JoomlaLock.com All4Share.net

Hz. ŞAHI NAKŞİBEND ve NAKŞİBENDİLİK-1

Nakşibendilik 1

Hz. Şahı Nakşiben ve Nakşibendilik-1 - Abdülkadir Visâli

Sayı : 119 - Kasım 2017

 

Hz. Şahı Nakşibend ve Kaşibendilik-1

 

Hayatımızın her alanında cevabı belli sorular vardır. İnsanların dikkatlerini bir noktaya toplamak, beyin jimnastiği yapmalarına vesile olmak, önemine binaen meselelerin altını birkez daha çizmek için sorulur bu sorular. Bu ayki sayı-mızda “Nakşibendiliği yaşamak mı, yaşatmak mı?” diye sormamızın nedeni de yukarıda dile getirdiğimiz sebeplerden ötürüdür. 

Elbette ki aklıbaşında her mümin, her salik, her derviş; kulluk mesuliyyetleri açısından da tasavvuf adab ve erkanı açısından da öğrenmek ve yaşamanın tebliğden evvel geldiğini bihakkın bilir. Fakat her ne hikmetse, öğrenip tatbik etmek yani gayret edip elde ettiğimiz malumat ile sıratı müstakim üzere bir hayat yaşama azminde bulunmak, böylece de rızaya muvaffak olacağımızı ummak yerine; nef-simizin hoşnutluğunu kazanacağımız, do-layısıyla da rızaya muhalif bir vaziyette bulunacağımız aşikar olmasına rağmen güya tebliğ havasında -tabiri caizse- bol keseden atma peşindeyiz.

Fakat ekser ümmet olarak içerisinde bulunduğumuz durum “Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük öfke ile karşılanır.” (Saff 2-3) ayetiyle tarif edildiği gibi büyük bir kabahati irtikap etmekten ibarettir. Zaten büyüklerimiz “hâl dilinin”, “kâl dilinden” daha evlâ ve daha tesirli olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hâce Hazretleri (ksa) bu hakikati “Söylemekliğin hası sözün hulâsasıdır/Yaşamadan söyleyen yarın utanasıdır.” beyitiyle ne kadar da veciz ifade buyurmuşlar. Başta mevzuumuz olan Nakşibendiliğin isim babası eş-Şeyh Muhammed Bahauddin (ks) Hazretleri’nin şahsında da görüldüğü üzere bu silsileye mensup saâdatı kiram ve onların ardı sıra yürüme gayretinde bulunan salikan; hâlin yani müstakim bir vaziyette bulunmanın binler kerametten, keşiften Allah’a daha sevimli olduğu görüşündedir. Bu kutlu yolun yolcuları, Hâce Hazretleri’nin (ksa) ifadeleriyle; “talim, tatbik ve tebliğ” sırasını her daim gözetmiş, kula düşenin öğrenme ve yaşama azmi, gayret; tebliğin yani başkalarına duyurmanın, ulaştırmanın Allah’a (cc) ait olduğunu yani O’nun (cc) takdir ettiği bir nasip olduğu şuuruyla hareket etmişlerdir. Biz bunu bu tarikat-i âliyenin üzerinde manevi tasarrufu olduğuna inandığımız peygamberlerden birisi olan Hazreti İbrahim’in (as) hayatında da görüyoruz: Cenabı Hak, Hz. İbrahim’e, Kâbe’yi, Hz. Âdem’in yaptığı temeller üzerine Hz. İsmail ile birlikte yeniden inşa etmelerini ve bütün insanları haccetmek üzere davet etmesini emretti. (Bakara 127; Hac, 27-29) Hz. İbrahim: “Ya Rab! Benim sesimi kim duyar ki?” dedi. Cenabı Hak: “Sen davet et, duyurmak bana ait.” buyurdu. Hz. İbrahim Ebu Kubeys dağına çıkıp dört bir yana: “Ey insanlar! Bu kadim beyti (Kâbe’yi) hac ve ziyaret size farz kılındı.” diye seslendi. Bu sesi yerle gök arasında, ruh âleminde bulunan insanlar işiterek “Lebbeyk” diye cevap verdiler.

Yolumuzun isim babasının Şahı Nakşibend Hazretleri olduğunu yukarıda söylemiştik. Hiç şüpsiz bu tarikat zahiren ve batınen Hazreti Peygamber’den (as) beslenmekle birlikte yolumuzun anlaşılan manada temelleri altın silsilenin 9. halkası Yûsuf Hemedânî (ks) tarafından atılmış, esasları ve usulleri Hz. Hızır’ın da tavasuutu ile mübarek halifeleri Abdulhalık Gücdevânî (ks) tarafından belirlenmiş, adeta Muhammed Bahauddin efendimizle de müşahhas bir kimlik kazanmıştır.

Tabi Şahı Nakşibend Hz. ve Nakşibendiliği tanımak hem ondan öncesine hem de ondan sonrasına bakmakla mümkün olur. Evveline baktığımızda yaradılış sırrına, Cenabı Hakk’ın muradına, dolayısıyla beşer ve din planında babamız Âdem’den ve müteselsilen onu takip eden bütün nebilerden gelen ve Hazreti Muhammed ile (as) her yönüyle tekmil olunan tek din İslam’ın doğuşuna muhkem bir bağı vardır. Sonrasına baktığımızda ise kendisine tevarüs eden bu sırla sistemleştirdiği rabıta ile yolunu takip edenlere inikas (aksetme, yansıma) ettiren ve onları kendine, dolayısıyla izini takip ettiği Rasulullah’a benzeten; insibağ (rengine boyanma, onun gibi olma) ile Hakk’ın boyasına boyayan bir mürebbi olarak milyonların her daim kendisini hayırla yad ettiği bir imam ve muhabbetle iktida eden muazzam ve müstakim bir cemaat görürüz. Ne muazzam bir devlet, ne yüce bir saltanat. Efendimiz’in “Kim müslümanlıkta güzel bir yol tutturur, güzel bir adet ortaya çıkartır ve bu güzel yol kendisinden sonra sürdürülürse, o yolda gidenlerin sevabından bir şey eksilmeksizin bir misli de o adeti ortaya çıkarana yazılır.” hadisi şerifi ile müjdelediği ebedül ebed bir sermaye...

Onu ve kutlu yolunu tanımak için zahiri hayatlarını mümkün olduğu kadar iyi öğrenmek, ahvaline, batıni hayatına muttali olmaya da mümkün olduğu kadar çalışmak gerekir. Zahir ve batın hayattan kasdımız din-i mübini İslam’ın bildirdiği dış ve iç güzelliğinden ibarettir. İçi de dışı da şeriate, marifet ve hakikate muvafık bir şekilde güzelleşen insan kamil bir mümin, olgun bir insan olur ki bu da biiznillah Rabbine vuslata en büyük vesilelerdendir. Saadatımız bunu “kesb-i kemal, seyr-i cemal” sözüyle parolalaştırmış, himmet çıtamızı nereye koymamız gerektiğini ve maddi/manevi enerjimizi ne yöne kanalize etmemiz gerektiğini bizlere kısa ve öz ifade buyurmuşlardır. 

Fakat maalesef bugün kendilerini Hazret’in yerinde görenlerin kısır anlayışı, bağlılarının fani meyilleri, dünyaya aşırı rağbetleri nedeniyle kalbin ameli olmaktan çıkmış, zikir ve fikrin, istikamet ve ibadetin, güzel ahlak ve erdemli olmanın geriye atıldığı; şekilciliğe bürünmüş, yapmacık usul ve adab anlayışıyla bu yolun adeta ruhsuz bir cesed haline geldiğine de ibretle şahit olmaktayız. İşte o zaman da yukarıda tebşir olsun diye ilk kısmını zikrettiğimiz hadisi şerifin ikinci kısmında bahsi geçen zalimlerden olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıveriyor insan: “Kim kötü bir çığır açar, kötü bir yol tutturur, o çığırdan da ondan sonra başkaları yürürse; o yürüyenlerin günahından bir şey eksilmeksizin bir misli de bu ilk açana yüklenir.” Halbuki Efendimiz (as), Allahu Teâlâ’nın nazar ettiği kalbe işareten; “Kalbin iştirak ettiği amellerin zerre kadarı, iştirak etmediği dağlar kadar amelden üstündür.” buyurarak önce dikkat edilmesi gereken noktanın altını çizmişlerdir. Zaten diğer hadislerle de bu mana teyit edilmiş; kalbi düzelenin bütün vücudunun felah bulacağı/kurtulacağı müjdelenmiş, içi nurlanan bir kalbe sahip olan müminin de “Her kap içini terler” hadisiyle yaptığı her şeyden hem cesedi hem de kendi gibi ârız olan bu dünya büyük faide elde edecektir. 

Nakşibendi yolu, insanın Rabbi ile olan ilişkisini esas alan bir anlayışa sahiptir. İnsanı da bugünkü materyal anlayışın düşündüğü gibi akıl merkezli değil, kalp merkezli bir mahluk olarak muhatap alır. Onun için insan o zalimlere göre “düşünen bir hayvan” iken; kalbi esas alan mübarek dinimize göre “eşref-i mahluk”, yaratışılış itibariyle de “ahsen-i takvim”dir. Bu eksenden hareketle büyüklerimiz de onu “hazreti insan” olarak tesmiye etmişlerdir. Hal böyle olunca da bu kafaya sahip olanların, herşeyi akılla yani gözle görünür şeylerle anlamaya çalıştıklarından ibadetleri bile sadece zahirde kalır, eskilerin tabiriyle hulkumdan içeri geçmez. Ama başta Nakşibendiler olmak üzere bütün gönül sahipleri, ehli irfan evvela nazargah-i ilahî olan kalbe değer vermişler ve insanı kalp merkezli bir halifetullah olarak görmüşler, ve her işe evvela kalplerindeki niyetleri tashih ederek başlamışlar. Her işin orada başlayıp bittiğine kani olmuşlar. Onun için ibadet anlayışları böyle olduğu gibi günah algıları da bu bâtın temizliklerine yakışır olmuş. Bu mübarek taifeye göre en büyük günah zenb-i vücuttur (varlık günahı). Ayeti kerimede “Allah’a ortak koşma; çünkü ortak koşmak büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13) diye geçen şirkin de temelinde varlık, ego, bencillik vardır. Hiç şüphesiz kalbin ameli, müspet manada da menfi manada da bedenin amelinden üstündür.

Bu yol, manevi terbiye yoludur ki buna irşad denir. Yukarıda bahsi geçen kemalatı elde edip Cemalullahı seyredecek bir gönle sahip olmak, kamil mümin olgun insan olmak, zahir ve bâtın fıkhına riayetkâr bir hayat yaşayıp müstakim kalmak bu irşad ile mümkündür. Efendimiz’in “Beni Rabbim terbiye etti...” diye müjdelediği bu manevi alışverişi, “Resül size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının” (Haşr, 7) emriyle Cenabı Peygamber’den ahzetmemiz Rabbimiz’in emri şerifidir. Şahı Nakşibend efendimiz bu hakikati her yönüyle yaşayıp yaşatmaya azmettiklerinden bu yolun mensupları “Madem ki emir âmir ile kâimdir öyleyse bir farz Allah kadar, bir sünnet Rasûlullah kadar kıymetlidir.” buyruğunu iliklerine kadar hissetme çabasındadırlar. Rabbimizin buyruğu ile “O’na tabi olanların bile sevilip rızaya müstehak oldukları” (Âl-i İmran, 31) sabit ise Efendimiz’den razı olduğu hiç şüphesiz bir hakikattir. Cenabı Hak, O’nu “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 4) diye methetmiş, “Âlemlere rahmet” (Enbiya 107) kılmış, “O’nunla (sav) beraber olanlara azap etmeyeceğini” (Enfal, 33) müjdelemiştir. İşte Nakşibendiler, ahlaklarını, efallerini, anlayışlarını, ibadetlerini; giyim kuşamlarını, tavırlarını, kelamlarını, sözün özü içleri ve dışları ile herşeylerini Rasulullah’a göre ayarlamayı kendilerine şiar edinmişlerdir.

Nakşibendiler “Nur saçan bir kandil” (Ahzab, 46) olan Peygamberleri’nin nurlu izinde, ameli “(Habibim) Sen dosdoğru bir yol üzerindesin.” (Yasin, 4) buyrulan O Hazret’in ameline muvafık, mücadelesi “Ey iman edenler, siz kendinizi düzeltmeye bakın” (Maide, 105) ve “Mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin” (Tevbe, 45) ayetleri mucibince hem nefsiyle hem de kafirlerle cihad, davası “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurât, 10) sırrına ulaşmak olan bir yolun yolcularıdır.

Şahı Nakşibend Hazretleri’nin irşad metodunda en önemli yeri hiç şüphesiz “rabıta” tutar. Rabıta, kısaca, sureten (şeklen) ve sireten (ahlak ve maneviyat açısından) mürşide benzeme gayreti olarak tanımlanabilir. Cenabı Hakk’ın “sadıklarla beraber olun” (Tevbe, 119) emri şerifine imtisal edebilme gayretinden ibarettir. Sadıklarla beraberlik edebine riayet şartıyla inanın vuslatı için en tesirli yoldur. Nitekim ashabı kiramın diğer ümmetlere üstünlüğü En Kıymetli’nin (sav) yanında bulunmalarından ibarettir. O’nun mübarek nazarlarına uğramak, devletli mescidlerinde bulunmak, Cenabı Hakk’ın gönlüne akıttığı ilim ve hikmete ilk elden muhatap olmak onları peygamberlerden sonra insalığın en hayırlıları yapmıştır. İşte müridin, peygamber makamına kaim olan mürşidi ile bereberliği de aynen buna benzemektedir. nitekim muallim ve talebe değişse de Hz. Peygamber’in ashabı irşad için kullandığı müfredat asla değişmemiştir. Zahiren beraberliğin mümkün olmadığı zamanlarda ise karşılaştığı meselerle ilgili buyrulan sohbetlere, şahit olduğu ya da kendisine nakledilen hadiseler karşısındaki mürşidinin tutum ve hareketlerine uygun bir hayat yaşamaya gayret etmesidir. Bu taklit, onu biiznillah tahkike ulaştıracaktır. “Allah’a yönelenlerin yolunu tutmak” (Lokman, 15) saliki “Rabbine yönelmeye” (Zümer, 54) O’na vuslata kapı olacaktır. Çünkü mürşidinin eline yapışan kimse müteselsilen Rasulullah’ın elini tutmuş demektir ki “o elin üzerinde de Allah’ın eli (kudreti, tevfik ve inayeti)” (Fetih, 10) vardır. İşte bu sırra ulaşmak içiğn yapılan rabıta, müstakil bir ibadet olmamakla birlikte tüm ibadetlerin “Rabbimiz tarafından güzel bir şekilde kabul buyrulması” (Âl-i İmran, 37) için en önemli vesiledir. Çünkü ihlas, ancak “muhlislere” benzemek demektir. 

Şahı Nakşibend Hazretleri Allah’a vuslata hal ve tavır olarak müsait kimselerin tespiti ve manen işlenmesi husunda çok mahir idiler. Şahbâz, kabiliyyetli bir avcı, bir doğan gibi manevi avına nazar eder, onda gerekli zemini himmeti ile oluşturur ve tabiri caiz ise Hak adına o kişiyi kazanmaya gayret ederdi. Bu husuta damadı ve postnişîni olan Alauddin Attar’a (ks) sorduğu “Siz mi bizi buldunuz, biz mi sizi bulduk?” sorusuna kerameten verdikleri cevap kendilerinin bu hususta -Allah’ın izniyle- engelleri kaldırmaya büyük bir vesile olduğuna işaret eder. Çünkü “Herhalde biz sizi bulduk, efendim.” diye cevap verilince “Şu dağa bi nazar et.” buyurmuş, dağa doğru bakan Alauddi Attar, önündeki sisten dolayı dağı göremeyince anlamış ki onlar engelleri kaldırmasalar gayretleriyle bir netice elde etmeleri mümkün değildir.

Gönlü her daim Hakk’a müteveccih olduğundan, tüm işlerini Allah’a ve Peygamberi’ne arz etmiş (Kur’ân ve Sünnete uygunluğunu tartarak), Onlardan aldığı feyizle yürüdüğü yolda firaset ve basiretle yürümüşler. Kendilerine intisap için gelen Yakub-i Çerhî’ye yola kabulünün mümkün olup olmadığını anlamak için bir gece beklemesi gerektiğini söylemiş, ertesi gün onu manevi evlatlığa, talebeliğe kabul etmiştir. Yakub-i Çerhî Hazretleri, saadet kapılarının kendisine sonuna kadar açılması yahut ebediyyen kapanması ihitimalinden dolayı o geceyi hayatının en uzun gecesi olarak zikretmiştir.

İlme çok önem vermişler. Şer-i şerifin öğrenilmesini, dinin emirlerinin mükemmelen icrası için olmazsa olmaz görmüşlerdir. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9) ayetinin bizi öğrenmeye ve öğretmeye sevkettiği gayet açıktır. Hazret bunu çok önemsediği için yolunu takip edenler ekseriyetle dini ilimleri öğrenen ve hayatlarına tatbik eden insanlar olmuştur. Hatta o derece ki Nakşibendi tarikatı “hocaların tarikati” diye diğerleri arasından tefrik edilmiştir. Zaten bize emir buyrulan “Havf ve Reca”nın tahakkuku da bu bilgi ile beraber gelen tanıyışla mümkün olur.

Yolumuzun mürşidleri ve taliplerinin dinlerini öğrenme ve yaşamadaki bu azimleri sebebiyledir ki bu tarikate bidat ve hurafe bulaşmamıştır. Seyyid Sıbğatullah Arvasi Hazretleri (ks) bu hakikati ifade ederken; “Bu yolda sulûk zordur, çünkü bidat ve hurafe bizim yolumuza bulaşmamıştır.” buyurmuşlar.

 

Yazar:  Abdülkadir Visâli

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort