JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazar, 01 Nisan 2018 00:01

EL-ESMAÜ’L-HÜSNA

hicr 49 50

El-Esmaü'l-Hüsna - Mine Şimşek

Sayı : 121 - Ocak 2018

 

El-Esmaü'l-Hüsna

 

Es-selamu aleyküm ve rahmetüllahi ve beraketüh. 

Allah’ın sıfatları konulu yazımıza geçen ay kaldığımız yerden devam etmeden önce itikadi konulardan yazmaya çalışacağız inşaallah. Allah dostları bu tür sohbetlerin imanımızı tazelediğini buyururlar. 

Kişi yaradanını sevebilmesi ve ibadet edebilmesi için onu tanıması lazımdır. Cenabı Hak (cc) sıfatları ile tanıtmıştır varlığını. Peygamberimiz (sav): ”Hakkıyla tanıyamadık, hakkıyla sevemedik.” diye buyurmuş, Kur’an-ı Kerim’de ise: ”Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler.” (Enam, 91) buyrulmaktadır. Demek ki onu tanımaya o kadar ihtiyacımız var ki. Onu tanıyanlar ise peygamberlerdir ve sevgili peygamberimizdir. Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de: “Ey Muhammed! Kullarıma benim çok bağışlayıcı ve merhametli oluşumu, azabımın da çok şiddetli ve çetin olduğunu bildir.” (Hicr, 49) diye bildirmiştir. 

Merhum Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi’nin Büyük İslam İlmihali’nden “Allahu Teala’ya ve Sıfatlarına (Zatî, Sübûtî Sıfatlara) İman” isimli bölümden mevzumuzu işlemeye çalışacağız. Çünkü bunları her müslümanın bilmesi farzdır.

Cenabı Hakk’ın mübarek sıfatları ikiye ayrılır: Biri sıfat-ı selbiyedir ki: “Vücud, kıdem, beka, havadise muhalefet, kıyam bi-zatihi, vahdaniyet”ten ibarettir.

Diğer kısmı da sıfat-ı zatiye ve sıfat-ı sübutiyyedir ki; “hayat, ilim, irade, kudret, semi’, basar, kelâm, tekvin”den ibaret olarak sekizdir. İşte biz böyle kemal sıfatlarıyla muttasıf olan bir Allahu Azimüşşan’ın varlığına ve bütün bu ulvi sıfatlarına iman ederiz elhamdulillah. 

Vücud: Allahu Teala’nın varlığı demektir, en büyük varlık ona mahsustur, o ezelden vardır doğmamış doğrulmamıştır. (İhlas, 3-4) Her şeyi Allahu Teala yaratmış ve başı boş bırakmamıştır. 

Kıdem: Ezeliyyet yani evveli olmamak sıfatıdır. Evveli olmayana “kadim” denir. Allahu Teala kıdem sıfatı ile de muttasıftır çünkü ezelidir, kadimdir varlığının evveli yoktur. 

Beka: Ebediyet yani sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu olana fani, sonu olmayana da baki denilir. Her şey yok olacak, O hep var olacaktır. Varlığının asla sonu yoktur. 

Kıyam bi-zatihi: “Varlığı kendi zatıyla olmak” manasında bir sıfattır. Bu sıfat da Allahu Teala’ya mahsustur. Şöyle ki Hak Teala’nın ezeli ve ebedi olan varlığı kendi Zatı’yla kaimdir, kendi varlığı hüviyetinin, kendi mukaddes Zatı’nın muktezasıdır. Asla başkasından değildir. Bunu içindir ki, Allah Teala’ya “Vacibu’l-vücud” denir. Onun varlığı, başka bir var edene ihtiyaçtan mü-nezzehtir. 

Vahdaniyet: Tek ve birlik demektir, benzeri olmamaktır. Evet, Allahu Teala birdir, her nasıl düşünülürse düşünülsün temiz bir akıl, hikmete aşina bir ruh, bir Allah’tan başka ilah bulunduğuna kail olamaz.

Sübuti Sıfatları: 

Hayat: Hay’dır, diridir. Allahu Teala uyumaz; uyuklamaz ve yorulmaz. Ölmeyecektir, ezeli ve ebedidir. Kainatın yaratıcısı olan Allahu Teala’nın hayat ile muttasıf bir “Hayyu’l-Kayyum” (varlığı ve diriliği her an var) olduğunda asla şüphe yoktur. 

İlim: Bilmek, idrak etmek sıfatıdır. Allahu Teala ilim sıfatı ile muttasıftır, ve onun ilmi mahlukatın ilmi gibi basit değildir. Evet, şüphe yok ki Allahu Teala her şeyi, geçmişten geleceğe olan, olacak her şeyi bilir. Yerde, gökte, canlı, cansız yaratacaklarının en ince ayrıntısına kadar hepsini bilir. “Sözünüzü gizleyin yahut onu açığa vurun, şüphesiz Allah sinelerin özünü hakkıyla bilir.” (Mülk, 13) 

İrade: Allahu Teala irade sıfatı ile muttasıftır. Bu irade sıfatı ile hikmetine göre buyurur, buyurduğu şeyler mutlaka olur. 

Kudret: Kuvvet manasında bir sıfattır, ezeli ebedi tam bir kudret Allahu Teala’ya mahsustur. Her şeyi yaratmaya ve yok etmeye muktedirdir. O’nun kudretine nihayet yoktur. Allahu Teala dilerse bir saniye içinde binlerce alemi yoktan var eder ve dilerse binlerce alemi bir anda büsbütün yok eder. Allahu Azimüşşan’ın bu büyük kudretini güzelce düşünen bir mümin O’nun azameti önünde eğilir, O’nun kudretinden titrer, O’nun mukaddes emirlerini yerine getirmeye çalışır durur.

Semi’: İşitmek kuvvetidir. Allahu Teala işitme sıfatı ile de muttasıftır. O’nun işitip bilmesi başkalarının işitip bilmeleri gibi noksan değildir. Bizler yükseklikteki uzak mesafedeki sesleri işitemeyiz, çok düşük sesleri de duyamayız. Cenabı Hak (cc) kara gecede kara karıncanın ayak seslerini dahi işitendir. Allahu Teala bilhassa kullarının dualarını, zikirlerini, gizli, aşikar niyazlarını işitir, kabul eder. Böyle her şeyi bilip işitir olduğuna iman eden bir mümin daima güzel konuşur, her işini, her sözünü güzelce yoluna koyar.

Basar: Görme kuvveti demektir. Bizler belirli bir yere kadar görebiliriz, mesela çok uzağı göremeyiz. Hak Teala Hazretleri her şeyi görür ve bazı şeyleri görmesi diğer şeyleri görmesine asla mani olamaz ve O’nun görmesinden hiçbir zerre gizli kalamaz. Kalbi iman dolu bir insan Allahu Teala’nın daima kendisini görüp gözetmekte olduğunu bilir, düşünür; buna göre durumunu düzeltir, edebe aykırı hiçbir harakette bulunmaz. 

Kelam: Bir manayı ifade eden bir maksadı anlatan söz demektir. Hak Teala kendi kadim kelamını dilediği zaman kendi şanına layık bir vechile meleklerine bildirir, işittirir, anlatır. Allahu Teala’nın peygamberlerine dilediği şeyleri vahy ile ilham etmiş olması da bu kelam sıfatının bir tecellisi demektir. Bu kelam sıfatı iledir ki semavi kitaplar zuhur etmiş ve Kuran-ı Mübin, Peygamberimiz’e nazil olup insanlık için asırlardan beri bir hidayet rehberi bulunmuştur. 

Tekvin: Var etmek, icat etmek manasındadır. Bu da Allahu Teala’ya mahsus bir sıfattır. Cenabı Hak (cc) tekvin sıfatıyla dilediği herhangi bir şeyi yok iken var eder veya var iken yok eder. Allahu Teala’nın bu alemleri yaratıp yok etmesi ve kullarını yaratması yaşatması, beslemesi, sonra da öldürüp başka bir aleme götürmesi bütün bu tekvin sıfatının bir tecellisi demektir. 

Evet, kürreden en küçük bir zerreye kadar bakılınca onların öyle gelişi güzel, tesadüf eseri olmadığı görülüyor, onların abes yere yaratılmamış olduğu anlaşılıyor, her birinde fevkalade bir letafet, bir sanat eseri, bir irade nişanesi görülmüş oluyor.

el-Esmau’l-Hüsna ve Manaları:

Cenabı Hak (cc) Kur’an-ı Kerim’de: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na onlarla dua edin.” (Araf, 180) buyurmuştur.

Ya Mâlike’l-Mülk (cc): Ey mülkün ve bütün varlığın tek sahibi ve devamlı maliki olan Allahım. Sana ihtiyaçlarını arz edenlerin ihtiyaçlarını giderirsin.

Ya Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm (cc): Ey celal, büyüklük, azamet, ikram ve iyilik sahibi Allahım. 

Ya Muksid (cc): Ey adaletten şaşmayan adil, tüm işlerini denk, uygun, yerli yerinde yapan Allahım. Görüş ve yönümü Hak üzere sabit kıl.

Ya Rab (cc): Terbiye eden. Her şeyi yaradan, yaşatan ve hepsinin sahibi, Rabbi olan Allahım.

Ya Câmi’ (cc): Ey mahlukatı toplayan, bir araya getiren, dilediğini istediği yerde toplayan Allahım. Mahlukatı topladığın kıyamet gününde kemalatları toplayarak sana gelmeyi nasip eyle.

Ya Ğanî (cc): Ey her şeyden müstağni olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan tek zengin. Fakirliğimi gidererek zenginlik ihsan eyle.

Ya Muğnî (cc): Ey kullarına zenginlik veren, istediğini dilediği kadar zenginlik veren ve gönülleri zengin kılan Allahım. Hayırlardan yoksun, müflis nefsimi iflastan kurtarıp zengin eyle.

Ya Mâni’ (cc): Ey öne geçmiş, fiiliyatları önleyen, bir şeyin olmasını istediği zaman mani olan, men eden Allahım. Nefsimi günah hastalığından kurtarıp şifa ihsan eyle.

Ya Darr (cc): Ey zarara uğratan, elem, keder ve zarar veren şeyleri yaratan Allahım. Bize bilerek kasten, hasetlik edenleri kına.

Ya Nâfi’ (cc): Ey kullarının menfaatine uygun olan şeyleri veren, faydalı ve yararlı şeyleri yaratan Allahım. Öyle bir ruhla menfaatlendir ki o her türlü kemalatı tahsil etsin.

Ya Nûr (cc): Ey eşyayı, alemi aydınlatan ve onlara ışık veren, istediği gönüllere nur yağdıran Allahım. 

Ya Hâdi (cc): Ey sapıtmış olan kul-larına yol gösteren, dilediği kullarını hidayete erdirerek sıratı müstakime yönlendiren Allahım. 

Ya Bedi’ (cc): Ey numune ve emsali bulunmayan, hayret verici şeyleri yaratan ve icat eden Allahım. Feyz ve keremini dileriz.

Ya Bâkî (cc): Ey varlığında devamlı olan fani olmayan varlığının sonu olmayan Allahım.

Ya Vâris (cc): Ey bütün varlığını devam ettiren, servetlerin ve mülkün gerçek sahibi Allahım. Beni Kur’an ilmine ve ilm-i Billah’a varis eyle.

Ya Reşîd (cc): Ey kullarını irşad edip kurtuluş ve hidayet yollarını onlara gösteren Allahım. İrşad edip kendi yoluna ilet.

Ya Sabûr (cc): Ey çok sabırlı olan, günah işleyen kullarına ceza vermekte acele etmeyen, sonucu bekleyen Allahım.

Ya Settâr (cc): Ey günahları ve ayıpları pek çok örten Allahım.

Celle Celâluhû ve Celle Şânuhû: Senin azametin ve şanın çok yücedir. 

 

Kaynakça:
Büyük İslam İlmihali, Ömer Nasuhi Bilmen
İmamı Gazali, İhya Ulumi’-Din
AbdulKadir Geylani, Esmaü’l Hüsna ile Münacat

 

Yazar:  Mine Şimşek

 

Pazar, 01 Nisan 2018 00:00

MUHABBET

muhabbet

Muhabbet - Şura Oğuz

Sayı : 121 - Ocak 2018

 

Muhabbet

 

“Onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever.”

“...İman edenler ise en çok Allah’ı sever.”

İnsanda tecelli olunan her sıfatın, her duygunun bir maksudu vardır. Bu tecellilerin belki en kuvvetlisi olan muhabbettir... Yukarıdaki ayetler bize hayatın manasını, sevginin maksadını anlatır mahiyette.. Görüldüğü gibi Cenabı Hak bizden O’nu sevmemizi istiyor. O (cc) ki vermediği bir şeyi ister mi kulundan? Kulunun mahiyetinin dışında bir murad ister mi? Kainatı Habibi’ne olan sevgisinden ötürü yaratan Rabbimiz varlığın hamurunu sevgiyle, muhabbetle mayaladı... 

Bu varlıklar içindeki eşref-i mahluk olan insanın ise payına düşen sevgi nicedir, düşünmek gerek. Emaneti yüklenen, Hakk’a muhatap olan insanın fıtratındaki sevginin büyüklüğü, gerçekliği konusunda tartışmak yersiz olacaktır. Bizim özümüzdeki bu sevginin maksadı nedir peki? Sizin için fitnedir, imtihandır buyrulan dünyalıklarımız için mi heba etmeliyiz bu sermayeyi? Dünya “deni” kökünden gelir, buyruluyor.. Yani pistir, içindekilerle beraber necistir... Bunlara beslenen sevgi ise bâtıldır. 

Dünya ve içindekiler bizim için tek ölçüde mana ve değer kazanır. Onu Hakk’ın da sevgisine vesile olacak şekilde kullanıldığımız zaman. Sevgiden asıl maksat da Cenabı Hakk’ın sevgisidir. Bu duyguyu bize yerleştiren O (cc) olduğu için, gerçek manada var olan da O (cc) olduğu için ve daha nice sebepler için sevilmeye en layık olan zat O’dur (cc). 

Allah ve Rasulünü sevmenin farziyetinde Müslümanlar arasında ihtilaf yoktur. İçindeki bu cevheri en layık olan yere, Rabbimize, sarf eden kul; yine O’nun en sevdiği olan ve sevmemizi emir buyurduğu Efendimiz’e de sonsuz bir sevgiyle bağlanır. İman odur ki; Rabbimiz’den ve Rasulü’nden öteye bir varlığın sevgisini geçirmeyesin... Burası bir merdivenin zirvesi ve olunması gereken yer mesabesindedir... Zirveye ulaşıp murada nail olabilmek için sevilenlerden istifade etmek kaçınılmazdır. 

Mayamızda sevginin var olması bunu nasıl kullanacağını bildiğimiz manasına gelmiyor. Bu cevheri işleyecek olan vesileler de yani Hakk’ın dostlarının varlığı da Rabbimiz’in bize olan sevgisinin tezahürüdür aslında... Bizi dostlarına muhatap edip Zatı’na giden yolları açması ne büyük lütuftur. Peki biz gerçekten Rabbimizi seviyor muyuz? Sorumuzun cevabı evet ise peki bugün içinde bulunduğumuz bu atıl hallerimiz nedendir? Lakin (haşa) hayır demek ise bizi imanımızdan edecektir ki hepimiz teslim olup Müslüman olduğumuza göre Rabbimize ve Peygamberimize (sav) sevgimiz var demektir. Demek ki burada ki sıkıntı sevgimizin derecesinde, saflığında, temizliğinde... 

Rabbine sarf etmesi gereken sevgiyi pervasızca heba eden insanın sevgisi, imanı elbette kendi vicdanı tarafından sorgulanmalı. Çünkü batıl bir sevgi olan dünya ve içindekilerin sevgisi ile imanın getirdiği sevgi aynı kefede bulunamaz. Hz. Ebu Bekir (ra) buyuruyor ki; “Kim Allah’ın gerçek muhabbetini tadarsa bu onu dünya talebinden uzaklaştırır ve bütün halktan ürkütür.” Ebu Bekir efendimizin bu sözü vicdanımızla muhasebemizde adeta ölçü olarak nazara alınacak türden...

Cenabı Hakk’ın sevgisini kazanmak O’na derin muhabbet duymak belki bazen, bazı imtihanları beraberinde getirebilir. Bu ise nimetin büyüklüğünün ve mükafatın derinliğine işaret eder. Zira talip olunan nimet insanın sahip olabileceği en büyük nimettir. Bir kişi Rasulullah’a (sav) gelerek, 

-Ya Rasulallah! Seni seviyorum , dedi. Efendimiz (sav), 

-O halde fakirlik için hazırlan, buyurdu. O kişi yine;

-Muhakkak ki ben Allah’ı da seviyorum, dedi. Efendimiz (sav),

-O halde bela için hazırlan, buyurdu.

Musab bin Umeyr, sırtında kemer gibi yaptığı koç derisi olduğu halde Efendimiz’in (sav) yanına geldiğinde Efendimiz (sav) ona bakıp şöyle buyurdu: “Şu, Allah tarafından kalbi nurlandırılmış kişiye bakınız! Ben onu anne babasının yanında iken kendisini en tatlı yemek ve içkilerle besledikleri halde gördüm. Allah ve peygamber sevgisi onu gördüğünüz hale getirdi( o da icabet etti).”

Rivayetlerden de anladığımız gibi nimetin büyüklüğü kul için beraberinde bazı sıkıntılar getirebiliyor. Ama akıllı bir mümin için bunlar birer temizlenme ve yakınlık vesilesi olacaktır. Bu sıkıntıların, Allahımız’ın kulunu temizleme, yakîne erdirme, kendisinden başka bir kapı olmadığını kullarına talim ettirme, muhabbetinin sıdkını ölçme ve Allahu alem daha birçok hikmeti vardır. Zira Cenabı Hak kulunun zararına hiçbir şey murad etmez. 

Başa dönüp sevginin oluşmasına sebep olacak nedenler üzerinde biraz düşünecek olursak ilk olarak “marifet” demeliyiz. İnsan tanımadığı bir şeyi sevemez. Karşısındakine karşı muhabbet oluşması için ona dair bilgiye sahip olmalı, hasılı onu tanımalıdır. Tanımak sevgiye kapı açar. Marifet olmadan gerçek muhabbet hasıl olmaz... 

İkinci sebep ise “ihsan”dır. Kalpler kendine iyilik edeni sevmek, kötülük edeni terk etmek üzere yaratılmışlardır. Kişi kendi üzerindeki, hayatındaki, dünyasındaki nimetlere göz atıp tefekkür etmeye kalksa bu sayısız nimetin aslında tek bir kaynaktan geldiğini, ihsan edicinin, Muhsin’in tekliğini görecek ve bu mesabede o Muhsin’e olan sevgisi ziyadeleşecektir. 

Üçüncü sebep ise güzelliğin zatını sevmektir. Bu ise güzeli idrak etmek nispetinde ziyadeleşir. Sevilen kişi Zatın kendisi olduğu için seviliyorsa sevgi sahih olur. İmam Gazali bu konu da buyuruyor ki; “Su ve yeşillik sevilir. Bu, su içildiği yeşillik yenildiği için değildir. Su ve yeşillik başka nasip elde etmek için sevilir. Hatta insanoğlu bu şeylere bakmakla üzüntü ve gamdan kurtulur. Yeşillik ve akan su Hz. Peygamber’in hoşuna giderdi. İşte bu sebepler lezzet verirler. Her lezzet veren şey sevilir. Güzelliğin tabiaten güzel olduğunu inkar eden kimse yoktur. Bu bakımdan Allah’ın güzel olduğu (kulun gönlünde) sabit olursa şüphesiz ki Cemal ve Celal’i kendisine keşfolunan kulun nezdinde mahbub olur.” Kul eğer ki Rabbinin Zatı’nı severse O’nun Cemal sıfatıyla ya da Celal sıfatıyla geldiğine bakmaksızın daimi olarak sever ve bu sevgiyle gönlü daima hoş olur.

Dördüncü sebep ise ister zahiri ister bâtınî suretlerden olsun, güzel olan şeyleri sevmesidir. Cenabı Hakk’ın sıfatları her an kainat üzerinde tecelli etmektedir. Kişi bu güzellikleri kimi zaman zahiren görmese de batında bu güzelliklerin Allah’a ait olduğunu bilir. Çünkü güzellikler yalnızca görünen şeylerden ibaret değildir. Yahut bunların varlığını duyularımızla sınırlayamayız. Zira akıl, ilim, ahlak takva vs. birçok şeyi görmediğimiz halde güzellikle vasfedebiliyoruz. Aynı şekilde Rabbimiz’in sıfatlarını da zahiren duyularımızla algılayamasak da varlığı ve güzelliği kat’idir. Sıfatlarının güzelliği kat’i olanın elbet kendi de güzeldir...

Beşinci sebep ise sevenle sevilen arasındaki gizli bağdır. Yani kişi kendiyle arasında gizli bir ilişki olana muhabbet duyar. Her insanın Rabbiyle arasında gizli bir bağı ve bu ikiliye özel bir ilişkisi vardır. Kul Rabbi ile olan bu özel durumu fark et-tiği vakit bunu kaybetmek istemeyecektir. Bu uğurda kulluk vazifeleriyle yakınlığı artıp muhabbet hasıl olacaktır. Kişi yeter ki Rabbiyle arasındaki bağı idrak edip -la teşbih- köprüler inşa etmeye gayret etsin. Rabbi onun bu gayretine misliyle karşılık verecek, kulun gönlünde bir muhabbet şehri inşa edecektir... 

Vel hasıl; eşref-i mahluk olan insanın bu dünyada bütün gayreti gönlüne yerleştirilmiş olan sevgi sermayesini izhar edip bu cevheri hilkat sebebi yönünde sarf etmek, zerre sevgisini israf etmemek olmalıdır. Kendisini cezbeden dünya ve dünyalıklara iltifat etmeden bütün himmetini Hakk’a yakîn sağlayacak vesilelere ve ona yolu açacak zevata sımsıkı sarılmakla memur olduğunu bilmeli... 

Yazımızı Efendimiz’in (sav) duasıyla noktalayalım: “Ya Rabbi! Kendi muhabbetini ve Seni sevenin sevgisini ve Beni sevgine yaklaştıran şeylerin sevgisini Bana ihsan eyle. Sevgini soğuk sudan Bana daha hayırlı kıl....”

 

Âmin!

 

Yazar:  Şura Oğuz

 

Pazar, 01 Nisan 2018 12:31

GİZLİ ŞİRKE AÇILAN KAPI: YALAN

Gizli Şirke Açılan Kapı: Yalan - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 121 - Ocak 2018

 

Gizli Şirke Açılan Kapı: Yalan

 

İnsanın kendini kandırması, oyalaması, kendini aldatması kadar çirkin bir şey düşünülemez. İnsan hayatındaki dengesizlik ilk buradan başlıyor. Cehalet ve gaflet insanı bu duruma getiriyor. İnsan kendini unutuyor adeta. Ondan sonra bakıyorsunuz yaptığı her şeye kılıf bulmaya başlıyor. Mesela toplumumuzda şöyle bir anlayış var: “Bilmeden yanlış yapmak, bilmeden günah işlemek…” Bunu kabullenmek Fakir’e biraz zor geliyor. “Bilmeden günah…”

İlginç gelen şu: Niye bilmeden sevap işlemiyoruz da hep bilmeden günah işliyoruz? Madem bilmiyoruz bir de sevap işleyelim, iyi bir şey yapalım. Yok… Ne hikmetse bilmeden yaptığımız iyi bir şey olmuyor, hep kötü oluyor.

Bu sefer o günahın adı bilmeden günah oluyor. Sanki bilmeden işleyince günah olmuyor. Sanki yanlış, bilmeden yapınca yanlış olmuyor.

İnsanlarda vicdan denilen bir mihenk taşı var. İnsan hadiselere vicdanıyla yöneldiğinde vicdanı ona “Bu yanlıştır!” diye sinyal verir. Çünkü günümüzde bilgi çok açık, berraktır, bilgiye ulaşmak çok kolaydır. Geçmiş gibi değil. İnsanın da bilmediği bir şey yok.

Şimdi misal bir insan -afedersiniz- yalan söyleyecek olsa bunun yalan olduğunu bilmiyor mu? Ben bunu doğru söyledim diye söyleyebilir mi? Olur mu öyle bir şey, yalan söylediğini biliyor. Peki, bu yalanı söylerken yalanın da günah olduğunu bilmiyor mu? Onu da biliyor. Ama yine bunu söylüyor. Bunun adı “bilmeden oldu” oluyor.

Adam gıybet ediyor. Gıybetin iyi bir şey olmadığını bilmiyorum, dese inandırıcı değil. Gıybetin iyi olmadığını biliyor. Çünkü icabında konuştuklarını arkadaşının yüzüne söyleyemeyeceğini biliyor, arkasından söylemeyi tercih ediyor. O varken onu söyleyemiyor, o yokken söylüyor. “Bunun kötü olduğunu ben bilmiyordum.” dese bu inandırıcı olmaz. Niye onun yanında söylemedin o zaman? Eğer kötü olduğunu bilmiyorsan onun yanında da söyle. Onun yanında söylenmeyeceğini biliyordun. Çünkü o incinecek veya sana müdahale edecek…

Peki, diyebilir misin ki -haşa- gıybet günah değil. Onu da diyemezsin.

Yapılan şeyler bilinçli yapılıyor ve insan kendini bununla kandırıyor.

Günümüzde yaygın bir durum var: Adam ağzına gelen her şeyi söylüyor, rahatlıyor; sonra dönüp diyor ki ben yanlış anlaşıldım, beni yanlış anladınız. Bilmeyerek günah işlemek de bunun gibi. Nefsinin her arzuladığını yapıyor, canının her istediğini yapıyor, bu Allah’ın emrine uygun mu değil mi bakmıyor; ondan sonra “Ben bilmeden yaptım!” diyor. Mübarek bir sefer de bilmeden doğru bir şey yap. Çünkü bilmeden yanlış yapma şansın ne kadarsa doğru yapma şansın da o kadar, eşit şansa sahipsin. Ama doğru bir şey yapmıyorsun.

Bu, insanın kendini kandırması kendini aldatması oluyor. O yüzden de aleni işlenen günahların tevbesinin aleni olması lazım. Aleni işlenilen bir günahın gizli tevbesi makbul değildir. Çünkü ben senin tevbekâr olduğunu bilmeyebilirim. Günahını gördüğüm için tevbeni görmezsem seni hep o günahı işliyor zannederim. Tevbeni de göreceğim.

Bakın Arafat’ta Cenabı Hak bütün günahları mağfiret ediyor. Ama kullar arasındaki olan hukuka karışmıyor, kul hakkını bağışlamıyor. Rasulullah aleyhissalatu vesselam, Arafat’ta kul hakları kaldırılmadığı için Müzdelife’de tekrar vakfeye durdu. Kul hakları için Allah’a yalvardı.

Düşünün ki Efendimiz buyuruyor ki: “İnsan Arafat’ta ‘ben affolunmadım’ diye düşünse günahkâr olur.” Bu kadar temizlenirken -la teşbih- bazı lekelerin kumaştan çıkmaması gibi kul hakkı çıkmıyor.

Sen tevbe ile o hakkın, Allah ile senin aranda olan mevzuatını halledebilirsin. Ama hakkı olan kul ile hesaplaşmadığın sürece o günahın affolmaz. Onunla muamelen duruyor. O muameleyi halledemezsen de o ahirette imanından alır, amelinden alır. Seni bağışlamazsa, helal etmezse imanından, amelinden alır. Arafat’a da gitsen, hacca da gitsen o günahın bağışlanmıyor. O kişiyle helalleşeceksin, yüzleşeceksin; o kişiye verdiğin bir zarar varsa -bu illa maddi değil- bunu nasıl telafi edeceğini düşüneceksin.

Misal bir mecliste bir müslüman hakkında konuştun, o müslüman kötü tanındı, onun çevresindeki arkadaşlar ona yüz çevirdi, ondan soğudu, onunla daha dostluk yapmadı. Onun izzetine, haysiyetine, onuruna, kişiliğine zarar verdin… Hâlbuki belki de söylediğin şey iftira idi, hiç onda öyle bir şey yoktu. Zaten böyle olsa bu iftira oluyor. Gıybet onda var olan bir şeyi söyleyip de onun izzetine, şerefine, onuruna zarar vermen… Bu da kul hakkı, bu ciddi bir zarar.

Şimdi sen gidip gizli tevbe ediyorsun, Allah’a pişmanlık duyuyorsun ama o kişi çevresiyle kopmuş, çevresi o kişiye karşı güvenini yitirmiş; güvenmiyorlar, itimat etmiyorlar, farklı gözle bakıyorlar… Bunu nasıl düzelteceksin? Şimdi gel de ki “Ben bunu bilmeden yaptım.”

Allah Rasulü buna ölçü koymuş: “Nefsine istemediğini mümine isteme!” buyurmuş. Bunu sen kabul edebilir misin? Sana biri böyle bir şey yapsa ve dese ki ben bilmeden yaptım, eyvallah diyebilir misin? Yaparken bunu nefsinle mukayese et, bak ki ben bundan razı olur muyum? Ben böyle bir şeyi kendim adına kabul edebilir miyim? Öyleyse bunu mümin için de yapmamalıyım.

Allah Rasulü aleyhissalatu vesselam, sorulan bir soru üzerine “Benim ümmetim nefsine uyar hırsızlık yapabilir, zina yapabilir ama yalan söylemez!” buyuruyor. Allah esirgesin… Müslüman yalan söylemez… Zina yapabilir, hırsızlık yapabilir. Bunlar büyük günahlar, yalan bunların yanında çok basit kalıyor. Ama “Yalan söylemez!” buyuruyor Efendimiz. Allah bizi muhafaza buyursun.

İnsanların sosyal hayatları iç içe, birbirimize ihtiyacımız var, birbirimize muhtacız ama bakıyoruz ki bir o kadar da birbirimize zarar veriyoruz, eziyet ediyoruz. Rasulullah aleyhissalatu vesselam, yoldaki insanlara eziyet verecek olan bir taşın, bir çalının çırpının yoldan atılmasını, yolun kenarına alınmasını iman şubelerinden bir şube olarak zikrediyor. Allah için bir hasene, bir sadaka olarak bunu zikrediyor.

Bugün toplumsal ilişkileri zedeleyen yalan ve gıybet… İmanın sıhhati artık sanki bunlara bağlı… Büyüklerin bir ifadesi var: “Öl, bana söz verme. Verdinse öl ama sözünde dur!” derler. Onu değiştirme gerekirse öl, ahdine, sözüne sadık ol, doğruyu söyle.

Bir insan yalan söyleyerek farkında olmadan gizli şirke bile düşebilir Allah esirgesin. Çünkü bir insan her şeyin doğrusunu Allah’ın bildiğine gerçekten inanıyorsa ve yeryüzünde olup biten her şeyi Allah’ın gördüğüne, işittiğine, haberdar olduğuna inanıyorsa, buna imanı tamsa yalan söyleyemez. Allah biliyor, Allah görüyor bunun doğrusunu ortaya çıkarır…

Demek ki bu insan Allah’tan ne kadar gafil, Allah’ı ne kadar unutmuş ki Allah’a karşı yalan söyleyebiliyor. Sonra belki o yalanı kurtarma adına başka yalanlar devreye giriyor, tespih gibi dizip gidiyor.

Amandır Müslümanlar!

Amel nev’inden, ihlas nev’inden yaptığımız çok fazla bir şey, çok fazla bir sermayemiz yok, olanı da böyle şeylerle zayi etmeyelim; yalana, gıybete, malayaniye vermeyelim. Derviş donu giymişiz bize dışarıdan bakıp edeb ediyorlar, derviş, sufi diyorlar. Yaptığımız, döndürdüğümüz bir tespih; o da yarım yamalak… Onun kârını da yele vermeyelim.

Geçmiş dönemlerde adamın biri gitmiş fırından bir ekmek almış. O zaman ekmeklerin gramajları her yerde bir kilo… Adam ekmekçiden çıkıp yağ almaya gitmiş. Yağcı yağ tartarken kilolukları bir anda bulamamış. Buna demiş ki,

- Şu elindeki ekmeği ver, onunla yağı tartayım.

Ekmeği almış terazinin bir kefesine koymuş, öbür kefeye de yağı koymuş, denkleştirmiş buna vermiş.

Adam yağı da almış. Şekerciye gitmiş, oradan da bir kilo şeker alacak. Şekercinin de şekeri tartması gerekiyor, satın alan adam demiş ki,

- Şu yağ bir kilo, yağı koy yağ ile tart. O esnaf basiret ehli birisiymiş, bakmış demiş ki,

- Bu yağ bir kilo değil, bir kilodan az. Ben senelerdir ticaretle uğraşıyorum, göz aşinalığı var; bu yağ bir kilo değil.

- Olur mu, yağ bir kilo.

- Ben önce yağı tartayım o zaman.

Yağı tartmış, yedi yüz elli gram gelmiş. Müşteri,

- Yağı ekmekle tarttı. Şu ekmeği de bir tartsana...

Ekmeği tartıyor, ekmek yedi yüz elli gram. Ekmek noksan...

İş bu sefer kadıya aksediyor, mahkemeye gidiliyor. Kadı fırıncıyı, yağcıyı, şekerciyi topluyor…

Adam diyor ki

- Ben fırından bir ekmek aldım, ekmeğin bir kilo olması lazım. Onunla geldim, yağ alırken yağcı okkayı bulamadı. Ekmeği ver, dedi; ekmekle tarttı, yağı verdi bana. Kadı,

- Öyle mi? Yağcı,

- Evet öyle. Ekmekle tartıp ekmeğe göre verdim.

- Sonra öbür esnafa gittim, ondan da şeker alacaktım, adam göz kararı baktı; dedi ki ‘Bu yağ bir kilo değil.’ Yağı tarttı, yağ yedi yüz elli gram geldi. Ekmeği tarttı o da yedi yüz elli gram geldi.

İş kendisine dönünce fırıncı başladı kıvırmaya.

- Ben bilmiyorum, hamurhanede adamlarım yapıyor… 

Bakın bir kişinin itimatsızlığı, yanlışı, bir yalanı, hilesi toplumda düzeni nasıl bozuyor. Yağcı farkında olmadan rızkına haram karıştırıyor. Yedi yüz elli gram yağa bir kilo parası alıyor. Şekerci yedi yüz elli gram şekere bir kilo parası alıyor, ona haram bulaşıyor. Bu haram toplumda dengeyi bozuyor. Rızık bozuluyor, kalp, iman, ahlak bozuluyor. Bunlar hep birbirini tetikleyen şeyler. “Canım ben bir yalan söyledim, bundan ne olur?” Hayır, böyle düşünmemek lazım. Senin o yalanın bazen bir bomba gibidir. Şurada bir bomba patlatsan bu bina hep zarar görür. Senin bir yalanından bütün toplum zarar görebilir, etkilenebilir.

Öl, doğruyu söyle. Öl, o doğrunun arkasında ol. Söyledin, onun arkasında ol.

Sual: Fatih Sultan Mehmed için anlatılır da, esnafları dolaşıyor Fatih. İlk esnaftan yağ alıyor, peynir de almak isteyince adam diğer esnafa gönderiyor. Diğer esnaftan peynir alıyor, bal da almak istediğini söyleyince o da yandaki komşusuna gönderiyor… Esnafların bu dürüstlüğünü, birbirini tercih etmesini görünce Fatih’in “Böyle bir milletle ben her yere giderim, her yeri fethederim.” gibi bir ifadesi var.

Efendimiz’in de aleyhissalatu vesse-lam zaten İstanbul’un fethiyle ilgili “Ne güzel komutan, ne güzel asker!” müjdesi düşünüldüğünde o günün toplumsal yapısına Efendimiz’in bir takdiri var adeta öyle anlıyoruz.

Bugün toplumda adeta yalanın söylenmediği yer yok: Siyasette, ticarette, eğitimde her alanda yalan var. Fatih’in dediği gibi böyle bir fetih, yürek fethi, olacaksa sağlıklı bir iman ve ahlaka sahip bireylerin olması gerekiyor. Yalan konusunda gıybet, dedikodu konusunda hassas bireylerin olması gerekiyor ama bugün çok ciddi problem var.

Bir insanın ölmeyi tercih edip doğruyu söyleyebilmesi için nasıl bir formül lazım?

Cevap: Büyüklerimiz bir sufi hayatı için -özetle- buyurmuşlar ki; “Bir sufiye üç şey lazım, üç konuda sufinin hassas olması lazım: Birincisi Allahu Teala’nın takdirine teslimiyet. Her yaşadığı şeyin Hakk’ın takdiriyle olduğunu bilip bunun farkında olması, teslimiyet gösterebilmesi ve tevekkül üzere olabilmesi.

İkincisi her hâl ve kârda Rasulullah’a, aleyhissalatu vesselam, mutabaat. Sünnetin dışına çıkmamak.

Üçüncüsü de mürşidine çok ciddi bir muhabbet; o muhabbetle sadakat.” Eğer bu üç şey de muvaffak olabiliyorsa Allah’ın izniyle o kişinin hayatı temizlenir, düzene girer. İmanı, ahlakı, ameli düzene girer.

Allah’a teslimiyet, Rasul’e mutabaat, mürşide, büyüklere, Allah dostlarına muhabbet... Eğer bu noktalarda kişinin açmazı varsa problem katbekat büyüyor, ifade ettiğiniz gibi toplumun siyasetine, diyanetine, zanaatine her şeyine bulaşıyor.

Allahu Teala buyuruyor ya: “Yeryü-zünde fesat çıkarmayı istemeyin, çünkü Allah ifsat edenleri sevmez.” (Kasas, 77) Sufiler yeryüzünde tuz gibidirler, tuz kokarsa koruyabileceğimiz bir şey kalmaz. Tuzun koktuğu yerde sağlam bir şey bulunduramayız. Sufiler manasıyla, maddesiyle örnek şahsiyetlerdir. Onlar Allah’ın rahmetine yakındır, onlar muhsindirler. Onlar Firdevs ve Naim cennetlerinin varisleridirler. Onlar yeryüzünün, arzın varisleridirler. Bunlar Kur’an’ın ifadeleri, Rabbimizin müminleri tarifi… Toplumda bu bozulduktan sonra tut birini, vur öbürüne…

Yapılması gereken kısaca bunlar… Teslimiyet, mutabaat ve muhabbet. Bunların kendi içlerinde her birinin çok fazla açılımları var da ana başlık halinde bunlar…

Seyyid Taha-i Hakkâri hazretleri bir gece teheccüde kalkmış, hava almak için evin avlusuna çıkmış. Avluda dolaşırken bakmış ki birisi bir şeyler taşıyor, kapıya doğru sırtında bir şeyler götürüyor. O tarafa doğru yürümüş mübarek, bakmış bir adam ambardan un/buğday çuvallarını almış, dışarıda atı veya at arabası nesi varsa ona doğru taşıyor. Ama adam zorlanıyor, çuvallar ağır. Seyyid Taha efendimiz de hırsıza yardım etmeye başlamış... Adam bakmış, sakallı sarıklı cübbeli bir zat… Demek ki düşünmüş, Hızır desem, ben hırsızım, Hızır bana niye yardım etsin… Bu ne cilve? Demiş ki,

- Hocam niye bana yardım ediyorsun? Demiş ki,

- Burada görevliler var, seni görürler, incitirler seni. Ben de sana yardım edeyim ki götüreceğini tez götür…

Daha sonra hırsıza demiş ki:

-Yavrum, bunları götür de, niye böyle yapıyorsun, niye çalıyorsun?

- Hocam, işin doğrusu evde çoluk çocuk aç, çocuklarıma götüreceğim, demiş. Seyyid Taha efendimiz demiş ki:

- Oğlum bak sen hırsızlık yapmana rağmen yalan söylemedin, doğruyu söyledin, çocuklarına götürüyorsun. Ben de sana bir doğru söyleyeyim mi?

- Söyle.

- Bak burada bir medrese var, senin çocukların gibi çocuklar var okuyorlar, ana-ları babaları buraya emanet etmiş. Burada bir tekke var, uzaktan yakından garip, yolcu, fakir, aç, hasta gelip burada misafir oluyor, ağırlanıyor. Bu götürdüklerinde onların hakkı var. Onların hakkını götürüyorsun. Çoluk çocuğun bu kadar yükü kaldıramaz. Onlara bu kadar vebal yükleme. İhtiyacın olursa gel bu tekkenin, bu evin sahibinden iste, o sana şahsi malından versin. Kendi evine ayırdığından senin de çoluk çocuğuna versin. Ümmetin hakkına girme, doğru olan bu…

- Peki, Hocam sen kimsin?

- Ben bu evin sahibiyim. Bir daha ihtiyacın olursa gel bizden iste. Çalma, ihtiyacın kadar sana verelim.

- Hocam ben tevbe ediyorum, pişmanım bunları da götürmüyorum… Ben bu vebale giremem. Hırsızım ama çoluk çocuğun, sabi sübyanın, garib gurabanın hakkını çalamam. Ben vazgeçiyorum undan, buğdaydan...

- Gel, o zaman. Bak şu ambarı aç, oralar benim evime, şahsıma ait. Oradan yükle, ihtiyacın kadar al, götür. Bu sana helal hoş olsun…

Adam oradan almış.

Doğru sözü hırsızı kurtarmış… Allah, doğru söylüyor diye ona tevbeyi, hidayeti nasip etmiş ve Seyyid Taha’nın bendeleri arasına girmiş, samimi ihvanlarından olmuş. Elhamdulillah...

Bir de biz kendimizi Seyyid Taha’nın yerine koyalım. Acaba biz böyle bir şeye denk gelsek ne yapardık?

 

Nisan 2018

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin Nisan 2018 sayısı çıktı

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “İyyâke nesta'în Dediğiniz Halde Allah Size Yardım Etmiyorsa İyyâke na'budu'nuzda Bir Noksanınız Var Demektir” Başlıklı sohbetlerinde:

''Sual: Efendim malum-u aliniz Türkiye’de tarikatlar geçmişte pekiyi anlaşılamamış, günümüzde de hala anlaşılamıyor… 15 Temmuz’da yaşanan elim hadiseden sonra terörist bir grubun yaptığı bir hadiseyi Müslümanların umumuna özellikle de ehli tarikin üzerine yamama gayreti var. Buna görsel ve yazılı basında bizatihi şahit oluyoruz. Halkı, tarikatların ümmeti Muhammed için tehlikeli olabileceğine dair yönlendirmeler var. 

Eğer kıymetli vaktinizi almazsak tarikat ve tasavvufun dindeki yerinden ve öneminden bahsedebilir misiniz? 

Cevap: İfade ettiğiniz bu hadiseye baktığımızda toplum olarak -çok özür dilerim- biraz etten önce çömleğe düşüyoruz. Et yok, boş çömleğe düşünce de sıkıntı oluyor. 

Evet, bugün Türkiye’de gereği gibi tarikat, tasavvuf, meşayıh, mürid anlaşılamamış, bu ciddi bir sorun. Ama bu sorun neden kaynaklanıyor, niye bu sorun oluyor? Geçmişimizde bu memba bizim elimizde iken, bizi bugünlere o tarikat büyüklerinin himmeti, duası, gayreti, hizmeti, irşadı getirmişken bugün şimdi biz niye böyle kendimize, aslımıza yabancı olmuşuz, bunu irdelemek lazım. 

Bugün Türkiye’de din dediğimiz olgu gereği gibi anlaşılamamış. Zarf anlaşılmadan mazruf anlaşılamaz. Zarfı önce anlayacağız, sonra onun içinde saklı olan mazrufa ulaşacağız. Bugün Türkiye’de din gereği gibi anlaşılamadığı için 15 Temmuz’u yaşadık. Bir paralel devlet yaşamadık, biz bir paralel din yaşadık. Ortaya atılan fitne paralel din fitnesi. 

Nasıl ki geçmişte Hint hükümdarı Ekber Şah Nasrani, Yahudi, İslam ve Hinduizm’i birleştirerek Hindistan’da yeni bir din ihdas etmek istedi, muvaffak olamadı elhamdülillah. İmam Rabbani var gücü ile bununla mücadele etti. Şah vefat edince oğulları o izi sürmedi, devam etmediler… Bugün 15 Temmuz’un müsebbibi olan kişi kırk seneden beri yaklaşık, Türkiye’de paralel bir din oluşturmaya çalışıyordu. O da bütün dinleri sentez ederek; Yahudiliği, Hristiyanlığı, Budizm’i, diğer başka izmleri İslam’ın içinde sentezleştirerek, birleştirerek bir din ortaya koymak istiyordu. 

Ve bu toplum buna prim verdi... Binlerce insan bunun dinine iman etti. Ve bugün şimdi vazgeçmek çok zorlarına gidiyor. Onlara dokunduğunuzda siz din ile savaşıyorsunuz, diyorlar. 

Ama bu insan bir taraftan da devlete yönelmişti. Niye devlete yöneldi? İhdas ettiği dini yeryüzünde yayabilmek için. Veya Türk toplumuna bunu enjekte edebilmek için bir güce ihtiyacı vardı, bu güç de devlet gücü idi, bu yüzden devleti elde etmek istedi. Yani devleti payende yaparak, devleti kullanarak dinini yaygınlaştıracaktı. Bu kadar mektepler, yurtlar, dershaneler vs. bütün bunların maksadı bu dinin yayılması idi. 

Neydi bu adamın iddiası? Bu adam çıkıp diyordu ki Allahu Teâla bana manen bildirdi, Allah bana konuştu… Bu bana vahyetti demektir. Ne vahyetti? Allah bu kâinatı Hz. Muhammed aleyhisselam hürmetine var etti, benim hürmetime de devam ettiriyor... Yani ben bir nevi Hz. Muhammed’in aleyhissalatu vesselam ikiziyim dedi. O’na ikiz olduğunu iddia etti. Bu yüzden kendisine kâinat imamı diyordu... 

Bu adamın dininde ne vardı, ne diyordu bu? Hz. Meryem, Hz. İsa aleyhisselama hamile kaldığında Cebrail aleyhisselam Hz. Meryem’e gelip üflemiştir. Cenabı Hak -la teşbih- kâinattaki çiçeklerin döllenmesi gibi Hz. Meryem’i Hz. Cibril’in nefesinden döllemiştir. Bunun iddiası şu idi: Cenabı Hak, Meryem’e Hz. Muhammed’in ruhunu gönderdi. Hz. Meryem’i ruhu dölledi. Ve o döllenmeden Hz. İsa meydana geldi, Mesih oluştu. O Mesih de benim; ben Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselamın oğluyum diyordu… İkizlik yetmedi ona, Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselamın oğlu oldu. Mesih, Hz. Muhammed’in ruhundan döllendi ve ben şimdi Mesih olarak geldim. Bunu iddia ediyordu…'' Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde Vahdettin Şimşek; “Mürşidi Kamilin Huzurunda Edeb Nasıl Olmalıdır? -2” ve Abdülkadir Visâlî; “Müridin, İhvan ile Olan Adabı - 2” başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

Andelib - Hâcegân Dergâhında Bir Gün

Sâlik-i irfan - Ey Enes! Efendimiz'in En Çok Yaptığı Dua Nedir?

Tamer Doymuş - Şaban-ı Şerif Ayı ve Berat Kandili

Veysel Özsalman - İlk Adımı Atabilmek

Yusuf-i Kenân - Münakaşanın Temelinde Cehalet Vardır

Şeb-i Vuslat - Allah (cc) Kulunu Günahlardan Kıskanır

Mine Şimşek - Allah'ın (cc) Veli Kulları

Gönül Pınarından - Teslimiyet ve Güven: Hz. Fatıma (ra) -1

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

Hz. Şahı Nakşibend 2

Hz. Şahı Nakşibend ve Nakşibendilik -2 - Abdulkadir Visâlî

Sayı : 120 - Aralık 2017

 

Hz. Şahı Nakşibend ve Nakşibendilik -2

 

Kur’an-ı Kerim’de “Allah kibirli olanları elbette sevmez.” (Nahl, 23) buyrulmuştur. Şahı Nakşibend hazretlerinde ve yolunu ihlas ile takip edenlerde elbette bu zemmedilen ahlakın bulunması söz konusu değildir. Bu manada Hazret (ks), başta talebeleri olmak üzere tüm müminlere karşı merhametli, tevazu sahibi idi. İlahi taksimden kendi hissesine düşmüş, hakkında “(Manen) Dünyaya gelmemden maksat, onun vücut bulmasıdır.” buyurduğu Muhammed Parsa (ks) ile yaşadığı hadise nasıl bir mahviyete sahip olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Muhammed Parsa Hazretleri, bir akarsu kenarında ayaklarını suya indirmiş, sırt üstü yatmış ve derin bir mefkûreye dalmış vaziyette idi. Talebesinin bu huzurlu halini göre Hazreti Şahımız, ses etmeden üzerindeki elbiseleri çıkarır ve yavaşça suya girerek Hazreti Parsa’nın ayaklarına yapışır ve Allah’a şöyle yalvarır: “Ya Rabbi! Beni bu ayaklar hürmetine affeyle!”

Sadece insanlara mı? Elbette hayır! Hayvanlara dahi nice emeği geçmiştir bu mübarek zatın. Hocalarının emri ile tam yedi sene onlarla meşgul oldu. Yaralarını tedavi etti, onlara ekmek ve su temin etti. Adeta onlar üzerinden bir şefkat ve merhameti talim etti. İnsanların iğrendiği o mahluka hizmetle bir taraftan nefsini yerden yere çalarken bir taraftan da izini takip edenlere/edeceklere çok şey anlattı. Lisanı haliyle; “Hayvana bile yaratanına olan sevgiden, eşref-i mahluk olmanın getirdiği kulluk sorumluluğundan dolayı böyle davranılıyorsa ya ekmel olan, ahsen olan insana muamele nasıl olmalı, varın siz düşünün.” diyordu.

Ve sohbet... Kendilerinin en çok üzerinde durdukları usulleri idi. Yolumuz sohbet yoludur, buyurarak adeta yolunun bütün erkânını tek cümle ile özetliyordu. Çünkü sohbet dinin talimiydi. Peygamber ile ashabı arasındaki sır bu vesileyle açığa çıkacak, gönülden gönle akacak ve insana şifa olacaktı. Hayır cemiyette, cemiyet sohbettedir; ilkesi ile insanları hakikate, neticede en hakiki mürşide, Hakk’a davet edecekti. O sohbetler akl-ı maaşa, kafası, kalbi dünya sevgisi ile dolup taşanlara değil; akl-ı mead olanlara, Allah ve Rasulü uğruna gönülleri muhabbetle, kuş gibi çarpanlara, Allah’a döneceklerini unutmadan yaşayanlara hitap ediyordu. Evet, bütün mevzusu temelde iki cümle ile özetlenebilir; Muhabbetullah ve Marifetullah... Ömrünü Allah’ı, Peygamber’i, kendisinden evvel ki selef-i salihini anlatmak/tanıtmak ve onlara gönülden bir sevgi ile itaati tavsiye etmekle geçirdi. Bütün mevzusu bu idi. O’na (cc) kavuşmanın, O’nu (cc) dert edinmenin bütün dertleri bitireceğini izah etmek için adeta kapı kapı dolaştı. Yolunu takip eden büyükler öyle buyurmuyorlar mı; “Allah var, ne gam var...”

Büyük pirimiz Abdulhalık Gücdevanî (ks) Hazretleri’nin sekiz esasına ilaveten buyurduğu üç kelime ile Vukuf-i Kalbi, Vukuf-i Zamani ve Vukuf-i Adedi ile bizlere takvayı salık verdi. Çünkü takva bir şeyi istenildiği şekliyle (ihlas), istenildiği zaman (vakit) istenildiği kadar (miktar) yapmaktır, diye tarif edilmiş. Hem ilk söylenen sekiz esas hem de sonradan ilave edilen bu üç mübarek kelime “Şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır.” (Bakara 197) buyrularak hedef gösterilen, daha sonra da “Haberiniz olsun ki, Allah katında en şerefliniz en takvalınızdır.” (Hucurât, 13) buyruğuyla çıtası yükseltilen güzelliğe ulaşmaya vesiledir. 

Şunu ifade etmeliyiz ki bu işin bir de ilahi kader, nasip tarafı vardır. Yani Allahu Teâlâ bu mübarek insanları ve hulus ile yolundan giden milyonlarca zevatı ezelde seçmiş ve bu büyük devlet ve nimet ile bereketlendirmiştir. Çalışmayla, istemeyle, aramakla elde edilemeyecek kadar büyük nimetler bunlar. Nitekim Şahı Nakşibend Hazretleri daha dünyaya gelmeden köylerinin yanından geçen Şemsülhak Baba Semmasi Hazretleri (ks) yanındaki müridânına bu köyden bir er kokusu alıyorum diyerek onu manevi evlatlığa kabul etmiş ve terbiyesini de hulefasından Seyyid Emir Külâl’e havale etmişler. 

Taassup sahibi olduğumuz için değil, diğer tarikat büyükleri tarafından da bu şekilde vasfedildiği için gönül rahatlığı ile diyebiliriz ki; Nakşibendi tarikatı -lâ teşbih- dünya üzerinde, yakaladıkları yüksek seviyeli eğitim kalitesi ve yetiştirdiği başarılı öğrencileri ile ünlenmiş üniversiteler gibidir. Nasıl buralardan mezun olan öğrenciler bilgi ve birikimi üst seviyede, mesleğinin inceliklerine vakıf, sosyal ve kültürel yönden de donanımlı olarak iyi kariyerlere sahip oluyorlarsa; zahir ve batın her türlü ahvaliyle hakikaten Nakşibendi olanlar, Muhammed Bahauddin el-Buharî (ksa) Hazretleri’nin ve onun günümüzdeki varislerinin izini takip edenler de marifetullahın sırlarına nasibi nispetinde vakıf olacak, olgun kişiliği ve örnek ahlakıyla insanların ve dahi tüm mahlûkatın sevgisini kazanacak, neticede de Rabbinin ve Peygamber’inin, saâdatın rızasına nail olup şefaat, cennet ve Cemalullah ile şereflenecektir inşaallah.

Böyle bir insan güneş gibi olur o vakit. Etrafına istifade edilecek öyle bir ışık ve sıcaklık yayar ki kimse ona kayıtsız kalamaz. Onunla teberrüklenilir ve bu bereket iki cihanda devam etsin istenir. Konuşmaya, bir şeyleri yayma çabasına gerek bile kalmaz. Kendiliğinden yayılır. Tıpkı penceresi olan her eve güneşin süzüldüğü gibi. Göremeyenler, kalpleri mühürlenen, gönül pencereleri olmayan nasipsizlerdir.

Cenabı Hak bu mübarek yoldan nasibimizi artırsın. Gönlümüzü ve gözümüzü kör edip bizi nefis ve şeytana yem etmesin. Bizleri başta Hâce Hazretleri (ksa) ve Şahı Nakşibend (ksa) olmak üzere hakiki Nakşibendilere bağışlasın. O Azizlerle dareyn saadeti lütfeylesin.

Âmin.

 

Yazar:  Abdulkadir Visâlî

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort