JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Perşembe, 01 Şubat 2018 00:02

DİL ve AFETLERİ HALKIN YERSİZ SORULARI

Halkın Yersiz Soruları

Dil ve Afetleri ''Halkın Yersiz Soruları'' - Şeb-i Vuslat

Sayı : 119 - Kasım 2017

 

Dil ve Afetleri ''Halkın Yersiz Soruları''

 

Halkın, Allah Teala’nın (cc) sıfatları ve kelâmıyla ilgili soruları ve Kur’an-ı Kerim’in harflerinin ezeli midir, Sonradan mı yaratılmıştır, şeklindeki soruları dilin afetlerindendir. Onların vazifesi Kur’an-ı Kerim’in hükümleriyle amel etmektir. Ancak bu nefse ağır gelir. Kalbi boş ve gereksiz şeylerle meşgul etmek ise nefse hafif gelir.

İlmi olmayan bazıları, ilmi konulara dalmaktan hoşlanır. Çünkü şeytan bu gibilere, âlimlerden ve fazilet sahibi kimselerden olduğu düşüncesini verir ve bu da onun hoşuna gider. Sonunda farkında olmadan kendini küfre sokacak kelimelerden konuşur.

Cahillerin işlediği her günah, ilmi konularda özellikle Allah’ın (cc) sıfatları hakkında fikir yürütmekten daha az tehlikelidir.

Halkın yapması gereken şey, ibadetleriyle meşgul olmak, Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine iman etmek ve Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sav) getirdiklerine kayıtsız ve şartsız teslimiyet göstermektir.

İnsanın kendine farz olan ibadetleriyle ilgili meseleleri bırakıp kendisini hiç alakadar etmeyen soruları sorması edep dışı bir iştir. Böyle yapanlar Allah’ın (cc) gazabını hak ederler ve küfür tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Bu durum, sarayın hayvanlarına bakan kimsenin önündeki işini bırakıp padişahın siyaset ve özel işleri hakkında sorular sormasına benzer. Böyle yapan kimse cezayı hak eder.

İnsanın ilimden idrak edemeyeceği derin konuları sorması yanlıştır. O bu konuda avamdan sayılır. Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: “Benim sizi serbest bıraktığım konularda siz de beni bırakın (o konuda soru sormayın). Sizden önceki ümmetleri helâk eden şey, peygamberlerine çok soru sormaları ve ihtilafa düşmeleridir. Ben size neyi yasakladıysam ondan kaçının. Neyi emrettiysem de gücünüz yettiğince onu yapın.”

Hz. Enes (ra) şöyle anlatır: Bir gün insanlar, Allah Rasulü’ne (sav) çok soru sordular ve onu kızdırdılar. Bunun üzerine Rasulullah (sav) minbere çıkarak şöyle buyurdu:

“Şimdi bana sorun; ne sorarsanız cevap vereceğim.” dedi. Bunun üzerine adamın biri kalkarak,

“Ey Allah’ın Rasulü! Babam kimdir?” diye sordu. Efendimiz (sav),

“Baban Huzâfe’dir” buyurdu. İki genç kardeş kalkarak,

“Ey Allah’ın Rasulü! Bizim babamız kimdir? diye sordu. Hz. Peygamber Efendimiz (sav),

“Babanız, kendisine nispet edilerek çağrıldığınız kimsedir” buyurdu. Sonra biri kalkarak,

“Ey Allah’ın Rasulü! Ben cennetlik miyim, cehennemlik miyim diye sordu. Efendimiz (sav),

“Cehennemliksin” buyurdu. İnsanlar Allah Resûlü’nün kızdığını görünce sustular. Hz. Ömer (ra) ayağa kalkarak,
“Biz Rab olarak Allah’a (cc), din olarak İslam’a, peygamber olarak Muhammed’e (sav) razıyız.” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü,

“Otur ey Ömer, Allah sana rahmet etsin. Senin söylediğin hakikatin ta kendisidir.” buyurdu.

Bir hadisi şerifte de Allah Resûlü (sav), dedikodudan, malı zayi etmekten ve çok soru sormaktan menetmiştir.

Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Rasulûllah (sav) buyurdu ki: “İnsanlar sorular sorarak şunu demeye başlarlar: ‘Allah mahlukatı yarattı, peki Allah’ı kim yarattı?’ Böyle dedikleri zaman siz de şöyle deyin: ‘O Allah, birdir. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır.’ Bu şekilde İhlâs suresini sonuna kadar okuyun. Sonra her biriniz üç defa soluna tükürsün ve kovulmuş olan şeytanın şerrinden Allah’a sığınsın.”

Câbir (ra) şöyle demiştir: “Lanetleşen-lerin anlatıldığı ayetler, çok soru soranlar hakkında inmiştir.”

Kur’an-ı Kerim’de anlatılan, Musa (as) ile Hızır (as) arasında geçen olayda, yeri ve zamanı gelmeden soru sorulmamasına dair bir uyarı vardır. Hızır (as), Hz. Musa’ya (as) şöyle demiştir: “Eğer bana tabi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma!” bu uyarıya rağmen Hz. Musa (as), Hızır’a (as) gemiyi niçin tahrip ettiğini sorunca, Hızır (as) bunu hoş karşılamadı. Hz. Musa (as) özür dileyerek şöyle dedi: “Unuttuğum şeyden dolayı beni hesaba çekme, işimde bana güçlük çıkarma.”
Hz. Musa (as) ikinci ve üçüncü işinde de niçin yaptığını sorunca Hızır (as), “İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır.” demiş ve Hz. Musa’dan (as) ayrılmıştır.

Halkın, farzları bırakıp dinin incelik-lerinden sorması en büyük afetlerdendir. Bu sorular fitneye sebep olur. Dolayısıyla halkın bu tür soruları sormaları engellenmelidir.

Bu insanların, Kur’an-ı Kerim’in hükümlerini bırakıp harflerinin sır ve manalarına dalması, şu kişinin haline benzer:

Padişah, adama bir mektup yazmış ve içinde bir takım emirler belirtmiş. O kişi bu emirlerle meşgul olacağına, bu kâğıt eski midir, yoksa yeni midir? diye vaktini ziyan etmiş. Bunun neticesinde de azabı hak etmiştir.

Halk, Kur’an-ı Kerim’in hükümleriyle amel edeceğine, O’nun harfleri ezeli midir, yoksa sonradan mı yaratılmıştır, şeklindeki sorularla onun harfleriyle uğraşırlar. Yine Yüce Allah’ın (cc) halka açıklamadığı sıfatlarının manalarıyla uğraşmaları da böyledir. Bütün bunlardan sakınmalıdır. En iyisini bilen Yüce Allah’tır.

Rabbim Kur’an-ı Kerim’e, Sünenat-ı Muhammediyye’ye (sav) hadim eylesin,

Rabbim yar ve yardımcımız olsun,

Amin.

 

Kaynakça:
Dil Belâsı, Hüccetü’l İslam İmam Gazali, Semerkand Yayınları, 2011.

 

Yazar:  Şeb-i Vuslat

 

Perşembe, 01 Şubat 2018 00:01

el-ESMAÜ'L-HÜSNA

esmaül hüsna

el-Esmaü'l-Hüsna - Mine Şimşek

Sayı : 119 - Kasım 2017

 

el-Esmaü'l-Hüsna

 

Es-selamu aleyküm ve rahmetullahi ve bera-ketuhu. Allahın sıfatları konulu yazımıza geçen ay kaldığımız yerden devam edeceğiz inşaallah. 

Zikrin faideleri çoktur, Cenabı Hak (cc) Bakara 152. ayeti kerimede: “Siz beni anın ki ben de sizi anayım.” buyurmuştur. Allah dostları bu ayeti kerimeyi şöyle açıklarlar: “Zikir, karanlık bir gecede insana yolunu gösteren kandil gibidir. Allah’ın kulları unutması, onlara kendilerini unutturması demektir, bu da kulun başına gelecek en fena şeydir. Zikir kul için dünyada, kabirde, haşır ve neşir anında nurdur ve Allah’a (cc) ulaştıran yolun kapısıdır. Zikir kula huzur ve sekinetin gelmesine, meleklerin onu kanatlarıyla sarmasına, yanına inmesine, rahmetle bürümesine vesiledir. Bu ne büyük saadettir.” buyurmuşlardır. 

İbn Ataullah El-İskenderi Hazretleri (ks) ise: “Zikir Rahmanı hoşnut eder, şeytanı kovar, onu perişan eder, kalpte üzüntü ve kederi giderir, kalp zikirle hayat bulur ve canlanır. Rızkı artar ve elde edilmesini kolaylaştırır. Her işinde ona doğrusunu gösterir. Rabbe yakınlaştırır ve kalpte “Marifet” kapısını açar. Zikir insanın günah ve hatalarını yok eder. Zikirde devamlılık sevgiyle açılan en büyük kapıdır. Hıçkırık eşliğinde gözlerden yaş dökülürken zikretmek arşın gölgesinde gölgelenme saadetine ermeye vesiledir.” buyurmuştur.

Cenabı Hak (cc) Kur’an-ı Kerim’de: “El-Esmaü’l-Hüsna, En güzel isimler Allahı’ndır. O halde ona onlarla dua edin.” (Araf 180) buyurmuştur.

el-ESMAÜ’L-HÜSNA ve Manaları:

“el-Basir” (cc): Her şeyi Zatı’na mahsus bir basarla gören. (Ey her şeyi ince tefarruatına kadar en iyi bir şekilde gören Allahım! Islah olunan, kabul görünen kullarından eyle!)

“el-Hakem” (cc): Dilediği gibi hüküm veren biricik hüküm sahibi. (Ey hükmedici, hükmü red edilmeyen tek hakim, hükmünde hakkı yerine getiren Allahım!)

“el-Adl” (cc): Her icraatında Adl’i istikameti takip eden. (Ey adaletle hükmeden hüküm ve kararlarda hakkı yerine getiren Allahım!)

“el-Latif” (cc): En ince noktalara kadar ihtiyaçları gören, gözeten, sonsuz lütufkar olan. (Alemlerde olan en ince işlerin sırlarını ve hassasiyetini bilen ve ilahi bir gizlilikle bulunan Allahım! “Hakem” “Adl” ve “Latif” isimlerin hakkı için bizlere lütuf ve ihsanlarda bulun!)

“el-Habir” (cc): Ey tüm eşyanın hakikatine vakıf, her şeyden tüm olarak haberdar olan Allahım! Sen sır ve sırrın ötesini bilensin.

“el-Halim” (cc): Ey hilm sahibi, bekleyişi geniş ve yumuşak, suçluları hemen cezalandırmayan Allahım! (Senden hilm isterim ve tek dayanağım da hilmindir.)

“el-Azim” (cc): Ey akıl ve idrakın erişemiyeceği derecede büyük ve azamet sahibi Allahım! (Büyük kerem ihsanından bize nasip eyle!)

“el-Gafur” (cc): Ey kullarını çok bağışlayan, mağfireti ve yarlıgaması çok olan Allahım! (Günahkarların günahlarını bağışlayarak af eyle!)

“eş-Şekûr” (cc): Ey kendisine şükreden- leri karşılıksız bırakmayan ve kullarından razı olan, verdiği nimetleri onlara karşı daha çok artıran sahib-i ihsan! (Bana ve sevdiklerine nimetlerini artırarak ulaştır!)

“el-Aliyy” (cc): Ey kadri yüce ve sonu büyük bir müte’al, derecesinin ve yüksekliğinin sonu olmayan Allahım! (Benim ve sevdiklerimin makamlarını âlî kıl!)

“el-Kebir” (cc): Ey ululuk ve kibriyası hiç kimsenin erişemeyeceği büyüklükte olan, idrakın hata edemiyeceği ululardan bir ulu! (Hayır ve kereminle bizi mükafatlandır!)

“el-Hafız” (cc): Ey semaları ve arzın içindekileri koruyan muhafaza ve hıfz eden hiçbir şeyi unutmayan Allahım! (Bizleri arazi ve semavi afetlerden muhafaza eyle!)

“el-Mukit” (cc): Ey yarattıklarını geçindiren, barındıran, her canlının rızkını veren Allahım! (Zahiri ve manevi rızıklarınla bizleri rızıklandır.)

“el-Hasib” (cc): Ey cümle mahlukatın ihtiyacını gören, herkesi hakkıyla hesaba çekecek Allahım! (İhtiyaçlarımı giderip he-sap gününde bana kafi ol!)

“el-Celil” (cc): Ey büyük ululuk, yüce azamet ve celalet sahibi olan, nefislerde ürperti ve haşyet hasıl eden günahkar kullarına kızan bir Zat! (Düşmanlık ve mücadele ettiğim şeytanı korkutarak çekindir ve kaçındır!)

“el-Kerim” (cc): Ey kullarına çok cömert, keremi ve ihsanı bol olan Allahım! (Mevhibelerinden (bağışından) bol bol ihsan eyle!)

“er-Rakib” (cc): Ey bütün kullarını tek tek gözeten, bütün varlıklar üzerinde görücü olan Allahım! (Düşmanlarıma karşı gözcü ve koruyucu ol!)

“el-Mucib” (cc): Ey duaları kabul eden, kendisine yalvaranın duasına ve isteklerine mukabele eden, cevap veren Allahım! (Duada bulunanların duasını kabul eyle!)

“el-Vasi” (cc): Ey nimeti bol, rahmeti ve ilmi kuşatmış olan, yarattığı alemlerin ve kudretinin sonuna erişilmeyen Allahım! (Bana ikramda bulunacağın zahiri ve manevi rızıkları geniş eyle!)

“el-Hakim” (cc): Ey hikmet sahibi hükmü her şeye geçerli olan, her şeyi yerli yerinde ve en iyi bir şekilde yapan Allahım! (Varacağım yeri, meclisi en iyi bir şekilde yapmanı dilerim!)

“el-Vedud” (cc): Ey iyi kullarını seven, bu sevgiyi gönüllere koyan, muhabbete mazhar kılan, kendisi de sevilmeye en layık olan Allahım! (Sen bizleri sev, kendini bizlere sevdir!)

”el-Mecid” (cc): Ey şanı çok yüksek, değer ve şeref sahibi Allahım! (Sen’den şeref ve saadetini yardım ve sevgi isterim!)

“el-Bais” (cc): Ey kullarına elçi gönderen, ölümden sonra dirilten ve cansızlara can veren Allahım! (Nefsimdeki düşmanları gidermeye yardım askerlerini gönder!)

“eş-Şehid” (cc): Ey mülkünde olan her şeye şahid olan, her yerde hazır bulunan, kendi yolunda ölenlere de ebedi hayat veren Allahım! (Dirilip varılacak yeri güzelleştir!)

“el-Hak” (cc): Ey gerçekten var olan, âlemleri hak olarak yaratan, varlığı hiçbir zaman değişmeyen bir Zat. (Hakikat meşrebine ulaştırıp içenlerden eyle!)

“el-Vekil” (cc): Ey güvenilip dayanılan kendisine itimat edilen ve kullarının işlerini gören, onların menfaatlerine kafi olan Allahım! (İhtiyaçlarımı gidermek için sen vekil ol!)

“el-Kavi” (cc): Ey zaafa ve zayıflığa uğramayan, çok güçlü ve kuvvetli Allahım, dilediğini dilediği gibi yapan kuvvet sahibi. (Senin gibi birinin vekil olması elbette yeterlidir. Vekil ol ya Rab!)

“el-Metin” (cc): Ey çok sağlam ve mukavim olan, hiçbir zaman sarsılmayan metanetli Allahım! (Zafiyetimi giderip yardımını göndererek kuvvetli kıl!)

“el-Veli” (cc): Ey sevdiği kullarına yardım eden, iyi kullarına gerçek dost olan Allahım! (Seni severek duada bulunan kullarına yardım ederek sende sev ve yardımlarında bulun!)

“el-Hamid” (cc): Ey her âlemde, her lisanda, her varlığın dilinde hamd ile sevgi ve sena edilen Allahım! (Senin varlığına birliğine inanarak hamd ederim!)

“el-Muhsi” (cc): Ey bütün eşyayı kavrayan, yarattığı her şeyin sayısını bir bir bilen Allahım! (Kullarının hatalarını adil bir şekilde sayıldığı günde adaletle değil rahmetinle muamele eyle!)

“el-Mübdi” (cc): Ey bütün eşyayı ilk kez var edip yaratan Allahım! (Kereminle hidayet ve rahmet kapılarını aç!)

(Devam edeceğiz inşaallah…..)

 

Kaynakça:
Büyük İslam ilmihali. Ömer Nasuhi Bilmen İbn Ataullah El-İskenderi, Gönüllerin neşesi zikir İmamı Rabbani, Mektubat. İmamı Gazali, İhya-i Ulumi’-din.

 

Yazar:  Mine Şimşek

 

Teslimiyet

Teslimiyet ve Güven: Hz. İbrahim - Hz. Meryem (1) - Gönül Pınarından

Sayı : 119 - Kasım 2017

 

Teslimiyet ve Güven: Hz. İbrahim - Hz. Meryem (1)

 

İnsanı en şerefli mahluk olarak yaratıp ona güven vererek rızasını kazanma yollarını gösteren Rabbimize sonsuz hamdü senalar, Sevgili Rasulü Muhammed Mustafa (sav) Hazretleri”ne en güzel salat ve selamlar olsun. 

Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol; 

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol! 

Değerli Gülzar-ı Hâcegân okuyucuları! Cenabı Hakk’a tam manasıyla iman eden kişi O’na güvenir, O’na dayanır. Çünkü inanmak beraberinde güveni getirir. Sahabe efendilerimiz Allah’ın Rasûlü’ne inandılar, güvendiler. Allah’a olan teslimiyetleri arttı. Allah’ın kuluna güveni, kulun da Allah’a güveni -lâ teşbih- anne ile çocuğun durumu gibidir. Bir anne doğumundan itibaren sağlığını, bakımını her şeyini üstlendiği çocuğuna gözü gibi bakar. Himayesini, korumasını asla tehir etmez. Her yerde onu korur, kollar. Çocuk da bunu hisseder, benimser, annesinin olduğu yerde güvende olduğunu bilir. Bu durumdaki bir annenin çocuğun üzerindeki tesirini anlayabiliyoruz. Oysa Cenabı Hak kendi rahmet ve merhametinden ne kadarını annelere vermiş de yavrularına bu kadar düşkün olmuşlar? O rahmetten bir anneye ne verilmiş de anne bu kadarıyla çocuğunu korur kollar, çocuk da bundan güven duyar? 

Ebû Hureyre (ra) anlatıyor: Rasûlullah (sav) buyurdular ki: “Allah rahmeti yüz parçaya böldü. Bundan doksan dokuz parçayı kendine ayırdı. Yeryüzüne geri kalan bir cüzü indirdi. (Bunu da -cin, insan ve hayvan- tüm mahlûkâtı arasında taksim etti.) Bu tek cüz (den nasibine düşen pay) sebebiyledir ki mahlûkat birbirlerine karşı merhametli davranır. At, (hayvan) yavrusuna basmamak endişesiyle ayağını bu sayede kaldırır.” (Buhârî, Müslim) 

Bir diğer rivâyette Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah, arz ve semayı yarattığı gün, yüz rahmet yarattı. Her bir rahmet göklerle yer arasını dolduracak kadardır. Ondan yeryüzüne tek bir rahmet indirmiştir. İşte anne, yavrusuna bununla şefkat eder. Vahşi hayvanlar ve kuşlar birbirlerine bununla merhamet ederler. Kıyamet günü geldiği vakit Allah, rahmetine bunu da ilâve ederek (tekrar yüze) tamamlayacaktır.” (Müslim) 

Bu rivayetler annelerdeki sevgiyi, yavrularına düşkünlüğü anlamamıza o merhametten hareketle Hakk’ı tanımamıza yol açar. Allah ile kulunun durumu şuna da benzemektedir ki; kul, Cenabı Hakk’ın deryasından bir damla-bir zerre iken, Allah kulunun her şeyine kefilken, ona her türlü imkan kapılarını açmışken, kulu nerede olursa olsun onunla beraberken kulunun ondan gafil kalması ne acayip bir şeydir! 

Mümin Allah’a dayanıp O’na güvenmesini bildikten sonra artık onun aşamayacağı dağ yoktur. “Bir dağ ne kadar ulu olsa kenarı yol olur.” denilmiş ya, bir sıkıntı, bir çile, bir imtihan ne kadar aşılmaz, zor gibi görülse de Allah (cc) mutlaka o ağır imtihan içinde kulu için bir çıkış yolu, bir güzellik yaratmıştır. Mümin imanıyla, basiretiyle, firasetiyle O’na yönelmeli, o noktadan hareket etmeli ve oradan çıkmalı. Çünkü mümin bilir ki O (cc) benimle beraber. İhsan halindeyken, nimet zamanında, izzetli iken veya yokluk anında, zillete düştüğünde kul Allah’tan ümidini asla kesmez. Müminin Hakk’a güveni sarsılmaz, Hakk’ın ipini bırakmaz. O Allah’tan niçin ümidini kesmez? Çünkü musibet zamanlarında da nimet zamanlarında da bilir ki, imanın yarısı sabır diğer yarısı şükürdür. Hakk’a şükreder. Hakk’ın buyruğuna “semi’na ve ata’na” (Ya Rabbi işittim ve itaat ettim) der. O zaman Mevla benim her şeyime kefil olmaz mı? Bu benim kulum demez mi?

Kalpler O’nun kudret parmakları arasındadır. Ben, benden istenileni yaparım, gerisi O’na aittir. İsteklerimi O’na arz ederim, başkalarına değil; çünkü başkalarını yaratan da o değil midir? Allah’ın kulunu yaratması, onu seçmesi, onu üstün ve saygın kılması, ona güvenmesidir. Hal böyleyken kulunun O’ndan gafil kalması utanç verici olmaz mı?

Cenabı Hak, Talak Suresi üçüncü ayetinde buyurur: “Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter.” Ancak bu ölçüyü Allah’ın peygamberlerinden ve dostlarından öğre-nebiliriz; çünkü Allah onları adeta kendi etiketiyle etiketlemiştir. “Onlar Allah’ın nuruyla bakar.” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 16) 

Hz. Âdem babamız cennetten çıkarıldı; yine O’na (cc) güvendi, dayandı, ümidini asla kesmedi. O güveni sayesinde affolundu. Onu takip eden diğer peygamber efendilerimizden Hz. İbrahim (as) efendimizin misali önemli bir örnektir: Allah (cc) Hz. İbrahim’i dost edinince, ona güvenince, melekler: “Ey Rabbimiz! İbrahim Sana nasıl dost olabilir? Nefsi, malı ve evladı var. Kalbi bunlara meyyaldir…” dediler. Müteakiben birçok ibretli manzaralara ve Hz İbrahim’in ağır imtihanlarına şahit oldular. Hz. İbrahim (as) mancınıkla ateşe atılacağı zaman melekler heyecanlandı. Bir kısmı Allah Teala’dan Hz. İbrahim’e yardım etmek için izin istediler. Melekler, Hz. İbrahim’e bir isteği olup olmadığını sorunca İbrahim (as): “Dostla dostun arasına girmeyin!” buyurdu. Daha sonra Cebrail (as) geldi: “Bana bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. İbrahim (as) : “Sana ihtiyacım yok. O bana yetişir; O ne iyi vekildir!” buyurdu. İşte kulluğun kapısı burdan geçer. Kulluğun ilk adımı burdan başlar. Hz. İbrahim (as) Allah’a verdiği sözü yerine getirmek için oğlu İsmail’i kurban etmeye götürürken melekler yine heyecanlandılar: “Bir peygamber bir peygamberi kurban etmeye götürüyor!” dediler. İsmail (as) ise, babası Hz.İbrahim’e: “Ey babacığım! Emrolunduğunu yap! İnşaallah beni sabredenlerden bulursun. Bıçağı iyi bileyle, hemen kessin. Bıçağı çekerken yüzüme bakma! Belki babalık şefkati ile geciktirebilirsin...” 

Baba-oğul, teslimiyet ve güven okyanusunda yüzerlerken Cebrail (as) yetişti. Bıçağı köreltti. Güven ve teslimiyetten o kadar çok örnek var ki… Cenabı Hakk’ın öyle kulları vardır ki… Allah onlardan razı onlar da Allah’tan razı…

“Rableri katında onların mükâfatı, içlerinden ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat Rablerine karşı hûşû duyanlara mahsustur.” (Beyyine 8)

DEVAM EDECEK...

 

Yazar: Gönül Pınarından

 

Perşembe, 01 Şubat 2018 09:45

NASIL NAMAZ KILIYORUZ?

Nasıl Namaz Kılıyoruz - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 119 - Kasım 2017

 

Nasıl Namaz Kılıyoruz

 

Geçmiş zamanlarda Sultanahmet civarındayım, bir yere gidiyorum. Birisi beni böyle sakallı görünce durdurdu. Baktım Arap kıyafetleri içinde Arap bir insan. Bana önce İngilizce bilip bilmediğimi sordu, İngilizce bilmiyorum, dedim. Arapça biliyor musun dedi, çat pat biliyorum dedim. Ayasofya, Sultanahmet Cami, Topkapı Sarayı nerelerde, bunların yerlerini bana gösterebilir misin, deyince anladım ki bu bir turist, oraları ziyaret edecek… Nerelisin diye sordum ona, Suriyeliyim dedi. Suriyeliyim deyince daha da sıcak geldi bana, hemen sınır komşumuz… Orada bir banka oturduk. Dedim ki ben size arkadaş/yardımcı olabilirim, buraları size gezdirebilirim. Öyle deyince bu sefer bana dedi ki siz namaz kılıyor musunuz, namaz kılanlardan mısınız? Dedim ki ben size yardımcı olacağım müzeleri, camileri göstereceğim. Bunun benim namaz kılmamla kılmamamla nasıl bir alakası, bağı var? Dedi ki siz bana arkadaşlık teklif ettiniz, dediniz ki arkadaş olalım; arkadaş arkadaşın dini üzeredir, Allah Rasulü böyle buyuruyor, bu hadisi şerif. Ben de o yüzden soruyorum ki namazınız var mı? Madem arkadaş olacağız sen samimi bir Müslüman mısın, sen namaz kılıyor musun? Sende namaz yoksa beni etkileyebilirsin, senin halin bana bulaşabilir… 

Çok duygulandım… Dedim ki ben ilk defa böyle bir şeyle karşılaşıyorum, böyle bir şeyi soranı ilk defa görüyorum. Allah kabul ederse namaz kılmaya çalışıyorum, sen de dua et, inşaallah devamlı olsun. Neyse onunla ahbap olduk. Suriye’de bir lisede edebiyat öğretmeniymiş ama oldukça dinine düşkün, dinibütün bir insan, ciddi bir İslami eğitim görmüş. Bir arkadaşımı aradım arabasıyla geldi, buna yardımcı olduk, dolaştırdık. Namaz vakitlerinde farklı bir camide namaz kılıyoruz… O da bizi sevdi... 

Hadisenin üstünden yaklaşık otuz, otuz beş sene geçti, o sorusunu unutmadık. İlk tanıştığı kişiye arkadaş olabilmek için “Sen namaz kılanlardan mısın?” dedi. Yani o cesareti de hoşuma gitti. Türkiye’ye ilk gelen bir insan ama arkadaş olacağı kişiyi seçmeye çalışıyor. İstiyor ki Müslümanlardan olsun…

Sual: Efendim, bizim çevremizde de Müslüman olduğu halde namazlarını aksatan, kılmayan kişiler var. Bunları da dışlamak uygun bir davranış olmasa gerek, değil mi?

Cevap: Elbette. Belli haller müstesna insanın insanı dışlaması kadar çirkin bir şey olmaz. Her insanın eksikleri, noksanları olabilir. Cenabı Peygamberimiz buyuruyor ki: “İki mümin iki el gibidir. Birbirini yıkar.” Sağ el sol eli, sol el sağ eli yıkar. Yani yıkamadan maksat, birbirlerini temizlerler. Birbirlerindeki eksikliği, yanlışlığı, bozukluğu giderirler. Müminler birbirlerine böyledirler. O yüzden dışlamak uygun bir şey değildir. 

İnsanın dünyadaki yaşantısının temel ögelerinden birisi de budur; kazanmak. Mesela siz niçin bu üniversite branşını okumuşsunuz; kendinizce hayatınızla ilgili bir hesap yapmışsınız, ben bu branşı okursam şöyle şöyle iş kurarım, böyle böyle bir yere girerim, böyle bir kazancım olur, demişsiniz. Yani hayatta bütün planlarınız kazanma üzerinedir; felsefe budur. 

Din için de bu böyledir. İnsanlar arasındaki ilişki de gerek bu ilişkiler İslami ilişkiler olsun, gerekse batıl ilişkiler olsun. Yani bir sosyalistle de arkadaş olsan onun sana yaklaşımı seni kazanmak üzeredir: “Ben bunu sosyalist, komünist yapabilir miyim?” Bir PKK’lı ile tanışsan onun bütün arzusu seni PKK’ya kazanmaktır ki batıl bir dava… 

Kaldı ki bir Müslüman bunu herkesten daha ziyade düşünmelidir. Yani ben bu kardeşimi İslam’a kazandırabilir miyim, namaza alıştırabilir miyim? Ahlakını güzelleştirebilir miyim? Bunun hayatında belli çirkinlikler varsa -afedersiniz- içki, kumar, fuhuş, uyuşturucu varsa onu bunlardan uzaklaştırabilir miyim? İnsanlığa, topluma, kendi ailesine, kendisine faydalı bir hale getirebilir miyim?.. İşte kazanma duygusu budur. Bu duygu her Müslüman’ın içinde vardır. O yüzden kimseyi dışlamamalıdır. 

Misal bir ağaca bakım yaparsın, ilgilenirsin, çapalarsın, sularsın, gübrelersin ama bir türlü meyve vermez. Umduğunu bulamazsın. Belki ağaç olarak miadını doldurmuştur, kurumuştur. Ne yaparsın o zaman, onu keser taze bir fidan dikersin. Şimdi bir insana da emek verip arkadaşlık yapıp eğer onu faydalı bir hale getiremezsen; sen ondan zarar görüyorsan o zaman ilişkini bitirirsin. Sen ondan uzaklaşırsın, ne halin varsa gör dersin. Ama bu belli bir gayretin, belli bir emeğin neticesi olur. 

Yoksa sırf bu adam namaz kılmıyor diye onu dışlamak uygun olmaz. Böyle olsa bugün Müslüman toplumlarda belki nice insanlar o toplumun içinde olmayabilirlerdi. Çünkü hepimiz böyle çekirdekten namaza başlamış insanlar değiliz. Hepimiz sonradan belki bir arkadaş vesilesiyle namaza alıştırılmışız, davet edilmişiz, bizi böyle meclislere götürmüşler, bu sohbetlere gele gide temiz insanlarla arkadaşlık yapmışız. O insanlardan gerçekten dürüstlük, adalet, doğruluk, vefakârlık, fedakârlık görmüşüz, cezbetmiş bizi bu; demişiz ki insanlık bu, Müslümanlık bu. Ben de böyle olayım... Allah’ın da hidayeti, yardımı olmuş bakmışız ki namaza başlamışız, temiz bir insan, topluma faydalı bir insan olmuşuz. Her birimiz belki böyle kazanılmışız. 

Belki ailemizden de çok fazla bir şey görmedik. Hatta böyle olduk diye belki ailelerimizle mücadele etmek zorunda kaldık. Ailelerimiz de çok fazla Müslüman olmamızı istemediler çünkü toplumumuzda bazen İslam yanlış anlaşılmış. Hele hele Türkiye’de son yaşanılan 15 Temmuz hadisesinden sonra bu olaylar Müslümanları bir fikir istifhamına itmiş. İslam’a biraz soğuk bakıyorlar. Acaba bunlar bir örgüt mü? Bunlar bir çete mi, bunlar devleti mi ele geçirecekler? Samimi bir Müslümanın böyle bir derdi yok, samimi bir Müslümanın tek gayesi vardır: Muhabbetullah ve marifetullah…

Sual: Hocam, Müslümanın bütün meselesi şeriatın hükümran olmasını sağlamak olmamalı mı?

Cevap: Bütün mesele bizde. Böyle bir şeyi arzulamak güzel de arzu ile olabilecek bir şey değil. Misal şurada gördüğün binayı yok say, burada hepimiz ellerimizi açsak, Allah’tan temenni etsek, dua etsek şöyle bir bina olsun diye Allah’ın kudretinden eksik değil, Allahu Teâlâ yapar ama yapmaz, adeti değil. Biz istek ile dua ile böyle bir bina yapamayız. 

Biz nasıl dua etmeliyiz? Önce bu binanın malzemesini almalıyız. Demirini, çimentosunu, kumunu, tuğlasını… buraya getirmeliyiz. Sonra kolları sıvamalı işe girişmeliyiz. Temelini kazmalıyız, vesaire bir gayret, bir çaba içersine girip sonra ellerimizi açmalıyız. O’na dua etmeliyiz. Ya Rabbi biz senin rızan için böyle bir bina yapmak istiyoruz. Biz bunu misal cami yapacağız, medrese yapacağız, Kur’an kursu yapacağız, fakirlere aşevi yapacağız, öğrencilere yurt yapacağız… Hayır üzere bir bina yapacağız, bunun için bir gayrete giriştik, Ya Rabbi sen bizi muvaffak eyle, sen bize yardım eyle. 

Bu çalışma ile birlikte bu dua bütünleşirse inşaallah kısa zamanda bir bina oluşur yoksa olmaz, Allah’ın âdetinde yok. 

Şimdi belki bütün Müslümanlar adaletli, hakkaniyetli, eşitliğe riayet edilen, kul hakkının yenmediği, kimseye zulmedilmediği, faizin, fuhşun olmadığı bir ortam, bir sistem istiyor. Bu istek güzel ama bir de düşünelim ki biz böyle bir sisteme ne kadar layığız. Bizim hal hareketimiz, amelimiz, durumumuz, konumumuz bunu taşıyabilecek seviyede mi? Halk arasında bir söz vardır: Allah dağına göre kar verir, derler. Dağın yüksekliğine göre kar yağar. Misal Ağrı Dağı’na yağan kar ile Palandöken’e yağan kar bir değildir. İrtifa, yükseklik farklı olduğu için kar da farklıdır. Ağrı Dağı’nda misal beş metre kar yağıyordur, Palandöken’e iki metre yağıyordur. 

Öncelikle biz İslam’ı, o istediğimiz sistemi özümüze getireceğiz. Nefsimizde tatbik edeceğiz, sonra evimizde onu tatbik edeceğiz. Evimizde adaletli olacağız, hakkaniyetli olacağız, çoluk çocuğumuza zulmetmeyeceğiz, eşitlik ilkesine riayet edeceğiz. Evde onu yaşayacağız geliştireceğiz, model oluşturacağız. Sonra onu yakınımızdakine, yanımızdakine paylaşacağız, anlatacağız bak böyle yapalım, böyle yaşayalım. Derken Cenabı Hak da bizim samimiyetimize inanır, güvenirse bize hayırlı sahipler gönderecek, istediğin o sistem o zaman oluşacak. İçinde/yaşantında oluştuğunda… Yoksa Hazreti Ömer’in güzel bir sözü vardır, hiç kimseye gökten altın gümüş yağmaz, der. Gökten böyle bir sistem gelmez, gönüllerden gelir bu sistem. 

Bedeli pahalı olur. Mesela sen elmas bir gerdanlığa talip isen ona göre bir bedel hazırlamak durumundasın. Bijuterinin fiyatı farklıdır, bir elmas kolyenin fiyatı farklıdır. Bijuteri de var, elmasa benzetiyorlar ama o kıymetli bir şeyse nadirattansa, çok az bulunan, ender bulunan bir şey ise onun bedeli ona göredir. 

İslam’ın bedeli pahalıdır. Mesela namaz kılmak pahalı bir şeydir, bunun için herkes kılamıyor, bedelini veremediği için. Namaz kılmak pahalı bir şeydir fedakârlık ister, özveri ister, itina ister, iç dış temizlik ister… O yüzden herkes kılamıyor. O kadar çok istenilen şeyler var ki. 

Zahiren, fıkıh kitaplarında namazın içinde ve dışında meseleler vardır, bunlar on ikidir. Namaza hazırlıktır bunlar; altısı namazın dışındadır yani namaza durmadan, başlamadan evvel yapmamız gereken altı şık vardır. Bir de namaz içinde, namaz kılarken yapacağımız altı şart vardır. Bunların toplamı on ikidir. Bu on iki şeyle namaza girilir. Ama buna adeta özet olarak on iki demişler. Her bir mesele kendi içinde bine ayrılır; on iki bin meseledir. Kamil anlamda bir namaz kılabilmek için yer geldi mi o on iki bin meseleye riayet gerekir, namazın tam bir namaz olması için.

Her bir meseleyi altın gibi düşünsen, ki altından kıymetlidir, bir namaz kılabilmek için on iki bin altın vermen gerekir, öyle düşün. On iki bin altını ortaya koyacaksın ki bir namaz kılasın. Bu yüzden diyorum namaz pahalı veya diğer bütün ibadetler buna örnektir. 

Abdest pahalıdır, herkes o yüzden onu alamıyor, özen göstermiyor. Adam bir tek cuma namazına gidiyorsa cuma günü abdest alıyor. Bayram namazına gidiyorsa sadece bayram namazında abdest alıyor, çok pahalı. 

Gençsiniz, Allah muvaffak kılsın, önünüzü açsın; nice yaşlılarımız var yaşı atmışa, yetmişe gelmiş hala alnı secdeye gelmemiş, hala namaz kılmamış… İnsan üzülüyor… 

Bir insan tek başına top oynayamaz. Sporu seven bir insan şu alanda tek başına maç yapmaya kalksa, topu ayağına alsa dolandırsa bir iki dolandırır sıkılır. Arkadaş lazım ki onunla yarışsın birbirine çalım atsın o topu onun ayağından, öbürü diğerinin ayağından kaçırsın; bir kale olsun ki yaptıklarına netice olsun, gol atabilsin… Basit bir oyun bir eğlence arkadaşlarla güzel, onlarla tadı çıkıyor. 

Sen tek başına bir orta oyunu oynasan tiyatro yapsan, tek kişilik yapsan ama seni seyreden hiç kimse olmasa, takdir edecek, alkışlayacak, tebrik edecek kimse olmasa yaptığının bir anlamı olmaz, sıkılırsın bir daha oynamazsın. Kime oynayacaksın? Her şey o toplulukla yani o iş için bir araya gelen insanlarla güzel.

Şimdi biz de kendimizde namazda devamlılık istiyorsak namazda huzur, huşu istiyorsak namazdan bir karşılık bekliyorsak namaz kılan bir toplulukla iç içe olacağız, oyunu kuralına göre oynayacağız. Namazlı insanlarla, Müslüman insanlarla, temiz insanlarla bir arada olup birbirimizden adeta akü misali enerji alacağız. 

Misal arkadaşımız sizi davet etmiş, belki tek olsaydınız düşünebilirdiniz “nasıl bir yer gidilir mi, gidilmez mi; gideyim mi, gitmeyeyim mi…” Ama yanında tanıdığın ikinci bir arkadaşının olması size bir cesaret vermiş; o gidiyor, ben de gideyim, ondan bir cesaret almışsınız bir güven oluşmuş. 

Namaz kılan topluluk da böyle… Birbirimize bir güven vermişiz, birbirimize destek olmuşuz. Bunun için müslümanın müslümana ciddi ihtiyacı var... 

Birkaç günden beri sohbetlerin seyri öyle gelişiyor: Namaz ve kulluk/ibadet gibi konular üstünde paylaşımlar oluyor. Şimdi burada arkadaşların vesilesiyle yine bu konu üzerine mevzu oldu. 

Şunu anlıyoruz ki Cenabı Hak bizden kendi Zatını, dolayısıyla kendi emrini, O’nunla bizim aramızı hoş tutacak meseleleri sürekli gündemimizde tutmamızı istiyor. Neye yoğunlaşırsak yoğunlaşalım ne ile meşgul olursak olalım bu, temelde bizim değişmeyen gündemimiz olmalı: Allah’a kulluk; Allah için yaşamak, Allah için olmak… İnsan bunu gerçekten hayatına yerleştirebilirse Bediüzzaman’ın da ifadesiyle o zaman dakikaları bereket anlamında günler hükmüne, günleri haftalar hükmüne, haftaları ay, ayları sanki yıl hükmüne geçecektir. Yani bir yıl içinde yapılabilecek şeyleri Allahu Teala ona kolaylaştıracak bir ay içinde muvaffak olacak. Ay içinde yapılacak şeyi belki gün içinde yapabilecek. Allah önünü açacak, geniş imkânlar verecek, elinden tutacak. O’nun nusretiyle işler kolay olacak. 

Ne zaman? 

Ne zaman o kişi Allah için alır, Allah için verir, Allah için oturur, O’nun için kalkar, O’nun için konuşur, bakar… Her ne yapıyorsa gayesi Allah olursa o zaman hayatta bir bereketlenme, kıymetlenme oluyor. Her şey asli değerini buluyor. Sanki her eşya dile gelip lisanı haliyle size kendini takdim ediyor, kendini anlatıyor. Niçin var olduğunu anlatıyor. Misal bardağa nazar ediyorsunuz, bardak size konuşuyor. İçindeki çaya nazar ediyorsunuz, çayı tefekkür ediyorsunuz çay size konuşuyor. Niçin olduğunu, ne olduğunu, nelere faydalı olduğunu söylüyor. Söyleyen o değil, Hak gönlünüze ilham ediyor. Ona ait bilgileri lütfediyor Cenabı Hak. Sanki gönülde bir hikmet kitabı açılıyor. O kitabın sayfalarını Cenabı Hak lütfuyla size okuyor, okutuyor. O zaman kolay oluyor. Bilinen bir şeyi yapmak kolaydır. Biz şimdi bir dakika sonra ne olacak bilemiyoruz onun için endişemiz var bir dakika sonrasından… Endişemizin temelinde bilememek var, bilsek endişeli olamayacağız, rahat olacağız. Tevekkül edeceğiz, teslimiyet göstereceğiz. Misal belki bizim için çok hayırlı bir şey olacak; bilsek bunu biz de katkı sağlayacağız, bir an oluşsun diye. Ama bilemeyince hep tedirginiz, belki hep temkinliyiz, tedbirliyiz, endişeliyiz, kaçar bir durumdayız. Başıma ne gelecek acaba, ne olacak acaba? Ama gündemimiz Mevla olursa bu endişe kalkıyor, endişeye mahal kalmıyor. Çünkü O bize buyuruyor ki: “Korkmayın, üzülmeyin, endişelenmeyin, Biz sizinleyiz!” Biz sizinleyiz… Bitti. O’nun bizimle olduğunu hissedebiliyorsak ve bunu inanca dönüştürebiliyorsak sorun yok. Bizim Karadenizlilerin öyle sözü vardır; dünya yansa yıkılsa filancanın bir bağ otluğu yanmaz, derler. Niye, endişesi yok, tevekkül sahibi. İnsan o zaman öyle oluyor. 

Allahu Teâlâ’yı sürekli gündemimizde tutmak durumundayız. Yani tabir bulamıyorum… Cenabı Hak günlük hayatımızın şeref konuğu olmalı, hayatımızın baş tacı olmalı. Hayatımızın tamamını, niyette, O’na vakfetmeliyiz. Ya Rabbi alıp verdiğim her nefesi sana vakfediyorum, senin için Ya Rabbi! Bu minval üzere alışverişini de yap, ticaretini de yap, ziraatını yap, zanaatını yap; hayatta meşru olan, yapılması gereken ne gibi güzellikler varsa bunları yap ama Hak’la birlikte yap. 

Bizim oralarda derler ki “El eliyle yılana tutma, yılana bile yazıktır.” Ağyar eliyle, yabancılık hissiyle yılana bile dokunma yılana yazık olur. Ağyar kim: Nefis. Yabancı kim: Dünya. Nefsin eliyle, nefsin arzusuyla isteğiyle nefsin güdümüyle yönlendirmesiyle neye yönelirsen yönel ona yazık olur, onu murdar edersin. 

Bir hadisi şerifte: “Müminden artan mümine şifadır.” buyuruyor Rasuli Kibriya. Benim dikkatimi çekmiştir bu hadisi şerif. İnsandan artan insana şifadır, buyurmamış Cenabı Peygamber; müminden artan mümine şifadır, buyurmuş. Diyelim şu çaydan bir arkadaşımız içti dibinde bıraktı, onu alsan “Bismillahirrahmanirrahim” deyip şifa niyetine, Allah Rasulü’nün bu müjdesine uymak için o niyetle içsen şifa bulursun Allah’ın izniyle. Ama bunun müminden artmış olması lazımdır. 

Tanımadığın birinden artmış, o zehir olabilir. Niye, içerken o Bismillah dememiş olabilir. Allah’ın ismini anmamış olabilir. Allah’ın ismi anılmadan kesilen et haramdır, yenmez. 

Müminden artan şifadır… 

Bu hadisten ben şunu anlıyorum: İnsanın bütün hayatı böyle… Allah adına, Allah için değil de nefsiyle neye yönelirse; su içse onu murdar eder, o su murdar olur içilmez bir daha. Hâlbuki mümin artığı şifa… Ekmeğe dokunsa onu murdar eder. Besmelesiz dokunsa “Bismillah” demese, o ekmeği yerken Rezzakulalem olarak Hazreti Allah’ı düşünmese bu Allahımın ikram ettiği, ihsan ettiği bir rızıktır, bunun sahibi Allah’tır diye düşünmese yediği ekmek murdar olur ve onu zehirler. Ondan artsa, sen de yesen seni de zehirler. 

Hrıstiyan papazlar bir gün Cenabı Peygamber’e misafir oldular… O esnada da Efendimiz yemek yiyorlar… Onlar gelince Efendimiz şefkat Peygamberi, merhamet Peygamberi, Kâinat Güneşi, onları sofraya davet etti, onlar da oturdular Efendimiz’in sofrasına. Hazreti Enes b. Malik hizmet ediyor; getiriyor, götürüyor genç bir delikanlı. Bir an düşündü bunlar Hristiyan, ondan da öte müşrik. Allahu Teâlâ sure-i Tevbe’de buyuruyor ki: “Müşrikler necistir, pistir!” Bunlar pis. Bunlar Hazreti Peygamber’in yemeğine, ekmeğine tutacaklar, onu pis edecekler, berbat edecekler. Hemen gitti içeriden bugünkü çatala benzer bir şey yaptı. Şu Çinlilerin yemek yediği çubukları düşünün, öyle çatala benzer bir şeyler yaptı getirdi bunlara ikram etti… Eliniz kirlenmesin, siz bunlarla yiyin dedi. Onlar bunu bir jest kabul ettiler, onla yemeğe başladılar. Efendimiz (aleyhissalatu vesselam) bıyık altı tebessüm ediyor, keyifleniyor… Onlar yediler, konuştular, soruları ne ise sordular kalkıp gittiler. 

Efendimiz Hazreti Enes’e sordu ki: 

Ya Enes niye böyle yaptın? 

Ya Rasulallah ayet birden kalbime geldi. Allah’ımız buyuruyor ki; onlar pis, necis. Şimdi onlar necis elleriyle sizin yemeğinize dokunacaklar onu da pis edecekler. Gönlüm razı olmadı ki siz pis bir şey yiyesiniz size layık değil Ya Rasulallah. Onlar dokunmasın diye böyle yaptım. “Müminin ferasetinden korkun o Allah’ın nuruyla bakar.” Efendimiz bu feraseti takdir buyurdu, çatal sünnet oldu. Kaşık bidattir arkadaşlar, Sultanulenbiya kaşık kullanmamıştır ama çatal sünnettir, takriri sünnettir; beğenmiş, tasvip etmiş.

Şimdi mümin bu zaviyeden adeta hayata bakmalıdır. Enes b. Malik’in penceresinden, zaviyesinden bakmalı. Nefsin eliyle dokunduğu her şey necistir, kötüdür. Mademki Allahu Teâlâ buyuruyor: “Nefisleriniz kötüdür, kötülüğü emreder, sizi kötülüğe sevk eder” öyleyse o nefsin arzusuyla yönelinen her şey kötüdür. Bakın nefis seni ibadete teşvik etse dese ki kalk namaz kıl, riyadır o namaz. Nefsin dese oruç tut, bu riyadır… Nefsin yöneldiği şey temiz değil, namaza teşvik etse seni o namaza karşı dikkatli ol. Seni zikre teşvik etse o zikre karşı dikkatli ol, çünkü kaynağı membaı önemli. Gelen duygu Rahmani mi, Rahman tarafından mı ilham ediliyor; şeytani mi, şeytanın vesvesesi mi?

Sual: Hocam, Allah’a şükür nafile namazlar kılabiliyoruz. Bu isteğin nefsin teşviki ile mi geldiğini kul nasıl anlar? Kılmaya devam edelim mi?

Cevap: Devam et, inşaallah Allah kabul etsin. Ama nafile namazını kılarken bak içinde şöyle bir arzu, duygu var mı: Acaba beni gören, bana bakan, beni takip eden var mı? Görüldüğünde hoşuna gidiyorsa, sen namaz kıldığında seni takip edenlerin, izleyenlerin olmasından bir hoşnutluk duyuyorsan sen o namazı onlara kılıyorsun. 

İçimizdeki duygular önemli… Eğer birilerinin bizi görmesinden hoşlanıyorsak, görsün diye istiyorsak, onlardan bir takdir bekliyorsak, “bir aferin derler, takdir ederler, maşaallah derler, takdir ederler…” böyle beklentiler varsa bilelim ki nefsimizin o yaptığımız şeyde tuzu biberi var. O zaman onu yapmayalım onu erteleyelim gidip kimsenin olmadığı tenha bir yerde yapalım.

Sual: Bazen de içimizden ibadet yapmak gelmiyor fakat biz kendimizi o ibadeti yapmak için zorluyoruz. Bu durumda nasıl hareket etmeliyiz?

Cevap: İçinden gelmiyor ama sen kendini zorluyorsun, o güzel, ona devam et. O zorlama ile nefsin gücünü kırarsın. Allah’ın yardımıyla o savaşı nefis kaybeder inşaallah. Zorlansan da devam et, bırakma. İsteksiz olman önemli değil, onu değerlendirecek olan Cenabı Hak’tır. Sen meselenin o yönüne girme. Bil ki o isteksizlik nefisten geliyor. Nefis orada tırnağını dikiyor. Yapma diyor sana, bak daha başka bir şey yapabilirsin diyor. 

Mesela bazı ibadetler vardır ki halk gördüğünde takdir eder, o ibadetleri yapmayı ister nefis. Ama bazı ibadetler vardır ki mesela onu istemez, onu sana yaptırmaz. 

Mesela desen ki ben nafile oruç tutacağım, itiraz etmez. Her gittiğin yerde onu sana söyletir. Çay getirirler, sana ben oruçluyum dedirtir, reklam var; bu oruca itiraz etmez. Ama nefsine de ki ben gece, kimse yokken, sessiz sakin odamda kalkıp namaz kılacağım, nefis seni gece kaldırmaz, o namaza itiraz eder.

Sual: Bazen sabah namazına giderken içimizde korku oluyor?

Cevap: Kendini yalnız hissetme. O yalnızlıktan korku gelir. Allah benimle diye düşün yürü yoluna, fayda ve zarar yalnız Allah’tandır. Allah dilemedikçe hiçbir şey sana zarar veremez. Dünyadaki bütün ordular, hepsi o sabah vakti senin üzerine gelse Allah dilemedikçe senin bir kılına zarar veremezler. Ama eğer Allah seni, tabiri caizse, gözden çıkarmışsa da seni Allah’a karşı koruyacak bir varlık yoktur. O orduların hepsi senin lehine olsa, senin için gelmiş olsa seni Allah’a karşı koruyamazlar. Nemrut’u Cenabı Hak bir sivrisinekle devirdi. O kadar orduları vardı, askerleri vardı ama koruyamadılar. Onun için fayda ve zarar Allah’tan…

 

Mart 2018

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin MART 2018 sayısı çıktı

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “İMANİ VE İSLAMİ DEĞERLERİMİZ BİZİM KİMLİĞİMİZDİR” Başlıklı sohbetlerinde:

''İnsan nüfus kâğıdı, kredi kartı gibi dünyevi değeri olan eşyalarını hiç bırakmaz, sürekli yanındadır. Evde elbise değişse de onu çıkardığı elbisenin cebinden alır, giydiği elbisenin cebine bırakır. Çok ciddi bir şey olmadıkça kimliğini unutmaz onu beraberinde gezdirir. İnsan alışverişlerinde para yerine kullandığı alışveriş kartı, kredi kartını hiç yanından bırakmıyor, sürekli yanında. Mesela bir insanın sürekli rahatsızlığı, düzenli kullandığı ilaçları olsa onları hiç yanından bırakmaz. Hastadır, ilaçları belli saatlerde içecektir, sürekli yanında gezdirir. Görüyorsunuz insülin iğnesini yanımda gezdiriyorum, saat geldi mi vuruyorum. Niye, onu bıraktığımda, yanımda olmadığında zararını görmüşüm; bana sıkıntı olmuş, hastalığım nüksedecek, şekerim yükselecek… Bunu düşündüğüm için ilacımı sürekli yanımda taşıyorum. Misal anahtarlarımız, telefonlarımız sürekli yanımızda, telefonumuzu bir yere bırakmıyoruz, sürekli yanımızda taşıyoruz. Niye, dünyevi işlerimizi onunla döndürüyoruz. Belki önemli bir meselemiz var, biri bizi arayacak telefon yanımızda yoksa belki o işi kaybedebiliriz... Bunlara hassasiyet gösteriyoruz… 

Eğer kişinin imanı da İslamî anlayışı da ümmet olma duygusu, şuuru da bu mevzular gibi onda oturmuşsa, kemal bulmuşsa bu insan imanı ile alakalı hiç bir şeyini unutmaz. Ona öyle değer verir. O onun kimliğidir, onun sanki alışveriş kartıdır… Mesela vird tesbihini unutmaz, sürekli yanında olur; bir kimliktir onun için… Namaz tesbihi yanında olur. Sürekli takamıyorsa takkesi yanında olur, sarığı yanında olur. Unutmaz bunları, bunları bırakmaz.
Çünkü o inanır ki bunlarsız kılacağım bir namazın fazileti noksan olur. Zaten yaşadığım hayat içinde isteyerek veyahut istemeyerek birçok günaha bulaşıyorum, irademin dışında çevremde birçok yanlış oluşumlar var, ister istemez bunların birine karışıyorum, bulaşıyorum; bir sürü hatalarım var… Yememe, içmeme ne kadar dikkat edersem edeyim kaçıyor bir şeyler, ona dikkat edemiyorum. Yiyip içtiğim şeyler, gezip dolaştığım yerler, konuştuğum mevzular benden eksiltiyor, manevi kredimden eksiltiyor. Benim kredimi; faziletimi, Allah’ın yanındaki ecrimi mükâfatımı, ihlasıma, imanıma katkı sağlayacak şeyleri arttırmam lazım. Bunları da bıraktığımda sıfırlıyorum, o zaman benim maneviyatım sıfırlanıyor.
Şimdi bir adamı düşün ki belki şartları gereği düzenli beslenemiyor, saatinde yiyip içemiyor, abur cubur yiyor, ne bulursa yemek zorunda kalıyor… Bu adamın sıhhatten kaybı oluyor. Bir de bu adam düzenli vitamin alamadığını, bağışıklık sistemini güçlendirici ilaçlar da almadığını düşün, onun hayat dengesi bozuluyor. Vücut zayıf düştüğü için çabuk gribal enfeksiyonlara, mikrobik hastalıklara kapılıyor. Misal ufak bir rüzgârdan etkilense, hava değişse, bir soğuk su içse bakıyorsun adam etkileniyor. Niye, bünye zayıf... Bu adam bünyeyi kuvvetlendirici meselelere dikkat etmeli.
İşte ahir zamandaki Müslümanların maneviyatı böyle. Düzenli bir mana yaşantımız yok. Düzenli bir amelimiz, gece ibadetimiz, ilim hayatımız vesaire yok. Belki böyle bize ufak tefek, basit görünen şeylerden manayı güçlendireceğiz. Çünkü Allahu Teala belki bire bin verecek... Bağışıklık sistemimizi, imanımızı, ihlasımızı güçlendirecek, bizim de yapabileceğimiz sebepler var. Bunları da yapmadığımızda, bıraktığımızda zafiyete uğruyoruz. Maneviyat tamamen sıfırlanıyor, bakıyorsun ki vücut ülkesinde nefs ve şeytan hâkim oluyor. Artık biz ehadisle değil havadis ile amel etmeye başlıyoruz. Biz ilhamı ilahi ile değil vesvese ile hareket etmeye başlıyoruz. Biz Hakk’ın yönlendirmesiyle değil menfaatimize düşüyoruz vesaire… İnsanda maneviyat kalmıyor.
Bu yüzden biz hiçbir şeyi basit görmemeliyiz. Bakın Peygamberimiz aleyhissalatu vesselamın bize çok basit gibi görünen şeyler üzerinde öyle buyrukları var ki bunlar aslında bizi teşvik için, bize bir başlangıç olması için… Bize o mana sahasına adım atmayı öğretiyor.''Buyuruyorlar.

Netice-i Meram bölümünde Vahdettin ŞİMŞEK; “Mürşidi Kamilin Huzurunda Edeb Nasıl Olmalıdır?” ve Abdülkadir Visâlî; “Müridin, İhvan ile Olan Adabı” başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

Andelib - Dergahlar Gönül Mekanlarıdır

Sâlik-i İrfan - Ya Rasulallah Oğlumu Hediye Kabul Et!

Tamer Doymuş - Üç Aylar ve Miraç Mucizesi

Veysel Özsalman - Theseus'un Gemisi

İrfan AYDIN - Düştüğü Yerden Kalkmak

Yusuf-i Kenan - Çocuklarımızı Nasıl Eğitmeliyiz

Yusuf Kenan Kartal - La İlahe İllallah

Şeb-i Vuslat - Abdülkadir Geylani (ksa) Hazretleri'nden İnciler

Mine Şimşek - Kurban Olam! Kurban Olam!

Gönül Pınarından - Teslimiyet ve Güven: Hz. Hatice (r.anha)

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort