JoomlaLock.com All4Share.net

İBADETSİZLİK ALLAH İLE İLİŞKİNİN KESİLMESİ ANLAMINA GELİR

 

İbadetsizlik Allah ile İlişkinin Kesilmesi Anlamına Gelir - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 99 - Mart 2016

 

İbadetsizlik Allah ile İlişkinin Kesilmesi Anlamına Gelir

 

Şeytan ile Allahu Teâlâ’nın bir muhaveresi, bir sohbeti olmuş… Şeytan insana olan hırsından, kininden, düşmanlığından dolayı intikam alma duygusuyla Allah’a söz veriyordu. Hidayet yolunun üzerine oturup insanları o yoldan saptırmak, azdırmak, çıkarmak için elinden ne geliyorsa yapacağını söylüyordu. Dolayısıyla da bu insanın imtihanı oluyor. Cenabı Hak (cc) bunu bize bildiriyor: Bakın yolunuzda böyle engeller var, buna göre tedbirinizi alın. Sizin böyle bir düşmanınız var, sizin için böyle bir tehlike var; bu büyük babanız Âdem’i kandırdı, onun başına çorap ördü, bu çorabı sizin başınızı da örecek, buna dikkat edin…

İnsan dünyevi meselelerde bütün tehlike levhalarına riayet ediyor. Misal bir tankerin arkasındaki ateşle yaklaşma levhasına, bir kuru kafa işaretine veya bir yüksek gerilim işaretine riayet ediyor, ona yanaşmıyor, bunlara karşı tedbir alıyor. Ama aynı insan Allah’ın ona bildirdiği düşmana karşı, maalesef tedbir almak şöyle dursun, bahaneler üretiyor ve o bahanelerin arkasına saklanmaya çalışıyor. Bir günah işlediğimizde veya İslamî vazifeleri yapamadığımızda, yapmadığımızda bakıyoruz bir sürü bahanemiz var. Kendi kendimize “Yahu sen şu millete baksana, bu milletin en iyisi sensin. Şöyle bir ortamda senin yaptığın günah sayılmaz; sen bunu şunun için yaptın, bunun için yaptın… Âlemin bir iyisi sen misin, herkes kötü de bir tek iyi sen misin? Sende de bu kadar kötülük olsun. Sonra Cenabı Hak bu kadar büyükken, bu kadar kulları varken bunların arasında bir senin günahını mı görecek diyebiliyoruz. Bazen farkında olmadan bizi şarampole yuvarlayacak vehimler de olabiliyor. Böyle vesveseler üretebiliyor ve bunların arkasına saklanarak bu günahlara devam ediyoruz. Bunları terk etmiyoruz.

“Efendim, ben filan yerde bir sohbet dinlemiştim de orada şöyle denilmişti. Bu meseleyi hocalar bu kadar zorlaştırıyor, büyütüyor, yolu daraltıyor, halbuki bu kadar da değil yani!” diyor ve yine bize uygun şey çıkarıyoruz oradan. Sürekli ya kendimizi haklı çıkarmak, müdafaa etmek ya da suçu başkalarına atarak yaptığımız işten vazgeçmemeye çalışmak… Neticelerini düşündüğümüzde bu çok acı bir şey. Rabbimizle olması gereken diyaloğumuz böyle mi olmalı acaba? Bir ilaç içeceğimizde bile belki kırk sefer içindeki prospektüsünü okuyoruz ki bu ilaç bana bir zarar verir mi, bir yan etkisi olur mu... Ölmeye bu kadar korkuyoruz, ölmek istemiyoruz çünkü hayatı seviyoruz. Halbuki biz hayatı ne kadar seversek sevelim veya kendimizi ne kadar korursak koruyalım ecel var, ölüm var ve herkes saatinde ölecek. Ona belirlenen saatte ölecek; ne bir saniye önce, ne de bir saniye sonra. Azrail’in saati şaşmıyor hiç, çok dakik. Biz takdir edildiği kadar yaşayacağız. Bunu bilmemize rağmen ölmekten korkuyoruz; ölmemek için kırk takla atmaya çalışıyoruz. Peki, ebedi hayatı karartmamak için, o hayatı karanlıkta geçirmemek için acaba ne yapıyoruz?

Bu hadise, ebedi hayat kabirde başlıyor. Cenabı Peygamber: “Ya cennet bahçesi ya cehennem çukuru…” buyuruyor. Bu, kabir… Öbür tarafa gittiğimizde bahçesi filan değil direk kendisi var; ya cennet ya cehennem… Allah esirgesin, cehennemin ebedi olma ihtimali de var. Ayetler böyle haber veriyor. O zaman biz niye Cenabı Hakk’ın kainata gönderdiği bu prospektüsü okumuyoruz? Niye yapacağımız aks-u amellerin yan etkilerini öğrenmiyoruz ve düşünmüyoruz?

Biz sürekli bahane üretmeye çalışıyoruz. Kime üretiyoruz bu bahaneleri? Allah’a. Farkında mıyız, biz ancak bu bahanelerle kendimizi kandırırız. Kendimizi teselli etmek için mi veya zaman kazanmak için mi böyle yapıyoruz, nasıl düşünüyoruz, bilemiyorum. Sanki bir zaman kazanma gayreti mi var?

Misal, bir namazı biraz geciktiriyoruz. Niye, ne elde edeceğiz bununla? Vaktinde kılmak dururken böyle yapmak zevk mi veriyor bize? Sabah namazına kalkmayıp biraz daha uyumak ve güneşi üstümüze doğurtmak… Bu bize bir zevk mi veriyor?

Misal öğle ezanı okunmuş ama biz işi, yoğunluğu bırakıp namaza yönelemiyoruz. İş de olsa gam yemeyeceğim de, malayaniyi bırakıp namaza yönelemiyoruz, niye? O anda abdest de yok tabi. Şimdi kalkıp abdest almak, namaz kılmak derken… Biraz zaman geçecek, bir efor sarf edeceğiz. Rahattık halbuki… Misal oturuyor televizyon seyrediyorduk, arkadaşla muhabbet ediyorduk. Acaba yok mu bu işin bir kolayı! İlla bunu kılmak zorunda mıyım?..

Kolaycılığı arıyoruz, namazı terk ettikten sonra da, kurdun pişmanlığı misali pişmanlık duyuyoruz ve güya kendimize kızıyoruz “Ben, işte böyleyim! Bak yine namazı kaçırdım!” diye. Halbuki kaçırırken gayet rahattık, oturuyorduk. Kaçırmaya niyet etmiştik, kast etmiştik namazı terk etmeye.

Şimdi biz mazeret üretiyoruz ya; size yeminle söyleyebilirim ürettiğimiz mazeretlerin yüzde doksan beşinin hiçbir geçerliliği yok. Yüzde beşlik belki istisnai durumlar olur ama yüzde doksan beşi kendimizi kandırmaktan başka bir şey değil. Bu mazeretlerimizin hepsi yarın mahşerde boş çıkacak ve yüzümüze vurulacak.

Yapmadığımız ibadetlerin yapmama nedenlerinin birçoğu kasıtlı. Nefsimizin verdiği zevkler bizi sarhoş ediyor. İnsan sadece içkiyle sarhoş olmaz. İnsan bazen içmeden de sarhoşlaşır. Büyüklerimiz sarhoşların namaza yaklaşmamalarıyla ilgili: لَ تقَْرَبُوا الصَّلٰوةَ وَانَْتُمْ سُكَارٰى“ - Sarhoş iken namaza yaklaşmayın.” (Nisa 43) ayetini tevil ederken öyle buyuruyorlar; içkili, sarhoş olan bir adamın bir-iki saat sonra ayılması ümit edilir. Ona bir acı kahve içirsen kendine gelir, sarhoşluktan çıkar. Onu o sarhoş haliyle Allah huzuruna kabul etmiyor. Ya gafletten sarhoş olan ve bunun farkında olmayan, hiç ayılmayan insanlar… Bu anlamda gafletten yana hiç ayık gezmeyen insanlar acaba nasıl ayılacak? Gafletin, cehaletin, mazeretlerimizin verdiği sarhoşluklar...

Misal adam; sabah namazına kurdum saati, saat çaldı; saati kapattım tekrar uyudum, duymamışım efendim, diyor. Duymadın da saati nasıl kapattın? Şimdi, bu kasıt değil mi? Veya ailem sesledi, tamam şimdi şimdi dedim ama kalkamadım, o da bir sesledi, iki sesledi, diyor. Bazıları bir de heriflik yapıyor kızıyor; ne bu ikide bir başıma geliyorsun, tamam işte kalkacağım, diyor. Bu heriflik kadına karşı mı? Hayır, Allah’a karşı… Kadın seni Allah için çağırıyor, seni Allah’a çağırıyor; sen herifleniyorsun, bir de kadına kızıyorsun. Kadın korkusundan bir daha sana bir şey söyleyemiyor. Aman ya Rabbi bu nasıl iş yahu! Bu nasıl bir zulüm, bu nasıl bir anlayış arkadaşlar? Seni Allah’a çağırana sen tepki gösteriyorsun. Kadın kalkmış sen kalkmamışsın bunun mahcubiyetini duyman gerekirken, kadına bir de herifleniyorsun. Veya arkadaşın sana diyor ki hadi namaz kılalım, sen de diyorsun ki; sen namazdan başka bir şey bilmez misin… Birader bu ne herifliği? Herifsen bu herifliğini nefsine göstersene, şeytana böyle bir heriflik yapsana…

Bu mazeretlerimiz var ya, bizim zafiyetlerimiz. İstisnalar kaideyi bozmaz, her bir mazeret bir zafiyettir. Ama biriyle böyle İslam’ı konuşmaya geldi mi, bizi tutabilene aşk olsun. Mangalda hiç kül bırakmıyoruz. O anda acaba kendimizi düşünüyor muyuz? Şöyle bir muhasebede bulunabiliyor muyuz; şu anlattıklarımın ne kadarı bende? Anlatmak güzel, anlatmak kolay ama bu söylediklerimin ne kadarı bende acaba?

Peki, bu zafiyetler, bu virüsler zaman içinde, tekamül ettirmemiz gereken imanımızı etkilemez mi? Kemale erdirmemiz, olgunlaştırmamız, kavileştirmemiz gereken imanımızı zaafa uğratmaz mı?

Dedik ya; dünyevi meselelerimizin hiçbirinde böyle bir mazeretimiz yok. Türk vatandaşıyız, anayasamız var; bu yasalara azami derecede riayet etmeye gayret ediyoruz. Niye? Neticesinde ceza var, riayet etmediğimizde ceza var. Bir işyerinde çalışıyoruz; iş yerinin kuralları var, mazeret bulamıyoruz, o kurallara riayet ediyoruz.

Niye, riayet etmezsek iş hakkımızı feshedebiliyorlar, kaybımız var. Aile olmanın kuralları var, o kurallara riayet etmeseniz aile bozulur, ailede düzen olmaz, güven olmaz. Bu yüzden de bunlara azami derecede riayet ediyoruz. Bakın aslında bu kadar da kuralcıyız, kurallara bağlıyız. Devletin kurallarına bağlıyız, işyerinin kurallarına bağlıyız, aile kurallarına bağlıyız… Örnekleri siz çoğaltabilirsiniz. Ama ebedi hayatın kuralları, Allah’ın koyduğu kurallar, Kur’an’ın kuralları, İslam’ın kuralları ne denli bizi bağlıyor?

Ödenmeyen bir senet hacze sebebiyet verebiliyor; korkuyoruz. Misal borcun bir liraydı; ödemezsen on liraya çıkabilir. Haciz bana pahalıya patlayabilir, o yüzden ben bu senedi gününde ödemeliyim, diyoruz. Peki, namaz Allah ile imzaladığın bir senet değil mi? Kılmadığın bir namaz sana neye patlayacak? Dikkat etmediğin bir helal-haram konusu sana neye patlayacak? Riayet etmediğin bir hak-batıl meselesi sana neye patlayacak? Bunların neticelerini düşünüyor musun?

“Unuttum!” diyoruz hemen. Unutabilirsin; unutmak doğal bir şeydir, insan unutabilir. İnsan unutmasa yeni şeyler öğrenemez ama biz sanki Alzheimer olmuşuz arkadaşlar. Bir kere unutursun, hadi iki kere unutursun ama biz Alzheimer’den fenayız, hep unutuyoruz. Bir de ilginçtir, hep ibadetleri, Allah’ın emirlerini unutuyoruz, başka bir şey unutmuyoruz. Adımızı, çocuğumuzun adını unutmuyoruz. Çocuğunuzun adını unutuyor musunuz? Yok, ama Allah’ın adını unutuyoruz; Allah’ı zikretmiyoruz. Cenabı Hak münafıklık alameti olarak bunu zikrediyor ve buyuruyor ki; “Onlar Allah’ı az az zikrederler, haydi namaza denildiğinde de üşene üşene, mazeretler bularak namaza kalkarlar.” (Nisa 142) Allah’ı az zikredenlere Rabbimiz münafık diyor.

Kainatta en az zikreden mahlukun -afedersiniz- karakaçan olduğunu söylüyorlar. Onun da günde en az beş bin kere zikrettiği rivayet ediliyor. Şimdi o karakaçanı kaldırıp nalını öpsek yeri değil mi? Bizden daha zakir, daha şakir daha abid… Belki birçoğunuza güvenilmiş ve bu emanet verilmiş. Siz istemişsiniz, zorla verdiğimizi hatırlamıyoruz; zaten elhamdülillah böyle bir usulümüz de yok. Kimseyi zorlayarak bir ders verdiğimiz yok, siz talip olmuşsunuz, biz de size güvenmişiz ve tarif etmişiz. Misal adam gelmiş, ben biraz zamandır devam edemedim, diyor. Ne kadar zamandır devam edemedin, diye soruyorum adama; aldığımdan beri, diyor. Bir senedir, iki senedir veya bu kadardır, şu kadardır... Peki, niye kardeşim, mazeretin ne?

Bakın bu arada devam ettiğimiz birçok şey var. Nefsimizin arzuladığı hiçbir şeyi terk etmemişiz, onlara devamsızlık yapmamışız. Yahu arkadaş, zikir tarikata ait bir şey değil. Zikir şeyhe, mürşide, müride ait bir şey değil. Zikir Allah’a ait bir şey… Allah’la senin arandaki bir irtibat… Sen ne söylediğinin farkında mısın? Sen diyorsun ki; ben Allah ile irtibatı kopardım, Allah ile ilişkiye son verdim. Bu, bu demeye gelir. Ama sen; olur mu canım deyip buna itiraz edeceksin, sana göre böyle değil. İşte bu da mazeretlerinden birisi… Mahcubiyet duyman gerekirken mazeret üretmeye çalışıyorsun. Bu neyi gösteriyor? Nefsin bizi ne kadar kuşattığını, şeytanın bizi nasıl istila ettiğini…

Misal bakıyorum bazı arkadaşlar bu konularda sürekli görüşmek istiyorlar. Kendilerini mi böyle rahatlatıyorlar, diye düşünüyorum. Gelip bu mazeretlerini bize söylediklerinde sanki biz sicillerini temizleyeceğiz. Ben namaz kılamadım, ben dersimi yapamadım, şurada harama bulaştım, burada günaha bulaştım diyorlar. Böyle bir usul hristiyanlıkta var; afedersiniz, papaza gidip günah çıkarmak. İslam’da böyle bir şey yok. İslam’da tevbe var. Öyleyse sen önce Allah’a karşı samimi bir tevbe et. Derdi tevbe değil de, derdi sanki kendini benim gözümde aklamak. Bunun ne faydası var sana? Misal ben sana dedim ki tamam, yapamadın ama Allah affeder, Allah büyüktür de, bir daha böyle yapma he mi! Bir de şeker vereyim eline çocuk gibi; hadi bak bir daha böyle yapma… Bunun ne faydası var sana? O da bunu istiyor, bunu bekliyor aslında. Bu bir vize olacak ona ve belli bir müddet daha böyle devam edecek. Yoksa bir şey yapacağından değil. Psikolojik olarak kendini rahatlatmak istiyor. Ben gittim, söyledim, bana dua ettiler, yükümü aldılar… Hayır, senin benimle bir meselen yok, senin meselen Allah ile… Yanlış yaptığına inanıyorsan otur samimi bir tevbe et. Gerçekten bu yanlışına üzgünsen, mahcupsan… Önce bu mahcubiyeti hissetmen lazım. Ben Rabbimle arayı açtım, ben Rabbimle köprüleri attım diyerek bu mahcubiyeti hissetmen lazım… Otur buna tevbe et, ondan sonra hemen başla, Rabbimin şahitliği kâfidir.

Sonra gel, o gayret üzere gel, konuşalım… Misal, sende hiçbir malzeme yok; ne arsan var, ne tapun var, ne demirin, çimenton, kumun var ama gelip bana diyorsun ki bana dua et, ben bir ev yapacağım. Nerede ve ne ile? Bu evi nerede yapacaksın, ne ile yapacaksın? Sen dua et, olur inşaallah! İyi, böyle oluyorsa olsun. Böyle ev oluyorsa, o zaman sen de bana dua et, ben de böyle bir ev yapayım.

Allah için mazeretleri bırakalım, zafiyetlerimizden kurtulmaya çalışalım, Allah’a kulluğa gayret edelim. Zor ama her zorun içinde iki kolaylık olduğunu unutmayalım. Zorlukların içinde kolaylıklar var; zora talip olmazsan o kolaylığı göremezsin. Tek yapacağın şey şu; Allah’ı hedefleyip O’na zaman ayırman… O, bütün zamanları sana ayırmış, hiçbir şeyini ihmal etmemiş. Havanı, suyunu, rızkını, sıhhatini; hiçbir şeyini ihmal etmemiş. Sen de O’nun rızasını kastederek O’na zaman ayır…

O senden zamanının tamamını da istemiyor. Yirmi dört saatin içinde belki toplasan bir saatini istiyor. Televizyon başında, parklarda, çay bahçelerinde israf ettiğin, boşa geçirdiğin, öldürdüğün bu kadar zaman var, Allah’tan kork. Ne kârı var sana bunların? Tamam, oralarda da ol, ben sana oralara gitme demiyorum ama namazı bırakıp eğer orada oluyorsan, sen müslümansın, müslüman olduğun için bunu söylüyorum, Allah sana bunu sorsun! Eğer sen namazı bırakıp o televizyon başında namazı geçiriyorsan, çay bahçesinde oturarak namazı geçiriyorsan, arkadaşınla laklak ederek namazı geçiriyorsan veya şuraya gideceğim, şurada top oynayacağım, burada basketbol oynayacağım, burada pinpon oynayacağım diye Allah’ın zikrini terk ediyorsan; Allah sana bunu sorsun. Kusura bakma… Mademki arkadaşız; müsaade et de bu kadar bir sertliğim, bu kadar bir hakkım üzerinde olsun.

Bana söyleyeceksen meşru bir mazeret söyle. Hem dinin kabul edeceği hem aklın makul göreceği bir mazeret söyle. O zaman hep birbirimize dua edelim, yardımcı olalım, Allah o mazeretimize en hayırlı çıkış ne ise onu lütfetsin, biz de ondan kurtulalım. Ama senin getirdiklerin veya getirmek istediklerin mazeret değil, zafiyet.

Misal, şimdi ben buradayken bakıyorum sen de buradasın ama ben gidince sen neredesin? Ben belki birkaç gün sonra gideceğim, ozaman nerede olacaksın? İlla bu mescidde olamayabilirsin ama acaba böyle yerlerde misin, bu atmosferlerin içinde misin, yoksa nefsinle birlikte misin?

Kusura bakmayın, ben “hiç olmazsa mezhebinden değilim, benim mezhebimde böyle bir şey yok. Hiç olmazsa ben buradayken geliyor ya, demem. Ben bu mezhebe mensup değilim. Benim mezhebim “ya hep ya hiç” riyakarlığa gerek yok. Eğer Allah için değil de benim için buradaysan zaten bir anlamı yok, ben sana bir şey veremem ve yine yakanı benim elimden kurtaramazsın. Benim için buradaysan, havadan başka bir şey yok sana. Ama Allah için buradaysan, o Baki’dir; ben olmasam da O her yerde ve O’na ihtiyacımız var. Kimlerle olduğuna dikkat et, arkadaşına dikkat et. Arkadaşın seni Allah’a yaklaştırmalı, seni ibadete teşvik etmeli, seni günahtan korumalı, ikaz etmeli… Ama aksine arkadaşların seni günah çukuruna çekiyor. Arkadaşların sen bir vakit namazı kılmadığında; sen niye namaz kılmıyorsun, demiyor.

Cenabı Hak (cc) bu zafiyetlerimize sıhhat versin. İslam’ı çok iyi anlamayı bize lütfetsin. Allah’tan gereği gibi korkmayı bize lütfetsin. Korkular insanı muhafazaya götürür. Misal, insan sıcaktan korkar, soğuktan korkar, tehlikeden korkar. Dolayısıyla da kendini ona göre korur, tedbir alır. Takva; “vikaye” kökeninden gelir. Korunma anlamındadır, korunmaktır takva. Niye korunmak? Allah’ın azabından korunmak… Çünkü yapmadığın şeylerden dolayı azap var. Biz zannediyoruz ki takva, yapılması gereken şeyleri çok yapmaktır, değil. Takva, yapılmaması gerekenleri yapmamaktır. Onları yapmayarak kendimizi Allah’tan korumaktır. Allah’ın azabından, ikabından, hesabından korunmadır.

Biz diyoruz ki; çok yapamıyoruz o yüzden biz takva değiliz. Takva olmamak da bu anlamda ciddi suçtur. Takva olmamak demek kendini Allah’ın azabına müstahak kılmak demektir. Takva olmamak, takvaya riayet etmemek cehenneme götürecek adımları atmak demektir. Cenabı Hak bu yüzden;

يَٓا اَيُّهَا الَّذ ي۪نَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِه “۪- Ey iman edenler,Allah’tan gereği gibi korkun!” (Âl-i İmran 101)

buyuruyor. Yani bilinçli bir korkuyla; örfen bir korku değil. Öğrenmişiz Allah en büyüktür, o yüzden korkuyoruz; en büyük yalanımız da bu… Yaşantımıza baktığımızda Allah’tan korkan bir kimsenin hali var mı? Allah’tan korkuyoruz, yalan söylüyoruz; Allah’tan korkuyoruz, haram yiyoruz; Allah’tan korkuyoruz, namazı terk ediyoruz; Allah’tan korkuyoruz, malayani ile meşgul oluyoruz; Allah’tan korkuyoruz, ayağımızı kötü yerlerden kesmiyoruz; Allah’tan korkuyoruz, zulmediyoruz; Allah’tan korkuyoruz, kul hakkı yiyoruz… Nasıl bir korku bu? Bu korkuyu sanki bir hobi haline getirmişiz. Korku bizde zevke dönüşmüş. Allah’tan korktuğumuzu söyleyerek Allah’ın razı olmadığı her şeyi rahatlıkla yapabiliyoruz. Demek bir de korkmasak, Allah esirgesin ne yaparız belli değil… Korktuğumuz halde bu kadar şeyleri yapabiliyorsak, o korku eşiğini bir aşsak tutabilene aşk olsun.

Allah’tan gereği gibi korkalım ve O’nu layıkıyla sevelim ki o sevgi bizi O’na doğru kamçılasın, O’na vasıl olabilelim, O’na kavuşabilelim. Oturup ciddi olarak kendimizi bir gözden geçirelim, iyi bir muhasebe yapalım. Hem de ertelemeksizin, yarın demeksizin hemen yapalım. “Yarıncılar helak oldu.” buyuruyor Cenabı Peygamber (sav). Çünkü nefis bugünü atladı mı, yarın sana binler tuzak kuracak, sana yine binler mazeret getirecek. Bugünü bir atlasın, tamam… Biz kendimizi tanıyoruz; bir şeyi sıcağı sıcağına yaptık yaptık, yoksa geçti. Geçmiş olsun o zaman…

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort