JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Zatı İdrak Edilemez Olanın Sevgisi İdraksız Değildir - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 120 - Aralık 2017

 

Zatı İdrak Edilemez Olanın Sevgisi İdraksız Değildir

 

Sual: Sahabilerdeki farklılığı/üstünlüğü Efendimiz aleyhissalatu vesselam ile olan irtibatlarından ötürü anlayabiliyoruz. Ama sahabenin dışında bir de Veysel Karani hazretleri gibi zatlar var... Onlar neyi idrak etti de ümmete böyle şefaatçi olabildi, Efendimiz aleyhissalatu vesselam indinde çok özel bir yere sahip oldu? O idrak ettiği şey kesbi miydi yoksa vehbi miydi?

Cevap: Hazreti Veysel Karani’nin ismi Veysel değildir. Veysiyet onun sıfatı, karakteri olduğu için Veysel ismiyle meşhur olmuştur. Ve tasavvuf berzahında da üveysiliğin piri olarak bilinir.

Veysel Karani’nin kendi şahsında üveysiyet olduğu gibi ailesinde de üveysiyet vardır. Annesi de üveysi velilerdendir. Veysel Karani’nin dayısı üveysi velilerdendir. Dayısı hiç putperest olmamıştır. Hanif dinine mensuptur. Hazreti İbrahim’in şeriatı ile amel eden birisidir. Veysel Karani’deki o hal, o kemal tamamen vehbidir. Bununla birlikte elbette ki gayreti vardır.

Veysel Karani’nin öne çıkan ameli sevgidir, muhabbettir. Sonra bu muhabbete merhamet eklenmiştir. Muhabbetle merhameti mezcetmiştir. Veysel Karani, bu iki kanatla Allah’a yükselmiştir.

Bundan sonrakilere bakacak olursak “edenler neyi idrak etmişler”… Evet, hakikatte idraksizliğin idrakı idraktır, denilmiş. Tabi bu Hakk’ın Zatıyla ilgilidir. İdrakı mümkün olmayan Zatın (celle celaluh), sevgisi mümkünsüz değildir; bunu idrak etmişler. Aslında sahabenin de idrak ettiği budur. Zatı idrak edilemez olanın sevgisi idraksız değildir.

Bunu idrak edince bütün himmetlerini, bu anlamdaki bütün gayretlerini Allahu Teala’nın sıfatlarına yönlendirmişlerdir. Veya sıfatları üzerinden Allahu Teala’yı sevmeye yönelmişlerdir. O sevgi onları o kadar temizlemiş o kadar saydamlaştırmış, şeffaflaştırmış ki Cenabı Hakk’ın bir sıfatından baktıklarında, tefekkür noktasında, sanki bütün sıfatlarını o sıfat aynasında seyretmişler. Öyle bir şeffaflık olmuş. Ama bu sevgiyle, muhabbetle olmuş.

Buna her biri belki farklı bir şeyi katık yapmış. Dedik ya Veysel Karani merhamete muhabbeti katık yapmış. Öbürü meveddeti katık yapmış, öbürü başka bir şeyi katık yapmış. Bir şeyle bir şeyi birleştirerek, sanki bir terkip yaparak kemal bulmuşlar.

Zaten Rab-bimiz bahane Rabbi… Öyle çokça zorluk isteyen, murad eden, zorlaştıran değil. Belki çok basit bir şeyden bile, ama ciddiyetle samimiyetle yapıldığında, hoşnut olan bir mabudumuz var. Bu yolu biz biraz yokuşa sürmüşüz.

Geçenlerde de bu mevzu konuşulmuştu, İmamı Azam efendimizin (rahmetullahi aleyh) kırk yıl yatsının abdestiyle sabah namazını kılması gibi ifadeler var. Bazı büyükler hakkında da bu tip ifadeler var.

Bu tip ifadeler İslam’ı zorlaştırmaktan başka bir şey değil. Biz bununla İmamı Azam’ın büyüklüğünü ümmete anlatmak istiyoruz ama farkında değiliz İslam’ı zorlaştırıyoruz. O büyüklerin amelini, o büyüklerin takip ettiği yolu zorlaştırıyoruz. Gerçek kaynaklarda arasanız böyle şeyler bulamazsınız. Bunlar biraz abartı ifadeler.

Onların değerleri farklı noktalarda… Velev ki böyle bir şey olmuş olsa dahi İmamı Azam kırk yıl yatsı abdestiyle sabahı kılmış olsa bile onun değeri buradan değil, buradan değer olmaz. Biz onların değerini başka noktalarda aramalıyız.

Bu anlamda Cenabı Peygamber’e baktığımızda orada bizi böyle çokça zora sokan şeyler görmüyoruz. Var, birçok yönleri var ama adeta bunları ümmetinden gizlemiş.

Misal geçen bir konuyu araştırıyorduk öyle denk geldi; Cenabı Peygamber abdest bozmuşlar, sahabeden birisi hemen ibrik getirmiş, abdest bozdular, abdest alacaklar diye. Efendimiz buyurmuş ki hayır ben abdest almayacağım, ben namaz kılacağım zaman abdestle emrolundum, namaz kılacağım zaman abdest alırım, şimdi abdeste ihtiyaç yok…

Almadığından, abdestsiz gezdiğinden, gezeceğinden değil… Ümmetine bir kolaylık olsun diye orada almamış.

Bu da aslında bir örneklik…

Şimdi biz Peygamberde bu vasfı görürken -abdest bozmuş, abdest almamış, namaz kılarken alacağım buyurmuş- İmamı Azam’ı zorla yatsının abdestiyle sabaha kadar ayakta tutuyoruz. Zorumuz ne?

Bunlar bizim kurgularımız, Rabbimizin bizden beklentisi bu değil.

Ne demek istediğimi iyice anlayın, bunu abdestsiz gezelim, abdest almayalım manasında söylemiyorum. Çünkü ölüm bizi her an yakalayabilir, tedbirli olma durumundayız. Çünkü biz kendimizi biliyoruz, abdest bizim silahımız, abdest bizim zırhımız. Abdest bozduğumuz yerde müsaitse abdest alalım, bize yakışan bu…

Burada bütün mesele sevginin, muhabbetin ziyadeliği… Hakk’a itaat bütün yaratılmışa, mahlûkata şefkat. Eğer bu iki temel esasa riayet edebiliyorsak sorun yok. O zaman Cenabı Hak bize bir nasip lütfedecek. O nasibimiz ne ise onu bize ihsan edecek. Biz bu anlamda mutedil, yumuşak olalım; her türlü katılıktan, sevgisizlikten Dadaş tabiriyle “kor”luktan uzak duralım. Mutedil, munis, mülayim, muhlis, mazlum olalım…

Hani vasat yol deniliyor ya; vasat yolcunun hali budur.

Anlayış bir ufuktur, anlayış bir miraçtır. Bu ufku Hak sana açmalı. Bu miracı sen Hakk’ın kudretiyle gerçekleştirebilirsin. “Dilediğine” buyrulmuş. Birçok nimeti ilahi var ki Kur’an ifadelerinde bakıyoruz Allah bunu “dilediğine” veriyor. Allah’ın dilemesiyle oluyor. 

يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ 

O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah büyük lütuf sahibidir. (Âl-i İmrân, 74)

O fadl, o kerem, o ihsan, o lütuf dilediğine oluyor. Dilediğini o miraca kabul buyuruyor. Burada kulun yapacağı şey temiz sevgi…

Mesela hadisi şeriflere de bakıyoruz adam hiçbir amel yapmamış ama yaptığı çok basit bir şeyden dolayı Allah onu mağfiret etmiş. Yüzüğü varmış onun kaşına bir esma-i ilahi yazdırmış. Uykuda sağdan sola dönerken Allahımızın ismi şerifini söylemiş… Belki habersiz de, haberi de yok ama diline öyle gelmiş söylemiş. Fahişe bir kadın ayakkabısını/çarığını çıkarmış, afedersiniz, bir köpeği sulamış Allah onu affetmiş. Yüz kişiyi öldürmüş daha sonra vazgeçmiş tevbe etmeye giderken yolda ölmüş; rahmet-azap melekleri sizin-bizim diye üstünde nizalaşmış, Allah onu tevbeye yaklaştırmış, suç mahalline uzaklaştırmış, bir bahane halk etmiş affetmiş. Böyle hadisi şerifler var.

Bütün bunlar bize şunu gösteriyor; bu adam, bu insan, o kadın… bütün bunları niye yapmış? Bir sevgi var. Aslında bir bilinç yok, bir idrak, anlayış yok… Bir sevgi var.

Birinde Hakk’a bir sevgi var; Hakk’ın ismini söylemiş. Birinde mahluka bir sevgi var. Birinde yapılan işin şen’iliğinden bir korku var; adam o kadar cinayet işlemiş. Korkunun da temeli sevgiye gider.

İşte o sevgi bir şeylerin önünü açmış. Bu sevgi olmaksızın yapılan dağlar, zerre hükmündedir.

Fıkıhta bazı ölçüler vardır… Misal bir adam yemin kefaretini para olarak vermek istese hepsini bir günde verse bu bir kefaret olur. O günün kefareti olur. On gün verecek bunu. Ya on tane ayrı fakire verecek ya da bir fakire on gün verecek. Hepsini birden bir fakire verse bir kefaret olur.

Mesela Kabe’de, tavafta, namaz kılmaksızın yüz şaft yapsa bir tavaf sayılır. Yedi şaftın arkasından tavaf namazı kılmasa, yüz şaft yapsa bir tavaf sayılır. Hâlbuki yediden hesap ettiğinde belki on beş tavaf edecekti ama bir tavaf etti. Niye? Kafasına göre yaptı, ölçüsüz davrandı.

Sevgisizlik de bunun gibi… Sevgisiz o kadar amel yap yap… Dağ yap, Hakk’ın yanında hükmü zerre, belki zerre de etmez. Ama sevgiyle yap, zerreni dağ yazsın… O muhabbetle yap, o ülfetle yap, yaptığın zerreyi dağa saysın.

Belki kemal bulanların birçoğu kemali böyle bulmuşlar. Zerreden kürre elde etmişler. Denk gelmiş... Bizse diğer tarafta o kadar uğraşalım ki yatsının abdestiyle sabahı kılalım… Derler adamın cevizleri ötmüyor, diğerinin unları ötüyor.

Hâsılı muhabbetsiz mahbub olmaz. Yapıp ettiğimiz hiçbir şeye Cenabı Hak ihtiyaç sahibi değil. Biz muhtacız ayrı, O’nun bizden istediği o samimiyet… Muhabbeti bizden istiyor...

İşte Veysel Karani’de gördüğümüz bu… Onu o sevgi arşı alaya çıkarmış. Belki o yönüyle ele alınsa istisnalar hariç hiçbir sahabenin ulaşamayacağı bir atmosferde Veysel Karani. Sahabe Rasulullah’ı görmüş bu tartışma kabul eden mevzu değildir, o yönüyle değerlendirmiyoruz zaten. Normal bir insanın gayreti, kemali noktasında değerlendirdiğimizde istisnalar hariç Hazreti Veysel Karani ile mukayese edebileceğimiz bir sahabe gösteremezsiniz. Ona denk gelebilecek bir sahabe gösteremezsiniz.

Sevgide bir eriticilik, açıcılık, genişleticilik var. Zahir bilgide daraltıcılık var. Bilgi daraltıyor, kalıplaştırıyor, donuklaştırıyor. Mesela bir insan sırf fıkıh ilmiyle uğraşsa donuklaşır. Fıkhın yanında tasavvufla iştigal etmesin, tasavvuf ilmiyle uğraşmasın o fıkıhtan istifade edemez. Ham sofu olur. Zahid olur, alır satır.

Tasavvuf yumuşatır, eritir, açar, genişletir… Aşkın özelliğidir bu. İnsana en zor menzilleri aştıracak vasıta aşktır. Aşk olmaksızın insanın bir şeye ulaşması güçtür. Sevgiye yaratılmıştır bütün alem, sevgiden yaratılmıştır. Sevmeseydi yaratmayacaktı. Muhtaç değildi ki… Hangi birimizin Allah’a bir katkısı var, hangi birimizin Allah’a bir faydası var?

Bu anlamda şimdi Allah için dediğimiz şeylerin hangisi Allah için, bunu söyleyebilir misiniz? Niyetimiz Allah için. Ama hakikatte o şey Allah için mi? Allah’ın ona bir ihtiyacı var mı? Allahu Teala’nın bir şeyini arttırıyor mu, O’na bir katkı sağlıyor mu? Yok. Allah içinden kasıt ne? O’na duyduğumuz muhabbetten yapıyoruz. O’na ulaşsın, O’na kavuşsun diye değil, biz O’nu seviyoruz, o sevgimizden dolayı O da bizi sevsin diye namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz, zikir yapıyoruz. Biz bunlara “Allah için” diyoruz. Bu bizim zannımız. Yoksa yapıp ettiklerimizin Allah’a bir katkısı yok. Bunu adım gibi biliyorum. Benim namazımın Allah’a bir katkısı yok. Benim sevgimden, sevgi ile yaptığım şeyden hoşlanıyor.

Misal çocuğu olanlar, evde iki, üç, beş yaşında küçük çocuğunuzu düşünün… Çocuğun yaptığı şeylerin size bir katkısı var mı? Yok, ama size müthiş bir keyif veriyor. O gelse konuşsa, bir hareket yapsa, oynasa keyif veriyor size. Hatta o hareketlerini yaparken yanlış bir şey de yapsa o arada misal bardağı kırsa, çayı devirse kızamıyorsunuz. Niye? Muhabbetle yaptı. Çocuk, oynarken çayı döktü. Bu bile size bir zevk, şevk veriyor.

Kulun yaptıkları Cenabı Hakk’a karşı böyle, o çocuğun yaptıkları gibi…

Yanlış söylediği bir kelime, harfleri söyleyememesi o kadar hoşunuza gidiyor ki iki de bir çağırtıp ona söyletiyorsunuz. Yarım yamalak söylemesi, yanlış söylemesi o kadar size keyif veriyor, kulağınıza hoş geliyor, gönlümüze ılgıt ılgıt akıyor. O yarım ağızla misal bir Kur’an okusun, ayetleri belki yanlış okuyor ama size bir keyif veriyor; sanırsınız Abdussamed okumuş.

Sevgiyle, muhabbetle yapılan şeyler de Cenabı Hakk’a böyle keyif veriyor, hoşuna gidiyor. Dolayısıyla da o arada yaptığın yanlışlara da bakmıyor. O çocuğun yanlışı gibi görüyor. Ciddi bir şey değilse ona bakmıyor.

Ama sevgisiz olan şeylerde kasıt aranıyor. Çünkü sevgi yoksa iddia var. İddia, bir şeyde iddialı olmak ciddi bir şey… O zaman ispat isteniyor. Tamamı isteniyor, en ince ayrıntısı isteniyor, isteniyor da isteniyor...

İslam fıkhı belli… Mesela âmâ birinin imameti fıkha göre mahsurludur. Niye, âmâ olduğundan dolayı temizliğe riayet edemez. Necasetten salim olamaz, görmüyor. Görmediğinden dolayı belki belli vazifeleri tam yapamayabilir. Bu bizim fıkhımız...

Peygamberin fıkhına bakıyoruz, Peygamber savaşa, sefere giderken Medine’de âmâ birini imam bırakıyor, ümmeti ona teslim ediyor. İbn Ümmü Mektum… Niye, namaz kıldırabilecek başka biri yok muymuş, gözü gören biri yok muymuş?.. Var, ama onu bırakıyor Peygamber… İmam o… Sevgi var İbn Ümmü Mektum’da. Hakk’a sevgi var, ümmete şefkat var. Bu yüzden Peygamber çok da bakmıyor temizmiş, değilmiş; gönlünün temizliğine bakıyor. Gönlündeki saffete bakıyor. Belki çok daha tırıntaz olan sahabeler var, belki kıraati Hazreti İbn Ümmü Mektum’dan çok daha mükemmel olanlar var ama onu tercih ediyor. Onun sevgisini tercih ediyor.

Geçen bir yerde gördüm, bu da bir sevgi emaresi olduğu için çok hoşuma gitti, duygulandım: Osmanlı bütün Selatin camilerde ikinci müezzinlerini âmâlardan tutmuş. Peygamberin sünnetine ittiba… Yakın tarihe kadar da bu böyle devam ediyormuş, sonradan kaldırmışlar.

Sarayda da harem ağaları zenci… Efendimizin hanei saadetinde haremağası Bilali Habeşi (radiyallahu anh) idi… Kadınlar bölümüyle, annelerimizle o ilgileniyor. O zenci olduğu için saraydakiler de Habeşli, zenci… Peygamberin sünnetine ittiba...

Sevgi… Peygamber’e muhabbet… O’na ait olan şeylerin devam ettiril-mesi… Görülmeyen meseleler bunlar ama bunlar müthiş bir güç, müthiş bir manevi destek…

Şimdi me-selenin bu cephesini bilmesek ne mantık canım niye ikinci müezzinler âmâ-lardan alınıyor diye hemen itiraz edeceğiz. Karşıt görüşler söyleyeceğiz. Ama meseleyi bilince, Peygamberimizin müezzininden, İbn Ümmü Mektum’dan dolayı ikinci müezzinler âmâ, akan sular duruyor, bir şey diyemiyoruz. Niye canım Habeşli birini alsınlar Osmanlı sarayına diye itiraz edeceğiz, Bilali Habeş’ten dolayı bir şey diyemiyoruz. Sevgi önümüze çıkıyor bütün zulümatı dağıtıyor, bütün muhalefeti ortadan kaldırıyor.

Allah bizi sevgiden mahrum bırakmasın. Sevgide nasibi olmayanın başka bir şeyde nasibi yok, buyursun hangi kapıyı çalarsa çalsın. Eğer bir insanın sevgide nasibi yoksa, sevmeyi bilemiyorsa neyi bilir bilsin...

 

Perşembe, 01 Şubat 2018 00:18

Hz. ŞAHI NAKŞİBEND ve NAKŞİBENDİLİK-1

Nakşibendilik 1

Hz. Şahı Nakşiben ve Nakşibendilik-1 - Abdülkadir Visâli

Sayı : 119 - Kasım 2017

 

Hz. Şahı Nakşibend ve Kaşibendilik-1

 

Hayatımızın her alanında cevabı belli sorular vardır. İnsanların dikkatlerini bir noktaya toplamak, beyin jimnastiği yapmalarına vesile olmak, önemine binaen meselelerin altını birkez daha çizmek için sorulur bu sorular. Bu ayki sayı-mızda “Nakşibendiliği yaşamak mı, yaşatmak mı?” diye sormamızın nedeni de yukarıda dile getirdiğimiz sebeplerden ötürüdür. 

Elbette ki aklıbaşında her mümin, her salik, her derviş; kulluk mesuliyyetleri açısından da tasavvuf adab ve erkanı açısından da öğrenmek ve yaşamanın tebliğden evvel geldiğini bihakkın bilir. Fakat her ne hikmetse, öğrenip tatbik etmek yani gayret edip elde ettiğimiz malumat ile sıratı müstakim üzere bir hayat yaşama azminde bulunmak, böylece de rızaya muvaffak olacağımızı ummak yerine; nef-simizin hoşnutluğunu kazanacağımız, do-layısıyla da rızaya muhalif bir vaziyette bulunacağımız aşikar olmasına rağmen güya tebliğ havasında -tabiri caizse- bol keseden atma peşindeyiz.

Fakat ekser ümmet olarak içerisinde bulunduğumuz durum “Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük öfke ile karşılanır.” (Saff 2-3) ayetiyle tarif edildiği gibi büyük bir kabahati irtikap etmekten ibarettir. Zaten büyüklerimiz “hâl dilinin”, “kâl dilinden” daha evlâ ve daha tesirli olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hâce Hazretleri (ksa) bu hakikati “Söylemekliğin hası sözün hulâsasıdır/Yaşamadan söyleyen yarın utanasıdır.” beyitiyle ne kadar da veciz ifade buyurmuşlar. Başta mevzuumuz olan Nakşibendiliğin isim babası eş-Şeyh Muhammed Bahauddin (ks) Hazretleri’nin şahsında da görüldüğü üzere bu silsileye mensup saâdatı kiram ve onların ardı sıra yürüme gayretinde bulunan salikan; hâlin yani müstakim bir vaziyette bulunmanın binler kerametten, keşiften Allah’a daha sevimli olduğu görüşündedir. Bu kutlu yolun yolcuları, Hâce Hazretleri’nin (ksa) ifadeleriyle; “talim, tatbik ve tebliğ” sırasını her daim gözetmiş, kula düşenin öğrenme ve yaşama azmi, gayret; tebliğin yani başkalarına duyurmanın, ulaştırmanın Allah’a (cc) ait olduğunu yani O’nun (cc) takdir ettiği bir nasip olduğu şuuruyla hareket etmişlerdir. Biz bunu bu tarikat-i âliyenin üzerinde manevi tasarrufu olduğuna inandığımız peygamberlerden birisi olan Hazreti İbrahim’in (as) hayatında da görüyoruz: Cenabı Hak, Hz. İbrahim’e, Kâbe’yi, Hz. Âdem’in yaptığı temeller üzerine Hz. İsmail ile birlikte yeniden inşa etmelerini ve bütün insanları haccetmek üzere davet etmesini emretti. (Bakara 127; Hac, 27-29) Hz. İbrahim: “Ya Rab! Benim sesimi kim duyar ki?” dedi. Cenabı Hak: “Sen davet et, duyurmak bana ait.” buyurdu. Hz. İbrahim Ebu Kubeys dağına çıkıp dört bir yana: “Ey insanlar! Bu kadim beyti (Kâbe’yi) hac ve ziyaret size farz kılındı.” diye seslendi. Bu sesi yerle gök arasında, ruh âleminde bulunan insanlar işiterek “Lebbeyk” diye cevap verdiler.

Yolumuzun isim babasının Şahı Nakşibend Hazretleri olduğunu yukarıda söylemiştik. Hiç şüpsiz bu tarikat zahiren ve batınen Hazreti Peygamber’den (as) beslenmekle birlikte yolumuzun anlaşılan manada temelleri altın silsilenin 9. halkası Yûsuf Hemedânî (ks) tarafından atılmış, esasları ve usulleri Hz. Hızır’ın da tavasuutu ile mübarek halifeleri Abdulhalık Gücdevânî (ks) tarafından belirlenmiş, adeta Muhammed Bahauddin efendimizle de müşahhas bir kimlik kazanmıştır.

Tabi Şahı Nakşibend Hz. ve Nakşibendiliği tanımak hem ondan öncesine hem de ondan sonrasına bakmakla mümkün olur. Evveline baktığımızda yaradılış sırrına, Cenabı Hakk’ın muradına, dolayısıyla beşer ve din planında babamız Âdem’den ve müteselsilen onu takip eden bütün nebilerden gelen ve Hazreti Muhammed ile (as) her yönüyle tekmil olunan tek din İslam’ın doğuşuna muhkem bir bağı vardır. Sonrasına baktığımızda ise kendisine tevarüs eden bu sırla sistemleştirdiği rabıta ile yolunu takip edenlere inikas (aksetme, yansıma) ettiren ve onları kendine, dolayısıyla izini takip ettiği Rasulullah’a benzeten; insibağ (rengine boyanma, onun gibi olma) ile Hakk’ın boyasına boyayan bir mürebbi olarak milyonların her daim kendisini hayırla yad ettiği bir imam ve muhabbetle iktida eden muazzam ve müstakim bir cemaat görürüz. Ne muazzam bir devlet, ne yüce bir saltanat. Efendimiz’in “Kim müslümanlıkta güzel bir yol tutturur, güzel bir adet ortaya çıkartır ve bu güzel yol kendisinden sonra sürdürülürse, o yolda gidenlerin sevabından bir şey eksilmeksizin bir misli de o adeti ortaya çıkarana yazılır.” hadisi şerifi ile müjdelediği ebedül ebed bir sermaye...

Onu ve kutlu yolunu tanımak için zahiri hayatlarını mümkün olduğu kadar iyi öğrenmek, ahvaline, batıni hayatına muttali olmaya da mümkün olduğu kadar çalışmak gerekir. Zahir ve batın hayattan kasdımız din-i mübini İslam’ın bildirdiği dış ve iç güzelliğinden ibarettir. İçi de dışı da şeriate, marifet ve hakikate muvafık bir şekilde güzelleşen insan kamil bir mümin, olgun bir insan olur ki bu da biiznillah Rabbine vuslata en büyük vesilelerdendir. Saadatımız bunu “kesb-i kemal, seyr-i cemal” sözüyle parolalaştırmış, himmet çıtamızı nereye koymamız gerektiğini ve maddi/manevi enerjimizi ne yöne kanalize etmemiz gerektiğini bizlere kısa ve öz ifade buyurmuşlardır. 

Fakat maalesef bugün kendilerini Hazret’in yerinde görenlerin kısır anlayışı, bağlılarının fani meyilleri, dünyaya aşırı rağbetleri nedeniyle kalbin ameli olmaktan çıkmış, zikir ve fikrin, istikamet ve ibadetin, güzel ahlak ve erdemli olmanın geriye atıldığı; şekilciliğe bürünmüş, yapmacık usul ve adab anlayışıyla bu yolun adeta ruhsuz bir cesed haline geldiğine de ibretle şahit olmaktayız. İşte o zaman da yukarıda tebşir olsun diye ilk kısmını zikrettiğimiz hadisi şerifin ikinci kısmında bahsi geçen zalimlerden olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıveriyor insan: “Kim kötü bir çığır açar, kötü bir yol tutturur, o çığırdan da ondan sonra başkaları yürürse; o yürüyenlerin günahından bir şey eksilmeksizin bir misli de bu ilk açana yüklenir.” Halbuki Efendimiz (as), Allahu Teâlâ’nın nazar ettiği kalbe işareten; “Kalbin iştirak ettiği amellerin zerre kadarı, iştirak etmediği dağlar kadar amelden üstündür.” buyurarak önce dikkat edilmesi gereken noktanın altını çizmişlerdir. Zaten diğer hadislerle de bu mana teyit edilmiş; kalbi düzelenin bütün vücudunun felah bulacağı/kurtulacağı müjdelenmiş, içi nurlanan bir kalbe sahip olan müminin de “Her kap içini terler” hadisiyle yaptığı her şeyden hem cesedi hem de kendi gibi ârız olan bu dünya büyük faide elde edecektir. 

Nakşibendi yolu, insanın Rabbi ile olan ilişkisini esas alan bir anlayışa sahiptir. İnsanı da bugünkü materyal anlayışın düşündüğü gibi akıl merkezli değil, kalp merkezli bir mahluk olarak muhatap alır. Onun için insan o zalimlere göre “düşünen bir hayvan” iken; kalbi esas alan mübarek dinimize göre “eşref-i mahluk”, yaratışılış itibariyle de “ahsen-i takvim”dir. Bu eksenden hareketle büyüklerimiz de onu “hazreti insan” olarak tesmiye etmişlerdir. Hal böyle olunca da bu kafaya sahip olanların, herşeyi akılla yani gözle görünür şeylerle anlamaya çalıştıklarından ibadetleri bile sadece zahirde kalır, eskilerin tabiriyle hulkumdan içeri geçmez. Ama başta Nakşibendiler olmak üzere bütün gönül sahipleri, ehli irfan evvela nazargah-i ilahî olan kalbe değer vermişler ve insanı kalp merkezli bir halifetullah olarak görmüşler, ve her işe evvela kalplerindeki niyetleri tashih ederek başlamışlar. Her işin orada başlayıp bittiğine kani olmuşlar. Onun için ibadet anlayışları böyle olduğu gibi günah algıları da bu bâtın temizliklerine yakışır olmuş. Bu mübarek taifeye göre en büyük günah zenb-i vücuttur (varlık günahı). Ayeti kerimede “Allah’a ortak koşma; çünkü ortak koşmak büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13) diye geçen şirkin de temelinde varlık, ego, bencillik vardır. Hiç şüphesiz kalbin ameli, müspet manada da menfi manada da bedenin amelinden üstündür.

Bu yol, manevi terbiye yoludur ki buna irşad denir. Yukarıda bahsi geçen kemalatı elde edip Cemalullahı seyredecek bir gönle sahip olmak, kamil mümin olgun insan olmak, zahir ve bâtın fıkhına riayetkâr bir hayat yaşayıp müstakim kalmak bu irşad ile mümkündür. Efendimiz’in “Beni Rabbim terbiye etti...” diye müjdelediği bu manevi alışverişi, “Resül size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının” (Haşr, 7) emriyle Cenabı Peygamber’den ahzetmemiz Rabbimiz’in emri şerifidir. Şahı Nakşibend efendimiz bu hakikati her yönüyle yaşayıp yaşatmaya azmettiklerinden bu yolun mensupları “Madem ki emir âmir ile kâimdir öyleyse bir farz Allah kadar, bir sünnet Rasûlullah kadar kıymetlidir.” buyruğunu iliklerine kadar hissetme çabasındadırlar. Rabbimizin buyruğu ile “O’na tabi olanların bile sevilip rızaya müstehak oldukları” (Âl-i İmran, 31) sabit ise Efendimiz’den razı olduğu hiç şüphesiz bir hakikattir. Cenabı Hak, O’nu “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 4) diye methetmiş, “Âlemlere rahmet” (Enbiya 107) kılmış, “O’nunla (sav) beraber olanlara azap etmeyeceğini” (Enfal, 33) müjdelemiştir. İşte Nakşibendiler, ahlaklarını, efallerini, anlayışlarını, ibadetlerini; giyim kuşamlarını, tavırlarını, kelamlarını, sözün özü içleri ve dışları ile herşeylerini Rasulullah’a göre ayarlamayı kendilerine şiar edinmişlerdir.

Nakşibendiler “Nur saçan bir kandil” (Ahzab, 46) olan Peygamberleri’nin nurlu izinde, ameli “(Habibim) Sen dosdoğru bir yol üzerindesin.” (Yasin, 4) buyrulan O Hazret’in ameline muvafık, mücadelesi “Ey iman edenler, siz kendinizi düzeltmeye bakın” (Maide, 105) ve “Mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin” (Tevbe, 45) ayetleri mucibince hem nefsiyle hem de kafirlerle cihad, davası “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurât, 10) sırrına ulaşmak olan bir yolun yolcularıdır.

Şahı Nakşibend Hazretleri’nin irşad metodunda en önemli yeri hiç şüphesiz “rabıta” tutar. Rabıta, kısaca, sureten (şeklen) ve sireten (ahlak ve maneviyat açısından) mürşide benzeme gayreti olarak tanımlanabilir. Cenabı Hakk’ın “sadıklarla beraber olun” (Tevbe, 119) emri şerifine imtisal edebilme gayretinden ibarettir. Sadıklarla beraberlik edebine riayet şartıyla inanın vuslatı için en tesirli yoldur. Nitekim ashabı kiramın diğer ümmetlere üstünlüğü En Kıymetli’nin (sav) yanında bulunmalarından ibarettir. O’nun mübarek nazarlarına uğramak, devletli mescidlerinde bulunmak, Cenabı Hakk’ın gönlüne akıttığı ilim ve hikmete ilk elden muhatap olmak onları peygamberlerden sonra insalığın en hayırlıları yapmıştır. İşte müridin, peygamber makamına kaim olan mürşidi ile bereberliği de aynen buna benzemektedir. nitekim muallim ve talebe değişse de Hz. Peygamber’in ashabı irşad için kullandığı müfredat asla değişmemiştir. Zahiren beraberliğin mümkün olmadığı zamanlarda ise karşılaştığı meselerle ilgili buyrulan sohbetlere, şahit olduğu ya da kendisine nakledilen hadiseler karşısındaki mürşidinin tutum ve hareketlerine uygun bir hayat yaşamaya gayret etmesidir. Bu taklit, onu biiznillah tahkike ulaştıracaktır. “Allah’a yönelenlerin yolunu tutmak” (Lokman, 15) saliki “Rabbine yönelmeye” (Zümer, 54) O’na vuslata kapı olacaktır. Çünkü mürşidinin eline yapışan kimse müteselsilen Rasulullah’ın elini tutmuş demektir ki “o elin üzerinde de Allah’ın eli (kudreti, tevfik ve inayeti)” (Fetih, 10) vardır. İşte bu sırra ulaşmak içiğn yapılan rabıta, müstakil bir ibadet olmamakla birlikte tüm ibadetlerin “Rabbimiz tarafından güzel bir şekilde kabul buyrulması” (Âl-i İmran, 37) için en önemli vesiledir. Çünkü ihlas, ancak “muhlislere” benzemek demektir. 

Şahı Nakşibend Hazretleri Allah’a vuslata hal ve tavır olarak müsait kimselerin tespiti ve manen işlenmesi husunda çok mahir idiler. Şahbâz, kabiliyyetli bir avcı, bir doğan gibi manevi avına nazar eder, onda gerekli zemini himmeti ile oluşturur ve tabiri caiz ise Hak adına o kişiyi kazanmaya gayret ederdi. Bu husuta damadı ve postnişîni olan Alauddin Attar’a (ks) sorduğu “Siz mi bizi buldunuz, biz mi sizi bulduk?” sorusuna kerameten verdikleri cevap kendilerinin bu hususta -Allah’ın izniyle- engelleri kaldırmaya büyük bir vesile olduğuna işaret eder. Çünkü “Herhalde biz sizi bulduk, efendim.” diye cevap verilince “Şu dağa bi nazar et.” buyurmuş, dağa doğru bakan Alauddi Attar, önündeki sisten dolayı dağı göremeyince anlamış ki onlar engelleri kaldırmasalar gayretleriyle bir netice elde etmeleri mümkün değildir.

Gönlü her daim Hakk’a müteveccih olduğundan, tüm işlerini Allah’a ve Peygamberi’ne arz etmiş (Kur’ân ve Sünnete uygunluğunu tartarak), Onlardan aldığı feyizle yürüdüğü yolda firaset ve basiretle yürümüşler. Kendilerine intisap için gelen Yakub-i Çerhî’ye yola kabulünün mümkün olup olmadığını anlamak için bir gece beklemesi gerektiğini söylemiş, ertesi gün onu manevi evlatlığa, talebeliğe kabul etmiştir. Yakub-i Çerhî Hazretleri, saadet kapılarının kendisine sonuna kadar açılması yahut ebediyyen kapanması ihitimalinden dolayı o geceyi hayatının en uzun gecesi olarak zikretmiştir.

İlme çok önem vermişler. Şer-i şerifin öğrenilmesini, dinin emirlerinin mükemmelen icrası için olmazsa olmaz görmüşlerdir. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9) ayetinin bizi öğrenmeye ve öğretmeye sevkettiği gayet açıktır. Hazret bunu çok önemsediği için yolunu takip edenler ekseriyetle dini ilimleri öğrenen ve hayatlarına tatbik eden insanlar olmuştur. Hatta o derece ki Nakşibendi tarikatı “hocaların tarikati” diye diğerleri arasından tefrik edilmiştir. Zaten bize emir buyrulan “Havf ve Reca”nın tahakkuku da bu bilgi ile beraber gelen tanıyışla mümkün olur.

Yolumuzun mürşidleri ve taliplerinin dinlerini öğrenme ve yaşamadaki bu azimleri sebebiyledir ki bu tarikate bidat ve hurafe bulaşmamıştır. Seyyid Sıbğatullah Arvasi Hazretleri (ks) bu hakikati ifade ederken; “Bu yolda sulûk zordur, çünkü bidat ve hurafe bizim yolumuza bulaşmamıştır.” buyurmuşlar.

 

Yazar:  Abdülkadir Visâli

 

Perşembe, 01 Şubat 2018 00:13

İSLAM GÖNÜLLERE NAKIŞ NAKIŞ İŞLENİR

İslam Gönüllere Nakış Nakış İşlenir

İslam Gönüllere Nakış Nakış İşlenir - Andelib

Sayı : 119 - Kasım 2017

 

İslam Gönüllere Nakış Nakış İşlenir

 

Tarikat, şeriat, yoldur varana,

Hakikat, marifet ondan içeru,

                        (Yunus Emre)

 

“Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri adedincedir.” buyurmuş Peygamber Efendimiz. Her canlının Hakk’a dönük bir tarafı vardır ve insan her mahlukta Hakk’ın eserini görebilir. Aynı zamanda Hakk’ın en büyük eseri insan olmuş. İnsanı kendine atfetmiş Cenabı Hak (cc). Gizli hazine sırrının muhatabı insan olmuş. Marifet ve muhabbet kapıları insana açılmış.

Peygamberler bu kapıların ser levhaları… Onlarla insanlık doğru yolu bulmuş, hidayeti bulmuş, sapkınlıklardan, karanlıklardan hep onlarla kurtulmuş. Peygamber Efendimiz (sav) ahir zamanın nurlu kandili… Işığıyla kâinat nurlanmış, şehirler medenileşmiş, insanlar ulvîleşmiş. Kapkara gönüller, apaydınlık olmuş… Peygamber Efendimiz’in nurundan istifade edenler, yıldızlaşmışlar, kendilerinden sonra gelenlere rehber olmuşlar, yön olmuşlar, yol olmuşlardır.

Tarikat, yol anlamında. Peygamber Efendimiz (sav) ile başlayan ashabı kiram ve evliyalarla devam eden kutlu kervanın adı. Bu yolda Allah adamı olmak var, Allah’ın (cc) sevdiği, Allah’ın razı olduğu kullar arasına girmek var.

Kadirilik, Şazililik, Rifailik, Yesevilik, Mevlevilik, Halvetilik, Nakşibendilik… hep Hakk”a giden yollar olmuşlar. Kimi cehri zikir yapmış, kimi aşkından sema eylemiş, kimi birçok riyazat yapmış… Hedef hep aynı: Allah’a kul olmak.

Tarikat, gönül adamı yetiştirir. Gönül paha biçilmez bir hazinedir. Mürşidi kamiller, kuyumcu hassasiyetiyle, ince işçilikle gönül hazinesinin açığa çıkması için gayret etmişlerdir. Her insanda bir hazine gizlidir. Kafir bu hazineyi örten, müslüman açığa çıkarandır. Sûfiler ise bu hazineyi elmasa dönüştürmeye çabalamışlardır. 

Dünyanın birçok yerine İslam sûfilerle ulaşmıştır. Kalpler bu güzel insanlarla yumuşamış ve İslam’la şeref bulmuştur. Sûfiler İslam’ı özümseyerek muhabbetle yaşadıkları için anlattıkları daha tesirli olmuştur. Gönüller, İslam’la elmaslaşmış, yakut olmuş. Hatta öyle gönüller yetişmiş ki, Hz. Ebubekir misali ümmet bir tarafa o bir tarafa denmiş. Ya Rabbi, bu nasıl bir değer, nasıl bir hazine…

Peygamber vazifesidir insanları Allah’a (cc), Allah’ı da insanlara sevdirmek. Bu yol sûfilerin yoludur. Sûfiler aşkı her şeyin üstünde tutmuşlardır. Aşkla ibadet etmişler, aşkla ilim okumuşlar, aşkla hizmet etmişlerdir… Aşkı yudum yudum içmişler hayatlarında. Mevlana meşhur bir âlimken aşkı tanıyınca, aşkı tadınca Mevlana olabilmiş…

Nakşibendilik; sevgi yoludur, sevenlerin yoldur. Nakşibendi saliklerinin seyri ilallah yolculuğunda en büyük azıkları muhabbettir. Muhabbetle gidilir bu gönül yolculuğunda. Aşkı olmayanın tarikatte nasibi olmaz buyrulmuş. Sevmeyen bu kapıdan nasiplenemez. Severken sevilmiş sûfiler. Sevginin potasında erimişler… Sonra her biri bir Ebubekir, bir Selman, bir Cafer olmuşlar… 

Nakşibendilik, nakş edilenlerin yolu… İslam’ın güzellikleri muhabbetle gönle nakşedilir. Bu işlem bir kilim dokur gibi, bir halı deseni gibi ilmek ilmek yapılır. Nakşibendiliğin desenleri ihlastır, ihsandır, takvadır… İslam’a uymayan hiçbir şey Nakşibendilik yoluna giremez. Bozuk bir desen gibi hemen belli olur. Nakşibendiler; dinlerine, ehlisünnet inancına çok düşkündürler. Onlar İslami değerleri gönüllerine nakış nakış işlerler… İsimleri de buradan gelmektedir.

Nakşibendilik, bidatlere kapılarını kapatmıştır. Nakşibendiler, sünnete düşkünlük derecesinde muhabbetle bağlıdır. Nakşibendi dervişleri için sünneti yaşamak, sünneti üzerinde taşımak mutluluk kaynağıdır. Sûfiler; bırakın sünnet hakkında, hadis hakkında olumsuz konuşmayı, gönüllerine bu konuda havatır gelse hemen tevbe ederler. O yüzden bir kişi hadis hakkında, ashabı kiram hakkında olumsuz konuşmayı bırakın lakayt davransa, ağzıyla kuş tutsa bir değer ifade etmez. İsterse o adam allamei cihan olsun, ciltler dolusu eseri olsun, isminin önünde kalabalık unvanları olsun fark etmez… Artık bunlar gözden ve gönülden düşerler. Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) Erzurum İlahiyatta değer verdiği bazı hocaların sünnet karşıtı birilerini konferanslara getirmelerine hemen tepki vermişlerdir. Birileri hangi niyetlerle böyle gaflete düşer bilmeyiz. Ama bir sûfi gönlü buna müsaade etmez. Süleyman Çelebi dinlediği bir vaazın Peygamber Efendimiz”i (sav) incittiğini düşünerek “Mevlid” adıyla bildiğimiz “Vesiletü’n Necat” isimli eserini yazmıştır. 

Nakşibendiler, birçok yoldan istifade etmişlerdir. Zikirden, nazardan feyizlenmişlerdir… Ama en çok kemalâtı sohbetle kazanmışlardır. Sohbetle yetişmişler, olgunlaşmışlardır. İslam akidesi, Peygamber Efendimiz’in (sav)ahlakı, evliyaullah muhabbeti hep sohbetlerle gönüllere nakşedilmiştir.

Nakşibendiliğin seyrinde anlayış ve idrak çok önemlidir. Nakşibendi şeyhlerinin çoğu zamanının en büyük alimlerindendi. İmamı Gazali (ks), İmam Rabbani (ks), Mevlana Halid Bağdadi (ks), Abdulhakim Bilvanisi (ks), Abdussamed Ferhendi (ks), Hâce Hazretleri (ks) sûfi olmalarının yanı sıra aynı zamanda çok büyük alimdirler. Hâcegân dergahında gönüller doyduğu gibi akıllar da mutmain olur. Sohbetlerde fıkıh, akaid, ahlak vb. konular doğal seyrinde hem akıllara hem gönüllere nakşedilir.

Nakşibendiler, huzurun muhafazanın gayreti içerisinde olmuşlardır. Aldıkları her nefeste (hûş der-dem), attıkları her adımda (nazar ber-kadem) kalabalıklarda (halvet der encümen) gafil olmamışlardır. Yolculuk asıl vatanadır (sefer der vatan) bunu bilirler. Zikirlerini muhafaza ederler (nigah daşt). Arzuları Allah’ın rızasına ulaşmaktır. “İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi (Ya Rabbi, maksadım Sensin, arzum rızana ulaşmaktır.)” zikirlerinin parolası gibidir.

Hiç şeker yememiş birine şekerin tadını anlatamazsınız, tatlıdır dersiniz ama tatmadan şekerin tadını alamaz. Tasavvuf yaşanmadan anlaşılmaz. Tasavvuf malumatına sahip olmak demek sûfi olmak değildir. Birileri çok derin tasavvufi meseleler konuşsa da eğer sûfi değillerse bu halleri yüzme bilmeyip okyanuslardan bahsetmeye benzer. 

Nakşibendilik, İslam okyanusu- nunda kulluğun güzelliklerini tanıyıp yaşamanın adıdır. Büyüklerimiz Kadiriliği coşkun akan ırmaklara, Nakşibendiliği durgun okyanuslara benzetmişlerdir. Okyanusların hareketi içlerinde, derinliklerindedir. Bu yüzden zikirleri, halleri gizlidir, dışarıdan pek bilinmez. 

İslam’ın güzelliklerini, inceliklerini bozulmadan ilk günkü anlayışı ile bize ulaştıran sûfiilere teşekkür ediyoruz. Günümüzde birileri FETÖ’yü bahane edip bu kadim tasavvuf ekollerine saldırmaktadır. İçimizdeki ve dışımızdaki bütün İslam düşmanları bilsin ki, Nakşi-bendiler İslam akidesini, ahlakı hamidiyeyi kıyamete kadar muhafaza edeceklerdir. 

Ya Rabbi, sevdiklerini bize sevdir, bizi de sevdiklerine sevdir. Bizi istikametten ayırma… Taassuba düşmeden Nakşibendiliği anlamayı ve yaşamayı bizlere nasib eyle… Amin…

 

Yazar:  Andelib

 

Perşembe, 01 Şubat 2018 00:11

EBU HUREYRE HAZRETLERİ’NE NEDEN SALDIRILIR?

Ebu Hureyre r.a

Ebu Hureyre Hazretleri'ne Neden Saldırılır? - Sâlik-i İrfan

Sayı : 119 - Kasım 2017

 

Ebu Hureyre Hazretleri'ne Neden Saldırılır?

 

Hamd ve senalar âlemlerin Rabbi olan, Kâdir-i Mutlak olan, Halim ve Seriyy-ul Hisâb olan Mevlamıza… Cenabı Mevlamız mutlak kudret sahibi fakat aynı za-manda Halîm (Cezalandırmayı erteleyen) ve nihayetinde Seriyy-ul Hisâb (Hesabı çabuk gören)… 

Binler salât ve selam ise Sahibimiz, Şefaatçimiz, Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) hazretlerine olsun. Elhamdulillah, ümmetine çok düşkün bir Efendimiz var. O’na ne kadar salat-ü selam getirsek az.

Dört halife efendilerimizden sonra geçen sayımızda Hz. Selman (ra) efendimizin hayatından bahisle kimi kesitleri paylaşmıştık. Bu sayımızda da Hz. Ebu Hureyre (ra) efendimizin hayatı ve bizlere yol göstericiliği hakkında yazmaya çalışacağız.

Hz. Ebu Hureyre (ra), çok hadis rivâyet eden meşhur sahâbîdir. Adı Abdurrahman b. Sahr; künyesi, Ebû Hureyre ‘dir. Câhiliye döneminde ismi Abdüşşems idi. Hz. Peygamber (sav) onu, Abdurrahman (bazı rivâyetlere göre Abdullah) diye adlandırır. (el-Hâkim en-Nisâbûrî, el-Müstedrek, Beyrut, III, 507).

Bir gün kaftanımın içinde küçük bir kedi taşıyordum. Resûlullah gördü. “Nedir bu?” buyurdu. Ben de, “Kedicik” dedim. Bunun üzerine Resûlullah bana “Ey kedicik babası!” buyurdu. Ebû Hureyre m. 678 senesinde 78 yaşında iken Medine-i Münevvere’de vefât etmiştir.

Müslüman olduğunda 30 yaşını geçmişti. Yemendeki Devs kabilesinin ileri gelenlerinden ve meşhûr şair olan Tufeyl bin Amr (ra) vasıtasıyla müslüman olmuştur.

Hicretin 7. yılında Tufeyl bin Amr (ra) îmân edenlerle birlikte Yemen’den ayrılır. Yetmiş kişiden fazla bir kâfile halinde Medine’ye gelirler. Ebû Hureyre bir an önce Peygamberimizi (sav) görmek, O’na kavuşmak aşkıyla yanmaktadır. Yolculuğun uzun sürmesinden sıkılır. Bu halini şu beyitle dile getirmiştir:

“Yâ leyleten min tûlihâ ve anâihâ,

Âlâ ennehâ min daret-il-küfri necceti.”

(Ey yolculuk gecesi! Bıktım yolun uzunluğundan ve sıkıntısından. Fakat bu yolculuktur, kurtaran beni küfür ve inkâr yurdundan.)

Peygamberimiz (sav) Hayber’de olduğu için Medine’ye gelen bu kâfile doğruca Hayber’e hareket eder. Oraya vardıklarında Peygamberimiz (sav) Natat kalesini fethetmiş, Kâtibe kalesini de kuşatmıştır. Peygamberi-miz’in yanına vardıklarında Ebû Hureyre’ye bakıp  “Sen kimlerdensin?” buyurur. O da: “Devs kabilesindenim!” der. Peygamberimiz (sav) “Devs içinde kimi gördümse onda hayır gördüm.” buyurur. Bundan sonra Ebû Hureyre (ra) Peygamberimize (sav) müslüman olduğunu söyler ve bîat eder. 

Hz. Ebû Hureyre (ra), Peygamberimizin (sav) yanına geldikten sonra artık O’ndan hiç ayrılmaz. Ashâb-ı kiramın en fakîri olup, Ashâb-ı Suffa arasına katılır. Ashâb-ı Suffa, Mescid-i Nebî’de kalır hep ilimle meşgûl olurdu. Ebû Hureyre de (ra), Peygamberimizin (sav) hep huzûrunda bulundu. Bu hal Peygamberimizin vefâtına kadar dört sene sürdü

Hz. Ebû Hureyre (ra), Hazreti Ebû Bekir’in halifeliği sırasında idarî işlerle meşgûl olmamıştır. Hazreti Ömer’in halifeliği sırasında ise Bahreyn vâliliğine tayin edilir. Bir müddet bu vazîfeyi yapar. Hazreti Osman’ın halifeliği sırasında Mekke kadılığı, Hazreti Muâviye’nin halifeliği sırasında da Medine vâliliği yapar. Hoş sohbet, temiz ve ince duygulu, saf gönüllü idi (Zehebî, Tezkire, 1, 33). Emirlik ve valilik ona kibir vermedi. Üstelik alçak gönüllülüğünü arttırdı. (ibn Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübrâ, 4-336)

İffet sahibi, eli açık-cömertti. Hz. Osman’ın (ra) şehid edilmesinden sonraki fitne olaylarında köşesine çekildi. Halk onun bu halinden kendisine söz ettiklerinde Rasûlullah’ın (sav) şu hadisini rivâyet ediyordu: “Fitneler çıkacak. O zamanda, oturanlar ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim dönüp bakmaya yönelirse, o da ona yönelir. Kim bir sığınak veya korunak bulursa onunla korunsun.” (Buhâri, Menâkib, 25; Müslim, Fiten, I0).

İmam Şâfii gibi büyük âlimlerin bildirdiğine göre, Ebû Hureyre kendi dönemindeki hadis nakledenlerin içinde hafızası en sağlam olanıdır. (İbn Hacer, el-isâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, IV, 205). Ebû Hureyre (ra), çok hadîs rivayet ettiği için kendisine yöneltilen tenkitlere genellikle şu cevabı vermiştir: “Bazı kimseler: ‘Ebû Hureyre çok (hadîs rivayet) ediyor.’ deyip duruyorlar. Hâlbuki Ensar kardeşlerimiz tarlalarında ziraatla, muhâcir kardeşlerimiz de pazarda ticaretle meşgul olurken, (bu kardeşiniz) karın tokluğuna Hz. Peygamber’e (sav) hizmet ediyor, onların görmediklerini görüyor, duymadıklarını duyuyordu.” (Buhârî, İ’tisâm 22; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 159-60)

Ashabın güzide simalarından Hz. Talha da Ebû Hureyre’ye (ra) hakkını teslim etmiştir. Kendisine neden onun kadar çok hadîs rivâyet etmediği sorulduğunda şöyle demiştir: “Allah’a yemin olsun ki onun, bizim Peygamber’den duymadıklarımızı duyduğundan asla şüphe etmem. Gerçek şu ki, bizler varlıklı kimselerdik; evimiz barkımız vardı. Peygamber’in (sav) yanına ancak sabah ya da akşamleyin gidebiliyorduk. Oysa Ebû Hureyre, hiçbir şeyi olmayan fakir bir insandı. Kendisi Hz. Peygamber’in (sav) misafiri olarak Suffa’da kalır ve yanından hiç ayrılmazdı.” (Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, 6/133; Tirmizî, Menâkıb 47)

“Ömer’e çokça hadîs rivayet etti-ğim haberi ulaştığında beni çağırıp, ‘Fala-nın evinde, Resûlüllah’la (sav) birlikteydik ve sen yanımızdaydın değil mi?’ diye sordu. Ben de: ‘Evet (ben de oradaydım) ve bunu neden sorduğunu da biliyorum!’ dedim. Ömer: ‘Peki neden sordum?’ dedi. Ben de: ‘Allah Resûlü o gün, “Kim bile bile bana yalan isnat ederse, ateşteki yerine hazırlansın!” buyurmuştu.’ dedim. Hz. Ömer: ‘(Madem bunu hatırlıyorsun) o hâlde git ve hadîs rivayet et!’ dedi.” (İbn Kesîr, el-Bidâye, 7/107; Zehebî, Siyer, 2/603)

Sahâbiler, onun hadis ri-vâyetindeki üstünlüğünü kabul ettiler ve ondan hadis naklettiler. Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Talha, İbn Abbâs, Hz. Âişe, Abdullah b. Ömer (r.anhum) bunlardandır. (Hâkim en-Nisâbûrî, III, 513; İbn Kesir, VIII, 108). Bu da onların, Hz. Ebû Hureyre‘nin güvenilirliği ve doğruluğu hususunda ittifak ettiklerini gösterir. 

Buhâri’nin söylediği gibi Ebû Hureyre‘den sekiz yüz âlim hadis rivâyet etmiştir. O, sahâbe ve muhaddisler nazarında son derece güvenilir, yüce bir şahsiyettir. İbn Ömer şöyle demiştir: “Ebu Hureyre benden daha hayırlı ve naklettiğini daha iyi bilendir.” 

Mervan’ın katibi Ebû Zuayzia da Ebû Hureyre ‘nin hadis rivâyetinde ne derece güç-lü olduğunu gösteren şu haberi nakleder: “Mervan, Ebû Hureyre ‘yi sarayda hadis rivâyet etmek için dâvet etmişti. Mervan beni divanın arkasına oturtmuştu ve ben de Ebû Hureyre ‘nin naklettiklerini gizlice yazıyordum. Ertesi yıl yine onu dâvet etti ve ondan hadis rivâyet etmesini istedi. Bana da bir yıl önceki yazdıklarımdan takip etmemi tenbih etti. Neticede, onun bir tek kelime bile değişiklik yapmadan rivâyet ettiğini gördüm.” (İbn Kesir, III,106; M. Ebû Zehv 162-164).

Resûlüllah’a en yakın iki sahabiden Hz. Ebû Bekir (ra) Sunh denilen yerde oturduğu ve oradan Mescid-i Nebevî’ye ancak iki günde bir gelip gittiği (Buhârî, Cenâiz 3; Megâzî 84), Hz. Ömer (ra)’in de ancak gün aşırı Mescid’e gelebildiği (Buhârî, İlim 25; İbn Hanbel 1/33)göz önüne alındığında, Allah Resûlü’yle (sav) mülâzemetin Ebu Hureyre’ye ne büyük bir avantaj kazandırdığı anlaşılmaktadır. 

Resûl-i Ekrem’in (sav) duasına mazhariyet, Ebû Hureyre’nin ilme olan iştiyakı dolayısıyla kazandığı manevî bir fazilettir. Rivayete göre, Ebû Hureyre ve Zeyd b. Sâbit (ra) gibi sahabîlerin Mescid-i Nebevî’de dua ve zikirle meşgul oldukları bir esnada, Allah Resûlü (sav) gelip yanlarına oturmuş ve her birinden dua etmelerini istemişti. Hz. Zeyd ile diğer arkadaşlarının dualarına ‘âmîn’ dedikten sonra, Ebû Hureyre’nin: ‘Allah’ım Sen’den bu iki arkadaşımın istediklerini ve ayrıca unutulmayacak bir ilim vermeni istiyorum.’ şeklindeki duasına da ‘âmîn’ diye mukabele etmiştir. Diğerlerinin: ‘Ey Allah’ın Elçisi, biz de unutulmayacak ilim istiyoruz.’ demeleri üzerine, Ebû Hureyre’yi (ra) kastederek, ‘Şu Devsli genç sizi geçti.’ (İbn Hacer, el-İsâbe, 7/204) diyerek onun bu konudaki arzu ve iştiyakına işaret etmiştir.

Bir gün Allah Resûlü (sav) ganimet taksim ederken, onun taksimata kayıtsız kaldığını görmüş ve: “Sen de arkadaşlarının benden istediği gibi ganimetten istemez misin?” diye sormuş, o da buna, ilme adanmış bir ruh hâliyle şöyle karşılık vermiştir : “(Ey Allah’ın Elçisi) Benim Sen’den istediğim tek bir şey var, o da Allah’ın sana öğrettiği ilimden bana da öğretmendir.” (İbn Hacer, el-İsâbe, 7/203)

Hz. Ebû Hureyre: “Resûlüllah’tan iki kap dolusu ilim aldım. Bunlardan sadece birini aranızda yaydım. Diğerine gelince, eğer bunu aranızda yaymış olsaydım, şu gırtlağım kesilirdi.” diyerek gizli bir ilme sahip olduğunu da ifade etmiştir. Ebû Hureyre’nin insanlara yaymadığı ilmin ahkâma ve âdâba dair olması ihtimal dâhilinde değildir. Zira bunu ümmetten alıkoyması risaletin tebliğine aykırı bir husustur. Tercih olunan kanaate göre, bunlar, kıyamet alametleri, ümmetin başına gelecek olan bazı fitneler ve yine onların başına geçecek zâlim idarecilerle alâkalı haberler olmalıdır. Ebû Hureyre’nin (ra) bazen kinayeli olarak aktarmış olduğu haberler de bu kanaati güçlendirmektedir. Meselâ Allah Resûlü’nün (sav) “Vukuu yaklaşan şerden dolayı vay Arap’ın hâline.” (Buhârî, Fiten 4) sözü ile Ebû Hureyre’nin “60 yılının başları ve yönetimin çocuklara geçtiği (günlerden) Allah’a sığınırım.” (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 1/261) ifadeleri buna işaret etmektedir. 

Hz. Ebû Hureyre güçlü bir hafızaya sahipti. Ancak hadîsleri ezberleyebilmek için daha güçlü bir hafızaya sahip olmak gerektiğini bildiği için bir gün Hz. Peygamber’e (sav) hafızasından şikâyette bulunmuş, Hz. Peygamber de ona, elbisesini yere yaymasını ve konuşması bitinceye kadar öylece bırakmasını, sonra toplayıp sırtına tekrar giymesini tavsiye etmişti. Ebû Hureyre (ra), Hz. Peygamber’in (sav) bu tavsiyesine uymuş ve o günden sonra duyduklarını bir daha unutmadığını ifade etmiştir. (Buhârî, İlim 43; Tirmizî, Menâkıb 47)

Sahabenin bir araya geldikleri cuma günlerinde Mescid-i Nebevî’nin bir kenarına çekilerek hadîs rivayet eder, pek çok insan da onu can kulağıyla dinlerdi. Bu aynı zamanda onun hadîste otorite olarak kabul edildiğinin de bir işaretidir. Ebû Hureyre’den (ra) menkul hadîslerin böyle geniş bir kesime hitap etmesi dolayısıyladır ki, sahabe ve tâbiûndan 800 civarında ravi ondan hadîs rivayet etmiştir. (İbn Hacer, İsâbe,7/202)

Resûlullah (sav) “Allahım şu kulunu ve annesini mü’min kullarına, mü’minleri de onlara sevdir.” buyurarak duâ etti. Artık onu bilen ve gören her mümin sevdi.

Ebû Hureyre (ra) fazîleti ve İslâmı yaşamasıyla en mükemmel bir nümûne idi. Çok geceleri ibâdet ile geçirir, sabaha kadar namaz kılar, Kur’ân-ı kerîm okurdu. Her ayın başında üç gün oruç tutardı. İbâdetlerde çok ihtiyâtlı hareket ederdi. Hep abdestli bulunur ve Resûlullah: “Abdestli olan vücûd azâsına cehennem ateşi dokunmaz” buyurdu, derdi.

Hadis ilminde “muksirûn” (çok rivayet edenlerden) diye şöhret buldu. Muksirûnun alt sınırında yer alan Ebu Said-i Hudri (ra) bin yüz yetmiş, zirvede olan Ebu Hureyre (ra) ise beş bin üç yüz yetmiş dört hadis rivayet eder.

Macar asıllı müsteşrik yahudi Ignaz Goldziher ve benzerleri Ebû Hureyre’nin hadis uydurduğunu ve bunda hayli ileri gittiğini ileri sürmüştür. Böyle bir tenkid tümüyle bâtıldır, geçersizdir ve hiçbir haklı tarafı yoktur.

Bu alanda gayretleriyle takdir toplayan İhsan Şenocak Hoca’dan bir alıntıyla yazımızı bitirelim: “Sahabenin, özellikle de müksirunun bütün zamanlara Kur’an’ın mübeyyini Efendimiz’in (sav) sünnetini taşıma gayretleri “elleriyle dini değiştirmek” isteyenlerin önünü kapadı. Çünkü gayri İslami oluşumlar, onların rivayet ettiği hadislerle meşruiyet alanlarını yitirdiler. Bu yüzden İslam düşmanları tenkit oklarını sünnetin taşıyıcıları olan sahabeye yönelttiler. Hedefe de Ebu Hureyre’yi (ra) koydular. Çünkü tek başına o, bir hadis mecmuasıydı. Onun cerhedilmesi topyekün İslami disiplinlerin de çökertilmesi demekti. Bu yüzden Ehl-i Sünnet karşıtı fırkaların saldırılarını yoğunlaştırdığı sahabi Ebu Hureyre (ra) oldu. Allah’ın dinini hevalarına göre şekillendirmek isteyen Cehmiler ona saldırdı. Çünkü onun rivayet ettiği hadisler Cehmiyye’nin delillerini çürütmüştü. Müslümana kılıç çekmeyi caiz gören Hariciler onun rivayetlerini tereddütsüz reddettiler. İnsanın kaderini kendisinin tayin ettiğini söyleyen ve bu söyleyişle Kudret-i İlahi’yi ta’dil eden Kaderîler, Ebu Hureyre’nin (ra) hadisleriyle istidlali caiz görmediler. Kabul ettikleri sahabe, bir elin parmaklarını geçmeyen Şia, onu yalancıkla itham etti. Zındıklar, muharrifler, müsteşrikler, mustağripler… hâsılı bütün İslam düşmanları dini tezyif ve tahkir etmeyi murat ettiklerinde söze Ebu Hureyre (ra) ile başladılar.

Asırlar geçti, usuller, esaslar değişti. Fakat Ebu Hureyre (ra) karşıtları hep aynı hal üzere kaldılar. Çünkü talep ettikleri İslami değişimin karşısında rivayet ettiği hadislerle hep en önde Ebu Hureyre (ra) vardı. Bu yüzden ilk aşılması gereken engel olarak onu gördüler. Önde olması tezyif ve tahkir kampanyasında da öne alınmasına sebep oldu.”

Hz. Ebu Hureyre ömrünün son günlerinde hastalanır. Hastalığını duyanların ziyârete gelmesiyle büyük bir kalabalık toplanır. Bu hastalığı sırasında “Allah’ım sana kavuşmayı seviyorum. Bunu bana nasîb eyle.” der ve ruhunu teslim eder.

Cenabı Mevla şefaatini lütfeylesin. Bizleri ona bağışlasın. Cennetinde cemalinde bizleri buluştursun. Amin, vel hamdu lillahi Rabbil alemin.

 

Yazar:  Sâlik-i İrfan

 

de ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olr mu

De ki Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur mu? - Tamer Doymuş

Sayı : 119 - Kasım 2017

 

De ki Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur mu?

 

“De ki pis ile temiz, yani helal ile haram hiç bir olur mu?” (Maide,100) 

“De ki görmeyen ile gören hiç bir olur mu? Yahut karanlıklarla nur bir olur mu?” (Rad, 16) 

Ayeti kerimeler pis ile temizin, ama ile görenin, karanlık ile nurun arasındaki farkı misallerle anlatmak suretiyle ilmin, âlimin, talebenin ehemmiyetini ve bunların yanında birde cehaletin durumunu nazara vermektedir.

“Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilmiş kimseleri yüksek derecelere çıkarır.” (Mücadele, 11)

“Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran; size Kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi öğreten bir Rasul gönderdik.” (Bakara,151)

Eğitimin ilim ehli tarafından çeşitli tarifleri yapılmıştır. Bu tariflerin birinde şöyle ifade edilir: Eğitim, “Bireyde meydana gelen davranış değişikliğidir.” 

Eğitim ailede başlar:

“Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrim,6)

“Ve o kullar, “Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl” derler.” (Lokman,74)

“Her çocuk İslam fıtrat üzere doğar…” hadisi şerifi çocuğun anne ve babanın telkiniyle, yaşam tarzlarıyla hangi sonuca doğru yönlendirildiği açıkça belirtilmiştir. 

Ailede eğitim de öncelik:

Ailede terbiye öncelikle tevhid akidesini yerleştirmekle başlar.

“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir toplumun-babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Rasul’üne düşmanlık edenlerle dostluk ettiğini görmezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın hizbi (gurubu)dur. İyi bilin ki, kurtuluşa erecek olanlar sadece Allah’ın hizbi (gurubu) olanlardır.” (Mücadele,22)

Terbiyede namaz öncelikli yere sahiptir:

“Ailene namazı emret ve ona sabır ile devam et. Biz, senden rızık istemiyoruz; Biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takva sahipleri içindir.” (Ta-Ha,132)

“Evlerinizde oturun, ilk cahiliye devri (kadınlarının) yürüyüşü gibi açılıp saçılarak, ziynetlerinizi göstererek yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasulüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab, 33) 

“Evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin iç yüzünü bilendir ve her şeyden haberi olandır.” (Ahzab, 34)

Ebeveynler evde çocuğa örnek olmalıdırlar. Anne çocuğun ilk muallimi olması bakımından giyim kuşamından başlayarak her hususta örnek olmalıdır. 

Ailede çocuğun eğitimini istenildiği gibi vermeyenlerin durumu ayette şöyle ifade ediliyor: “Siz de O’ndan başka dilediğinize tapın! De ki: “Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem de ailelerini ziyana sokanlardır. Dikkat edin, işte, bu apaçık hüsrandır.” (Zümer, 15)

Bu eğitimi önemseyenleri nazara verirken şöyle buyruluyor: “Cennettekiler birbirlerine dönüp sorarlar: Derler ki: Daha önce biz, ailemiz için de korkardık.” (Tur.25,26)

“Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münafıkun, 9)

Aile çocuğun arkadaş seçiminde dikkat edecektir. Hadisi şerifte: “Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse kimi dostlar edindiğinize dikkat edin.” Ailede çocuğun eğitiminde izlenecek metodu, bu eğitimde önceliklerin neler olması gerektiğini Lokman’ın (as) dilinden Rabbimiz bizlere bildiriyor:

“Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti.” (Lokman,13)

“Yavrucuğum! Yaptığın iş, bir hardal tanesi ağırlığında olsa da bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yer de bulunsa, yine de Allah onu getirir. Doğrusu Allah çok lütufkâr, her şeyden haberdardır.” (Lokman,16)

“Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeğe çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeğe değer işlerdir.” (Lokman,17)

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünen kimseleri asla sevmez.” (Lokman,18)

“Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.” (Lokman,19)

Said bin el-As’dan: Rasulullah (sav) buyurdu: “Bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha iyi bir miras bırakamaz.”

Ferdin eğitimi nasıl olmalıdır? Eğitim sürecinde nelere dikkat edilmelidir?

-İlim talebesinin dikkat etmesi gereken hususlar:

İlim talebesi ilim tahsilinde azimli olmalıdır. “Bizim uğrumuzda gayret gösterenleri muhakkak kendi yolumuza eriştiririz.” (Ankebut,69)

İlim tahsilinde talebe Allah rızasını taşımalıdır. Zira ayeti kerimede buyruluyor ki:

“Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şey veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.” (Şura,20)

Talebe ilim erbabını ganimet bilip onlardan istifade etmelidir. Zamanı iyi değerlendirmeli.

İlim tahsili esnasında talebe vera sahibi olmalı, haramlardan, şüpheli şeylerden sakınmalıdır.

Talebe emirlere sarılmalı, yasaklardan kaçınmalıdır. Sünnetlere sarılmalı, bidatlerden sakınmalıdır: “Bir de peygamber size her ne verirse onu tutun, yasakladığından da sakının.” (Haşr,6) İlim talebesi öğrendikleriyle amel etmelidir.

“Ey iman edenler yapmayacağınız şeyleri niçin söylersiniz. Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” (Saff,2-3)

Şöyle buyruluyor: Dört şey ancak dört şeyle tamamlanır: Din takva ile söz fiil ile şahsiyet tevazu ile ve ilim amel ile... Buna göre din takvasız olursa tehlikededir. Fiilsiz söz boşa gitmiş gibidir.

Tevazusuz şahsiyet meyvesiz ağaç gibidir. Amelsiz ilim de yağmursuz bulut gibidir.

Kötü arkadaştan sakınmalı. Ebu Musa el-Eşari’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “İyi ve kötü arkadaşın hali, güzel koku satanla körük çekenin haline benzer: Misk satan, ya sana güzel kokusundan verir ya sen satın alırsın. Ya da güzel koku koklamış olursun. Körük çeken kimse ise, ya elbiseni yakar ya da körüğün kötü kokusundan rahatsız olursun.”

İlim tahsil sürecinde kendisinden ilim elde edilen âlimin ehemmiyeti önem arz etmektedir. Yeri gelmişken Hâce Hazretleri’nin (ksa) sohbetlerinden bir bölümü burada zikretmenin faydalı olacağı kanaatindeyiz. Şöyle buyuruyorlar:

“Bilgi bir bilenle kaim. İlim âlimle kaim, onun zarfı. Âlim olmazsa ilim yayılmaz, ilim açılmaz ilim zirve yapamaz. O halde ilimle birlikte ilme uygun âlimler olmak durumunda.

İlim âlimin elinde çağ açar, çağ kapatır.

Bilgi kadar bilgede önem arz eder. Bilgelik ne demektir?

Bilgelik, âlimlik sadece bilmek değildir. Bilgiyi yerinde ve doğru kullanmaktır.

Bilgiyi yerinde ve doğru kullanmayanları Kur’an “kitap yüklü merkepler”e benzetiyor.

Bilgelik, dürüstlük, kararlılık, iyilik, doğruluk, isabetlilik, istikrar ve istikamet gerektirir.

Bilgelik erdemlerin yatağıdır.

Bilge, düşünceyi fiile dönüştürebilendir.

Bilgeler geçmişe bakarken geleceği de görebilme feraset ve basiretini taşıya-bilenlerdir.

Bilgelik; kemale yürümenin, erdemleri kuşanmanın adıdır.

Bilgelik, hikmet irfan, marifet, Pınaralarından beslenmektir.

Malumat yığınları arasından marifet iklimine yolculuktur bilgelik.

Artık bize düşen, bilginin talibi, bilgeliğin mürşidi olmaktır. Ancak bilgelikle, kaoslar, kâbuslar, karanlıklar, kumpaslar karmaşalar önlenebilir, aşılabilir.

Bilginin öznesi olan insan bilgedir. Acısı, çilesi, derdi, davası olan bilge insanlar hayatın bereketi ve rahmetidir. Bilgeliğin sihirli bir formülü yoktur. Ancak bilgeliğin yol haritasından bahsedecek olursak, bilge kendini bilecektir, bilge hesabını bilecektir, bilge Rabbini bilecektir, bilge haddini bilecektir.

Mürebbide nelere dikkat edilmeli:

Mürebbi etrafına müspet enerji tevzi etmeli, olumlu bir atmosfer oluşturmalı. Zira o aldığı ilmini, salih amellerle buluşturma gayreti içinde olan bir müslüman olarak enerjiyi sürekli olarak taşımalıdır. Ve bunu çevresindekilere hassaten yetiştirmek istediği, eğitmek istediği gençlere aktarmak mesuliyeti vardır. Taşıdığı potansiyel güç olan müspet enerjiyi muhatabına intikal ettiremeyen bir eğitimci, eğitimi ve insan yetiştirme hedefini yakalayamamıştır.

Eğitimci kendisine emanet edilen her bir talebenin istikbalin zirve şahsiyetlerinden biri olabileceği ümidini muhakkak göz önünde bulundurmalıdır.

Eğitimci uhdesine aldığı gençlerin istikbalde yeryüzünün ıslahı için çalışacaklar olduğu inancıyla kendi ufkunu genişletmediği müddetçe İslam âlemi için numune şahsiyetler yetiştirmesi de mümkün olmayacaktır.

Kusursuz talebe isteyen eğitimci kusursuz bir insan olmak zorundadır. Çünkü talebe kendini yansıtacaktır.

Hassaten çocukların ilk muallimi olan anneler çocuklarında gördükleri negatif davranışlardan şikâyet etme yerine evvela kendilerindeki menfi yönleri fark ederek düzeltmeliler. Çocukların düzelmesini istiyorsa kendi eksikliklerini düzeltmeye gayret etmeliler.

İnsan eğitimiyle meşgul olanın iki ana özelliklerinin bulunması gerekir:

Örnek olmak - Rehber olmak

“Sen ne mükemmel ahlak üzeresin!” buyurmuş Kur’an-ı Kerim. İnsanın temel erdemlerinden birisi de bu ahlak. Bu kendi kendine olmuyor. Ahlakın membaı ahlakın kaynağı olarak Kur’an bize Hz. Peygamber’i gösteriyor. 

Yani bir eğitimci bütün temel unsurları birinci derecede muhatabı olan Peygamber’den alıyor. Öğretmen Cenabı Peygamberi çok iyi tanımalı

Zira bütün peygamberler bu iki vasıfla irşat ve tebliğ vazifesini sürdürmüşlerdir insanları bunlarla eğitmişlerdir.

Herkes kendinin muhatabına karşı ne derece örnek ve rehber olduğunu muhasebe etmelidir. Ve ben davranışımla örnekliğimle istikametimle ne kadar Hakk’a, hakikate çağırabiliyorum.

İlim erbabının dikkat etmesi gereken hususlar: 

Hz. Ömer efendimizin şu sözü ne kadar manidardır: “Bir âlimin dünyaya düşkün olduğunu görürseniz onun dindarlığına güvenmeyin. Zira düşkün kimse düşkün olduğu şeye kendini kaptırır.”

İmam Malik Hazretleri; “Bu ilim dindir. Dininizi kimden aldığınıza dikkat edin” buyurmuş. 

İmam Şafii Hazretleri: “Kitaplardan fakih olan kimse ahkâmı zayi eder.” demiştir. Dolayısıyla ilmi ve ilmin meyvesi olan güzel ahlakı salihler-den, kamillerden öğrenmek gerekir.

Âlimler şüp-heli kazanç-lardan uzak durmalıdırlar. Çünkü şüpheli kazanç günaha, ihtiras ve zillete götürür

Hz. Ali (ra) Cabir b. Abdullah’a (ra)şöyle demiştir. “Dünya dört şey ile ayakta durmak-tadır: İlmi ile amel eden âlim; öğrenmekten kaçınmayan cahil; malından cimrilik yapmayan zengin ve dünyasına karşılık ahiretini satmayan fakir.

“Âlim ilmi ile amel etmediğinde, cahil öğrenmekten kaçınır. Zengin meşru malında cimrilik ettiğinde, fakir dünyasına karşılık ahiretini satar.” 

İmam Azam Hazretleri şöyle buyuru-yorlar: “Ben Allah Teâlâ ’dan utanırım ki halk bende olmayan vasıflarla beni medhetsinler.”

 

Kaynak
-Mefatihu’l-Gayb, İmam Fahruddin er-Razi
-Ta’lim-ül Müteallim, İmam Burhaneddin Zernuci
-Ahkami’l-Kuran, İmam Kurtubi
-Riyazü’ s Salih’in

 

Yazar:  Tamer Doymuş

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort