JoomlaLock.com All4Share.net

ÜMİDE VESİLEYİ KATIK YAPMAK

Ümide Vesileyi Katık Yapmak - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Ümide Vesileyi Katık Yapmak

 

İnsan dünyaya geldiğinde her şeyin avamıdır, her şeye karşı cehalet içindedir, bir şeyi bilmemektedir. Eşya ve hadiseyi, onlar ile bir yakınlık kesb ettikçe, onları kullanmaya başladıkça, onlara ihtiyaç duydukça tanımaya başlar. Ama bütün ömrünü bu eşya ve hadiseye hasreder, bunlara takılır kalırsa bundan öteye geçemez. Bu eşya ve hadise onun gözünü, gönlünü karartır, hakikat dairesine adım atamaz. 

Ancak insan o eşyanın/hadisenin perde arkasını, görülmeyen yönlerini merak edip tefekkür etmeye başlarsa o zaman Cenâbı Hak ona bir muhabbet verir. Sevdikçe adeta bir tat alır, tatlandıkça tefekkürüne devam eder. Varlığın arka planını anlamak ister. İnsan eğer bu merakında, araştırmasında, say u gayretinde Cadde-i Kübra dediğimiz İslâmiyet’i, İslâm yolunu, İslâm hakikatlerini takip ederse Mevlâ’ya ulaşır. O muhabbet, hakikate inkılab eder, Yaratanı’nı sevmeye başlar. Ama İslâm’a değil de felsefeye uyarsa, şunun bunun sözünü dinlemeye başlarsa, tâlî yollara girer. 

Resûlullah (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) bir gün Mescid-i Saadet’te ashabıyla otururken mescidin kum zeminine asasıyla bir çizgi çekiyorlar ve misal vererek buyuruyorlar; “Hâzâ sırâtu’n-mustekîm–Bu hat/çizgi sırâtı müstakîmdir.” Dosdoğru olan yol, Allah’ın bize bildirdiği ve peygamberlerin yürüdüğü yol bu yoldur. O çizgiyi müşahhaslaştırırsak, mücessem hale getirirsek O yol Kur’ân’dır, o yol Muhammed Aleyhi’s-selâm’dır.

Bilâhare sağından solundan o yolu boylamasına, enlemesine kat’ eden/kesen çizgiler çekiyor. Sahabi bakıyor. Buyuruyor ki; “İşte bunlar da Âdem’den bugüne insanlığın yürüdüğü yollardır ama bu yollar butlandır, bâtıldır. Bu yollar yanlıştır.” Dik gelen/düz gelen hatla örtüşmüyor, bütünleşmiyor; o yolla kesişiyor… 

İşte insan felsefeye tabi olursa butlan yollara, sırâtı müstakîmle çelişen/çekişen yollara girer. Bunu Kur’ân-ı Kerim de bize soruyor ve söylüyor Sûre-i Yâ-Sîn’de;

Bismillah; “Yâ benî Âdeme en lâ ta’budû’ş-şeytân innehu lekum ‘aduvvun mubîn. Ve eni’ budûnî. Hâzâ sırâtu’n-mustekîm.” (Yâ-Sîn, 60-61)

Ey insan, ey Âdemoğlu! Niye o kesişen yollara gidiyorsun? Niye şeytanın gönlünü yapıp ona ibadet ediyor, onun kibrini artırıyorsun; sen kendi izzetinden feragat ediyor, kendi onurunu, insanlık onurunu ayaklar altına alıyorsun? Şeytanla senin ne gibi bir arkadaşlığın olabilir, şeytana senin ne gibi bir yakınlığın olabilir? O şeytan var ya senin ve geçmişte babanın yani Hz. Âdem’in büyük düşmanı idi. Size, insan nesline büyük bir düşmandı. Sen şimdi bu düşmanınla nasıl böyle arkadaş oldun, hemhal oldun; Yaradanın’ı unuttun, bıraktın. 

İbadete müstahak olan Biziz. Rabbin’i tanı, Rabbin’e dön, O’na ibadet et. Kulluğunu Allah’a tahsis et. Senin için gidilecek en doğru yol bu yoldur. Allah’a ulaşan en kese yol bu yoldur. 

İnsanın bu yolu yürüyebilmesi için de yolu, yolun sahibini, yolun yolcularını sevmesi lazım. İnsanın tahammülünü arttıran, insanı sabrettiren, onu dayanıklı kılan iki şeydir arkadaşlar. Menfi hadiselerin karşısında yıkılmaksızın onu ayakta tutabilecek şey ikidir. Birincisi sevgi, ikincisi ümit. Allah’ı sevecek ve O’na karşı ümitvar olacak. Allah’tan ümidi olacak. O zaman her şeye dayanır, her şeye sabreder. 

Hz. Âdem dünyaya geldi, bir rivayet 70, bir rivayet 200, bir rivayet 70 bin, bir rivayet 200 bin sene -değişik rivayetler var Allahu âlem- ağladı, pişmanlığını ifade etti, hasretini dile getirdi. Aslî bir vatandan gurbete gelmişti. Cenneti âlâdan esfel denilen, aşağıların en aşağısı; temiz olmayan “dünya–denî” denilen bir mekâna gelmişti. Sürgünde idi. O da kendince adeta Rabbimiz’in “Hâzâ sırâtu’n-mustekîm” buyurduğu o doğru yolu bıraktı. Hevasının yoluna girdi. Cenâbı Hak, bu yollara girme, buyurdu ona. Lâ teşbih, cennetin bu sokaklarına girme, buyurdu. Kimi suçlayabilirdi ki, kime kızabilirdi ki?.. Mevlâ ile hasretini paylaşmaya başladı. Ağladı… Ağlarken sevgisini kaybetmedi. Bakın Allah’a ağlıyordu, O’nu sevdiği için, O’na duyduğu hasretten ağlıyordu. Oradaki ortam nasıl bir ortamdı bunu bilemiyoruz ama belki her saniye, her salise Cenâbı Hakk’ı müşahede ediyordu, Cenâbı Hakk’ı seyrediyordu. Öyle bir yere geldi ki, lâ teşbih, kuşun uçmadığı, kervanın geçmediği bir yer. Hak’tan mahrum oldu. O sevgisi, Allah’a olan aşkı onu zâru zâr ağlatıyordu. Ağlarken ümidi vardı. Bir gün tevbemi kabul edecek diye tevbe ediyordu. Bir gün bu hasrete cevap verecek, karşılık verecek, belki yeniden beni davet edecek diye ümitle ağlıyordu.

Biz de Âdem’in evlatları olarak sevgiyle ve ümitle Rabbimiz’in rızasına, likâsına yönelelim. Hatalarımıza biz de ağlayalım. Âdem olmamızın gereği. Ağlarken de ümitvar olalım. Gözyaşlarına merhamet edecektir. 

Âdem Aleyhi’s-selâm’ın bir vesilesi vardı, ağlayarak bir yandan şöyle diyordu; “Ya Rabbi! Ben cennetten arşa bakarken arşın her yerinde, lâ teşbih, serlevha gibi, büyük levhalar halinde, billboardlarda, ‘Lâ ilâhe illallah Muhammeden Rasûlullah’ diye bir ifade görüyordum. Dikkatimi çekiyordu ya Rabbi. ‘Lâ ilâhe illallah’ anlıyorum, Senin Zâtın’dır. Senin Zâtın’ın ortağı, benzeri, misli, dengi mümkün değil ya Rabbi… Ama Seninle birlikte kayda geçen, Seninle birlikte yazılan bu ‘Muhammed Resûl’ kimdir ya Rabbi, O’nu merak ediyorum.” Cenâbı Hak da ona buyurur ki; “O senin ve şu anda senin üzerinde bulunduğun dünyanın ve senin çıkarıldığın cennetin; maddî mânevî her türlü mekânın ve imkânın varlık sebebidir. Senin neslinden gelecek bir peygamberdir.” Âdem Aleyhi’s-selâm daha da meraklanır; “Neslimden bu kim ki Allah’a bu kadar yakın, O’nun ismi Allah’ın ismiyle birlikte yazılıyor. Acaba neslimden bunun gibi daha kimler gelecek?” merak ediyor. 

Ve bunu kullanıyor. Ümidine pâyende yapıyor bunu. Ümidini bununla besliyor ve diyor ki; “Ya Rabbi, madem kâinat O’nun için var, O’nunla var, O benim de mânevî babam hükmünde. Zahiren belki O benim neslimden gelecek ama O benim yaratılış babam. Ben O’nun nurundan geliyorum. Bu sana bu kadar yakın, isminle birlikte yazmışsın ismini. Beni O’na bağışlasan olmaz mı? Beni o Muhammed Resûlullah’ın hatırına versen!..”

Noktayı tutturmuştu adeta Hz. Âdem, attığını 12’den vurmuştu. Cenâbı Hak Âdem’i bağışladı. Neslinden gelecekleri özellikle de Resûlullah Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm’ı merak ediyordu. Cenâbı Hak kudret kâlemiyle cennet ipeklerine Âdem’in neslinden gelecek bütün peygamberlerin suretini çizdi ve Hz. Cebrail onları getirdi Âdem Aleyhi’s-selâm’a teslim etti. Cennet ipeklerine çizilmiş peygamberlerin aleyhimu’s-salâtu ve’s-selâm hazerâtlarının suretleri/resimleri. Orada neslini gördü Âdem Aleyhi’s-selâm. Nuh’u, Şit’i, İdris’i gördü. Musa’yı, Davud’u, Süleyman’ı gördü. Efendimiz Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm’ı gördü. Bir rivayette de tırnaklarının üzerinde gördü. Cenâbı Hak, başparmağının tırnaklarının üzerine bakmasını buyurdu. Bilgisayar kamerası gibi, bir televizyon ekranı gibi tırnaklarının üstünde onları seyretmeye başladı. Efendimiz’e gelince O’nu öptü gözlerine sürdü. Efendimiz’i orada ziyaret etti. Efendimiz de kendisinden önce gelen peygamberlerin suretlerini gördü. Habeş kralı Necâşî’ye intikal ediyor, Necâşî de kardeşlerini tanımak herkesten daha çok O’nun hakkıdır, diyor ve Efendimiz’e gönderdiği hediyeler içinde o sandığı da gönderiyor. Bazı rivayetlere göre o ipekler üzerine çizilen suretler halen bugün mevcut. Ravza-ı Mutahhare’nin içinde Efendimiz’in yanında, O’nun şebekesinde bir sanduka içinde muhafaza edilmekte… Konumuz Âdem’in aşkına, ümidine bir vesileyi katık etmesi… Ve mağfiret oluyor.

Bugün bizler de ceddimizin, Hz. Âdem’in yolunu izlesek sevgi ve ümitle Âlemlerin Efendisi Sultanu’l-Enbiya’ya yönelsek, O’nu vesile kılsak… Evet, belki biz tırnaklarımızın üzerinde göremeyiz ama Cenâbı Hak belki bize rüyamızda gösterir… Sureti olmasa dahi O’nun sireti, ahlâkı gönlümüze yansır, bizde tebellür eder; sevgisi bizde coşar ve biz de böylelikle muradımıza nail oluruz…

Hazreti Şeyhimiz’e sormuşlar; “Sevgi üstünde bu kadar duruyorsunuz ve anlıyoruz ki bu işler sevgisiz olmayacak, biz bu yolu sevgisiz gidemeyeceğiz. Zahmetli, meşakkatli, insanların yürürken döküldüğü bir yol. Düşünün ki bir bahar havası olur, havalar biraz ısınır ağaçlar, çiçeğe durur, sanki duvak giymiş gelinler gibi bembeyaz çiçekler açar. Birden bir soğuk basar, havalar üşür, derken o ağaçlardaki güzelim çiçeklerin hepsi dökülür, donar. İmtihan bu… Bakıyorsunuz kâinatta bir bahar havası oluyor. Şükür, diyorsunuz, sanki her şey rayına, yoluna girmiş; bir an bakıyorsunuz bir yerden sert bir rüzgâr esiyor, bir zemheri soğuğu o çiçekler dökülüyor… İnanan insanlar perişan oluyor. Mukâvemet gösteremiyor, doğruyu yanlışı bilemiyor, birçok sebepler söyleyebiliriz. Bu yolu muhabbetsiz başaramayacağız, bu muhabbeti biz nasıl elde ederiz?”

Buyuruyorlar ki; “Bunu siz çalışma ile, gayretle, isteme ile elde edemezsiniz. Bu Allah’ın bir lütfudur, nurudur, ikrâmı, ihsânıdır; Allah kimi dilerse bunu ona verir.”

Diyorlar ki; “Efendim, Allah sebepsiz bir şey vermiyor, verdiğini sebepler dairesinde veriyor ve bizim de O’ndan sebeplerle istememizi, sebeplerle O’na gitmemizi emrediyor. Peki, bu muhabbeti elde etmek için bir sebebe yönelemez miyiz, bir vesile olmaz mı? Belki bizi de diler ümidi ile bir sebep olmaz mı?”

Buyuruyor ki; “Yapabilene kolaydır, sebep var. Nedir bu sebep? İffet ve hürriyet… Bu iki şeye riayet ederseniz Cenâbı Hak da size muhabbeti, sevgiyi verir. Sevgiye ulaşırsanız bu iş kolaylaşır.”

İffet nedir? İffet, sebeplere yönelmekle/müracaatla birlikte sebeplere takılmaksızın gönlü Allah’a bağlamak. Sebeplerin ötesindekini, o sebepleri hareket ettireni, dileyeni, dileteni görmeye çalışmak. Çünkü O dilemezse siz dileyemezsiniz… Bu iffettir… Yani mânevî bir namustur. Kimin namusu bu, Hakk’ın namusu… Hakk’ın namusunu sebeplerle kirletmemek.

Misal, anlaşılsın diye böyle örnekler veriyorum, bir bayan bir markete gidip alışveriş yapabilir. Marketçi/pazarcı erkek olabilir veya mağazaya girdiği tezgâhtar erkek olabilir, bunda bir mahsur yok. Bir bayan gitse bir işi, bir müşkülü varsa edebiyle o müşkülünü halletse, alışverişini yapsa çıksa bu erkekten, bu alışverişten bir zarar gelmez, meşru bir iştir. Ama bayanın kalbi bozulsa, erkeği gördüğünde şöyle bir hale düşse; “Bu benim eşimden güzelmiş.” diye yanlış düşünse… Bakın fiilen bir şey yapmıyor, bunu erkeğe de söylemiyor. Gönlüne böyle bir duygu geliyor bayanın, erkeği görünce bir iç geçiriyor. Bu kadın iffetine zarar vermiştir. Bu kadın basit, düşük bir kadındır.

Kulun da Allah’a karşı duruşu, lâ teşbih, bunun gibi olmalı. Benim imanım, ihlâsım, teslimiyetim, bağlılığım Allah’adır. Sebepleri gördüğümde iç geçirmemeliyim. Allah’tan beklemem gereken şeyleri o sebepten bilmemeliyim. Yoksa iffetime leke getirmiş, iffetimi zedelemiş olurum. Çünkü bu arzu bende gelişirse, dışa karşı bir istek bende artarsa bir gün beni çirkin bir fiile sevk eder. Beni yanlış yola düşürür. İşte sebepleri tesirci zanneder, onlara fazla güvenirsem iffet duygum bozuldukça beni şirke götürür. Allah’ı bırakır sebebe yönelirim, o zaman da şirke girerim. Bu uzun vade. Allah’a sığınmak lazım. 

Hürriyet; her ne yaparsan yap, yalnız ve yalnız Allah’ın namı hesabına yapacaksın. Çay içiyorsun, sen bunu Allah için içeceksin. Bu Allah’ın takdiriyle sana kan olacak, can olacak. Ama sen bunları can olsun, kan olsun diye içmeyeceksin. Adeta sen bunu sende zikir olsun, huzur olsun diye; nur olsun, iman olsun diye içeceksin. Çayın kimyasında/doğasında bulunan özellikler neyse zaten içtin mi bunlar sende olacak. Faidesi, şifası, bereketi neyse onlar senin vücuduna geldiğinde sana tesir edecek. Sen bunu Allah için iç.

Bu duygunun zâhirine takva deniyor, buyuruyor Ğavs Hazretleri, bâtınına ihlâs deniyor. İffet ve hürriyeti insan kendinde birleştirdiğinde, bunun zâhirine takva deniyor. Onda öyle bir Allah korkusu oluşuyor ki o korkudan belki birçok helâli bile terk etmesi gerekiyor. Yanlışa düşerim korkusu ile helâllerden bile kaçıyor. Değil ki haramlar, şüpheliler; helâlleri bile artık kırk yarmaya başlıyor.

İhlâs olunca, onda öyle bir nur, öyle bir firaset oluyor ki işte o zaman eşya ve hadisenin başlangıçta ifadeye çalıştığımız arka planını, projektör tutmuş gibi adeta net bir şekilde görmeye başlıyor. Allah hepimizi nefsimizin şerrinden muhafaza etsin.

Şimdi böyle projektörle önü aydınlatılan bir insanı düşünün. Kendisi zaten adeta ışık olmuş. Allah Resûlü onları tarif ederken öyle buyuruyor; “Onların elbiseleri nur, vücutları nur; sağları, solları, üst ve aşağıları yani bütün cepheleri nur; nurun alâ nur.” Işık insan, güneş insan… Sahabi soruyor;

-Bunlar peygamber mi ya Rasûlallah?

-Hayır, buyuruyor Efendimiz (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm).

-Bunlar şehitler mi ya Rasûlallah?

-Hayır.

-Bunlar melek mi?

-Hayır.

-Bunlar senin ashabın mı ya Rasûlallah?

-Hayır… Bizi görmedikleri, Bize yetişmedikleri halde sevgi ve imanla, ümitle bize bağlananlar, buyuruyor. Adeta bizim mânevî yolumuzu gözleyenler. Peygamberi görmedikleri halde sanki O’nu görmüş; her an O’nu görüyormuş gibi… 

Ama bunun sözünü edenlerden bahsetmiyoruz. Bu işin asliyyetine, hakikatine ulaşanlar… Bunlar ışık insanlar, güneş insanlar. Bu yüzden Cenâbı Peygamber ashabını tarif ederken yıldız gibidir, diye tarif ediyor. Işık veren insanlar. Kendilerinden sonra, arkalarından gelecek insanların yollarını aydınlatan insanlar. Yıldızın özelliği nedir? Yıldızdaki ışık güneşin ışığıdır. Onlar bütün ışığını güneşten almışlar.

Zifiri karanlık bir gecede bir yıldız eğer ışığından istifade edebiliyorsan senin için güneştir, karanlığı dağıtır. Karanlık nedir, ışığın yokluğudur, demişler. Işık varsa karanlık yoktur. Nur varsa zulmet, zillet yoktur. Niye? Nur Hak’tır, Hak nurdur. Allah, dostlarını/kendine nispet ettiği insanları tarif ederken; “Onlar insanları karanlıktan nura çıkarır.” buyuruyor.

Düşmanlarını tarif ederken de aynı ayette yine buyuruyorlar ki; “Onlar insanları aydınlıktan karanlığa/zulmete götürürler.” Onlar ışıkları söndürürler. İnsanları alır dünyanın güneş görmeyen ücra yerlerine götürürler. O nankörler, o inkârcılar, o Hak tanımazlar, o hakikati bilmezler var ya şeytanlar, putlar, cinler, tağut olabilecek her şey onların dostudur, buyuruyor Cenâbı Hak. Onlar, tağutlardan yardım isterler, yardım görürler. Şeytanları, cinleri kullanırlar; “mine’l-cinneti ve’n-nâs” şeytanlaşmış insanları kullanırlar. Onların vazifesi/görevi; onlar insanları aydınlıktan karanlığa çıkarırlar. Bir anda ortamı karartırlar.

Ama o Allah ki kendisine gönülden inananların, teslim olanların, tevekkül edenlerin, muhabbetle/ümitle O’na yönelenlerin dostudur. Allah onların evliyasıdır. Evliya dost demektir. Allah dost olunca, o dostlar da Allah’a güvenerek insanları, toplumları karanlıklardan nurlara, selâmete çıkarırlar.

İffete ve hürriyete riayet edenler, takva ve ihlâsı elde edenler, sevgiyle, ümitle Hz. Muhammed’i (aleyhi’s-selâm) takip edenler, O’nun sünnetine ittiba edenler, Allah’a evliya/dost olurlar, Allah da onların evliyası olur. Ve onların her yanını, her yönünü, her şeyini nurun alâ nur haline getirir.

Allah bizi sevsin arkadaşlar. Bizi o insanlara sevdirsin. Bizi o insanlarla sevindirsin. O insanlarla hemdem eylesin. Bizi dostlarının bereketi ile her türlü karanlıklardan nura çıkarsın inşaallah! Sevgi ile, ümitle, ihlâsla, takva ile; iffet ve hürriyete riayet ederek, doğru yolu kat’ eden yollardan uzaklaşarak, Resûlullah’ın çizdiği o sırâtı müstâkimi bize ölene kadar, neslimize de kıyamete kadar takip edebilmeyi lütfeylesin inşaallah.

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort