JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Günahın Küçüklüğü Büyüklüğü Değil, Kime Karşı Yapıldığı Meseledir - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 122 - Şubat 2018

 

Günahın Küçüklüğü Büyüklüğü Değil, Kime Karşı Yapıldığı Meseledir

 

Sual: Efendim, Cenabı Hak insanların yalan söylediğini veya inkâr edebileceklerini, inkâr ettiklerini görüyor. Bazı ayeti kerimelere baktığımızda, mesela Secde Suresi’nde “ذُوقُوا عَذَابَ النَّارِ الَّذ۪ي كُنْتُمْ بِه۪ تُكَذِّبُونَ - Yalandır deyip durduğunuz cehennem azabını tadın!”  veya Rahman Suresi’nde “Allah’ın hangi nimetlerini yalanlayacaksınız?” diye insanın bu yapısı hakkında bize bir bilgi de veriyor. 

Bir tarafta insanın diğer bir insana söylediği yalan var bir tarafta da insanın Cenabı Hak ile olan irtibatındaki yalanı ve o yalana kendini inandırması var. Acaba asıl zemmedilen, öncelikli olarak terk edilmesi gereken, “hakiki yalan” bu ikinci bahsettiğimiz mi, kulun yalanlamadaki inadı mı? 

Cevap: Yalan doğrunun, gerçeğin, maruf olanın, meşru olanın üstünü örtmek onu gizlemek anlamındadır. Dikkat buyurursanız küfrün de anlamı budur. Yani yalancıya kâfir demek için bunu söylemiyorum. Ama yalanla küfür arasındaki benzerliği ortaya koymak gerekir. Kâfir de mutlak doğru olan bir şeyin üstünü örtüyor. Maruf olan, bilinen, aleni, meşhur, varlığı birçok delillerle sübut bulmuş bir şeyin örtüyor. Küfür bu, buna kâfir diyoruz. 

Kezzab/yalancı da doğrunun; makul, maruf olanın üstünü örtüyor. İki sıfatta müthiş benzerlikler var.

Bu benzerlikten bakıldığında örnek verdiğiniz ayeti kerimede yalanla birlikte bir inkâr var, orada küfür var. Yani tadacakları şey ne? Ahiret azabı; Allah’ın vaadi… Onlar onu yalanlıyorlardı. Burada yalandan da öte inkâr ediyorlardı. Ahirette azabın olmayacağını söylüyor, ahiret hayatı diye bir hayatı kabul etmiyorlardı. Böyle bir hayat yok, diyorlardı. Böyle bir hayat olmayınca da o hayatın içeriği yok. Cenabı Hak onlara buyuruyor ki; işte size o hayat ve onun içeriği. Yok saydığınız şeyleri şimdi görün, yalanladığınız şeyleri şimdi tadın, azabı tadın. 

Daha önce de ifade edilmişti, yalanın gizli şirke kapı açabileceği… Bunu bir Müslüman açısından düşündüğümüzde Allah’ın mülkünde yaptığımız her hareket Allah’a karşı. O’na karşı bir nispeti, bir sorumluluğu var. Öyleyse söylediğimiz yalanın da Allah’a söylenmiş olma ihtimali var. Bu illa Allahu Teala’nın buyurduklarını yalanlama anlamında değil. Ahireti, azabı, haşrı vesair uhrevi değerleri, uhrevi erdemleri reddetme şeklinde olmasa da eğer biz dünyada Cenabı Hakk’ın es-Semi’, el-Basir, el-Alim, el-Habir olduğuna tereddütle kendimizi rahat hissedebiliyorsak zamanla bu virüs bizde büyük bir hastalığa dönüşebilir. Zamanla bizi belli uhrevi değerlerin de inkârına, üstünü örtmeye kadar götürebilir. 

Nitekim bugün bunu yaşıyoruz. Kabir azabını reddedenler, şefaati reddedenler… Temelde de belki bunların fikirleri bir yalanla başladı. Bu yalan zamanla bunların içinde büyüdü ve bunları belli değerleri inkâr etmeye götürdü. O kadar ileri gittiler ki Kur’an’ın sarih bir şekilde ifadelerini de tevil yoluyla yalanlamaya başladılar. Kur’an’da mevcut olan ifadeleri de yalanladılar. Misal, Allahu Teala’nın Hazreti İbrahim’e gösterdiği o rüyayı, İsmail’i kesmesi gibi bir emrin olmadığını söylüyorlar. Adam böyle bir emir yok, diyor. Saffat Suresi’nde çok açıkça bunu bildiriyor Cenabı Hak. Nerelere kadar götürdü bunları… 

Halbuki biz de dünyada, dünyevi bir meseleden dolayı söylediğimiz bir yalanı Allah’ın bildiğini biliyoruz. Yani Allah’ın her şeyi bildiğinin bilgisi bizde var. Ama buna rağmen yalan söyleyebiliyoruz. 

Bu bizde büyüdükçe sanki o hitap bize; “فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِۚ - Hangi nimeti yalanlayacaksınız?” 

Şu anda konumuzla ilgili bölümünü düşünürsek, Allahu Teala bize kendisiyle ilgili belli bilgileri vermiş: İşitici, görücü, bilici, haberdar olduğunun bilgilerini bize vermiş. Bizim konumuzla alakalı adeta bu, bize ayet diyor ki: Siz bunların hangisini inkâr edebilirsiniz? Veya şöyle diyor bize sanki -haşa- sizin Allahınız kör mü, Basir değil mi? Sizin Allahınız işitmiyor mu, Semi’ değil mi? Bilmiyor mu, Alim değil mi? Habir değil mi Allahınız? Bunların hangisini inkâr edebilirsiniz? 

Biz fark etmesek de demek ki derunumuzda bu sıfatlara karşı tereddüdümüz var. Bu tereddüt yalanı doğuruyor. İsterse yalanımız dünyevi bir meselede olsun. Allah Rasulü yalanı tarif ederken: “Anne çocuğuna dese ki ‘Ağlama sana şunu vereceğim.’ vermese, bu yalandır.” buyuruyor. 

Cenabı Peygamber bir sahabe annemizi görüyor, avludan çocuğunu çağırıyor “İçeri gel sana bir şey vereceğim.” diyor. Efendimiz aleyhissalatu vesselam da o bayanı takip ediyor ve bayana selam veriyor ve soruyor: 

-Çocuk gelirse çocuğa ne vereceksin? Bayan elindeki hurmayı gösteriyor,

-Ona hurma vereceğim ya Rasulallah diyor. Efendimiz:

-Eğer elinde hurma olmasaydı Allah şahit ki sen çocuğa yalan söylemiş, onu kandırmış olacaktın ve bu senin için bir günah olacaktı, buyuruyor. 

Bakın kendi çocuğumuza bile bize göre çok basit, belki onun iyiliğine söylediğimiz bir şey ama yalan olabiliyor. Dolayısıyla Peygamber’in müdahalesini gerektiriyor. Demek ki Allah bundan razı değil. Allah razı olmadığı için Peygamber’i müdahale ediyor, ikaz ediyor. 

Kaldı ki bir de insanın kendi çocuğuna söylediği bir söz onu böyle vebal altında bırakabiliyorsa toplumda, toplumsal dengeleri sarsacak bir yalan söylemek… 

Yalan Allah’a karşı söylenmiştir. Kişinin illa haşrı, mizanı, azabı reddetmesine gerek yok. Çünkü bu insanın Allahu Teala’nın sıfatlarından şüphesi var. 

Eğer bu kişi müminse bu bir illet, bu bir rahatsızlık bu rahatsızlığına dönüp onun tedavisine uğraşmalıdır. Allah’ın hangi nimetini yalanlayabilirsin? Allah’ın hangi sıfatını yalanlayabilirsin? Bundan vazgeçmesi lazım. Çünkü iman yükümlülük ister. Zati, subuti bütün sıfatlarına, fiillerine inanması gerekir. Fail-i hakikinin O olduğuna inanması gerekir. Bunlar şüphe götürecek şeyler değil. 

Meseleye biz bu cepheden bakmayınca “Hadi bugün tadın o yalanladığınızı.” ayeti kerimesinde bahsedilen, evet bu ahiret azabıdır. Ama bazen öyle olur ki bu dünyada da felaketlere sebep olabilir. Adeta bunu dünya için de Cenabı Hak bize buyurabilir, illa ahret azabı olarak karşımıza çıkması şart değil. Dünyadaki ahlaksızlığın, düzenin bozulmasının, insanların birbirine güvensizliğinin, itimatsızlığının, birbir kuyusunu kazıyor olmasının ahiret azabından bir farkı var mı? Bu da sanki bize deniliyor ki: “Hadi tadın azabı…” 

Zaten dar bir geçim buyruluyor ya bunun dünyası, ahireti yok. Geçimin, maişetin daraltılması, hayatın zorlaştırılması… 

Bir başka emirde buyruluyor: “Allah’ı unutup da Allah’ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın; onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (Haşr, 19) Allah’ı unutanlara Cenabı Hak kendilerini unutturuyor. 

İşte bu insanın Hakk’ı unutarak -haşa- Hakk’ı kale almayarak yaptığı işlerden dolayı neticede kendini unutmasıdır. İnsan kendini unuttu mu demek ki her azaba müstahaktır. Onun geçimi daralmaya başlar, her şey bozulur. Çünkü insan bilmeli ki varlığın benimle irtibatı, benim Rabbimle olan irtibatım nispetindedir. Benim Allah’a olan yakınlığım, dürüstlüğüm sadakatim ne nispette ise varlığın bana sadakati, dürüstlüğü o nisbettedir. 

Maruf-i Kerhi için buyrulur ya kuşlar onun önünden geçerken kanatlarını kaldırır, yüzlerini örterlermiş. Bir yerde o oturduğunda kuşlar onun önünden uçarlarken veya yerde gezinirlerken kanatlarını kaldırır yüzlerini örterlermiş. Birisi merak etmiş bir başka büyüğe sormuş bu ne cilvedir? Demiş sen onu tanımıyorsun herhalde o Maruf-i Kerhi’dir, o Allah’tan öyle haya ediyor öyle utanıyor, Allah’a karşı öyle edeplidir ki o yüzden bütün mahlukat ona edeb gösteriyor, mahlukat da ondan utanıyor. Hayâ ediyorlar ondan, yüzlerini gizliyorlar. 

Allah’a hayâsından, edebinden dolayı Hz. Osman’a Kâinatın Efendisi edeb gösteriyor. Ebubekir efendimiz içeri giriyor, Ömer efendimiz içeri giriyor pek istifini bozmayan Cenabı Peygamber, Hazreti Osman geldi diye haber verilince durun, üstümü başımı düzelteyim buyuruyor hastalık döneminde. Üstünü başını düzeltiyor, sarığını düzeltiyor, toparlıyor… Aişe annemiz soruyor; 

-Babam Ebubekir geldi ya Rasulallah, sizde bir değişim olmadı. Kayınpederiniz Ömer geldi, sizde bir değişiklik olmadı da damadınız Osman gelince neden toparlandınız? Efendimiz buyuruyor ki: 

-Bütün sema ehli ondan hayâ ediyor, edeb ediyor Ben ondan edeb etsem az mı Ya Aişe!

Osman’dan bütün gök ehli edeb ediyor, ona hürmet ediyor. Çünkü o yaşayan, gezen bir Kur’an’dır, ben ona edeb etsem çok mu, buyuruyor. 

Şimdi bakın Hz. Osman’ın Allah ile olan ilişkisi Kâinatın Efendisi’ni -la teşbih- ayağa kaldırıyor. Tüm varlığın edeble sorumlu olduğu İnsan’ı edebe kaldırıyor. İnsan bunu düşünmeli…

Dünyada yaşadığımız her olumsuzluk da belki o ayetin kapsamı sadedinde değerlendirilebilir. “Bugün tadın o yalanladığınız şeyleri…”

Demek ki fütursuzca yalan söylüyor olmamız, bir şeyleri yalanlıyoruz anlamına gelebilir… Kiramen Kâtibîn’i yalanlıyoruz, sanki o kameralar kapanmış, onların kalemlerini ellerinden almışız sanki. Kiramen Kâtibîn’i Cenabı Hak bize bildiriyor: 

“كِرَاماً كَاتِب۪ينَۙ ، يَعْلَمُونَ مَا تَفْعَلُونَ“Onlar, yapmakta olduklarınızı bilir.” (İnfitar, 11-12) buyuruyor. Bizim bilmediğimiz nice şeyleri onların bildiğini haber veriyor. Onların varlığını bize önden bildiriyor ki biz Cenabı Hakk’a şöyle demeyelim: “Ya Rabbi Sen bize tuzak kurdun!” Hani gizli radar olur ya yollarda, öyle değil. Devlet de şimdi öyle yapmıyor radarı da bildiriyor. Radarı bildiriyor, sen dikkatli olmazsan cezaya düşüyorsun. 

Allahu Teala Kiramen Kâtibîn’i bildiriyor. Senin buna rağmen o sınırı aşman, onları hiçe sayman tahfif etmen/hafife alman demektir. Bu azap tattırıcı bir şey değil mi? Bırak bunun bir karşılığının olmasını “inandım” diyen bir müminin böyle bir haleti ruhiye içinde olmasından daha büyük bir azap olamaz. İnandığı şeyi kendisinin örtmesi kadar sıkıntı verici bir şey olamaz. Züleyha’nın Hazreti Yusuf’la birlikte olmayı arzuladığında gidip putunu örtmesi gibi… Görmesin diye putunu örtüyor. Biz de anlayışımızla örtüyoruz. Acaba örtebiliyor muyuz?

Azap asıl bu. Bu mahrumiyeti getiriyor. Bu bize Allah’tan mahrumiyeti getiriyor. İnanmayana sözümüz yok, inanan bir insan için bundan büyük acı verici elem, bir azap olmaz. 

Sual: Efendim, Tebuk Seferi’ne katılmayan sahabelerden Ka’b b. Malik “Benim ağzım laf yapardı. Eğer gitseydim Rasulullah aleyhissalatu vesselama bir şeyler söyleyebilir O’nu ikna edebilirdim. Fakat ben gitmedim, gidip de yalan konuşamadım, diyor. 

Kıssa malumunuz, sonra Hz. Ka’b’a bir ceza geliyor, bir tecrid dönemi geçiriyor. Daha sonra da hakkında tevbesinin kabulüne dair ayeti kerime inzal oluyor. Burada yalan söylemediği için Cenabı Hakk’ın ona bir mükâfatı da var diyebilir miyiz?

Cevap: Doğruluğu, suçunu kabul etmesi, itiraf etmesi, yalan söyleyebilecekken yalan söylememesi Cenabı Hakk’ın huzurunda sadakat olarak değerlendiriliyor… Ve tabi samimi tevbe etmesi, pişmanlık duyması. Hatta bu pişmanlığı, sadakati o kadar üst boyuta varıyor ki, Allah Rasulü ailesine buyuruyor ki “Ona yanaşma, odasına girme!” O kendisi hanımını çağırıyor daha hanımı buna söylemeden hanımına diyor ki; sana Rasulullah nasıl talimat buyurduysa öyle yap. O selam vermeyin buyurdu, sen de bana selam verme ve bana hizmet etme. Evin bir odasında dur… 

Bu noktaya varıncaya kadar kabul ediyor. Demiyor ki misal, bu kadarı da fazla. Veya dışarıdaki selam vermiyor, sen gel git benim işlerimi gör, demiyor. Bu noktada da Allahu Teala’ya teslimiyet gösteriyor. Elli gün sürüyor bu mevzu. Daha sonra يَااَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ - Allah’tan korkun ve sadıklarla, salihlerle beraber olun!” emri geliyor. Yani Cenabı Hak ona cemaate gel, diye buyuruyor. Cenabı Peygamber Ka’b’a dayısıyla haber gönderiyor. O da sürünerek geliyor, yüzünü yere sürüyerek geliyor Rabbim beni af buyurdu diye... 

Oradaki sıdkı, sadakati Allah’ın emrine teslimiyet gösterişi, yaptığı yanlışın farkında olması bunlar müthiş şeyler… Yalana müracaat etmiyor. Altı kişiler bunlar, üçünün tevbesi kabul ediliyor, üçünün ki de yalan söyledikleri için kabul edilmiyor. Dolayısıyla imanları da kabul edilmiyor. İşin bu boyutu da var, Allah esirgesin. 

Şimdi bize ayet gelmiyor da biz kendimizi bilemiyoruz. Ama kendimizi çok fazla da rahat hissetmemeliyiz. Şekavetin ıstırabını hissetmemiz lazım. Ğavsımız öyle buyuruyordu: “Şekavetin ızdırabını hissedemeyenler; saadetin, hidayetin lezzetini tadamazlar.” Günahın ızdırabını, çilesini iliklerimize kadar hissetmemiz lazım. O hisle birlikte yapılan samimi tevbe, tevbedir. O temizleyicidir. Nasuh tevbesi odur. 

Sufiyye hazeratı öyle buyurmuş; günahın küçüklüğü büyüklüğü değil, kime karşı yapıldığı meseledir. Allah büyükse -amenna- büyüğe karşı yapılan her suç büyüktür. Meseleye böyle bakmışlar ve böyle kendilerini sakındırmaya çalışmışlar. 

Biz başta “küçük” diyerek günahı küçültüyoruz. Belki bu bize ruhsat olarak söylenmiş, tamam, ama Hakk’ın büyüklüğünü, Hakk’ın incinmesini düşününce biz de Hazreti Ka’b gibi o çileyi adeta kendi bünyemizde çekmeliyiz ki “Ben Rabbimi incittim...” 

Necmeddin-i Kübra hazretlerinin yanına baştan aşağı siyah giymiş adamın biri geliyor. Hazret soruyor ona: 

-Nedir senin bu halin, niye sen hep siyah giyinmişsin? Adam, 

-Ben Rabbimi öldürdüm onun matemini tutuyorum, demiş. Hazret,

-Sen kâfir misin, defol. Sen kimsin ki Rabbini öldürüyorsun, demiş kovalamış.

On dakika sonra adam geri gelmiş. Sen yine mi geldin, demiş ve müridlerine, vurun buna, darbedin demiş. Müridler dövmüşler, kovmuşlar. 

Adamı yetmiş kere dövmüş, kovmuşlar; yetmiş kere geri gelmiş. 

Ondan sonra Necmeddin Kübra hazretleri adama iltifat etmiş, ona hürmet etmiş. Müridler demişler ki “O zaman niye dövdük adamı, niye eziyet ettik?” Buyurmuş ki: “O dedi ki ben Rabbimi öldürdüm. Yani demek istedi ki ‘Ben nefsime tapıyordum nefsimden kurtuldum.’ Ben de baktım ki sözünün eri mi, nefsi var mı, kalmış mı? O yüzden bunları ona yaptırdım. Baktım ki nefsi kalmamış, hakikaten öldürmüş.”

Şimdi tapındığımız -haşa- ilah konumuna getirdiğimiz bu nefsimizin ızdırabını hissedip ondan kurtulmalıyız. O zaman tevbe samimi olur, o zaman tevbe o sahabenin tevbesi, Nasuh tevbesi olur. “اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّاب۪ينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّر۪ينَ - Şunu iyi bilin ki, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.” (Bakara, 222) Allah’ın sevebileceği, Allah’ın sevgisine mazhar olabilecek bir tevbe olabilir. 

Bizim tevbelerimize de tevbe lazım. Biz tevbe ediyoruz dönüp aynı şeyi işliyoruz. Tevbe bize bir ikrah getirmiyor. Günahtan soğuma getirmiyor. Dil çabukluğuyla estağfirullah, estağfirullah diyoruz bitiyor. Şimdi biz namazlardan sonra yüz kere estağfirullah söylüyoruz. Acaba bunu söylerken gerçekten bunun ne kadar tevbe olduğunun farkındayız. Yoksa yolumuzun bir usulü diye, dil çabukluğu marifet, çabucak bitsin diye mi söylüyoruz. Hiç düşünmeden, gerçekten düşünmeden, gönlümüz sızlamadan estağfirullah diyoruz. Usul olduğu için diyoruz. 

Hayır, mesele bir usul değil. Kabul etmemiz gereken şey; aczimiz, günahımız. Bu bizim canımızı yakmalı ve bundan pişmanlık duymalıyız. Adeta bir yara bu, kanayan bir yara; bunu tedavi etmeliyiz. İstiğfar bunun için. Bu bir usul değil… Yok, Nakşibendi usulü veya misal Cenabı Peygamberin sünneti… 

Sünnetleri de sırf sünnet diye yapmayalım bu sünnetin de bir anlamı, bizden istenilmesinin bir sebebi var. Birebir bir menfaati, bir faydası var. Öyleyse bunu düşünerek yapalım. 

Namazdan sonra kelimei tevhid söylüyoruz, Cenabı Peygamber’e salatu selam getiriyoruz, ondan sonra Rabbimize istiğfar ediyoruz… Bunları düşünerek yapmalıyız. Bu da tesbihatın bir parçası deyip geçiyoruz. 

Allah tevbe edenleri seviyorsa adeta kendimizle yarışmalıyız; Allah’a sevimli olabilmek için. Ve bize Nasuh’u örnek gösteriyor Mevlamız, Nasuh gibi olmalıyız, her estağfirullah dedikçe Nasuhlaşmalıyız…

 

Haziran 2018

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin HAZİRAN 2018 sayısı çıktı.

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “ASLA SADECE SİYASİ OLARAK DÖNÜLMEZ, ASLA ÖNCE İMANİ OLARAK DÖNECEĞİZ” Başlıklı sohbetlerinde:

''İmam Rabbani hazretleri ihvanı bir ağaca teşbih etmiş. İmam Rabbani hazretlerinden konu açıldı ondan bir şey nakledeceğiz… İmam Rabbani hazretleri diyoruz… Dört yüz senedir bütün cihanı aydınlatıyor. Şark da ondan aydınlanıyor, garp da ondan aydınlanıyor, şimal de aydınlanıyor cenup da aydınlanıyor. Dünyanın dört bir tarafı İmam Rabbani’nin yazdığı eserlerden özellikle Mektubatı’ndan istifade ediyor. Farklı eserleri de var ama en meşhur eseri Mektubat. Çünkü Mektubat bir hazinedir. Mektubatın içinde çok farklı konulara ait bilgiler vardır. Fıkha dair, akaide dair, ahlaka dair, siyasete dair… İslam’ın çok farklı meselelerini izah eden nasihatler var Mektubat’ın içinde, bu yüzden çok kıymetli bir eserdir. Peki, biz de okuyabilir miyiz? Elbette, herkes okur ama her okuyan Mektubatı anlayamaz. Mektubat böyle âlim, fadıl, kâmil bir insanın okuması ve onun izahlarıyla birlikte olursa istifade edilir. Çünkü içinde ağır gelebilecek, izaha gerek duyulan, tevil gerektiren, teşbihe dayalı meseleler de vardır. Onları biz kafamıza göre anlamaya kalkarsak yanlış olur. Bu anlamda Mektubat’ın herkes tarafından okunması uygun değildir. 

Geçen bir videoda gördüm kabristanda cenazeye meal okuyorlar. Ama nasıl ki aşırları kıraat üzere okuyoruz, meali de öyle okuyorlar. İlahi, kaside söyler gibi kabristanda meal okuyorlar. Hani “gemi azıyı alma” diye argoda bir söz vardır, gemi tamamen azıyı almışlar. Cenazelerde kaside şeklinde meal okuyorlar. Yakında Türk sanat müziği de söylerlerse şaşmayın. 

Bu neden kaynaklandı: “Kur’ân herkese geldi, Kur’ân’ı herkes anlayabilir. Herkes Kur’ân’ı okuyabilir, bir başkasına gerek yok.” diyen Kur’ân Müslümanlığı anlayışından. O bir başkası kim, Hazreti Muhammed aleyhissalatu vesselam… 

Arkadaşlar okuduğu gazete makalesini bile anlamaktan aciz insan var. Okuyor ama makalenin ana konusu ne bunu anlayamayabiliyor. Bu ayıp bir şey değil. Adamın konusu değildir, ilgi/sevgi alanı değildir, meseleye yabancıdır, bugüne kadar o konu dikkatini çekmemiştir o yüzden anlamayabilir. Sıradan, kendi gibi birinin yazdığı bir makaleyi anlayamayan bir insan mutlak hikmet olan bir Kitab’ı ilk okuduğunda anlaması güç bir şeydir... Bu yüzden Mektubat da hikmeti anlatan bir eserdir, dolayısıyla hakim biri tarafından okunması, izahı, tevili, tefsiri gerekir. Tasavvufi eserlerin birçoğu böyledir…

İmam Rabbani buyururlar ki, insan bir ağaç gibidir. Ağaç belli bir müddet sulanmazsa, bakım yapılmazsa kurur. Meyve vermez, odunluk olur zaman içinde. İnsan da belli bir müddet sohbetlere, muhabbetlere, ilim irfan meclislerine devam etmezse kalbi katılaşır. Kalbinde gaflet arız olur. Manadan, hakikatlerden uzaklaşmaya başlar. Zaman içinde kuruma gösterir. Sohbet hayattır, muhabbet hayattır. Her şeyin temelinde dürüst bilgi, temiz bilgi vardır. Bilgi sohbetle aktarılır. İnsan sohbete devam etmeyince bilgisiz kalır. Bilgisiz kalan ilgisiz kalır. İlgisiz kalan sevgisiz kalır. Sevgisiz kalan uzaklaşır. Sevgiden mahrum olan her şeyden mahrum olur. 

Nakşibendi yolu sohbeti esas almıştır. “Hayır cemaattedir, cemaat de sohbettedir.” buyurur, bu yolun kurucusu sayılan Şahı Nakşebendi Hazretleri. Hayır cemaattedir/topluluktadır, topluluğun vasfı ise sohbettir.'' Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde Abdülkadir Visâlî; “Bizim Hakiki Bayramımız Rabbimize Vasıl Olmaktır...” ve Andelib; “'Bayramlar Bayram Olsun'' başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

İrfan Aydın - Gerçek Bayram

Tamer Doymuş - İnsanın Temizlendiği Ay -2

Sâlik-i İrfan - ''Ümmehâtü'l-Mü'minîn: Hz. Aile (r.anha)

Veysel Özsalman - Dua

Yûsuf-i Kenân - Aile Mutluluğunun Esasları

Dilhun Âşık - Yaşamın İbadetleşmesi Zikir, Zikrin İnsanlaşması Rabıtadır

Yusuf Kenan Kartal - İhvan

Şeb-i Vuslat - İmamı Rabbani hazretleri'nden Mektubumuz var!

Mine Şimşek - Allah'ın (cc) Veli Kulları -3

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

Salı, 01 May 2018 11:34

Mayıs 2018 Mukaddime

Mayıs 2018

Sayı: 125 - Mayıs 2018

 

Muhterem Kardeşlerim, 

Dergimizin 125. sayısında Rabbimizin lütuf ve inayetiyle yine sizlerle birlikteyiz.

Halıkı Zülcelal Hazretleri’ne hamdü senâlar olsun ki, bizleri yeniden on bir ayın sultanı, rahmet, mağfiret ve cehennemden kurtuluş ayı olan ramazan-ı şerife kavuşturuyor. Gönüllerimiz bu ayın muhabbetiyle cûşa gelecek inşaallah. 

Elbette ki ülkemizin bu çalkantılı döneminde, siyasetin bu kadar bozulduğu, düne kadar İslam için çalıştıklarını söyleyenlerin bugün ehl-i küfür ve nifak ile ittifak arayışında olabildiği, kafaların tamamen dünyevileştiği bir dönemde ramazan-ı şerifi hakkıyla idrak etmek, gönülleri temizleyip Hakk’a yönelebilmek ne kadar mümkün olur bilemiyoruz.

Fakat büyüklerimizin bizlere buyurduğu “Faili mutlak, Allahu Zülcelal Hazretleri’dir.” sözü bizlerin yolunu aydınlatmalıdır. Yani her ne kadar da zahirde fiilleri yapan insanlar olsa da bunların hepsi sebeptirler. Fiillerin asıl halıkı Rabbimiz’dir. Kalbler O’nun kudret parmakları arasındadır. Muradı hangi doğrultuda ise o yöne doğru çevirir. 

Dolayısıyla bizler her zaman olduğu gibi ramazan-ı şerifte de sadece Rabbimizi razı etmek için gayret etmeliyiz. O rahmet ayında rahmetin sahibinin –lâ teşbih- gönlünü yapmaya odaklanmalıyız. Çünkü O (cc) hoşnut olduğunda nefislerin putlaştırıldığı beşer aklı fikirler, hareketler boşa çıkacaktır. Hak gelecek batıl zail olacaktır. 

Bundan dolayıdır ki, bizler ramazan-ı şerifte kendimizi salih ameller yapmaya odaklayalım. Seçim atmosferi olduğu için çok fazla gürültü patırtı olacaktır. Bunlardan uzak kalmaya çalışalım. Lüzumsuz tartışmalarla bizleri nurlandıracak olan oruçlarımızı kirletmeyelim. Bu ay Kur’an ayıdır. Hakk’ın (cc) kelamı ile meşgul olalım. Büyüklerimizin sohbetlerine devam edelim. Onların olmadığı ortamlarda müslümanlarla bir araya gelip yine onlardan dinlediğimiz, öğrendiğimiz sohbetleri değerlendirelim. Boş kalan zamanlarımızda zikrullah ile meşgul olalım. İmkanımız varsa son on günde itikâfa girelim. Efendimiz (sav) Kadir gecesinin ramazan-ı şerifin son on gününde aranmasını tavsiye buyurmuşlar. İtikâf, basireti açık mü’minlerin Kadir gecesini fehmedip değerlendirmesine yardımcı olur. Son on günün hangisinin Kadir gecesi olduğunu fehmedemeyenlerin de onu kaçırmaması için itikâfa girmeleri önemlidir. Bu manada da hem bu güzel sünneti yerine getirmiş oluruz hem de Kadir gecesini hakkıyla idrak etmiş oluruz.

Bütün bunlar sonuçta Rabbimize olan yakınlığımızın artmasına vesile olacak ve bayramı inşaallah bir vuslat havasıyla karşılamış olacağız.

Şurası da yanlış anlaşılmamalıdır ki, bütün ehli küfrün hücumatına maruz kalan ülkemizin siyasi meseleleri bizi ilgilendirmiyor anlayışı bizlere yakışmaz. Çünkü hepimiz aynı geminin içindeyiz. Bu gemi batarsa hepimiz batarız. Eğer olaylara, döndürülen dolaplara duyarsız kalırsak bunların hesabını Rabbimize veremeyiz. Bizim bahsetmek istediğimiz, zaten bu işi üstlenmiş olan siyasetçilerimiz bu manada mücadelelerini yapıyorlar. Onlar ellerini taşın altına koymuşlar. Bizler kuru, hamasi ve boş fikirlerin uçuştuğu, Hakk’ın rızasının olmadığı ortamlarda bulunup kalbimizi kasavetlendirmek yerine, ibadetlerimize yönelip Rabbimizle manevi bir bağ kurup o bağ ile yalvararak, yakararak ilahi yardımın daha yoğun bir şekilde üzerimize yağmasına vesile olmaya gayret edelim. Çünkü bazen bizler kendi aklımızla hayır nerdedir bilemeyebiliriz. Bu dua ordularımız sayesinde bizim idrak edemediğimiz hayırları Rabbimiz bizlere lütfedebilir. Bizim hayır bildiklerimizde şer, şer bildiklerimizde hayır olabilir.

Bütün bu fikir ve anlayış içerisinde yoğunlaşarak ramazan-ı şerifi idrak etmeye çalışalım. 

Rabbimiz(cc), hakkımızda hayır murad ettiği ne varsa onları bir an evvel bizlere lütfeylesin. 

Allah yâr, kalbler beraber olsun. Amin...

 

Pazar, 01 Nisan 2018 09:49

Nisan 2018 Mukaddime

Nisan 2018

Sayı: 124 - Nisan 2018

 

Gülzâr-ı Hâcegân Dergimizin kıymetli okuyucuları;

Mübarek üç ayların manevi neşvesini yaşadığımız şu günlerde hem devletimizin Suriye’deki ve Irakta’ki var olma mücadelesini ve bu manadaki -Allah’ın yardımıyla- başarısını izleyip şükrederken; bir taraftan da temiz, pâk dinimiz üzerine oynanan oyunları izlerken mahzun oluyoruz.

Bu manada öncelikle tüm ehli küfre müslümanların az da olsa Hakk’a dayandıklarında aşamayacakları engel olmayacağını gösterdik. Bunu ilk olarak 15 Temmuz kalkışmasını önleyerek gösterdik. Allah’a (cc) olan güven, mukaddesat için mücadele ve vatan sevgisi birleşince, Rabbimiz’in de gönlümüzdeki korkuyu alalmasıyla, çelik tanklar, sıcak mermiler imanlı göğüslerde âdeta pamuğa dönüştü. Şehadet arzusu mü’minlerin iman dolu göğüslerini birer sura çevirdi ve sonuçta her zaman olduğu gibi Allah’ın dediği oldu.

İkinci olarak, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarıyla Siyonistlerin arz-ı mev’ud hayalleri yerle bir edildi. Düne kadar silahının vidasını dahi düşmanından almak zorunda olan Türkiye Allah’ın izni ve yardımıyla büyük oranda kendi silahını üretecek duruma geldi. 

Bunlar elbetteki sevinilecek durumlardır ve yine üstüne basa basa ifade ediyoruz ki, bu başarılar Hak Teâlâ’nın yardımıyla olmuştur. Elbetteki bu manada kulların da bir payı vardır. Bizler Rabbimiz’e olan sevgimizi, bağlılığımızı, yakınlığımızı arttırdıkça O’da (cc) bize olan nimetlerini ziyadeleştirdi.

İşte bugün bu gelişmelerinin ana sebebinin müslümanların özlerine dön-meye başlamaları olduğunu anlayan Ehli Salib bunu önlemek için yüz yıl önce denediğini yeniden denemek istiyor. Özellikle ehlisünnet anlayışının müslümanların kâhir ekseriyeti tara-fından birleştirici bir unsur olarak gördüğünden dolayı bugün bu anlayışın içerisine fitne tohumları ekmeye çalışıyor. Maalesef bunun bilincinde olduğunu düşündüğümüz bazı müslüman kesimler de bu tuzaklara düşmeye meylediyor. Özellikle münafıklıkları aşikar olmuş kesimler tarafından kasıtlı uydurulan haberlerle müslümanların vahdeti bozul-maya çalışılıyor.

Bu manada devlet büyüklerimiz de bazen tetkik etmeden, ehlisünnet müslümanlarını incitebilyorlar. Bunun sonucunda da on beş yıldır oluşan istkrar ortamını bozacak şekilde yeni dengeler oluşturulmaya çalışılıyor. Müs-lümanların tercihleri konusunda şüpheler oluşturulmaya gayret ediliyor.

Bu bağlamda meselelere suhuletle yaklaşması gereken Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan değişik, karmaşık, anlaşılmaz sesler yükseliyor. Sanki bütün bu işlerin müsebbibi, Türkiye’deki İslam anlayışının çimentosu konumunda bulunan cemaatlermiş gibi gösterilip, sapık ilahiyatçılarla söz birliği edilerek bu sağlam yapıları yıpratmaya çalışıyorlar.

Halbuki bilmiyorlar ki, memleke-timizin müslümanlar adına en karanlık dönemlerinde bile bu anlayıştaki müslü-manlar her türlü fedakarlığı yapmışlardır. Esad Erbili (ks), İskilpli Atıf Efendi, Kemahlı İbrahim Efendi gibi zatlar canlarını feda ederek, Bediüzzaman Said Nursi (ra), Abdulhakim Arvasi (ksa), Süleyman Hilmi Tunahan (ksa), Mehmet Zahid Kotku (ksa), Abdulhakim Bilvânisi (ksa), Alvarlı Muhammed Lutfi (ksa), gibi zatlar her türlü istibdata göğüs gererek bu dinin unutulmaması ve gerçek manada yaşanması için mücadele etmişlerdir. Bugünlere zemin oluşturmak için onlar her şeylerini feda etmişlerdir.

Günümüzde de bu mücadele biraz evvel az bir kısmının isimlerini saydığımız ve emsali büyük zatların yetiştirdiği hulefa, ulema ve muhibban tarafından devam ettirilmektedir. Ezanların Türkçe okutulduğu dönemlerden bugünkü yaşantıya; Allah’tan başkasından emir almayan, gönüllü irfan erleri tarafından devam ettirilmekte ve kıyamete kadar da Allah’ın izniyle devam edecektir.

Çünkü bu irfan erleri Rableri’nin onlara verdiği hilafet vazifesini yerine getirmeye, elest bezminde vermiş oldukları söze sadık kalmak için gayret etmektedirler. Nefsine köle olmuş insanların bunu anlaması ve bunun önünü kesmesi asla mümkün olmayacaktır. 

Sadece Rabbimiz’in hesaba çekeceği o dehşetli günde mahcub olmamaktan başka gayesi olmayan mü’minlere selam olsun.

Allah’a emanet olunuz.

 

Mayıs 2018

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin MAYIS 2018 sayısı çıktı.

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “TASAVVUF; HAZRETİ PEYGAMBER'İN ASHABIYLA YAŞADIĞI İKİLİ İLİŞKİDİR. BUNDA YANLIŞ OLMAZ” Başlıklı sohbetlerinde:

 

''Tasavvuf da dinin bir cüzü. Bakın tasavvufu reddedemeyiz. Tasavvuf dinin ihsani, irfani, ahlaki boyutudur. Ben şimdi kardeşimizin sorduğu soruya döneceğim ama meselenin başını bilelim. Ve ehli insaf olalım… 

Biliyorsunuz Cibril Hadisi meşhurdur. İçimizde hocalarımız var, Hz. Ömer’den mervidir bu hadisi şerif. Hadis kaynaklarımızda Cibril Hadisi diye geçer. Sahabi rivayet eder ki bir gün temiz, pak giyimli; genç, siyah sakallı, beyaz sarıklı beyaz elbiseler giymiş yabancı, tanımadığımız, Medine’nin dışından birisi Mescid’de Cenabı Peygamber’in huzuruna geldi. Selam verdi. Cenabı Peygamberimizin önüne edeple oturdu. O kadar yakına oturdu ki onun dizleri ile Cenabı Peygamber’in dizleri birbirine değdi, diz kapakları birbirine temas etti. Bu kadar Peygamber’e yakın oturdu. 

Biz taaccüp ettik, baktık biz onu tanımıyoruz. Medineli değil ama üstünde de hiç uzaktan gelmiş emaresi yok. Dışarıdan geldi diyelim ama bu sıcağa rağmen bu kişide ter yok. Çölden gelmiş biri desek elbiselerinde biraz toz olur, hiç toz yok. Hiçbir yorgunluk izi yok. Sanki aylardır ordaymış, Efendimiz’i bekliyormuş sanki. Birbirimize sorduk sen tanıyor musun bunu, kimse tanımıyor. 

İzin istedi Rasulullah’tan; müşküllerim var onları sormak istiyorum ya Rasulallah. Efendimiz müsaade buyurdu, sormaya başladı. 

- Bana imandan haber verir misin ey Allah’ın Rasulü? Bana imanı tarif eder misin? 

Sultanulenbiya ona imanı tarif etti. İmanın bilinen şartlarını, bizim halk arasında amentü diye bildiğimiz: Allah’a, Kitabullah’a, peygamberlere, meleklere, ahirete ölümden sonra dirilişe ve kader dediğimiz her şeyin Allah’ın takdiri ile olduğuna inanmayı ona tarif etti. O kişi cevaben “Sadakte ya Rasulallah - Sen ne doğru söyledin ya Rasulallah!” dedi. Ömer efendimiz buyurur ki, biz buna da şaşırdık. Hem bilmiyor, Peygamber’e sordu; hem de diyor ki, ne doğru söyledi. Yani biliyor gibi de tasdik ediyor… 

Tekrar sordu ki: “İslam’dan bu sefer haber ver ya Rasulallah, İslam nedir?” Cenabı Peygamber yine malumunuz olan İslam’ın şartlarını ifade buyurmuştur. 

Bu ayriyeten yine bir hadistir: “İslam beş temel üzerine bina edilmiştir.” buyurur Cenabı Peygamber. Şimdi biz bu hadisi şerifi de işlerken, anlatırken “İslam beş şarttır” diye anlatıyoruz ki bu yanlıştır. İslam’ın şartı beş değildir muhteremler. İslam’ın ana, temel esasları beştir, şu binanın kolonları gibi. Bu bina sırf o kolonlardan ibaret değildir. Şart dediğiniz şey bir şeyin tamamıdır. Şartın içine daha başka bir şey sokamazsınız. Eğer İslam’ın şartı beş olsa içine daha bir şey sokamazsınız. İslam’ın temel özellikleri beştir, farklı özellikleri vardır. Burası farklı bir konu... 

Rasulullah Efendimiz bilinen bu temel prensipleri ona zikrediyor: Şahadet, namaz, oruç, zekât, hac bunları ifade ediyor. 

Bu kişi tekrar “Saddakte” diyor, tasdik ediyor. 

Bu sefer Efendimiz’e soruyor: “İhsan nedir ya Rasulallah, bana ihsandan haber verir misiniz?” Efendimiz de ona: “İhsan bir kulun Allah’ı görürmüşçesine ona kulluk yapması, ibadet etmesidir. Kulun Allah’ı görmesi mümkün değildir, Allah’ın daim kendisini gördüğünü unutmaksızın, bunu düşünerek bu teemmül ile ibadet etmesidir.” buyuruyor. Sen Allah’ı görmesen de Allah’ın seni gördüğünü düşünerek ibadet etmendir… “Sadakte ya Rasulallah!” diyor… 

Kıyametle ilgili farklı sorular da soruluyor daha sonra misafir müsaade istiyor, kalkıyor Mescid’den çıkıyor. Efendimiz sahabenin şaşkınlığını, bu kişinin kim olduğunu merak ettiklerini bildiği için: “Çıkın bakın nereye gitti!” buyuruyor. Mescidin avlusuna çıkıyorlar Medine dümdüz bir yer, avluda kimse yok. Ne sağa gitti ne sola gitti. Bu şaşkınlıklarını daha da artırıyor. İçeri gelip diyorlar ki: “Kimdi o ya Rasulallah?” Efendimiz buyuruyor ki: “O kardeşim Cebrail idi. Size dininizi öğretmeye geldi.” Sorduğu sualler ile size dininizi öğretmek için geldi… 

Şimdi buna “Din!” diyor Cenabı Peygamber. Dinin üç ana boyutunu görmüş oluyoruz bu hadiste. Ne bu üç boyut? İman boyutu, İslam boyutu, İhsan boyutu. Bunun bize yansıması nasıl oluyor?'' Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde Abdülkadir Visâlî; “İşimiz Çok, Yükümüz Ağır Fakat Menzilimiz Mübarektir” ve Tamer Doymuş; “İnsanın Temizlendiği Ay -1” başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

Vahdettin Şimşek - Mürşidi Kamilin Huzurunda Edeb Nasıl Olmalıdır? -3

Sâlik-i İrfan - Ey Enes! Efendimiz'in Çok Yaptığı Dua Nedir?

Veysel Özsalman - Okuma Kampanyası

Yusuf-i Kenan - Terbiyenin Sırrı Çocuğa Saygı ile Başlar

Dilhun Aşık - İnsanı Anlama Gayretine Niyet, İnsana Benzeme Çabasına Salih Amel Denir

İrfan Aydın - Zamana ve Zemine Göre Hareket Etmek

Şeb-i Vuslat - Allah (cc) Kulunu Günahlardan Kıskanır -2

Mine Şimşek - Allah'ın (cc) Veli Kulları -2

Gönül Pınarından - Teslimiyet ve Güven: Hz. Fatıma (r.anha) -1

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort