlerini aramada kalbin derin uykusundan silkinip uyanmasıdır.
Bu uyanış ise, dini sorumlulukları öğrenmek için harekete geçmek, Allah’ın emrine onun razı olacağı şekilde sarılabilmek için rasulünün sünnetini yaşamak, yasaklardan sakınmak, Rasulullahın sünnetine uyarak Allahın sevgisini kazanmaya çalışmaktır.
Bunu kazanmak için farzlara dikkat ve itina etmesi, gücü yettiği kadar ve ölçü dâhilinde nafile ibadetlere yönelmesi, ilmiyle amil olan âlimlerin sohbetlerine devam ederek onlardan istifade etmeye çalışması, kötü âlimlerden sakınması lazımdır. Çünkü bunlar yolkesen eşkıya gibidirler. Yanlış yönlendirme ile insanları saptırırlar.
Böylece bütün söz ve hareketleriyle Kur’an’a ve sünnete muhalefet etmekten sakınması gerekir.

Kaynaklar:
-El-Camiu li Ahkamil Kuran, İmam Kurtubi
-Ömer Nasuhi Bilmen Tefsiri
-Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili
-Adab, Muhammed b. Abdullah el-Hani, erkam yayınları
-Şamil İslam Ansiklopedisi

 

Yazar: Tamer Doymuş

 

İslam Bizde Bir Etiket Değil Kişiliğimizdir

İslam Bizde Bir Etiket Değil, Kişiliğimizdir - Yusuf-i Kenan

Sayı : 136 - Nisan 2019

 

İslam Bizde Bir Etiket Değil, Kişiliğimizdir

 

İslam bizde bir etiket gibi olmayacak. İslam bizim kişiliğimiz olacak. İslam bizim karakterimiz olacak. Bir kişilik, bir karakter, bir anlayış, bir duruş ki İslam ile çelişiyor, biz onları reddetmeliyiz.

Dini Mübini İslam; Rabbimiz Allah’ın, Aleyhisselatü Vesselem Efendimiz’in elçiliğinde biz kullarına doğru yolu gösteren, dünyada ve ukbada huzura eriştirecek, toplumsal barışı sağlayacak yegane emir ve yasaklardan oluşan tabiri caizse insan ruhunun anayasasıdır. Dinin belirttiği kural ve kaideler. Tam manası ile şeksiz şüphesiz inandım demek ile başlar. Önce yaşamak ve sonra yaşatmak mücadelesi ile de devam eder. İslam Dini; vicdanlarda sadece tamam inandım iddiası ile hapsedilemez. Toplumun her alanında din hakim olmalıdır. İnsan hem kendi ruhunu, nefsini, ahlakını, hem de yaşadığı toplumu İslam’ın belirlediği emir ve yasaklar doğrultusunda şekillendirmek zorundadır. Büyüğümüz Hace Hazretleri’nin (k.s.a) buyurduğu üzere; “ Müminin hayatı talim, tatbik ve tebliğden ibarettir.” Bu üç kaide dinimizin birbirinden ayrılmaz bir parçasıdır. Öğrenmek, yaşamak, yaşatmak için öğretmek.

Müminin duruşu, hali, yaşantısı, sözü Allah için olmalıdır. Gönlü Allah ile olanın hali de anlayışı da Allah’tan gelir. Anlayışını Allah’tan (cc) alan kullardan olur. Davranışları incitmez, sözü kırmaz, hali yaralamaz. Ayna misali olur. O’nu gören kendi eksiğini anlar, düzeltme yoluna gider.

İslam’ı yaşamak için doğru anlamak gerekir. İslam’ı doğru anlayacağımız kaynaklara ulaştığımızda ancak nebevi, olan peygamber efendimizin ümmetine tebliğ ettiği hakikat ile bütünleşebiliriz. Aksi takdirde din adına yaşadığına inanan sapık fırkalara, hakikat zannedip çabucak tabi olabiliriz. Bunun sonu da hem dünyada, hem ukbada hezimettir. Günümüzde İslam Ümmetinin cihat diye birbirleriyle çatışmalarının, birbirlerine zulmetmelerinin, kardeşin kardeşi bir hiç uğruna kırıp geçirmesinin sebebi budur. Bunu yaparken tüm taraflar din adına, Allah için yaptıklarını iddia ederek nefsi arzularına meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadır. Sonuç ise Müslümanların sebepsiz birbirini katletmesi, dünyada Dini Mubini İslam’ın terörizm olarak algılanmasıdır. Gerçi bu bazı İslam düşmanı Yahudi işbirlikçiler tarafından kasıtlı oluşturulmaya çalışılan bir algıdır. Fakat Müslüman feraset sahibi olması gerekirken, bu oyunları sezebilecek durumdayken maalesef çok çabuk oyuna gelmektedir.

İslam’ı doğru anlamak için doğru kaynaklara ulaşmak gerekir. Önemli olan bu kaynakları doğru yerde aramaktır. Aksi durumda halimiz İbrahim Ethem’in (k.s.) damda deve arama hikayesine benzer. İslam’ın hakikatini arayan yolcu bunun için de önce samimi bir niyet içerisinde olmalıdır. Samimiyet bu kutsal yolculuğun azığı gibidir. Kalp kırık, gönül buruk, boyun bükük içten gelen yanık bir arzu ile Allah’tan hidayet yolu istedir. İnsanın derdi gerçekten din derdi ise gönülden bir arayış içerisine girer. Hakikat yoluna ulaşmak için , Allah’tan ona ulaşabileceği yol talep edilir. İnsan samimi bir niyet ile isterse Azim olan Mevla, Mevlana misali Şemsini de Tebriz’den gönderir. Allah (cc) Yeter ki insanın ilk önceliği Rabbini bilmek, O’nu tanımak, bildirdiği emir ve yasakları yaşamak olsun. Rabbimiz her dönemde olduğu gibi günümüzde de peygamber varisi İnsan’ı Kamiller vazifelendirmiştir. Gayeleri irşat olan bu seçilmiş kullar gönül tabibidir. Ruh terbiyecisidir. Bu kudsi yolu tebliğ etmek için ömürlerini sürdürürler. Rabbim yolarını anlamayı, yaşamayı nasip etsin. Eksikliklerini göstermesin. İzlerinden bir an dahi ayırmasın.

Hak yolunun yolcusu olmaya talip Müslüman dinini de, Rabbini de ancak menbaından saf arı bir şekilde tedris edebilir. Bunun kaynağı da İnsanı Kamil bir zatın gönül dergahına girebilmektir. Bizim dinimiz Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav)gönlünden halka halka başlamış, her dönem, yaşamış manevi sultanların, peygamber varisi Mürşidi Kamillerin gayretleri ile yayılarak günümüze kadar ulaşmıştır. Aynı şeklide kıyamete kadar da durmadan devam edecektir.

Günümüzde yaşadığımız en büyük sorun Müslümanın inandığı dini değerleri yaşayamamasından dolayı altında ezilmesidir. İnandığımız dini değerler bizde karakter ve kişilik olmadığı sürece ağırlık haline gelir. Diğer bir ifadeyle Müslüman bir birey olarak karakter ve kişiliğimizi dinimizin emir ve yasakları oluşturmalıdır. Ancak iç huzur böyle oluşur. Eğer inandığımız şekilde yaşamazsak, yaşadığımız şekilde inanırız. Bizim dinimiz o kadar büyük ki gerek kişinin içsel hayatını, gerek aile yaşantısını, gerekse içtimai hayatı düzenleyerek barış ve huzur getirir. Bu sebeple huzur; İslam’dadır. Büyüğümüz Hace Hazretleri’nin (ksa) buyurduğu gibi; “Müslüman kimliğinden utanan değil, kimliğine layık olmadığı için kendinden utanandır.” İnsan mutsuzluğunun ve iç huzura ulaşamamanın sebebini arayacaksa sağa sola bakmak yerine Allah’ın (cc) emir ve yasaklarına kayıtsız kaldığından dolayı kendinde aramalıdır. Kendini mesul tutmalıdır. Bu tutum edepli, haddini bilen insana aittir. İnsan eksiğinden dolayı gönlü mahzun, boynu bükük, tövbekar bir hal içerisinde olduğunda hidayete de açık olur. Aksi halde havalı, civalı, tepeden bakan bir hal ile insana nereden ne söylense kulakları, gönlü kapalı olacağından hiçbir hissiyat oluşmaz. 

Başka bir açıdan kişilik ya da şahsiyet olarak nitelendirdiğimiz insana ait olan bu özelliği ele aldığımızda; İslam’da şahsiyet ve kişilik, insanı insan yapan önemli bir süreçtir. Şahsiyet anlamında hiçbir insan diğerinin aynı olamaz. Her insanın kendine münhasır özellikleri vardır. Her insan başka bir alem ve başka bir dünya olarak İslam’da yer bulur. Allah (cc) insanı yarattıktan sonra, iradesiyle kendini geliştirebilme özelliği vererek imtiyazlı hale getirmiştir. İslam’a göre insanlar bir cemiyet halinde, milletler dahilinde yaşar. Onların kalplerinde iman gereği içinde bulundukları cemiyetin sorumlulukları vardır. Allah (cc) insanların kalbine çevresinden de sorumlu olma duygusunu yerleştirmiş, buna göre akıl da vermiştir. Kişi mensup olduğu dinin kaideleriyle, değerleriyle, emir ve yasaklarıyla şekillenir ve şahsiyet sahibi olur. Bu şahsiyetiyle de yaşadığı toplumun kültürünü şekillendirir. Ümmet birliği ancak böylesi bir tevhidi anlayış ve gayret dahilinde vuku bulur. Milli kültürden kasıt ümmet kültürüdür. Tüm dünya Müslümanlarının yüreğinin bir atabilmesidir. 

Osmanlının son dönemlerinde bilinçli olarak topluma atılan bir virüs niteliğindeki kavmiyetçilik akımları koskocaman bir İslam medeniyetinin de sonu olmuştur. Birbirinden bağımsız içerisinden 52 farklı ülke çıkartarak yıkılan Osmanlı İmparatorluğu, asliyetinde bir devletin değil Ümmeti Muhammed’in, hilafetin, İslam Kardeşliğinin tahrip edilmesidir. Bunda da ne kadar başarılı oldukları açıkça ortadadır. Dönüp şöyle bir Müslüman Ülkelere baktığımızda; birbirinden habersiz darmadağın bir Ümmet, gözyaşı içerisinde iç çatışmaların ayyuka çıktığı, açlıktan kırılan bir İslam ülkeleri coğrafyası. Bu portre tamamen İmanı ile kişiliğini şekillendiremeyen Müslümanların eseridir. Sebebi İsrail’de, Yahudi’de, Haçlı’da aramak kolaya kaçmak, sorumluluğu bir yerlere yıkıp aradan sıyrılmaktır. Elbette herkes işini yapıyor. Dünyanın doğası böyledir. Kafir, kafirliğini çok güzel yapıyor. Peki ya biz Müslümanlar olarak işimizi, vazifemizi yapabiliyor muyuz? Sorumluluğumuzu yerine getirebiliyor muyuz? Ruhlar aleminde Rabbimize verdiğimiz sözü şu ana kadar tutabildik mi? Ölüm yaklaşıyor. Rabbimizin huzuruna hangi yüzle çıkacağız?

Dinimiz İslam asla yüreklere hapsolmuş bir inançlar bütünü değildir. İslam gönülde başlar, tüm içtimai hayata nükseder. Giyim tarzından, yeme içmeye, eğitime, aile yaşantısına, miras hukukuna, ticari ahlaka, toplumsal kural ve kaidelerin tamamına müdahale edip, şekillendirir. İslam cemiyetinde şahıs, bir sığıntı gibi, bir kambur gibi, bir eşya gibi ve sadece birey olarak kendisini kurtarma çabasından ziyade, kendi sorumluluğunu toplum sorumluluğuyla aynı oranda hissederek hayvandan daha aşağı (Esfeli Safilin) olmaktan kendisini kurtarır. İnsan bütün bunları yaparken, toplum içerisinde tüm davranışlarını ve alışkanlıklarını ancak bir tek büyük modelden alır. Müslüman’ın en büyük modeli gelmiş geçmiş yaratılmışların en hayırlısı Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Aşıkların gönül güzergahı O’dur. (s.a.v.)

İnsanı insan yapan, kemale ve fazilete erdiren özellik, onun şahsiyetidir. Şahsiyet, nasıl sol baştaki sayı silinince sıfırlar bir anlam ifade etmiyorsa, kişilik ve şahsiyet olmadan bu faziletler de  pek bir anlam bulmaz. Kişilik ile inanılan değerler açığa çıkar. İnsan inandığını yaşayabiliyorsa, bu değerler manzumesiyle hayatını şekillendirebiliyorsa gerçekte samimidir. Özüyle, sözüyle bir hareket eder. Aksi halde gitmediğimiz, görmediğimiz köy maalesef bizim köyümüz olamaz. İnandığımız gibi yaşayamadığımızda bir süre sonra, yaşadığımız gibi inanırız. 

Aklın güzelleşip değer haline gelmesi, doğruyu eğriden, hakkı batıldan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırt edebilecek seviyeye yükselmesi toplum dahilindeki rol modellerle, eğitim ve çevre faktörüyle mümkün olabilmektedir. Burada rol model kavramı çok derin bir anlam ifade eder. Artık insanlar söylemin ötesinde yaşayan insandan müşeade ederek öğrenmeyi tercih etmektedir. Bu sebeple bizim sözümüzden öte halimizin, yaşantımızın, ahlakımızın söyledikleri etkilidir. Ağızdan çıkan değil hayatın içerisinden bizzat yaşayarak çıkan davranışlar gerçek kelamdır. Bu yüzdendir ki en hakiki rol model İnsanı Kamillerdir. Allah dostlarıdır. Toplumu şekillendirmeye namzet bu zatların himmet ve çabalarıyla toplum kimliğini İslamlaştırır. 

Bir diğer açıdan değerlendirecek olursak şahsiyet, daha küçük yaşlardan itibaren içinde yaşanılan toplumun değer yargılarının benimsemesiyle şekillenir. O değerlerden hangilerine ne kadar sahibiz? Aslında nelere sahip olmalıyız? Ülkenin milli eğitim politikasını hazırlayanlar, yönlendirenler, yazanlar bu soruların cevabını vererek içinde yaşadığımız toplumun aynı zamanda geleceği de şekillendirecek gençlerin eğitileceği sistemi ona göre şekillendirmelidir. Günlük politikalarla, çürümüş ve kokuşmuş eğitim sistemleriyle insan eğitilmez; gelecek şekillenmez. İslam adına bir takım değerlerin serpiştirilmesiyle eğitim İslamileşmez. Eğitim sisteminin tamamı İslam merkezli olmalıdır. Karma eğitim ile ateş barutun yan yana muhafaza edilmesi ne denli mümkün değilse ergen bir bayan ile erkeğin de aynı atmosferi teneffüs etmek zorunda bırakılması ile gerçekleştirilmeye çalışılan eğitim kesinlikle uygun değildir. Her türlü sistemin denenerek yap boz haline dönüştürüldüğü eğitim sistemimiz bir an evvel düzeltilmesi gereken sorundur. Eğitim sistemimiz toplumunu oluşturan bireylerin kişiliğini oluşturabilecek yeterliliğe sahip olmadığı gibi, kelimenin tam anlamıyla kangirene dönüşmüştür. Hal böyle olunca eğitimli denilen insanların oluşturduğu sağlık, adalet, bilim, teknoloji, eğitim ve diğer tüm üretim ya da hizmet sektörleri kişiliksiz bir yapı arz edecektir. Rabbim gönüllerimizi, halimizi, davranışlarımızı, ahlakımızı, kişiliğimizi, toplumumuzu, tüm Ümmeti Muhammedi İslam üzere sabit kılsın.

 

Yazar: Yusuf-i Kenan

 

Pazar, 01 Eylül 2019 00:02

KİM OKUYACAK, KİM DİNLEYECEK?

Kim Okuyacak Kim Dinleyecek

Kim Okuyacak, Kim Dinleyecek - Murat Han Atay

Sayı : 136 - Nisan 2019

 

Kim Okuyacak, Kim Dinleyecek

 

Elhamdulillâhi Rabbü’l-âlemîn. Ve’s-salâtu ve’s-selâmu ‘alâ Resûlina Muhammedin ve ‘alâ ‘âlihi ve ashâbihi ve ezvâcihi ve etbâ’ihi ecma’în. Cenâb-ı Hakk, Feyyâz-ı Mutlak ve Rabbu’l-Felak Hazretleri; kerem ve ‘inâyetiyle, lütuf ve merhametiyle cümlemize medet u ‘inâyet buyurup tevfîkini refîk eylesin. Hepimizi umduklarımıza nâil, korktuklarımızdan emîn eylesin. Âhir âkıbetlerimizi hayr eylesin. Evvelâ bu satırları yazana, yazdıkları ile; okuyanlara okudukları ile âlim, ârif ve âmil olabilmeyi nasîb, müyesser ve muvaffâk eylesin.

انسان der Sâdi-i Şirâzî, یک قطره خونست و حزار اندیشه (İnsân, yek katre-i hûnest ve hezâr endîşe) yani, “İnsan bir damla kan ve binlerce düşünceden ibarettir.” Îranlı büyük mutasavvıf şâir Sâdî-i Şirâzî; insanı, güzel bir ifade ile tek bir cümlede özetlemiştir. Fakat, buradaki düşünceden kasıt neyi düşünmektir? Düşünmek سرسری (ser-serî) yani, kendi başına buyruk bir hareket mi; yoksa سربست (ser-beste) yani, başı (bir yere) bağlı bir fiil midir? Bu yazımızda da düşüncenin bu denli kendi başına buyruk hareket kabiliyeti dolayısıyla Rabbimiz’in Efendimiz’e (as) gösterdiği usulü ve büyüklerin bunu nasıl anladıklarını mütalaa etmeye çalışacağız. Rabbim yazana da dinleyene de anlamayı ve yaşayabilmeyi nasîb etsin.

إِقْرَأْ buyuruyor Rabbimiz ilk emrinde, yani “(Sen) Oku!”. Bir bahr-i bî-pâyân (sonsuz bir deniz) olan bu emirdeki bağlamı ve zemini anlayamadığımız zaman meseleyi tamamiyle kendi şahsımıza hasretmek gibi bir hataya düşebiliriz. Meseleyi sadece Arap dilinin sunduğu imkânlar dahilinde ele almak gerekirse إِقْرَأْ emrinin arapça fiil çekimlerinde emr-i hâzır ve muhatab çekiminde gelmiş olduğunu görüyoruz. Fillerin emir çekimlerinde iki farklı çekim olup, bunlar emr-i hâzır ve emr-i gâib’dir. Yani birici çekim, ikinci tekil şahıs (sen) zamiri olup karşımızda muhatab aldığımız ve bizzat kendisine söylediğimiz bir çekim iken; ikincisi ise, üçüncü tekil şahıs (o) zamirine, muhattabı belli olmayan genel bir hitab şeklinde yapılan bir çekimdir. Başta da ifade ettiğimiz üzere, arapçanın dilbilgisi kuralları dahilinde konuşursak Cenâb-ı Mevlâmız لِيَقْرَأْ yani “(O) Oku(sun)!” da buyurabilirdi. Kur’an-ı Kerîm; her kelimesi, her harfi ve her noktası Rabbimizin tasarrufu ve takdiri üzere inzâl buyurulmuş bir mucizu’l-beyân olması hasebiyle ilk emirdeki bu hitab Rabbimizin bir tercihi olup, bizlere yönelik de bir usûl ve irşad levhâsıdır. Eğer Efendimiz’in (as) şahs-ı pâk-i mânevîlerine inzâl olunan ilk emri Rabbimizin bu tercihi bağlamında düşünecek olursak, ayeti şu şekilde anlayabiliriz: “(Ey tüm yaratılanları sana olan muhabbetim hürmetine yarattığım ve yaratılmışların en güzeli, en şereflisi olan Muhammed! Bizzât Zât-ı Kibriyâm ile yalnız seni muhattab alarak emrediyorum ki sen) Oku!” 

İlk emrin bizzat Efendimizin şahsı muhattab alınarak inzal edilmiş olması tabî ki onun ümmeti olmak şerefi ile şerefyâb olmuş bizlere de teşmil edilebilir fakat ilk adımda böyle bir hükme varmadan önce Efendimiz’in (as) kölesi ve hâdimi olmakla müşerref olmuş büyüklerden Mevlânâ Celâddin Rûmî Hazretleri’nin (ks) bu ayeti nasıl anladıklarını ve nasıl tefsir buyurduklarını görmek meseleyi daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. 

Hz. Mevlânâ (ks) meşhûr eseri Mesnevî-i Mânevî-i Şerîf’ine şöyle başlar: “بِشْنَوْ” yani “Dinle!/Duy!/İşit!”. Farsçada شَنِيدَنْ (dinlemek) masdarından türetilen kelime şimdiki zaman çekiminde “شَنَوْ” (dinler) halini alır. Fiili, emir haline getirmek için de şimdiki zaman çekiminin başına “ب” harfi eklenir. Hz. Mevlânâ da eserine “بِشْنَوْ” ile başlayarak bizlere yapmamız gereken şeyi emir sigası (çekimi) ile buyuruyor, tıpkı Rabbimizin ilk emrinde olduğu gibi. Döneminde “Sultânu’l-‘ulemâ” lakabı ile anılan Bahâuddin Veled Hazretlerinin oğlu olan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî genç yaşından itibaren, döneminin meşhur hocalarından şer’î ilimleri tahsil etmeye başlamış ve sonrasında diğer ilimlerle birlikte özel olarak tefsir ilminde ihtisas sahibi bir müderris olmuştur. Kendisini ham olarak tarif ettiği döneminde Hz. Şems-i Tebrîzî ile tanışmış ve bu ilmini irfan suyu ile yoğurarak Hz. Mevlânâ olmuştur. Dolayısıyla Kur’ân’ın bâtınına muttalî olduğu kadar zâhirine de vâkıf olan Hz. Mevlânâ bir vechile Kur’ân’ın mânevi tefsiri olarak yazdığı Mesnevî-i Şerîf’inde bizlere Kur’ân-ı Mübîn’in satır aralarını okuyor. 

Hz. Mevlânâ, Cenâb-ı Mevlâmızın ilk emrini, zahiri delaletler ile nasıl inzal buyurduğunu ve kendisine muhattab olarak kimi seçtiğinin ziyadesiyle farkında olarak, eserine إِقْرَأْ ([Sen] Oku!) emrinin beyânı olarak بِشْنَوْ (Dinle!/Duy!/İşit!) diyerek başlamıştır. Böyle bir tercihin tesâdüf ve tevâfuk eseri olmadığı muhakkak olacak ki Hz. Mevlânâ’nın bu ifadesiyle bizlere söylemek istediğini şöyle anlayabiliriz: “Ey ümmet-i Muhammed! Sakın bu ilk emrin zahirine bakarak kendinizi böyle bir lutfun muhattabı olarak düşünmeyin. Rabbimiz bu emri kâinâtın güneşi, iki cihân serveri Hz. Muhammed Mustafâ (sav) şahs-ı pâkini bizzat muhattab alarak söylemiştir. Yani Rabbimiz; ‘Ey Muhammed! Ben yalnız seni bilirim ve yalnız seni tanırım. Beni de en iyi tanıyan ve bilen sen olduğun için ‘Sen oku!’ buyuruyor. Eğer bu kâinât meclisinde bir kişiye “Oku!” emri verildiyse geri kalanlara düşen tek şey “Dinle!”mektir. Dolayısıyla bu ayetin zahirine bakıp mekre düşmeyin ve Rabbimizin kulağa başka, gönle başka buyurduğu “Oku!” emrinin kime ve niye buyurulduğunu iyi düşünün ve iyi anlayın!”. Dolayısıyla Efendimiz (as) “ القارئ” yani, yegâne okuyucu olup, esasında kendi zât-ı pâkleri de “ اَدَّبَني ربّي و اَحْسَنَ تأدِيبي” (Beni Rabbim terbiye etti/edeplendirdi ve o ne güzel terbiye edici/edep öğreticidir.) buyurdukları üzere Cenâb-ı Kibriyâ’dan en güzel bir şekilde dinlemişler ve bize de ondan dinlediklerini ‘oku’muşlardır. Bu âdetin, sünnetin ve usûlün farkında olan ve bizzat bunu kendi zatında tatbik ile müşahede eden Hz. Mevlânâ da yapmamız gereken tek şeyin Resûl-i Kibriyâ Efendimiz’in (sav) rahle-i tedrisinde diz çöküp dikkatli bir şekilde O’nu dinlememiz/duymamız/işitmemiz olduğunu emir buyuruyor. Ümmet olarak üzerimize düşen tek ve yegâne vazifenin; Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’tan dinlediklerini okurken O’nu dinlememiz olduğunu, dolayısıyla inzal olunan ilk emirde ümmetin payına düşenin bu olduğunu ifade ediyor. 

Bugün bu ayetin, zahir manasıyla salt bir okuma, hatta ‘okumlama’ yani ‘boş küfeyi doldurma’ olarak anlaşılması, bizi sevâd-ı âzamdan ayrı olarak ferdî ve indî anlayışlara sürüklemektedir. Dolayısıyla Kur’an, her dimağda farklı anlaşılmakta ve yorumlanmaktadır. Kadîm gelenekte ‘okumak’ tek başına yapılan ferdî bir eylem değildir. Kitap/metin hoca ile talebe arasındaki iletişim ve aktarım için bir vesiledir. Bu yüzdendir ki ferdî ve farklı anlayış ve yorumlarıyla ehl-i sünnet ve sevâd-ı âzamın dışına çıkan Mu’tezîle, ulemâ tarafından “اَعْزَمُ الْبَلِيَّ تَشَيَّخُ الصَّحِيفَة” (Onlar hocalarını bırakıp, kitaplarını şeyh/rehber edindiler) şeklinde eleştirilmiştir. Hz. Mevlânâ’nın irfânı ile söyleyecek olursak: “Onlar dinlemeyi bıraktılar ve kendi başlarına buyruk okumaya başladılar.” Dinlemeden okumak, sözü dinlenilecek biri olmadan okumaya kalkışmak ve hepsiden tehlikeli olan okuduğu şeyi anladığını iddia etmek, sünnetullaha aykırı olduğu gibi kudemâ tarafından da bir helâk sebebi olarak görülmüştür. Bir diğer taraftan ayetin bağlamını yakalayan fakat satır aralarını okumadan meseleye dahil olanlar ise ‘okuma’ eylemini ‘araştırma, sorgulama ilh.’ olarak yorumlamaları yanlış olmamakla birlikte asıl olan murâd-ı ilâhîye nazaran ikinci hatta üçüncü planda kalmaktadır. Burada Hz. Mevlânâ’nın emrini aynı zamanda bir îkâz olarak da düşünürsek, “Okumadan önce dinle!” şeklinde de anlayabiliriz. Yani, ilk yapılacak şey evvelâ ‘dinlemek’, dinledikten sonra okuyucunun izni ve rızası ile ‘dinlediklerini okumak’tır. Dolayısıyla okumak hiçbir zaman tek başına yeterli bir faaliyyet olmayıp, sözü dinlenilen bir okuyucu, rehber olmadığı müddetçe insanı anlayış ve tanıyış olarak hep eksik bırakır.

Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurmuşlardı: “Anlayabilen insan öğrenebilir, okuyan insan öğrenemez. Ashâb-ı kirâm hiç kitap okumadılar. Onlar anlayış sahibi idiler, anlatılanı güzel anladılar ve bu anladıklarını da birbirlerinden çok farklı yorumladılar. Bu farklı yorumlar da fıkhımızın ve hak mezheplerin oluşmasına sebep oldu. Allah Rasulü bütün bu yorumları âdeta kabullendiler ve ‘hepsi hidayet üzeredir, hepsi yıldızdır, ışıktır, nurdur, kandildir, müctehiddir, fakihtir.” ‘Ârife târif gerekmez’ demişler. Hâce Hazretleri’nin buyurdukları üzere, biz Cenâb-ı Hakk ile Efendimiz arasındaki eğitim usûlüne, aynı ile Efendimiz ile Ashâb-ı Kirâm’ın birlikteliğinde şâhit oluyoruz. İlk emir, İslam’ın ilk nesli olarak ashâb-ı kirâmı bizden çok daha fazla ilgilendiriyordu. Fakat hayatlarına baktığımızda onların ‘Oku!’ emrini, maddi ve mânevi tüm varlıklarını Efendimiz’e fedâ ederek anladıklarını ve îfâ ettiklerini görüyoruz. Yine Hâce Hazretleri’nin “Cenâb-ı Hakk’ın âdetine baktığımızda Hz. Şuayb gibi amâ peygamber göndermiş fakat sağır peygamber göndermemiştir.” buyurmaları da bu hikmeti pekiştiren delaletlerden biridir. 

Devam edecek...

 

Yazar: Murat Han Atay

 

Huzura Kavuşmanın İkinci Kapısı İstikamet Makamı 2

Huzura Kavuşmanın İkinci Kapısı İstikamet Makamı -2 - Şeb-i Vuslat

Sayı : 136 - Nisan 2019

 

Huzura Kavuşmanın İkinci Kapısı İstikamet Makamı -2

 

İslam dininin temeli iki noktadadır:

1-İman, ihlas ve teslimden ibaret ilm-i Tevhid,

2-Ona göre hareket ve amel etmek, amel-i Tevhid.

İlm-i Tevhid kalb ve dimağda olduğu için özdür, amel-i Tevhid bedeni hareketten ibaret olduğu için o özün dış kabuğudur. Her ikisi de kemal buldu mu istikamet olur. Özü, hareket ve sözü şeriate göre olana “müstakim”, olmayana da “sakim” adı verilir. Allah müstakim olanlara akl-ı selimi ihsan eder. Tevbeden sonra istikamet yoluna girenin kalbine melekleri gönderir. O melekler müstakim olanı Hakk’ın yoluna teşvik eder; sekerat anında açıktan üzerine gelir, onu cennetle müjdeler; korkma, artık tekliflerin sonu geldi, cennetliksin hiç endişe etme, bundan sonra istikametinin semeresini alırsın, diye müstakim olanı müjdeler.

“Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır deyip sonra sağlam itikad, ihlas ve teslimle doğruluğu kendine prensip edenler üzerine: ‘Korkmayın, tasalanmayın, va’dolunduğunuz cennetle sevinin’ diye melekler inecektir.” buyrulmuştur. (Fussilet Suresi 30)

Yani, ey istikamet sahipleri, eğer siz istikametinizin semeresini görmez iseniz de şüphesiz ölüm anında melekler tarafından cennetle müjdeleneceksiniz, demektir. Bunun için hadis-i şerifte: “Gizli ve aşikârede taat ve ibadeti iltizam ve menhiyattan içtinapla dosdoğru olun ve elbette birçoğunuz buna güç getiremezsiniz. Biliniz ki amelinizin en hayırlısı namazdır. Müminden başkası da abdest üzerine muhafazakâr olmaz.” buyrulmaktadır. Yani bihakkın istikamette sebat etmezseniz, bari hiç değilse ta’dil-i erkanla namazı dosdoğru yerli yerinde kılın, zahiri ve batıni temizliğe muhafazakâr olun. Bu da zayıflarınız için bir istikamet sayılır. Anlaşıldığı üzere salikin istikamette sebat etmeye devamlı bir surette çalışması gerekir. Bu çalışmayla bir an nefs ve şeytanına galip, bir an mağlup olur, bir an zâkir, bir an gafil, bir an mücahid, bir an münafık olur. Fakat daima müstakim olmaya çalışır. Yukarıda tarif edilen bihakkın istikamette sebat edince salik, artık yolu bitmiş demektir.

Hülâsa, itikadda istikamet tevhid ilminde; ibadet ve muamelede istikamet fıkıh kitaplarında; ahlakta istikamet tasavvuf kitaplarında beyan olunmuştur. Her birisinin bir kitabını kâmil zatın nezaretinde okumak ve kâmil mürşidin nezaretinde onunla amel etmek umum Müslümanlara düşen bir vazifedir. Bir müminin böylece üç kitap okuması hem kolay olur, hem de sapık fikir ve amelden kurtulmuş olur.

İstikameti Devam Ettirebilmek İçin Mühim Tavsiyeler

Şuurumuzda iman ve ihlasın yerleşmesi nisbetinde bedenimizin azaları müstakim olur. Her bir salik itikadı ve ihlası nisbetinde dinini tatbik eder, takva sahibi olur, müstakim olmaya çalışır. Esas maksat, Hakk’ın huzuruna layıkıyla girmektir. İstikametten başkasıyla da bu huzura giriş imkânsızdır. Onun için şuurumuzu murakabeyle, azalarımızı şer’i tatbikatla çalıştırmalıyız ki Allah Azze ve Celle’nin bizden istediği hakiki istikamete sahip olalım. İşte bu oluş için hadis-i şerifte şöyle buyruldu: “Gizli ve aşikârede taat ve ibadeti iltizam ve menhiyattan içtinapla dosdoğru olun ve elbette birçoğunuz buna güç getiremezsiniz. Biliniz ki amelinizin en hayırlısı namazdır. Müminden başkası da abdest üzerine muhafazakâr olmaz.” Yani gücünüz yettiği kadar itikadda, taat ve ibadeti devam etmekte, büyük ve küçük günahlardan sakınmakta sebat edin. Elbette bu hususta sebat etmek çok zordur, çok büyük bir gayreti ister, çok büyük bir sabır ve tahammülü ister, ümmetten zayıf olanlar, elbette bunda sebat etmekten aciz kalırlar. O halde acizliği bertaraf edebilmek için salik başlangıçta ciddi bir tevbe ile dine sarılır. Bidayette tevbeye muvaffak olmak kolaydır. Lakin tevbenin üzerinde devam etmek, müstakim olabilmek için şartlar vardır. Bu şartları yerine getiren, Allah’ın izniyle muvaffak ve müstakim olur.

1-Cenâb-ı Hakk’ın âdetinden birisi de tecelli-i iradi’dir; kulun hiçbir şeyden haberi olmadığı halde aniden kalbe Hakk’a davetçi ilham gelir; hadi tevbeye git diye kalbe icbar eder. Bazen o ilhamla beraber titreme, ağlama da gelir. Ekser itibarıyla bu tecelli, kâmil meşâyıhın huzurundan, bakışından ve sözünden olur. Bu tecelliyeye, tecelli-i irade denilir. Kalbe geldi ise mühlet vermeksizin ona teslim olmak ve derhal emrine itaat etmek lazımdır. Bu ilham seriu’z-zeval olduğu için fırsatı kaçırmamak gerektir. Fırsatın kaçırılmamasının manası, kâmil zevatı bulmak, samimiyetle onlarla sohbet etmek, kâmil mürşidin emrine girmek demektir. Hiçbir zaman insan tek başına kendine yolu tayin edemez.

2-Tevbenin akabinde eski günahlardan vazgeçmek, fena niyetlerden sıyrılmak ve iyiliği yapmanın devamına azimli olmaktır. Çünkü tevbeden sonra işret meclisinin arkadaşları insana dışta musallat olurlar. Çoğu zaman tekrar yoldan çıkarırlar; buna dikkat lazımdır.

Gavs-ı Hizâni, münkir ve ehli bid’atin zararlarının kilisede bulunanların zararlarından daha ziyade olduğunu kaydetmiştir. Hatta bir şeyhe teslim olan kimsenin ilimde hocası olan münkir olsa, onu bile terk etmesi gerekir. “Sende ilimde yeri olmadık herhangi bir şeyi anan baban emrederlerse onlara uyma; Benim yoluma inâbe edenlerin yoluna uy.” (Lokman 15) ayet-i kerimesinin emrine binaen, kişiyi istikamet yolundan geri bırakmak isteyen ana baba, hatta ilimde hocası da olsa terk edilir ve ahirette dereceyi almaya sebep olan mürşide uyulur. Kaldı ki günah işlettiren kimselerden yüz çevirmek farzdır.

3-Başlangıçta imkân derecesinde tarikatın adabını, usulünü güzelce öğrenmektir. Bir binanın temeli muhkem olmaz ise o bina yıkılmaya mahkûm olduğu gibi, tarikate intisap ettikten sonra temel olan itikad ve niyet, o temelin üzerinde olacak adap ve usul dosdoğru olmaz ise kısa bir zamandan sonra o tarikat de yıkılır.

Mezheb İmamına fıkıhta, tarikat imamına tarikatte ittibâ lazımdır. İtikad Ehli Sünnet ve’l-Cemaatin itikadı; niyet ve amelde fıkıh kitaplarını kendine kanat yapıp o kanatla şeyhe ittibâ edilir. Şeyh Cüneyd El-Bağdadi: “Tarikatlerden faydalanmak için sebep: edep ve usuldür. Mahrum olanlar edebi öğrenmediklerindendir. Ant olsun ki bizim yolumuz edepten başkası değildir!” demiştir. Hatta bir gün müntesiplerinden birisi meclisine sol ayakla girerken hiddetlenmiş; “Siz sünnete riayet etmediğiniz için meclisimizden çıkın. Zira hayr meclislerine sağ ayakla, kaza-i hacet yerine sol ayakla girilir. Çıkışta zıddı yapılır. Kendi evine ise sağ ayakla girilir sağ ayakla çıkılır.” buyurmuştur.

4-Allah’ın kahrından rahmetine sığınmaktır. Buna Firar-i ilallah denilir. Yani şahıslardan nefret etmeksizin, gıybet, haber dolaştırmak gibi fısktan ibadete kaçmak demektir. Daha doğrusu halktan Hakk’a sığınmaktır. Şâh-ı Nakşibend: “Halkı kalbten çıkarmak, fiilen sıfatlarını terk etmek, Rasul-i Ekrem’in ahlakıyla ahlaklanmak, firar-i ilallah diye tabir olunur, yoksa halkı terk etmenin manası cuma ve cemaati terk etmek, uzlete çekilmek demek değildir.” buyurmuştur.

Mevlânâ-i Cami: “Başlangıçta muvakkat olarak uzlete çekilmek, halkı terk etmek sünnettir. Nitekim Peygamber de vahyin başlangıcında uzlete çekilmiştir. Şer meclisleri terk etmek farzdır, zira şerlileri terk etmeyen hayr yapmaya muvaffak olamaz. Hatta kalben şerlilere temayül, insanları şer işlemeye sevk eder. Bu hususta ayet de emretmiştir: “Zulmedenlerin meclislerinden sakının, zira onların ateşi size de çarpar.” (Hud 113) Müfessirler kalben temayülü yasaklamıştır diye tasrih etmişlerdir.” buyurmuştur. Sultanu’l-cazibin, bu ayeti şöyle beyan eder: “Bu tarikatı inkâr edenlerin meclisi ve diğer fısk meclisleri, demircilerin dükkânına benzer. Demirci demirini çıkarıp iki kişi o demiri dövdüğünde ondan ateş fışkırır; oturanlara isabet etti mi onları yakar. Fakat onların önünde önlük olduğu için yanmazlar. Münkirlerin sözleri gıybet, müstehcen söz söylemek, lâkırdıları ateş gibidir; söz, demir gibidir; iki çene, onunla demir dövülen çekiç gibidir. Artık âlem-i misalde bunlar hep cisimlidir; kalbi yakar parlak olan ruhu kül haline getirir.” 

Şeyh Ebû Medyen: Tarikati inkâr edenlerin meclisleri, müridi öldürücü zehirdir. Bu zehirden korunmayan şeyhinden faydalanamaz.

5-Mürid şeyhine intisap ettikten sonra, şeyhi hakkında son derece itikad etmelidir. Burada mürid şöyle inanır: Şeyhim buluttur, umum nimetler yağmur gibidir. Allah Teala bulutu yağmurun yağmasına sebep kılmıştır. Bulutsuz yağmur yağdırmaması âdetindendir. Şeyhimi hidayetime sebep kılmıştır. Hakikatte hidayet edici Allahu Teala’dır. Yağmur verici de Allahu Teala’dır.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Muhakkak Allah azze ve cellenin yeryüzünde feyz ve bereketleri almaya elverişli kapları vardır. Allah azze ve cellenin kendisine en sevimli kapları da yumuşak ve saf olan kaplardır. Allah’ın yeryüzündeki kapları, salih kullarının kalpleridir.”

Allah (cc) yar ve yardımcımız olsun.

Selam ve dua ile

Kaynak: İsmail Çetin, Edeple Varış Lütufla Dönüş, Dilara Yayınları, 2007

 

Yazar : Şeb-i Vuslat

 

Temmuz 2020

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi'nin Temmuz 2020 sayısı çıktı.

 

 

Sayfa 3 / 269

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort