JoomlaLock.com All4Share.net

MANEVİ SIKINTILARIMIZIN TAMAMI ALLAH DOSTLARINDAN UZAK OLUŞUMUZ NETİCESİNDEDİR

Manevi Sıkıntılarımızın Tamamı

Manevi Sıkıntılarımızın Tamamı Allah Dostlarından Uzak Oluşumuz Neticesindedir - Abdülkadir VİSÂLÎ

Sayı : 130 - Ekim 2018

 

Manevi Sıkıntılarımızın Tamamı Allah Dostlarından Uzak Oluşumuz Neticesindedir

 

Elbette her vaktin bir gereği vardır. Ancak öyle zaman dilimleri, öyle mekânlar vardır ki; o vakitler ve mekânlarda yapılan her şey daha kıymetli, ind-i İlâhî de daha makbul ve ahsendir. İnsanın şahsı için, şahsına ait de böyle zaman dilimleri mevcuttur. Yani eğer kıymetini bilebilirsek Cenabı Hakk’ın bizim irşadımız, imanımız, hayırlı akıbetimiz için bize sunduğu imkânlar çoktur. Bizler inanırız ki Rabbimiz’in ilm-i ezelisinde ehli hidayet de ehli dalalet de zaten bellidir. Hakkımızdaki takdirini kendi elimizle kazanmak için bu dünyada yaşıyoruz. Cenabı Hak,kudsihadisi şerifte; “Müjdeler olsun o kimseye ki hayrı onun elinde yarattım. Yazıklar olsun o kimseye ki şerri onun elinde yarattım.” buyurdu. Fakat ekser olarak insanlık ne bu takdirin, ne de takdir edicinin varlığının şuurunda değil. Bu şuur olmayınca, yani yapıp ettiklerimizi O’ndan bîhaber ve O’nsuz yapmaya çalışınca istikamet sahibi, Allah’ın muradını yine O’nun izni ve inayetiyle tahakkuk ettirecek bir kimse olamıyoruz.

Fakat Rabbi Rahimimiz, kulunu kendisinden daha çok sevip daha çok gözettiği; ona kefil ve vekil olduğu için bu kadar gafletine, isyanına rağmen ondan vaz geçmedi. Yüz yirmi dört bin peygamber, yüz dört kitap ile bizi tekrar tekrar Zatı’na davet kıldı. Belki isimlerini bilemediğimiz ama Kur’an’daki ilgili ayetlerin tefsirinden Asaf ibni Berhiya, Habibi Neccar, Talut, İmran, Mekselina gibi yiğitler olduğuna gönülden iman ettiğimiz nice süleha ile Zatı’na giden yolda bizi hayırlı arkadaşlarla destekledi. Onların rehberliğinde, peygamberlerin önderliğinde sıratı müstakim ismini verdiği mübarek, mutahhar bir yolla bize dareyn saadetinin yolunu gösterdi.

Hazreti Âdem (as) ile başlayan bu davet yukarıda da zikrettiğimiz gibi bazen nebiler ile bazen veliler ile insanlara ulaştı da nicelerinin vusül ve bahtiyarlığına vesile oldu.RasulullahEfendimiz’in(sav) dünyayı teşrifleri ile beraber bu davet En Sevgili’nin, En Mükemmel’infem-i saadetlerinden duyulmakla tabiri caizse en gür sada ile yapılmaya başlandı.Kâinat var edildi edileli en yetkili ağızlardan, en mahir ellerden, Allah’ın (cc) meleklere karşı övündüğü “halifeler”den yapılan bu kutlu davetFahri Kâinat Efendimiz’e kadar belli kavimlere, belli bölgelere has iken O’nun zuhuruyla cihanşümul bir hal aldı ve tüm insanlık Cenabı Hakk’ın ZâtıEhadiyyeti’nedavet edilmekle şereflendi. 

Hazreti Peygamberimiz’in nübüvvetini izhar etmesi ile birlikte hidayet güneşi âlemin üzerine doğdu. Bu güneşle öyle insanlar aydınlandı, nurlandı ki her biri semada yıldız oldu. Onlar peygamberlerden sonraki en hayırlı insanlar oldular. Rasulullah’ın rahlesinde öyle İlahi bir edeble edeblendiler, Rahmani bir nefha ile öyle ihya oldular ki “ikinin ikincisi” oldular da her şeylerini infak ettikten sonra sarıldıkları hasır sema ehlinin elbisesi oldu. Öyle bir kemâlâta eriştiler ki nübüvvete namzet gösterdiler. Öyle bir ahlaka sahip oldular ki melekler onlardan hayâ ettiler. Öyle bir ilim ve hikmete erdiler ki onları sevmek imanın en büyük alametlerinden sayıldı…

Belki de asıl büyüklükleri bu güzelliklerin hakiki sahibinin kim olduğunu en iyi şekilde idrak etmiş olmalarıydı. Kendilerine baktıklarında neticelerinden daima endişe edip zahirde ve batında taşıdıkları bütün nuraniyetin ve ruhaniyetin yegâne kaynağının Efendimiz’in şahsında, hakikati insaniyetinde zuhur eden İlahî sıfat ve tecelliler olduğuna imanları sonsuzdu. 

Onlar tevhid-i kıble ettiler. Bu Allah’tandır, bu Rasulullah’tandır diye gereksiz bir tasnife gitmediler. Sahi, nereden çıktı bu ayrım? Bizler din dairesine girerken söylediğimiz mübarek kelimeyi bile Hazreti Muhammed’den öğrenmedik mi? Söylediğim şu cümleler şu surenin falanca ayetidir, dediği vakit inanıp kabul etmedik mi? Şu söylediğim sözün manası Allah’a, lafzı bana aittir, buyurduğunda “âmennâ ve saddaknâ” demedik mi? Ne oldu da şimdi Allah ile Peygamberi’nin arasını açar olduk? Hâlbuki bizim dinimiz tevhid dini idi. Hâşâ, bu tevhid dininin içinde anlayışımızla, daha doğrusu anlayışsızlığımız yüzünden fikri ve kalbi bir şirke mi düştük? Niçin işlerimizi bu kadar zorlaştırdık? Meseleyi bunca farklı zeminde tasavvur edip bir de bunları güya toparlamak için şunu yapmamız lazım, bundan vaz geçmemiz lazım diye sağa sola koşturup dururken ömrümüzü zayi ettik. Rabbimiz; “Rasul’e itaat eden, Bana itaat etmiş olur.”, “Benim tarafımdan sevilmek isterseniz O’na (sav) uyun ki sizi seveyim.”, “O bizim vahyettiğimizden başka hevasından/kendiliğinden konuşmaz.” buyururken biz Allah’ın buyurdukları ve Peygamber’in söyledikleri diye bir tasnife nasıl gittik? Nasıl bir akıl tutulması yaşıyoruz? 

Ramazan günü karpuzu getirip kesiveren ve “Bize oruç tut diyen de Sen; karpuz isteyen de Sen’sin” diyen Ali’yi, “Bize denizi gösterir, oraya yürümemizi emredersen canla başla itaat ederiz.” diyen İbnMuaz’ı, “Sensiz cennet bize hicran olur Efendim!” diyen Sevban’ı nasıl anlıyoruz? Yoksa kendimizi daha doğrusu nefsimizin inkârını haklı çıkarmak için “Onlar da biraz fazla abartmışlar” ya da “dini bu kadar mistisizme boğmamak lazım” falan gibi zırvalarla başımıza gelecek musibeti mi bekliyoruz farkında olmadan? Bu hakikati ne güzel ifade etmiş Hasan-ı Basrî; “Siz onları görseydiniz ‘deli’ derdiniz, onlar sizi görseydi ‘bunlar müslüman mı’ diye sorarlardı…”

Evet, biz biraz fazla akıllıyız(!) galiba. Her şeyi anlayıp kavrayabileceğimiz uzay çağında(!)da yaşıyoruz üstelik. Daha ne olsun? Sonuç ortada… İnsanın hakikati anlaşılamadığı için zaten bu kadar bocalayıp duruyoruz. Ne dünyaya ne Mevla’ya yar olamıyoruz. Sahabe efendilerimiz, Allah ile irtibatına iman ettiği bir hazreti insanla muhataplığın zevkini, bereketini iliklerine kadar yaşadığı için Cenabı Peygamber’in irtihalinden sonra bu vasfa en layık kimseye, Hazreti Ebubekir’e biat ettiler. Adeta lisanı halleri ile “Allah tarafından sevilmek ve Allah’ı sevebilmek” için onun eline, eteğine yapıştılar. Ve bize yani kıyamete kadar gelecek ümmeti Muhammed’e her şeyden evvel bu hususta örnek oldular; “Allah’ı sevmek ve Allah tarafından sevilmek” ise eğer derdiniz hazret olan insanla yani her daim Mevla’sı ile huzurlu olan, huzurda bulunan insanla hem dem olun.”

İşte bizler aradan geçen yıllarla bu anlayışı çok zayıflattık. Dini tek başına bir hakikat zannettik. Hâlbuki dini Mübin İnsanın izahına, tatbiki ile tafsilatlanmasına muhtaçtır. Yoksa güdük bir din anlayışımız olur. Din ve dünyasını hayatında cem etmiş, dünya ve ahiret ayrımını ortadan kaldırmış kâmil bir insanla muhatap olamayınca belki onlarca defa hacca umreye gitmiş ama din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması gereğine inanarak bu ziyaretlerinin öncesinde ve sonrasında çok kere faize bulaşmış kimseler görürüz. Kâmil müminin, rehberin olmadığı bir ortamda nefsimizle okuduğumuz, anladığımız(!) kitap ile irtibatımızın bizi getirdiği nokta budur işte. Allah ile irtibatı olmayan bir kulluğun, peygamberi tanımak istemeyen bir mensubiyetin, sadıkları, salihleri, şehidleri göz ardı eden bir yürüyüşün neticesinde insan tekmil bir münafık oluverir de farkına varmaz, buyrulmuş.

Peki, bu vartalardan kurtulmak, insanı kâmil ile mülaki olmak, dünyevi ve uhrevi tüm umurlarımızı onlar vesilesi ile Rabbimiz’den en bereketli şekilde ahzetmek için ne yapalım?

Rabbimiz’e nihayetsiz hamdü senalar olsun ki Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmış büyüklerimiz bize olan düşkünlükleri, şefkatleri icabı yine bizi bizden iyi düşündükleri için yıllarca buyurmuş oldukları sohbetlerin satır aralarını tekrar tekrar gündeme getirmek suretiyle bizi ayeti kerimenin ifadesiyle “yeniden imana” davet ediyorlar.Özellikle son dönemde yapmış oldukları sohbetler ile belki bildiğimiz ama bir şekilde gözden kaçırdığımız esasa dair meseleleri yeniden işliyorlar. Ana eksenin insan olduğu, Cenabı Hakk’ın sünneti veçhiyle insana insan ile geldiği, insanın en büyük kitap en mükemmel ayet olarak anlaşıldığı, insanı kâmilin Hakk’a nispeti, Allahu Teâlâ’nın yanındaki kadru kıymeti, Rabbimizin hangi vesilelerle maddi ve manevi tasarrufta bulunduğu, özelde ihvanın genelde ümmetin bir binanın tuğlaları gibi evliyaya muhabbet harcı ile kaynaşması/dayanışması gerektiği, hepimizin özünde var olan hakikatin/hikmetin bizlere hatırlatıldığı sohbetler çokça yapılıyor.

Bize düşen bu bahsi geçen meseleleri kendi içimizde bir ehem mühim sırasına tabi tutmak, ama ne olursa olsun ilk adımı gözden kaçırmamak olmalı; hadisi kudsi de Rabbimiz; “İnsan bizim sırrımız, Biz de insanın sırrıyız.”, “Gizli biz hazine idim, bilinmekliğimimurad ettim; insanı halk ettim.” buyurmuş. Onun için gündemimize almamız gereken ilk mesele, belki de tek mesele (ki o hallolursa feth-i bab olacağına imanımız tamdır) murabıt olduğumuz Hazreti İnsan’ın hakikatinin anlaşılması, ona teslim olmak, ona katılmak olmalıdır. 

Büyüklerimiz meccanen bizim elimizden tutarak hakikatlerinin anlaşılması, kendilerine teslimiyetimiz ve şahsi manevilerine katılmamız hususunda bize, Allah’ın izniyle, büyük bir imkân sunmuş oldular. Cenabı Hak nasip ettiği güzellikleri yerli yerinde değerlendirebilmeyi nasip etsin. Bu tanımayı ayne’l-yakin, hakke’l-yakin sırlarına eriştirsin. Bu işi başa yetirmekte bizi muvaffak kılsın.

 

Yazar: Abdülkadir VİSÂLÎ

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort