JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Perşembe, 01 Ağustos 2019 00:07

İSTİKAMET ALLAH’A GİDEN YOLDUR

İstikamet Allaha Giden Yoldur

İstikamet Allah'a Giden Yoldur - Andelib

Sayı : 135 - Mart 2019

 

İstikamet Allah'a Giden Yoldur

 

Dünya dediğin nedir?
Bir misafirhanedir.
İnsanı sarhoş eden
Acib bir meyhanedir.

       Hâce Hazretleri (ks)

“Fe eyne tezhibun!” (Tekvir, 26) Bu gidiş nereye Müslüman? Yolun nereye uğrar senin? İki kapılı bir han gibi olan dünyada hangi arzular taşırsın yüreğinde? 

İlk insanlarla başladı tercih… Ahiret mi, dünya mı? Ruh mu, nefs mi? Kulluk mu, heva mı? Allah mı, yoksa seni O’ndan mahrum edenler mi? Habil Hak saflarında, Kabil batıl saflarında yer aldı. İlk insanlarla başlayan bu imtihan kıyamete kadar devam edecek. 

Niçin yaratıldığını hiç düşündün mü? Dünyaya sadece yiyip içmek, eğlenmek için mi geldik? Dünyaya dört elle sarılırken ahiret düşüncesini kaybedeli çok oldu. Ahireti unutunca hayatımızın istikameti de değişti. 

Müslümanın hayatı ibadet merkezli olmalı. Namazından orucuna, zekatından sadakasına, haram ve helale dikkat edişine kadar hayatının merkezinde din olmalı… 

Din kulun Rabbiyle olan ilişkisi… Allah’tan (cc) uzaklaşır olduk. Kalbimiz havfullah (Allah korkusu) ve hubbullah (Allah sevgisi) ile dolu olması gerekirken nefsimizin hevası kaplamış her yanımızı. Arzularımızı tatmin için yaşıyoruz. 

Ailemizden, kültürümüzden, örfümüzden, geleneğimizden gelen bir iman ateşi var kalbimizde. Bazen bu iman ateşi zayıflıyor, külleniyor, sönmeye yüz tutuyor. İçimizdeki bu iman ateşi bazen de harlanıyor, ateşleniyor. Kimimiz okuduğumuz bir kitaptan etkileniyoruz, kimimiz yaşadığımız bir olaydan, kimimiz de gördüğümüz bir rüyadan… 

Dünyaca ünlü bir müzisyen müslüman olur. Nasıl müslüman olduğu sorulunca, Kur’an-ı Kerim’i incelediğini ve Kur’an’a hayran kaldığını belirterek müslüman olduğunu söyler. Kur’an’a değil de müslümanlara baksaydım müslüman olmazdım, diyor. Yıllar sonra bu müzisyen eski şarkılarından söylemeye başlar. Oysa o müzisyen, Allah dostu kamil bir müminle karşılaşıp onunla dost olsaydı istikamet üzere yaşardı inşaallah. Türkiye’de de birçok ünlü kimse İslam’ı seçtiğini, müslüman olduğunu belirtti. Sonradan birçoğu eski haline yaklaştı. Kamil bir müminle dost olmayanların hazin sonu... İnsanda en kalıcı etkiyi yine insan yapabilir. Küfrün, cehaletin, gafletin bataklığında olup Allah dostlarıyla tanıştıktan sonra imanın nuruyla aydınlanan birçok insan var. Dünya bataklığına gül gibi oldu onlar. Hem kendileri güzelleşti hem de çevrelerine İslam’ın güzelliklerini yaydılar. Allah dostları nisan yağmurları gibidir. Nasıl ki nisan yağmurları kışın ölü hale gelen doğayı canlandırır. Allah dostları da ölmüş kalpleri diriltir, sapıtmış akılları doğru yola eriştirir. 

İçimizdeki iman ateşi harlanır, ateş alır… Zor olan bu ateşi söndürmemek… İstikamet, bir ömür boyu içindeki imanla Allah’a (cc) kul olmanın adı… İstikamet, aklıyla kalbiyle hidayet üzere olma yolu… İstikamet, Allah’a (cc) giden yolun adı… 

İstikametimizi zaman zaman muhasebe etmeliyiz. İstikametimizi sadece ibadet terazisi ile ölçemeyiz. Bizler “Vay o namaz kılanların haline” hitabının muhataplarıyız. Namazımız, orucumuz, zekatımız, haccımız… bizi İslam ahlakı üzerine yaşatmıyorsa vay halimize…

Namaz kılıp birçok günahı işleyen müslüman var bugün. Haclar zorlaştı, zekatlar unutuldu. Kendine müslüman diyenler oruç tutmuyor ve bunu gizleme derdinde de değil. Namazı başlayıp başlayıp bırakanlar... İstikamet üzere yaşamak kolay değil. 

İstikameti sadece ibadetle sınırlamamalıyız. “Kıl beşi, bitir işi.” müslümanın anlayışı olamaz. Anlayışımız da istikamet üzere olmalı. Müslümanız diyoruz, Allah düşmanlarına muhabbetimiz var. Müslümanız diyoruz, Allah dostlarına düşman olmuşuz. Müslümanız diyoruz, Kur’an ve sünnetle problemimiz var. Müslümanız diyoruz, diğer müslümanlarla kardeşliği bırakmışız.

Ahlakımız da istikamet üzere olmalı. “Müslüman yalan söylemez.” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav). Biz yalan söyler olduk. Bize helaller zor, haramlar tatlı gelmeye başladı. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” buyrulmuş. Biz komşularımızı tanımaz olduk, karşılaşınca birbirimize selam dahi vermiyoruz. “Kişi arkadaşının dini üzeredir.” buyrulmuş. Biz arkadaş seçerken de dikkat etmez olduk. Sıla-i rahimi (akrabayı ziyaret)azaltalı da çok oldu. Allah (cc) anne babaya iyiliği emreder. Yaşlanınca yanımızda fazlalık görmeye başladık. Oysa onlara hizmeti nimet bilmeliydik. Yardım yapacak, başını okşayacak yetimler aramalıydık. Gözlerimizi haramdan sakınmalıydık. Televizyon ve internetle her türlü fuhşiyat evimizin içine kadar girdi. Biz kalemizi içten kaybediyoruz da farkında değiliz. 

“Allah’ın yanındaki kıymetini bilmek istiyorsan, nelerle meşgul olduğuna bak.” buyurmuş büyüklerimiz.

“Aklın kıblesi Kur’an, bedenin kıblesi Kâbe, kalbin kıblesi Peygamber, ruhun kıblesi Allah’dır.” buyuruyor Hâce Hazretleri (ks). İstikamet her şeyin kıblesine yönelmesidir. Aklın Kur’an’a, bedenin Kâbe’ye, kalbin Peygamberimiz’e (sav), ruhun Allah’a (cc) yönelmişse en büyük saadet senindir. Çünkü sen nimet verilenlerin yolunda istikamet üzeresin. 

“Kim Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimetlerine mazhar ettiği nebîler, sıddîkler, şehidler, salih kişilerle beraber olacaklardır. Bunlar ne güzel arkadaşlar!” (Nisa, 69)

Her tarafımızdan fırtınalar esiyor. Biz bu fırtınaların karşısında tek başına durmaya çalışıyoruz. Bir o yana bir bu yana savruluyoruz. Kolumuz kanadımız kırılıyor. İstikamet üzere yaşamakta zorlanıyorsak, aklı, kalbi, gönlü istikamet üzere olanların yanında olmalıyız. “Sadıklarla beraber olmak” tufanda Nuh’un gemisine binmek gibidir… Peygamberlerin, sıddîklerin, şehidlerin, salih kişilerin yoluna uymalıyız bugün… Müstakim olanlarla birlikte istikamet üzere yürümeliyiz… Şu karanlık dünyada müstakim olanlar önümüzü aydınlatan nurdur. Onlarla yürürsek karanlığa sapmadan aydınlık yollardan gideriz.

İstikamet, yerinde durmak değil her daim Allah’a (cc) kullukta ilerlemektir. Sûfilerin seyri illallah dedikleri sırat-ı müstakim üzere yaşamanın adıdır. Kullukta, teslimiyette, aşkta ilerlemenin yoludur. Onlar bu yollarına “rah-i aşk (aşk yolu)” dediler. 

İstikametimiz sevdiklerindir ya Rabbi. Bizi sevdiklerinden, dostlarından mahrum etme… İstikametimiz, seni sevenlerin, senin aşıklarının yoludur. İstikametimiz rah-i aşktır bizim. Bizi bu aşk yolundan ayırma ya Rabbi!

Şaşırmışken sağı solu
Buldum sana gelen yolu
Artık hep seninle dolu
Zaman ve mekan efendim

       Hâce Hazretleri (ks)

 

Yazar: Andelib

 

Perşembe, 01 Ağustos 2019 00:06

NEREDEN TANIŞIYORUZ?

Nereden Tanışıyoruz

Nereden Tanışıyoruz - Veysel Özsalman

Sayı : 135 - Mart 2019

 

Nereden Tanışıyoruz

 

“O yüz, her hattı tevhid kaleminden bir satır; 

O yüz ki, göz değince Allah’ı hatırlatır...”

“Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız ona itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat/13) emr-i ilahisi ile tanışmamızı isteyen Cenabı Mevla hazretleri buna vesile olarak da bizi kavim ve kabilelere ayırdığını belirtiyor. Bununla birlikte rahmet peygamberi Efendimiz (sav) mü’minler arasında sevginin artması için tanışmayı tavsiye ediyor ve bunun şeklini şu şekilde tarif ediyor: “Bir kimse, bir başkasıyla kardeşleştiği zaman, ilk iş ismini, babasının ismini ve kimlerden olduğunu sorsun. Çünkü böyle yapmak, sevginin artmasına daha uygundur.”

Yukarıda bahsettiğimiz ayet ve hadisler ışığında diğer insanlarla tanışmanın bizim için mühim bir vazife olduğu anlaşılıyor. Bu sebeple yeni insanlar tanımaya onları anlayıp kendimizi onlara ifade etmeye azmediyoruz. Mevcut güzelliklerin paylaşılıp çoğalması için bunun gerekli olduğuna canı gönülden inanıyoruz. 

Tanışma teknik olarak birbiriyle daha önce karşılaşmamış, görüşmemiş, konuşmamış, yekdiğerinin varlığından bile habersiz insanlar arasında gerçekleşen bir fiilken, bazı durumlar bizi tanışmanın bu anlamını yeniden düşünmeye sevk edecek kadar şaşırtıcı olabiliyor. Mesela bazı simalar onları ilk defa görmemize rağmen bize son derece tanıdık gelebiliyor. Daha önce bir yerlerde karşılaştığımıza yahut tanıştığımıza neredeyse emin olduğumuz halde, şöyle bir hafızanızı yokladığınızda bunu doğrulayacak hatıra kırıntılarına bile rastlayamıyoruz. Sebebini tam olarak anlayamasak da bu tanışıklık hissinin tesiriyle, içimizden bir şeylerin o yöne doğru aktığını hissediyoruz. Bu tanışmışlık hissinin meydana getirdiği cazibe, kim bilir belki de o kişiyle aramızda kurulacak sağlam ve sarsılmaz bir dostluğa doğru atılmış ilk adımdır, bilemiyoruz. 

Aşk, dostluk, sevgi, muhabbet adına her ne derseniz deyin, dikkatlice bakacak olursanız kişiler arasındaki yakın ilişkilerin temelinde mutlak suretle bahsettiğimiz bu cazibenin, çekimin olduğunu görürsünüz. Peki, insanlar arasından sadece bazılarına karşı hissettiğimiz bu tanışmışlık hissini, çekimi yahut cazibeyi ne ile ve nasıl izah edebiliriz?

Kişiler arasındaki çekimi açıklamaya çalışırken bu hadiseye etki eden birçok unsurdan bahsedebiliriz. Mesela mekânsal yakınlık, fiziki görünüş, ekonomik, kültürel, fikri benzerlik ve bunun gibi türlü unsurlar kişiler arasındaki çekimi etkileyebilecek faktörler arasındadır. Fakat insanlar birbirlerine sadece bu sebeplerden dolayı yakınlık hissetmez ve bütün bu unsurlar kişiler arasındaki çekimin yalnızca zahiri sebeplerini oluşturur. Bizim bahsettiğimiz ve nereden neşet ettiğini anlamaya çalıştığımız çekim, sıraladığımız zahiri şartların neredeyse hiçbirinin sağlanmadığı yahut bilinmesinin mümkün olmadığı durumlarda meydana gelebildiğinden onun kavranabilmesi için başka bir açıklamaya ihtiyaç vardır. 

Bahsettiğimiz tanışıklık hissi ve muhabbetin her zaman görünür ve rasyonel bir sebebe dayanıyor olması gerekmez. Kişi sayısız tanımadığı insan arasından birilerine yukarıda saydığımız sebeplerden hiçbirine dayanmaksızın yakınlık hissi duyabilir, bu sebeple onlara karşı muamele ve münasebetlerini daha samimi bir şekilde düzenleyebilir. Onlarda madde planında olmasa da mana planında kendinden bir şeyler bulabilir, tesirinde kaldığı cazibenin sebeplerinin farkında ve şuurunda olmasa da manen bir yakınlık hissedebilir. 

Zahiri sebeplerin katı ve değişmez yapısıyla tesadüfün basitliğini aşan bir tanışıklık, aşinalık hissinden kaynaklanan bu durum, elbette ki bir sebebe dayanmadan da meydana gelemez. Peygamber Efendimizden (sav) nakledilen bir hadis-i şerifte: “… Ruhlar askeri birlikler gibidir. Birbiriyle tanışan ruhlar, birbiriyle kaynaşırlar tanışmayanlar da ayrılığa düşerler” buyrulmuştur. Bu hadisi şerif tasavvuf büyükleri tarafından “ruhlar aleminde” tanışan ruhların dünyada birbiriyle kaynaşacağı, ihtilafa düşmeyeceği şeklinde izah edilmiştir. Buradan hareketle bizim diğer insanlara karşı hissettiğimiz muhabbet, yakınlık, aşinalık, alışıklık gibi hislerin temelini maddenin ötesinde mana planında aramak daha uygun olacaktır.

Hace Yusuf Hamedani’nin Rütbet’ül-Hayat adlı eserinde, bu meseleye ışık tutar nitelikte, Peygamber Efendimiz’in (sav): “Bir mü’min camiye gelse, oradaki yüz kişiden sadece birisi mümin olsa gider onun yanına oturur. Bir münafık da camiye gelse, oradaki yüz kişiden sadece birisi münafık olsa, gider onun yanına oturur.” hadisi şerifi nakledilir. Bu hadisi şerif bize, zahirde görünen sebepler ne olursa olsun kişiler arsındaki çekimin farklı bir tanışıklığa, farklı bir cazibeye bağlı olduğunu ifade etmektedir. Cemiyetin her kesiminden her türlü ferdin buluşma noktası olan camide, birbirleriyle belki de ilk defa karşılaşan insanların arasındaki çekim bize bu durumun farklı sebepleri olduğunu işaret etmektedir. Nitekim insanlar birbirlerinin farkında olmadan ama kendilerindeki ortak bir hususiyetin tesiriyle birbirlerine yaklaşmaktadırlar. 

Tezkiretü’l-Evliya isimli eserde nakledilen ve Herim b. Hayyan ile Veysel Karani hazretleri arasında geçen hadise de kişiler arasındaki çekimin ve tanışıklığın anlaşılmasına ışık tutar niteliktedir. Eserde Herim b. Hayyan’ın Veysel Karani’nin yanına varıp selam verdiğinde, “Ey Hayyan’ın oğlu Herim! Allah ömürler versin, nasılsın, seni bana kim kılavuzladı?” şeklinde karşılık aldığından bahsedilir. Bunun üzerine Herim b. Hayyan: “Benim ve pederimin ismini nasıl bildin, beni hiç görmediğin halde nasıl tanıdın” deyince Veysel Karani: “Hiçbir şey ilminin haricinde kalmayan ve her şeyden haberdar olan bildirdi ve ruhum ruhunu tanıdı, zira müminlerin ruhları yek diğerine aşinadır!” diye cevap verir. Bu cevap ile biz de anlıyoruz ki dünya gözüyle birbirlerini ilk defa görüyor olsalar bile fertler arasındaki tanışıklık çok daha eskilere dayanabilmektedir.

Farklı bir açıdan ve kendi hayatlarımız ekseninde meseleye yaklaşacak olursak acaba bugün bizlere tanıdık gelenler, kendimizi yakın hissettiklerimiz yahut çekimine kapıldığımız kişiler kimlerdir? Kendimizi mü’minlere, salihlere, kamillere yakın hissedebiliyor muyuz? Hak dostlarını gördüğümüzde içimizden onlara doğru bir akış oluyor mu? Hakk’ı (cc) hatırlatan bir yüz gördüğümüzde ondaki cazibeye kapılabiliyor muyuz? Yoksa, Allah muhafaza, fizikteki zıt kutupların birbirini itmesi gibi onlardan var gücümüzle uzaklaşıyor muyuz?

Bugün bizim ahdinden uzaklaşmış, dünya meşgalesine dalmış, aynaya baktığında kendini bile tanıyamayacak halimizle sadıkları, salihleri, kamilleri tanımamız maalesef ki mümkün değildir. Hak Teala (cc) sadıklarla, salihlerle, kamillerle birlikte olmamızı istiyorken biz onları tanıyamadan bu dünyadan göçersek halimiz ne olur? O halde geriye tek bir kurtuluş ümidi kalıyor, o da onların bizi tanıması, bize sahip çıkmasıdır.

Cenabı Mevla bizi kendisini tanımaya vesile olacak dostlarıyla tanıştırsın.

 

Yazar: Veysel Özsalman

 

Perşembe, 01 Ağustos 2019 00:05

RAHMAN’IN BAŞKENTİ: MEKKE

Rahmanın Başkenti Mekke

Rahman'ın Başkenti: Mekke - Salik-i İrfan

Sayı : 135 - Mart 2019

 

Rahman'ın Başkenti: Mekke

 

Elhamdülillah Mevlamıza ki bizi müslüman olarak yaratmış. Yine hamd ederiz ki ehlisünnet itikadı içerisinde, Hakk’ın rızasını arama gayretinde Hâcegân yolunu bizlere nasip eylemiş. Ne kadar hamd etsek, şükretsek azdır.

Rabbimize hamdden sonra Efendimiz, Sahibimiz, Şefaatçimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav) hazretlerine de binler selât ve selam ederiz.

Birkaç sayıdır bu sayfalarda Sahabe-i kirâmdan Abdullah ibn Abbas (ra) hazretlerinin hayatından paylaşımlarda bulunuyorduk. Geçen ay, sahabe-i kiram efendilerimizin izini sürerek, saadat-ı kiram efendilerimizin nisbetlerini yudumlayarak eda etmeye çalıştığımız bir umre nasip oldu. Bu sayıda umre ziyaretimizden kimi notlar paylaşmak istiyoruz...

12 Ocak Cumartesi günü İstanbul’dan havalanan uçağımız bizi Cidde’ye götürürken günlerimiz 18 gün Mekke, 3 gün Medine ziyareti olarak belirlenmişti. Aslında önceki umrelerden de bildiğimiz kadarıyla, Hâce Hazretleri (ksa) genel olarak Mekke ile Medine günlerimizin eşit olmasını arzu ederlerdi fakat bu umremizde Diyanet Hac-Umre organizasyonu ve özel şirketlerin temayülü olan üç gün Medine tercihi bizim için de geçerli oldu. Böylece Medine’ye doyamayacağımızı baştan kabullenerek yola çıktık.

İçimiz kıpır kıpır Cidde havaalanına indik. Elhamdulillah, hiçbir bekleme sıkıntısı olmadan Mekke’ye doğru yol aldık. Arabaya binerken, inerken, durduğumuzda, oturduğumuzda velhasıl her hal değişikliğinde lebbeyk nidalarını seslendirmeye çalıştık. Kâbe-i Muazzama’yı görene kadar getirilmesi gereken telbiyeleri söyledik: “Lebbeyk Allâhümme lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l- hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk. Lâ şerîke lek/Emrine-çağrına uyarak geldim Allahım! Emret Allahım senin şerikin yoktur emret! Hamd sanadır, nimet senindir ve mülk sana aittir. Senin ortağın yoktur.”

Lebbeyk Allahümme lebbeyk…İnsan telbiyenin manasını biraz idrak edince tüylerini diken diken eden bir mahşere yürüyüş yaşadığını hissediyor. Umre iki parça bezden oluşan ihram-kefen ile Beytullah’a doğru yürüyüşle gerçekleşen bir mahşer provası… Sen evinden yurdundan ayrıldın, kefeni giydin, artık sen ölüsün. Ölmeden önce ölüsün. Çiçek koparmak yok, bir canlı öldürmek yok, günah işlemek, tartışmak, cinsellik yok. Rabbinin huzuruna doğru gidiyorsun… Lebbeyk Allahümme lebbeyk… Geldim Allahım geldim…

Kâbe-i Muazzama’yı görünce artık çağıltı ile akan nehirlerin denize ulaşması misali sessizce zikrullaha-duaya geçiş… İnsanın başını döndüren yedi dönüş, tavaf… Hakk’ın evinden huzuruna sessizce tırmanış… 

İçindeki kıpırtı-çarpıntı-çırpınış ya da çağlayan her neyse içindeki; ancak gözlerinden sessizce bir akışa dönüşebilir. Çünkü artık o simsiyah güzelin, Beytullah’ın karşısında, Hakk’ın avlusundasın. O’nun karşısındasın. Bağırmak-çağırmak yok; bağırdığın zikir bile olsa, dua bile olsa…

Hucurat Suresi’nde, alemlere rahmet Efendimiz’e (sav) gösterilmesi gereken edep gelir gönlüne:

“1- Ey iman edenler! Allah’ın ve Rasulü’nün huzurunda öne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. 2- Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın. Öyle yaparsanız, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider. 

3- Allah’ın Elçisi’nin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır. 

4- (Resülüm!) Sana (hucurat) odaların arkasından bağıranların çokları, aklı ermez kimselerdir. 

5- Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Bununla beraber Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Hucurat 1-5)

Sonuçta Allah bağışlayandır merhamet edendir, buyrulur ama seslerini yükselterek Efendimiz’i (sav) çağıranların çoğunun aklı ermez kimseler oldukları da ifade edilir.

Hâce Hazretleri “…tadarruan ve hîfeten…” buyurdular. İçten bir yalvarış-yakarışla ve gizlice… Çünkü o işiten, gönlümüzün derinliklerini bilen…

Düyufu’r-Rahman buyurdu Hâce Hazretleri, Rahman’ın misafirleri… Kimseye sözümüz yok fakat Kâbe’yi, tavaf alanını saran böcekleri sorduklarında “Cenabı Hak içimizi bize gösteriyor.” buyurdular. Ya Rabbi bizi arındır, bizi temizle diyerek dua ettik ümmet adına.

Elhamdulillah önceki umre sohbetlerinde Kâbe-i Muazzama’nın kapısı, Hacer-ül Esved, Makam-ı İbrahim, Hicr-i İsmail, Rükn-i Yemani ve Altın Oluk gibi semboller ile amaçlanan manalar kısmen ifade edilmişti. Ne kadar şükretsek azdır. Eğer bu manaları büyükler bizlere açmasa “Develer de hacca gider fakat develer hacı olmaz.” hakikati bizde de kendini gösterecekti.

Sadece, kapının nübüvvete, Altın Oluk’un velayete işaret edişi bile üzerinde durulması-düşünülmesi gereken hikmetlerden… Türklerin buluşma yeri olarak Altın Oluk’un karşısını tercih etmesi asla bir tesadüf değil. Bu buluşma yerinin seçilmesi hangi dönemde başlamış bilemiyoruz fakat bu hikmetin toplumumuzda tez zamanda tezahür etmesi oralarda yaptığımız dualardan biriydi.

İlk gün, cumartesi gecesi eşyaları otele bıraktıktan sonra tatlı bir sarhoşlukla tamamladığınız ilk umremiz bizlere bir ilahinin şu güzel ifadelerini hissettiriyordu.

Yaklaştıkça Kâbe heyecan başlar
Buğulu gözlerden süzülür yaşlar
Öyle bir hasret ki bitmeden başlar
Ne güzeldir ya Rab Kâbe yolları

18 gün boyunca Mevla’yı Müteal olan Allahımızın güzel evi Kâbe-i Muazzama’ya doyamayacağımız duygularla gidip geldik. Tavaf ettik, namazlar kıldık. Hâce Hazretleri’nin buyurmuş oldukları iki rekat tahiyyetü’l-mescid, iki rekat şükür, iki rekat ana baba hakkı ve iki rekat kul hakları namazlarını eda etmeye çalıştık. “Kâbe’ye her an yüz rahmet iner: Kırkı tavaf edene, kırkı namaz kılana, yirmisi oturup seyredene…” hikmetince namazı Kâbe’yi seyrederek kılmak da ayrı bir lütuf kerem idi bizler için. Özellikle: “Şu evin Rabbine ibadet etsinler.” ayeti kerimesini bir mânâ zemzemi içer gibi tekrar tekrar okumak, kalbimizi mutmain kılan bir zevk anı olarak anılarımıza katıldı.

Necip Fazıl, hac için Mekke’de bulunduğu dönemde “Yürüyorum, dudağım topuklarımda Mekke sokaklarında yürüyorum.” der. Efendimiz’in (sav), ashabı kiramın (ra) nefes alıp verdiği, acı tatlı anılarının bulunduğu Mekke’nin yollarına, simsiyah dağlarına bakarken acaba Efendimiz’in (sav) bakışları şu taşa değmiş midir, duygularıyla bakmaya çalıştık. Dağında, taşında, Mekke’nin her sokağında O (sav) burada yürüdü, burada O’nun ayak izi var, O’nun kokusu var, duygusuyla yürümeye çalıştık. 

Hele Uhud Şehitliği’ne vardığımız zaman “İşte şu dağ, o bizi sever, biz onu severiz.” buyruğunun ifade ettiği sevgiye odaklanarak seven ve sevilen Uhud Dağı’na bakmaya çalıştık. Uhud Dağı’ndaki yarık kısma, Efendimiz’i (sav) koruyan mağaraya incitmeden bakmaya çalıştık. Çünkü müşrikler Uhud Savaşı’nda O’nu öldürdükleri zehabında iken o mağara, Efendimiz’e (sav) korunak-barınak olmuştu. 

Uhud imtihanına şahitlik eden Ayneyn-Okçular Tepesi’ne ibret nazarıyla bakmaya çalıştık. Hâzâ rahmet olan Efendimiz (sav) ve rahimiyetin yaratıcısı olan Cenabı Mevlamız bu hatadan dolayı okçuları kınamamıştı. Ama onlar bir ömür bu acı yükü nasıl taşımışlardı, bunu anlamaya çalıştık. Kullukta öncelik ibadet mi yoksa itaat mi sorusunu kendimize sorduk. Sağ kalan okçular acaba ibadetle ferahlayabilmiş midir, ızdıraplarına ibadetleri merhem olmuş mudur, diye düşündük ve dua ettik: “Allahım, ananın çilesi kızına çeyizdir, kabilinden onlar çile çektiler, bize ibret almak düştü. Onları bağışladın bizi de onları bağışla!”

Rahman’ın başkenti Mekke… ne güzel bir ifade! Mekke-i Mükerreme’nin, oradaki dağın-taşın her nesnenin önemini bize hissettiren bir mânâ… Orada yere çöp atmak yok, tükürmek yok, hiç kimseye ve hiçbir şeye incitici bir söz, incitici bir bakış yok; çünkü orası Rahman’ın başkenti… 

Ya Rabbi! Bizi Büyüklerimizden ayırma şayet onlar bize bu incelikleri lütfedip aktarmasalar nereden bilecektik ki…

 

Devam edecek...

 

Yazar: Salik-i İrfan

 

Perşembe, 01 Ağustos 2019 00:04

ÜÇ AYLAR

Üç Aylar

Üç Aylar - Tamer Doymuş

Sayı : 135 - Mart 2019

 

Üç Aylar

 

Mevla’ya sonsuz hamdu senalar olsun ki bir kez daha rahmet mevsimine kavuştuk. Allah (cc) cümlemizi Bu rahmet mevsiminde rızayı, likayı kazananlardan eylesin. Üç aylar diye bilinen rahmet mevsimi Receb ayı ile başlamaktadır. Sözlükte, korkmak, saygı duymak, tazim göstermek anlamlarına gelen “recb” kökünden türeyen receb kelimesi saygı duyulan ve savaşmanın haram kabul edildiği dört aydan birinin adı olup üç ayların ilkidir. Cahiliye döneminde, receb ayı boyunca savaştan ve baskılardan uzak durulur, özellikle ilk on gününde ruç tutulur. Receb ayının daha önce Arab-ı Baide (Ad ve Semud) döneminde “Hevber”, Arab-ı Aribe döneminde “esamm (sağır) diye adlandırıldığı, kan dökmenin, mala ve ırza dokunmanın yasak olduğu bu ayda kavga ve silah sesleri, imdat çağrıları duyulmadığı için bu adla anıldığı rivayet edilir. Receb ayının ilk Cuma gecesi İslam âleminde “Regaib kandili” olarak kutlanır. Receb ayında kutlanan gecelerden birisi de “Miraç Kandili” dir.

Kur’an-ı Kerim’de recep kelimesi geçmemekle birlikte muhtelif ayetlerde haram aylardan söz edilerek bu aylara saygı gösterilmesi emredilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de geçen haram aylarla ilgili ayeti kerimeleri ve müfessiran-ı izamın açıklamalarını müzakereye çalışalım inşaallah. Haram aylarla ilgili ayetlerde şöyle buyrulmuştur: 

“Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler (dokunulmazlıklar) karşılıklıdır. Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah muttakilerle beraberdir.” (Bakara, 194)

“Sana haram ayı yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: ‘O ayda savaşmak büyük bir günahtır. Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkar etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mani olmak ve halkını oradan çıkarmak ise, Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.” (Bakara, 217)

Saptırma anlamında kullanılmıştır; azab anlamında kullanılmıştır: “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfal, 25)

Kargaşa karışıklık fesad anlamında: “Sana Kitab’ı indiren odur. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. İşte kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve te’vil etmek için müteşâbih ayetlere uyarlar. Hâlbuki onun te’vilini ancak Allah bilir, ilimde yüksek payeye erişenler ise: ona inandık. Hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. Bunu ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmran, 7)

Fitne kelimesi, İmtihan, saptırma, kandırma karışıklık kargaşa gibi birçok anlamlara gelmektedir. Bugünde üç aylar gibi Rabbimizin bizler için açtığı arınma mevsiminde gayrı İslami düşüncelerden yaşam tarzlarından kurtularak Hakk’ın yanında yer almanın, hakikati ortaya koymanın zeminini oluşturmak kaçınılmazdır.

“Ey iman edenler! Allah’ın işaretlerine, haram aya, kurbana, gerdanlıklara, Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Haram’a yönelmiş kimselere saygısızlık etmeyin. İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Mescid-i Haram’a girmenizi önledikleri için bir topluma karşı beslediğiniz kin sizi tecavüze sevketmesin! İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve zulüm üzerine yardımlaşmayın. Allahtan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Maide, 2)

Ayette geçen Şeâir Kelimesinin Manası:

“Şe’âir”, cemi bir kelimedir. Çoğu âlimler onun, “Şaire” kelimesinin cem’i olduğunu söylemişlerdir. Müfredinin “şî’are” olduğu söylenmiştir. Şaire, müş’ire manasınadır. Müş’ire, “bildiren”; iş’âr ise “bildirmek” manasınadır. Binaenaleyh bildiren her şey, iş’ar etmiştir. Bir şeye alem kılınan veya bir şeyle alametlendirilen her şeye şaîre denilebilir. Mekke’ye gönderilen kurbanlık hayvanlar da “şe’âir” diye adlandırılırlar. Çünkü bu hayvanlar, kendilerinin kurbanlık olduklarını gösteren alametlerle süslenmişlerdir.

Ayetteki, “Allah’ın şe’âirine hürmetsizlik etmeyin (onları helal saymayın)” emri, “Allah’ın, kullarına farz ve vacib kıldığı şeylerden ve şe’âirden herhangi birini ihlâl etmeyin” demektir. Buna göre, “Allah’ın şe’âiri”, bütün mükellefiyetleri içine alan umumi bir tabir olup, muayyen bir şeye tahsis edilmemiştir. 

“Bundan maksat belli bazı mükellefiyetlerdir.” denilmiştir.

Müminlerin Allah’ın Yasaklarını Çiğnemeyecekleri:

Yüce Allah’ın: “Allah’ın şeâirine... Saygısızlık etmeyin” emri şerifi, gerçek müminlere bir hitaptır. Yani, herhangi bir hususta Allah’ın sınırlarını aşmayınız. Bir diğer ayette bu hususla ilgili olarak şöyle buyrulmuştur: “İşte bu (böyledir) Kim Allah’ın şeâirini ta’zim ederse o, kalplerin takvasındandır.” (Hac, 32) Haram aylarla ilgili olarak diğer ayeti kerimelerde şöyle buyruluyor:

“Allah, Kabe’yi, o saygıya lâyık evi, haram ayı, hac kurbanını ve gerdanlıkları insanların kalkınmasına sebep kıldı. Bu da, Allah’ın göklerde ve yerde ne varsa bildiğini ve Allah’ın her şeyi bilici olduğunu bilmeniz içindir.” (Maide, 97)

“Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Çünkü Allah Gafur ve Rahim’dir.” (Tevbe, 5)

“Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah’ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu dosdoğru dindir. O aylar içinde kendinize zulmetmeyin ve müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa, siz de onlara karşı topyekûn savaşın ve bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir.” (Tevbe, 36)

Haram Aylar:

Yüce Allah’ın: “Onlardan dördü haram aylardır!” buyurduğu haram aylar; Zilkade, Zilhicce, Muharrem ile Recep ayıdır. Araplar, Receb-i Şerif ayında mızrak ve oklarının sivri uçlarını çekip çıkardıkları için Receb’e, “münsılü’l-esinne” adını da veriyorlardı. 

Buhari, Ebu Recâ el-Utaridi’den şöyle dediğini nakletmektedir: Biz taşa tapardık. Taptığımız taştan daha iyi bir taş bulduk mu, onu alır diğerini bırakırdık. Şayet taş bulamayacak olursak, bu sefer bir avuç toprağı bir araya getirir, sonra koyunu getirir o toprak üzerine sütünü sağar, sonra da onun etrafında dolaşırdık. Receb ayı girdi mi biz de “(İşte) Münsılü’l-esinne (diye bilinen ay) girdi.” der ve ucunda sivriltilmiş demir bulunan ne kadar mızrak ve ok varsa, demirlerini alır ve onu bir tarafa atardık.

Haram Aylara Riâyet Etmek:

“O halde bunlarda nefislerinize zulmetmeyiniz” ifadesi, ibn Abbas’ın görüşüne göre (yalnız haram aylara değil) bütün aylara dairdir. Bazı görüşlere göre ise bu, özel olarak haram aylar hakkındadır. Çünkü ifadenin onlara ait olması daha yakın bir ihtimaldir ve bu aylarda yapılan zulmün daha bir büyük olması gibi meziyetleri de vardır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Artık hacda kötü söz söylemek, fasıklık ve tartışma olmaz.” (Bakara, 197) Bu, zulmün bunun dışında kalan günlerde caiz olduğu anlamına gelmez.

Başka bir ifadeye göre ise, “Siz günah işlemek suretiyle bu aylarda kendinize zulmetmeyiniz.” demektir. Çünkü yüce Allah bir yönüyle herhangi bir şeyin azametini ortaya koyacak olursa, onun bir yönüyle hürmeti, saygınlığı bulunur. İki yönüyle yahut da birçok yönüyle o şeyi tazim edecek olursa, bu sefer onun hürmeti (saygınlığı) birden çok olur. Bu durumda kötü amelin cezası katlandığı gibi, salih amelin mükâfatı da katlanır. Mesela haram beldede ve haram ayda Allah’a itaat eden bir kimsenin alacağı mükâfat haram olmayan ay ve beldelerde aynı itaati yapanın alacağı mükâfat gibi değildir. Diğer taraftan haram olmayan ayda ve haram olan beldede Allah’a itaat eden bir kimsenin alacağı mükâfat ise, haram olmayan ay ve beldede Allah’a itaat edenin alacağı mükâfat İle aynı değildir.

Muhterem Aylara (Eşhur-i Hurum) Tanınan Özelliğin Hikmeti

Cenabı Hakk’ın “Onlardan dördü haram olanlardır” ifadesi hakkında, âlimler bu dört aydan üçünün, yani Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’in ard arda, Receb ayının ise bunlardan ayrı tek başına olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ayetteki “Hurum” kelimesi, “O aylarda işlenen günah daha fazla cezayı, itaat da, daha fazla sevabı gerektirir” manasındadır. Araplar bu aylara son derece hürmetkâr davranıyorlardı. Hatta onlardan biri, bu aylarda babasının katiliyle karşılaşsa, ona saldırmazdı.

Bu hususta şöyle bir hikmet daha vardır; İnsanların karakterleri, zulmetme ve fesat çıkarma üzerine yaratılmıştır. Binâenaleyh onların bu tür kötülüklerden kaçınmaları, aslında onlara zor gelir. İnsan o vakitlerde ve o yerlerde, kötülüklerden ve kabih (çirkin) işlerden daha çok kaçınsın diye, Allah Teala, bazı vakitlere ve bazı yerlere daha fazla hürmet (saygı) gösterilmesini emretmiştir. İşte bu, şu şekilde bazı fayda ve faziletleri doğurur:

O vakitlerde, kötü işleri terk etmek, çirkin işlerin sayısını azaltacağı için matlup olan bir şeydir.

İnsan o vakitlerde, kötü işleri bırakınca, onun o esnalarda o işleri bırakması çoğu kez, onlardan tamamen yüz çevirmeye yönelmesine de vesile olur.

İnsan o vakitlerde, itaat ve ibadette bulunup, isyan ve günahtan yüz çevirince, değerli vakitler geçtikten sonra, eski günah ve kabahatlerini yeniden yapmaya teşebbüs etmesi, o belli vakitlerde ibadet ve taatleri eda ederken katlanmış olduğu meşakkat ve güçlüklerin boşa gitmesine sebep olur. Hâlbuki aklı olandan, buna razı olmaması beklenir. Binâenaleyh bu, o insanın günahlardan tamamen uzaklaşmasına bir sebep olabilir. İşte bazı vakitlere ve bazı yerlere daha fazla haramlık (saygı hükmü) verilmesinin hikmeti budur.

Haram aylarla ilgili olarak müşriklerin uyguladıkları bir yöntem ayeti kerimede nazar verilmiştir. Bu da “Nesi” diye isimlendirilmiştir. Yani Haram Ayları Erteleme.

“Haram ayları ertelemek, ancak küfürde ileri gitmedir. Onunla kâfirler şaşırtılır, onlar bunu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ki, Allah’ın haram kıldığına sayıca uysunlar da, (varsın) Allah’ın haram ettiğini helâl kılmış olsunlar! Bu suretle de onların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi. Allah kâfirler toplumunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 37)

Müşrikler, hesaplarını kamerî aya göre düzenlemeleri halinde, hac zamanının bazen kışa, bazen de yaza denk geleceğini biliyorlardı. Ve bu zamanlarda, hac yolculuğuna çıkmak, kendilerine zor ve meşakkatli geliyordu. Ve onlar, bu alışverişlerinden ve ticaretlerinden pek faydalanamıyorlardı. Çünkü diğer beldelerden gelen başka insanlar, ancak uygun ve elverişli zamanlarda Mekke’de bulunabiliyorlardı. Böylece o müşrikler, bu durumu, kameri yıla göre ayarlamanın, dünyevi menfaat ve çıkarlarına zarar verdiğini düşünüyorlardı. Bundan dolayı da onlar, ay takvimini bırakarak güneş takvimini nazar-ı dikkate almaya başladılar.

Güneş yılı, belli bir miktar ay yılından daha fazla olunca da onlar, şubat ayına bir gün ilave etme ihtiyacını duydular. 

Müşrikler bu davranışlarıyla dünyevi menfaatlerini ön plana alarak hareket etmişlerdir. Kameri yılı değil de güneş yılını temel almışlardır. Böylece de hac ibadetini, haram ayların dışındaki başka bir ayda yapmışlardır. İşte bu sebeple Cenabı Hak onları kınamış ve bunu, onların küfürlerinin artmasının bir sebebi saymıştır. Bu, onların küfürlerinin artmasına sebep olmuştur; zira Allah Teala onlara, hac ibadetlerini haram aylarda yapmalarını emretmiş, onlarsa, şubat ayına bir gün ilave etmeleri sebebiyle hac ibadetlerini malum ayların dışında yapmışlardır. Ve kendilerine tabi olanlara da, olanın kendilerinin yapmış olduğu bu işin doğru olduğunu telkin etmişlerdir. “Bu suretle de onların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi.” Bunu onlara süsleyip güzel gösteren şeytandır. Onlar bu çirkin işlerini güzel bir iş zannettiler.

O dönemde ahkâmı çıkarları uğruna ters yüz edenlere müşrik deniliyordu. Bunu dünyevi menfaatleri gereği müşrikler yapıyordu. Bugün ise kendilerini aydın diye telakki eden kimileri yapmaktadırlar. Çağdaşlık, modernlik ve daha birçok kendilerinden menkul anlayışlarla (anlayışsızlıklarla) İslam’ın ahkâmını ters yüz etme gayretindedirler. Maalesef ki yeri geldiğinde İslamî şeâiri tahfif kastıyla eskidenmiş gibi ifadeler kullanmaktalar. Oysa ki kendi anlayışları hala bundan bin beş yüz yıl öncesindeki anlayış ve düşüncelerdir.

“Allahım Receb ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.”

Kaynak:
-Tefsir-i Kebir, İmam Fahruddin Er-Razi
-El Camu li Ahkami’l Kuran, İmam Kurtubi
-Ömer Nasuhi Bilmen Tefsiri
-el Esas fi’t-Tefsir, Said Havva
-İslam Ansiklopedisi, DİB

 

Yazar: Tamer Doymuş

 

Allah ile Kavuşmayı Özlemeyenler Dünya Hayatı ile Mutmain Olurlar

Allah ile Kavuşmayı Özlemeyenler Dünya Hayatı ile Mutmain Olurlar - Yusuf-i Kenan

Sayı : 135 - Mart 2019

 

Allah ile Kavuşmayı Özlemeyenler Dünya Hayatı ile Mutmain Olurlar

 

Ubade bin Samit (ra) naklettiği bir hadisi şerifte Kainatın Medar-ı İftiharı Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Kim Allah’a kavuşma arzusu içinde olursa Allah da Zat-ı Ecell-i A’lası’na yakışır şekilde ona kavuşmayı ister; kim de Allah’a vuslat özlemi içinde bulunmazsa Cenabı Allah da onunla karşılaşmayı istemez.” (Buhari, rikak 41)

İnsanın değeri meylettiği şey kadardır. O yüzden arzu ve isteklerimiz ile bunlara kavuşmak uğruna yöneldiklerimiz bizim değerimizi belirler. Kim ki dünyaya meyletmiş ise dünyanın işgaline uğramıştır. Büyüklerimizin buyurduğu üzere; “Derdi dünya olanın dünya kadar derdi vardır.”

Halbuki insanın yaradılışından murad; Rabbini bilmesidir. İnsan Rabbine kavuşma arzusu ve isteği ile hayatını şekillendirirse ancak o zaman aslını bulur. Yoksa ömrü hep bir arayış içerisinde geçer. Gerçek huzur insanın gönlündedir. Gönlündeki hakikati açığa çıkardığı vakit vuslata erer. İşte bu vuslatın yolu neyi, nerede arayacağını bilmek ile başlar. 

En basit şekliyle bile nasıl ki dünyada bir amaç için, bir yerden başka bir yere ulaşmak için yola çıkmış insan yolunu kaybettiğinde yolunu bulabilmek için en basitinden sorabileceği makul/mantıklı birilerini arar. Ya da şayet varsa günümüzde en kolay yol bulma şekli olan akıllı cep telefonunun navigasyonunu açar, uydu yoluyla yönünü bulmaya çalışır. İşte Hak yolunun yolcusu da yönünü insanı kamil ile bulur. Bu en doğru usuldür. Yoksa yönünü bulduğunu zannedip farklı tali yollara sapabilir. Sıra şeytana bile gelmeden içerisinde barındırdığı nefs, kibir, riya, enaniyet gibi manevi virüslerin istilasına uğrayıp, Allah korusun, yönü bir anda cehenneme doğru akar gider de farkına bile varamaz.

Her şey usulü dairesinde yapılırsa yerini bulur. Yoksa İbrahim Ethem’in (ks) meşhur damda deve arama kıssasında olduğu gibi, aradığımızı asla bulamayacak yerde arar duruma düşeriz.

Dünya hayatı o kadar süratli geçer ki, eğer amacımızı bilemezsek ahiretin tarlası olan ömür sermayesini boşa harcar, müflis duruma düşeriz. Allah’tan dua ve niyaz ile hayrı istemek gerekir. Kulun Rabbinden isteyebileceği insana yakışan hayırlı, kamil istek; Allah’tan (cc) Zatı’nı istemesidir. Allah’ın (cc) Zatı’ndan murad; Allah’ın (cc) muhabbetidir. İmam Rabbanî hazretleri (ks) için sülukun en önemli hedefi muhabbetullaha ve özellikle de Zati muhabbete ulaşmaktır. Zati muhabbet Allah’ı hiçbir karşılık beklemeden ve sırf sevilmeye layık olması sebebiyle sevmektir. “Bana Seni gerek Seni” şeklinde Yunus’un şiirinde ifadesini bulan bu sevgi; dünyevi veya uhrevi hiçbir menfeati düşünmeden, Rabbimizi katıksız bir muhabbet ile sevmek demektir. 

İmam-ı Rabbani (ks) mektubatta; “Seyr u süluktan maksat nefs-i emmareyi her tür kötülüklerden arındırmak suretiyle nefsani arzulardan kaynaklanan batıl ilahlara kulluktan kurtulmak, gerçek mabud olan Allah Teala’dan başka kıbleye yönelmemek, Allah’ın üzerine hiçbir dini veya dünyevi amacı koymamaktır.” buyurur. 

Her ne kadar cenneti istemek, cehennemden sakınmak gibi hedefler ebrar için makbul birer hedef olsa da, süluk yolunda mesafe katetmiş mukarreb kullar için bunlar eksiklik sayılır. Zira mukarreb kullar Allah’tan başka kimseyi kendilerine amaç edinmezler. İşte bu yüce makama erişmek Hakk’tan tam bir rıza halinde bulunmaya bağlıdır. İbrahim Hakkı hazretlerinin tabiri ile “Hoştur bana senden gelen, ya gonca gül yahud diken, kahrın da hoş lütfun da hoş” diyebilenler, kendini aşıp Hakk’ta fani olabilenler ancak bu yüce makama erişebilir. Bu makama erişmek, nimet ve külfetin eşitlendiği Zati muhabbet ve fenanın gerçekleşmesine bağlıdır. İşbu Zati muhabbet makamında Allah’ın verdiği musibetlere karşı duyulan lezzet hali yine O’nun verdiği nimetlerden duyulan lezzetle eşittir.

Kul himmetini büyük tutmalıdır. Sevgi zoru kolaylaştıran, uzağı yakınlaştıran büyük bir güçtür. Yaratma gücüne sahip olan Allah (cc), kainattaki yarattıklarının hepsini sevdiğine sunuşudur. Kişinin Allah’ın sevdiklerini sevmek ve sevdiğinden vazgeçmeden böylece sevgilinin, sevdiklerini severek, onunla aynılaşmak temennisidir.

“Bize kavuşmayı ummayanlar dünya hayatına razı olup onunla tatmin bulanlar ve bizim ayetlerimizden gafil olanlar da vardır muhakkak.” (Yunus, 7)

Kim Allahu Teala’ya layıkıyla kul olursa, Allah’ın koruması altında olur. Kim Allah için severse, Allah’tan başkasını görmez. Kim Allah’ın yoluna girerse Allah’a ulaşır. Kim Allah’a ulaşırsa Allah’ın himayesinde yaşar. Kim Allah’a özlem duyarsa Allah’a aşina olur. Kim masivayı terk ederse, Allah ile saf ve katışıksız anlar yaşar.

Ölümün ve hayatın tek sahibi olan Allah’ın (cc) kendi rızasına erişmek kaydıyla ebedi hayatın saadetini kazanması için insandan istediği tek şey; kendisine emanet olarak verilen sayısız nimetleri yine kendi yolunda kullanması yöntemiyle kendisine geri teslim etmesidir. Dünya hayatında bize sunulan, mallarımız, ticaretimiz, meskenlerimiz, bineklerimiz, araçlarımız, eşlerimiz, çocuklarımız ve bedenimiz tamamıyla bir emanet olarak bize sunulmuştur. Emanetin özündeki hakikat ise; emanete hiçbir zarar vermeden asıl sahibine emaneti teslim etmektir. Dünya hayatını ve içindeki tüm nimetleri emanet olarak tanımladığımızda daha fazla dünya nimetinin daha fazla emanet sorumluluğu anlamına geleceği açıktır. Sahibine, sahibininin istediği gibi teslim edemeyeceğimiz, daha fazla emaneti istemek ise, Allah’ın (cc) tanımı ile “cahillik”tir.

Dünya hayatını bir imtihan hayatı, dünyayı da bir imtihan yeri olarak tanımlayan Allah (cc), yarattıklarını bu iki hayat arasında yönlendirmiştir. Yarattıkları içerisinde irade sahibi olmayanları sadece dünya hayatı için yaratmıştır. Fakat irade sahibi olan cinler ve insanlar için, dünyayı ve dünya hayatını bir imtihan vesilesi olarak düzenlemiştir.Bu imtihan tarihi boyunca insan, dünyaya yöneldiğinde, Allah (cc) insanları en güzel şekilde uyarmış ve ebedi istikamete yönlendirmiştir. Allah (cc) tarafından son uyarı, onun Rasulü Hz. Muhammed Mustafa (sav) ve kitabı Kur’an-ı Kerim aracılığı ile yapılmıştır. Kur’an-ı Kerim ve onun en güzel açıklayıcısı olan Rasulullah’ın (sav) hayatı kıyamete kadar koruma altına alınmış ve sarsılmaz bir rehber olarak bizlere sunulmuştur.

Allah (cc) kulunun dünyaya karşı meyilli oluşunu fıtraten yaratılışının içine yerleştirerek bunu bir imtihan sebebi yapmış, insanın iradesiyle dünyevileşmeye karşı bir duruş sergilemesini, tercihlerinin tamamen ahiret hedefli olmasını istemiştir. Dünyevileşme, kendini dünyanın çekiciliğine kaptırma, onun esiri haline gelme anlamına gelir. Dünyevileşme, hayatın merkezine dini koyarak yaşamanın ve düşünmenin tam tersidir. Dünyevileşme; kişinin önceliğini dünya değerlerine vermesi, kendisini dünyanın çekiciliğine kaptırması ve onun esiri konumuna gelmesidir. Dünyevileşme, aynı zamanda bir zihniyet meselesidir. İnsan kazanmanın öncesinde zihniyetinde oluşan değişimden dolayı dünyevileşir, kalbindeki marazdan dolayı dünyevileşme yönünde tercihini yapar.

Dünyevileşme müslümanlar için mühim bir afettir. Hem öyle bir afet ki, tıpkı ateşin odunu için için yakıp kül etmesi, pasın demiri yiyip tüketmesi gibi, onları içten içe çürüten bir afet. Dünyevileşen insan, benmerkezcidir. O, kendi için yaşayan ve bunun için gerektiğinde şiddeti dahi asla ertelemeyen bir ruh haline sahiptir. Dünyevileşen insan doyumsuzdur. O, sınırsız, amaçsız bir hırsla tüketmek için yaşar. Dünyevileşme insanın zehirlenmesidir. Dünyevileşme fesadın, hasedin, ikiyüzlülüğün, cimriliğin, enaniyetin, biriktirmenin, yığmanın iktidar olduğu yaşam tarzıdır. İnsanın kendisini kendisine köle olarak atadığı, özgürlüğünü hiçbir zaman kendisinin olmayacak dünyaya feda ettiği bir anlayıştır.

Dünyevileşmenin en kötü yanlarından birisi de, insanın inandığı dini, kendi arzularına göre eğip bükmesi, Kur’anî deyimle, oyun ve eğlenceye almasıdır. Kesin olarak belirlenen sınırların, hoyratça ve pervasızca çiğnenmesi dünyevî kazancın ilk sıraya çıkmasından dolayı olmuştur. Dini naslara kayıtsız kalma ve önemsememek veya lakayt davranmak, ibadetleri geçiştirmek, emir ve nehiylerde vurdumduymazlık, amelsizlik ve daha birçok husus dünyevileşmenin dışa yansıyan tezahürleridir.

Dünyevileşme, dini meselelerin gündelik hayattan uzaklaştırılıp öneminin azaltılması, kişinin kendisini dünyanın cazibesine kaptırıp onun esiri olması manasını taşır. Diğer bir ifade ile dinin, gündelik hayattaki tesirini ve yerini azaltma, sınırlama, yaşadığı hayat tarzına dini müdahale ettirmeme anlamına da gelir. İnsanın ilgisini ve dikkatini yalnız ve yalnız dünyaya çevirmesi, zevk ve safaya düşkünlük, rahatın peşinde koşmak da dünyevileşmenin belirtileridir.

Dünyaya meyletmek, diğer bir ifadeyle dünyevileşmek insanın kendisini kaybetmesi, istikametini şaşırması, özünden uzaklaşmasıdır. Dünya derin bir denizdir. Çok kimse burada boğulmuştur. Bu deryada boğulmaktan kurtulmak için gemin takva, yatağın iman, pusulan insanı kamil, yelkenin Allah’a tevekkül olsun ki, batmaktan kurtulabilesin. Yoksa kurtuluş zordur.

 

Yazar: Yusuf-i Kenan

 

Sayfa 5 / 269

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort