Rahman'ın Başkenti: Mekke - Salik-i İrfan
Rahman'ın Başkenti: Mekke
Elhamdülillah Mevlamıza ki bizi müslüman olarak yaratmış. Yine hamd ederiz ki ehlisünnet itikadı içerisinde, Hakk’ın rızasını arama gayretinde Hâcegân yolunu bizlere nasip eylemiş. Ne kadar hamd etsek, şükretsek azdır.
Rabbimize hamdden sonra Efendimiz, Sahibimiz, Şefaatçimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav) hazretlerine de binler selât ve selam ederiz.
Birkaç sayıdır bu sayfalarda Sahabe-i kirâmdan Abdullah ibn Abbas (ra) hazretlerinin hayatından paylaşımlarda bulunuyorduk. Geçen ay, sahabe-i kiram efendilerimizin izini sürerek, saadat-ı kiram efendilerimizin nisbetlerini yudumlayarak eda etmeye çalıştığımız bir umre nasip oldu. Bu sayıda umre ziyaretimizden kimi notlar paylaşmak istiyoruz...
12 Ocak Cumartesi günü İstanbul’dan havalanan uçağımız bizi Cidde’ye götürürken günlerimiz 18 gün Mekke, 3 gün Medine ziyareti olarak belirlenmişti. Aslında önceki umrelerden de bildiğimiz kadarıyla, Hâce Hazretleri (ksa) genel olarak Mekke ile Medine günlerimizin eşit olmasını arzu ederlerdi fakat bu umremizde Diyanet Hac-Umre organizasyonu ve özel şirketlerin temayülü olan üç gün Medine tercihi bizim için de geçerli oldu. Böylece Medine’ye doyamayacağımızı baştan kabullenerek yola çıktık.
İçimiz kıpır kıpır Cidde havaalanına indik. Elhamdulillah, hiçbir bekleme sıkıntısı olmadan Mekke’ye doğru yol aldık. Arabaya binerken, inerken, durduğumuzda, oturduğumuzda velhasıl her hal değişikliğinde lebbeyk nidalarını seslendirmeye çalıştık. Kâbe-i Muazzama’yı görene kadar getirilmesi gereken telbiyeleri söyledik: “Lebbeyk Allâhümme lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l- hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk. Lâ şerîke lek/Emrine-çağrına uyarak geldim Allahım! Emret Allahım senin şerikin yoktur emret! Hamd sanadır, nimet senindir ve mülk sana aittir. Senin ortağın yoktur.”
Lebbeyk Allahümme lebbeyk…İnsan telbiyenin manasını biraz idrak edince tüylerini diken diken eden bir mahşere yürüyüş yaşadığını hissediyor. Umre iki parça bezden oluşan ihram-kefen ile Beytullah’a doğru yürüyüşle gerçekleşen bir mahşer provası… Sen evinden yurdundan ayrıldın, kefeni giydin, artık sen ölüsün. Ölmeden önce ölüsün. Çiçek koparmak yok, bir canlı öldürmek yok, günah işlemek, tartışmak, cinsellik yok. Rabbinin huzuruna doğru gidiyorsun… Lebbeyk Allahümme lebbeyk… Geldim Allahım geldim…
Kâbe-i Muazzama’yı görünce artık çağıltı ile akan nehirlerin denize ulaşması misali sessizce zikrullaha-duaya geçiş… İnsanın başını döndüren yedi dönüş, tavaf… Hakk’ın evinden huzuruna sessizce tırmanış…
İçindeki kıpırtı-çarpıntı-çırpınış ya da çağlayan her neyse içindeki; ancak gözlerinden sessizce bir akışa dönüşebilir. Çünkü artık o simsiyah güzelin, Beytullah’ın karşısında, Hakk’ın avlusundasın. O’nun karşısındasın. Bağırmak-çağırmak yok; bağırdığın zikir bile olsa, dua bile olsa…
Hucurat Suresi’nde, alemlere rahmet Efendimiz’e (sav) gösterilmesi gereken edep gelir gönlüne:
“1- Ey iman edenler! Allah’ın ve Rasulü’nün huzurunda öne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. 2- Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın. Öyle yaparsanız, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.
3- Allah’ın Elçisi’nin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.
4- (Resülüm!) Sana (hucurat) odaların arkasından bağıranların çokları, aklı ermez kimselerdir.
5- Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Bununla beraber Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Hucurat 1-5)
Sonuçta Allah bağışlayandır merhamet edendir, buyrulur ama seslerini yükselterek Efendimiz’i (sav) çağıranların çoğunun aklı ermez kimseler oldukları da ifade edilir.
Hâce Hazretleri “…tadarruan ve hîfeten…” buyurdular. İçten bir yalvarış-yakarışla ve gizlice… Çünkü o işiten, gönlümüzün derinliklerini bilen…
Düyufu’r-Rahman buyurdu Hâce Hazretleri, Rahman’ın misafirleri… Kimseye sözümüz yok fakat Kâbe’yi, tavaf alanını saran böcekleri sorduklarında “Cenabı Hak içimizi bize gösteriyor.” buyurdular. Ya Rabbi bizi arındır, bizi temizle diyerek dua ettik ümmet adına.
Elhamdulillah önceki umre sohbetlerinde Kâbe-i Muazzama’nın kapısı, Hacer-ül Esved, Makam-ı İbrahim, Hicr-i İsmail, Rükn-i Yemani ve Altın Oluk gibi semboller ile amaçlanan manalar kısmen ifade edilmişti. Ne kadar şükretsek azdır. Eğer bu manaları büyükler bizlere açmasa “Develer de hacca gider fakat develer hacı olmaz.” hakikati bizde de kendini gösterecekti.
Sadece, kapının nübüvvete, Altın Oluk’un velayete işaret edişi bile üzerinde durulması-düşünülmesi gereken hikmetlerden… Türklerin buluşma yeri olarak Altın Oluk’un karşısını tercih etmesi asla bir tesadüf değil. Bu buluşma yerinin seçilmesi hangi dönemde başlamış bilemiyoruz fakat bu hikmetin toplumumuzda tez zamanda tezahür etmesi oralarda yaptığımız dualardan biriydi.
İlk gün, cumartesi gecesi eşyaları otele bıraktıktan sonra tatlı bir sarhoşlukla tamamladığınız ilk umremiz bizlere bir ilahinin şu güzel ifadelerini hissettiriyordu.
Yaklaştıkça Kâbe heyecan başlar
Buğulu gözlerden süzülür yaşlar
Öyle bir hasret ki bitmeden başlar
Ne güzeldir ya Rab Kâbe yolları
18 gün boyunca Mevla’yı Müteal olan Allahımızın güzel evi Kâbe-i Muazzama’ya doyamayacağımız duygularla gidip geldik. Tavaf ettik, namazlar kıldık. Hâce Hazretleri’nin buyurmuş oldukları iki rekat tahiyyetü’l-mescid, iki rekat şükür, iki rekat ana baba hakkı ve iki rekat kul hakları namazlarını eda etmeye çalıştık. “Kâbe’ye her an yüz rahmet iner: Kırkı tavaf edene, kırkı namaz kılana, yirmisi oturup seyredene…” hikmetince namazı Kâbe’yi seyrederek kılmak da ayrı bir lütuf kerem idi bizler için. Özellikle: “Şu evin Rabbine ibadet etsinler.” ayeti kerimesini bir mânâ zemzemi içer gibi tekrar tekrar okumak, kalbimizi mutmain kılan bir zevk anı olarak anılarımıza katıldı.
Necip Fazıl, hac için Mekke’de bulunduğu dönemde “Yürüyorum, dudağım topuklarımda Mekke sokaklarında yürüyorum.” der. Efendimiz’in (sav), ashabı kiramın (ra) nefes alıp verdiği, acı tatlı anılarının bulunduğu Mekke’nin yollarına, simsiyah dağlarına bakarken acaba Efendimiz’in (sav) bakışları şu taşa değmiş midir, duygularıyla bakmaya çalıştık. Dağında, taşında, Mekke’nin her sokağında O (sav) burada yürüdü, burada O’nun ayak izi var, O’nun kokusu var, duygusuyla yürümeye çalıştık.
Hele Uhud Şehitliği’ne vardığımız zaman “İşte şu dağ, o bizi sever, biz onu severiz.” buyruğunun ifade ettiği sevgiye odaklanarak seven ve sevilen Uhud Dağı’na bakmaya çalıştık. Uhud Dağı’ndaki yarık kısma, Efendimiz’i (sav) koruyan mağaraya incitmeden bakmaya çalıştık. Çünkü müşrikler Uhud Savaşı’nda O’nu öldürdükleri zehabında iken o mağara, Efendimiz’e (sav) korunak-barınak olmuştu.
Uhud imtihanına şahitlik eden Ayneyn-Okçular Tepesi’ne ibret nazarıyla bakmaya çalıştık. Hâzâ rahmet olan Efendimiz (sav) ve rahimiyetin yaratıcısı olan Cenabı Mevlamız bu hatadan dolayı okçuları kınamamıştı. Ama onlar bir ömür bu acı yükü nasıl taşımışlardı, bunu anlamaya çalıştık. Kullukta öncelik ibadet mi yoksa itaat mi sorusunu kendimize sorduk. Sağ kalan okçular acaba ibadetle ferahlayabilmiş midir, ızdıraplarına ibadetleri merhem olmuş mudur, diye düşündük ve dua ettik: “Allahım, ananın çilesi kızına çeyizdir, kabilinden onlar çile çektiler, bize ibret almak düştü. Onları bağışladın bizi de onları bağışla!”
Rahman’ın başkenti Mekke… ne güzel bir ifade! Mekke-i Mükerreme’nin, oradaki dağın-taşın her nesnenin önemini bize hissettiren bir mânâ… Orada yere çöp atmak yok, tükürmek yok, hiç kimseye ve hiçbir şeye incitici bir söz, incitici bir bakış yok; çünkü orası Rahman’ın başkenti…
Ya Rabbi! Bizi Büyüklerimizden ayırma şayet onlar bize bu incelikleri lütfedip aktarmasalar nereden bilecektik ki…
Devam edecek...
Yazar: Salik-i İrfan