JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cuma, 01 Haziran 2018 12:29

Haziran 2018 Mukaddime

Haziran 2018

Sayı: 126 - Haziran 2018

 

Muhterem kardeşlerim;

Rabbimiz Teâlâ Hazretleri’nin izni ve inayetiyle Ramazan-ı Şerif’in sonuna doğru yaklaşmaya başladık. Günler adeta saate dönüşmüş gibi ilerliyor. Daha dün üç aylar başlıyordu, onun heyecanını yaşıyorduk, bugün Ramazan Bayramı’nı bekler olduk. Elbette ki, önemli olan hızlı geçmesi değildi, mühim olan Rabbimiz’in razı olacağı şekilde idrak edebilmekti. İnşaalah, bunda da muvaffak olmuşuzdur.

İşte ömür dediğimiz sayılı nefeslerimizi de bu şekilde hızla tüketiyoruz. Âdeta süratle uçuruma doğru giden bir aracın içindeyiz. Son nefesimize doğru sürükleniyoruz ve maalesef bizler bunu sadece seyrediyoruz. Fakat halen daha şoför koltuğunda şeytan ve avaneleri, nefsimiz ve kötü arkadaşlarımız oturuyor. Halen daha bu uçuruma gidişten zevk alıyoruz. Keyifle bağırıyoruz. Statlarda, miting meydanlarında, kahvehanelerde, eğlence mekânlarında naralar atıyoruz. Ramazan gününde dahi bu yanlışlarımızdan vaz geçmiyoruz. 

Ramazan, sanki imsakla iftar arasında sadece bir açlık ve susuzluk çekmekten ibaret olmuş. Böyle olunca da gözümüz hep yiyip içmekte. Orucun neticede bizi takvaya ulaştırması gereken bir ibadet olduğu hakikatini çoktan unuttuk. Kendimizi iftara zor atıyoruz. Hâl böyle olunca da ibadet etmek yerine kalabalık caddelerde kadınlı erkekli voltalar atıyoruz. Teravih namazları artık ibadet değil, dostlar iş başında görsün misâli eğlenceden önce bir toplanma mekânı olmuş. Orada namazı kılıp, ardından Hakk’ın razı gelmeyeceği mekânlarda arzı endam ediyoruz. 

Artık müslümanların iftar davetleri maaile olmuş. Aynı masada oturup güle oynaya yemek yiyebiliyoruz. Aklımıza gelmiyor değil, acaba yeni bir din veya yeni bir peygamber ve onunla birlikte yeni vahiyler mi geldi? Bin dört yüz yıl boyunca haram olan şeyler bu gün nasıl helal(!) oldu? 

Bakınız işler artık o kadar çığırından çıktı ki, yüzyıldır ensemizde boza pişiren laiklere bile taş çıkartacak derecede müslümanlardan tepkiler görebiliyoruz. Hani İslam’ın emrettiği kadın-erkek ilişkilerindeki haremlik selamlık uygulaması için laikler bize “sizin kalbiniz bozuk, ne var kadın erkek baş başa kalsa veya kadınlı erkekli beraber otursak” diyorlardı. Bugün bunları maalesef müslümanlardan duyuyoruz. İşte; “Biz umreye gittik, bizi götüren görevli hocalar birlikte oturmanın mahzuru olmadığını söylediler. Hatta onlar da gelip bizlerle oturdular, beraber yemekler yedik.” Ya da “Falan hoca haremlik ve selamlık diye bir şey yok” diyor. “Bunu dini bilmeyenler çıkarmış” diyor, şeklinde acayib ve garaib fikirler ortalıkta geziniyor.

Faiz illeti artık müslümanların kazanç kaynağı olmuş. Faizli bankaların kartlarından müslümanlar cüzdanlarının içinde koleksiyon yapmışlar. Adamın kendisinde ayrı, eşinde ayrı, çocuklarında ayrı kredi kartları, ay bitince de alt limitini ödeyip bir sonraki aya borçlu girmeler. İki, bilemediniz üç ay sonra da ödenemeyecek kadar yüksek bir meblağlar karşısına çıkınca da feryadının sesi Kaf dağından duyuluyor.

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Diyeceksiniz ki, bin aydan hayırlı Kadir Gecesi’ne yaklaşırken, Ramazan Bayramı’na gün sayarken bunların sırası mıydı? Biz Kadir Gecesi’nde Rabbimiz’e yalvarıp bu günahlarımızı bağışlattıracak, bayrama tertemiz çıkacaktık.

Peki, bayramdan sonra ne olacak?

Bizler inanıyoruz ki işlediğimiz günahlardan nedamet duyarak ihlas ve iç yanıklığı ile Kadir Gecesi’nde tevbe edersek, yalvarırsak umarız ki Cenabı Hak bizleri bağışlar. Hatta Furkan Suresi’nde belirtildiği üzere hiç günah işlememiş gibi bizleri temizler, bununla beraber Rabbimiz dilerse günahları sevaba tebdil eder. 

Fakat büyüklerimizin diliyle “Yâ Rabbi, yapmış olduğum bütün günahlardan ben pişmanım, keşke yapmasaydım, inşaallah bir daha ben yapmayacağım.” şeklinde tevbe etmeliyiz. 

“Yâ Rabbi şu ana kadar yaptıklarımı siz affedin, ama ben bayramdan sonra yine yapmaya devam edeceğim. Sıkıştığımda faizli kredi alacağım, senin toplumsal hayatla ilgili buyurduğun bütün emir ve yasakları çiğneyeceğim. Müslümanlarla değil, süslümanlarla vakit geçireceğim” şeklinde, günü kurtarma anlayışıyla yapacağımız bir tevbe yalancının mumunun yatsıya kadar yanması gibi olur. Akabinde başımıza gelecek musibetleri peşinen davet etmiş oluruz.

Bunun içindir ki, geliniz Kadir Gecesi’nde Rabbimize yalvarırken sevap ve günah adına sahib olduğumuz neyimiz varsa hepsini ortaya koyup “Yâ Rabbi, ben bütün her şeyimden ferağat edip Sana dönüyor ve tevbe ediyorum. Bugün adeta benim doğum günüm gibi olsun. Bugünden itibaren Siz ne emir buyurmuşsanız gücüm ölçüsünde bunları yapmaya gayret edeceğim. Gerçek ehlisünnet âlimlerinin nasihatlerini dinleyip hayatımı ona göre tanzim edeceğim. Müslüman kardeşlerimle gerek zâhiren gerek bâtınen birlik olacağım!” şeklinde dua edelim. O zaman gerçekten Ramazan-ı Şerif’i idrak edip Bayrama ulaşanlardan oluruz inşaallah. 

Rabbimiz bizleri o saadetli bayramlara eriştirsin. Hepimizin Kadir Gecesi ve Ramazan Bayramı mübarek olsun. Allah yâr, kalbler beraber olsun. Âmin...

 

Temmuz 2018

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin TEMMUZ 2018 sayısı çıktı.

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “ESAS PROBLEM; İÇİMİZİN BAŞKA, DIŞIMIZIN BAŞKA OLMASIDIR” Başlıklı sohbetlerinde:

''Sual: Sohbet ortamlarında bulunurken bizlerde güzel bir hal oluyor, etkileniyor ve kendi kendimize; “Hak yolunda gayretli olacağız!” diye sözler veriyoruz. Ama oradan ayrılınca verdiğimiz sözleri unutuyor, yine nefsimize söz geçiremiyoruz. Sohbette olanlar dışarıda olmuyor… 

Cevap: Olmuyor demeyelim, olduramıyoruz diyelim. Çünkü olmadı demek bir neticedir, halbuki bizden olması isteniliyor. Olmayacak bir şey bizden istenilmez. Allahu Teâlâ bize bizim kaldıramayacağımız, yapamayacağımız bir yük yüklememiş. Demek ki dışarıda da oluyor, olabilir; buna imkân vermiş Cenabı Hak. Bunu biz olduramıyoruz, beceremiyoruz. Bu bizim eksiğimiz… 

Eğer buradan aldığımız şeyin gerçek olduğuna inanıyorsak ve onu iğreti bir şekilde almamışsak yani hakikaten onu gönlümüze, zihnimize, hayatımıza indirmişsek, o şey biz nereye gidersek gidelim, fıtrî bir hadiseymiş gibi, bizimle birlikte her yere gelir. 

Misal biz gittiğimiz yerde acıkıyoruz ve helal dairesinde orada bulabildiğimiz şeyleri yiyoruz. Gittiğimiz yerde uykumuz geliyor, müsait bir yer buluyoruz, uyuyoruz. Susuyoruz, su da içiyoruz. Teneffüse ihtiyaç duyuyoruz, teneffüs ediyoruz, nefes alıyoruz. Afedersiniz def-i hacete ihtiyaç duyuyoruz, buralarda bu olmaz demiyoruz, müsait bir yer bulup hacetimizi gideriyoruz. Yani her şey tabii, her şey oluyor. Hayatımızda öyle çok büyük bir değişiklik yok. Öyleyse niye ibadet olmuyor, niye İslamî hayat yaşanmıyor? Demek ki burada eksiklik bizde… Orada da su ve susuzluk aynı, orada da açlık ve beslenme aynı, orada da teneffüs ihtiyacı ve hava aynı… Zaruri ihtiyaçlar, bütün beşeri ihtiyaçlar aynı, niye manevi ihtiyaçlar farklı olsun? Hayat normal seyrinde devam ediyor.

Öyleyse biz bir denge kuramıyoruz. 

Geçenlerde de dedik ya; “İyyâke na’budu”ya geri döneceğiz. Kulluk anlayışımızı gözden geçireceğiz. Biz Allah’ı nasıl tanıdık? Yani bizim Allahımız belli mekânların Allah’ı mı? Bizim Allah ile olan irtibatımız sadece mescitte, tekkede, Mekke’de, Medine’de mi? Böyle belli yerlerde mi bizim Allah’a ihtiyacımız var, yoksa her alıp verdiğimiz nefeste Allah’a muhtaç mıyız? Allah’a inanışımızı, Allah’ı tanıyışımızı Allah’a karşı olan duruşumuzu, bakışımızı ciddi manada gözden geçirmeliyiz.

İman dediğimiz kavramı şöyle önümüze koyup yeniden bir tahlil etmeliyiz. Nasıl inanıyoruz biz? 

Biz, Allah’ın bizi her yerde gördüğünü, gözettiğini, kuşattığını ve her yaptığımız şeyden dolayı O’na hesap verecek olduğumuzu nasıl anlamışız, bunu kontrolden geçirmeliyiz. Bu iman zafiyetidir ve çok ciddi bir tehlikedir.

Bir Müslüman, misal, burada namazını kıldı; gittiği yerde şartlar müsait değil diye kılmadı… Misal, “Burada nerede abdest alacağım, kıble neresi?” diye böyle eften püften bahanelerle namazını kılmadı; veya burada dikkat ettiği helallere, sakındığı haramlara gittiği yerde dikkat etmedi, o zaman bu kişinin iman problemi var, Allah’a güven problemi var. Demek ki onun Allahı’nın sadece buraya gücü yetiyor, buraya karışıyor, buraya bakıyor(!). Geniş alanlara, farklı mekânlara çıktığında oralara karışamıyor… Sanki böyle bir anlayış oluşuyor. Bu, şirke kapı açar. 

Mümin Allah’a teslim oldu mu şartlar ne olursa olsun o, O’na (cc) sığınmıştır.'' Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde Vahdettin Şimşek; “Emanet Peygamberlerin ve Salihlerin Sıfatıdır” ve Abdülkadir Visâlî; “''Ehil Olmak'' Ancak Kulluğunun ve İnsanlığının Kıymetini Bilmekle Olur” başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

Veysel Özsalman - Müminin Firaseti

Tamer Doymuş - Hadisi Şeriflerden  Bir Demet

Sâlik-i İrfan - ''... Daha Muhteşem ve Güzel Söz Duymadım.''

Yûsuf-i Kenân - Mutlu Çocuk Yetiştirmek

Dilhun Aşık - Eğitim ve Öğretim Tamamen Bir Meratib ve Silsile İşidir

Yusuf Kenan Kartal - ''Rasul'e Olan İtaatimiz Allah'a Olan Kulluğumuzu Belirler''

Şeb-i Vuslat - İmamı Rabbani hazretleri'nden Mektubumuz var! -2

Mine Şimşek - Allah'ın (cc) Veli Kulları -4

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

Perşembe, 05 Temmuz 2018 21:02

HIRS VE UZUN EMEL

 Hırs ve Uzun Emel

Hırs ve Uzun Emel - Şeb-i Vuslat

Sayı : 122 - Şubat 2018

 

Hırs ve Uzun Emel

 

Ebu Derda (ra) şöyle demiştir: “Ey insanlar, nedir başınıza gelenler? Görüyorum ki, bir şey bilenleriniz (âlimleriniz) bir bir gidiyor. Bir şey bilmeyen cahilleriniz ise, bir şey öğrenmek istemiyor. Âlimlerin gidişi ile ilim kalkmadan bir şeyler öğrenmeye çalışınız. Size ne oluyor ki: Allahu Teala’nın size kefil olduğu şeye hırsla sarılıyorsunuz. Sizi vekil eylediği şeyi de unutuyorsunuz. Ben, sizin kötü huylularınızı baytarın hasta atları ayırt etmesinden daha iyi ayırt ederim. Onlar, zekâtlarını ancak vacip olduğu zaman vermeye bakarlar. Namaz vaktini geçirerek kılarlar. Kur’an’ı isteksiz dinlerler. Hürleri köle gibi çalıştırırlar.”

Hırs iki türlüdür: Kötü olan hırs, kötü olmayan hırs. Ancak hırsın her türlüsünü terk, en iyisidir. Kötü olan hırs, Allah’ın emrini yerine getirmekten alıkoyar. Böbürlenmek için mal toplamaya sevk eder. Kötü olmayan hırs ise, Allah’ın emrettiği şeylerden birini dahi, mal toplamak ve böbürlenmek için terk ettirmeyen hırstır. Böylesine bir hırs kötü değildir. Çünkü Rasulullah’ın (sav) bazı ashabı da mal toplardı. Fakat Rasulullah (sav) malı lüzumsuz gösterip bıraktırmazdı. Ancak, terkinin daha iyi olduğunu görürse bunu açıktan anlatırdı. Nitekim bu konuda Ebu Derda’nın (ra) beyan ettiğine göre, hırsa dalınıp Allah’ın emri bırakılırsa, o kötüdür. Bu manada şöyle buyurdu: “Allah’ın size kefil olduğu (rızık) şeye hırsla sarılıyorsunuz.” Yani, rızık talebi için hırs gösteriyorsunuz. Devam etti: “Sizi vekil ettiği şeyi de unutuyorsunuz.” Yani; sizi görevlendirdiği taat işlerini yapmıyorsunuz. Devamla şöyle buyurdu: “Hür işçileri köle gibi çalıştırıyorsunuz.” Yani; çalıştırmak için tuttuğunuz hür işçileri fazla yoruyorsunuz. Zamanında bırakmıyorsunuz. Onları birer köle gibi çalıştırıyorsunuz.

Mus’ab b. Sa’d anlatıyor: Hafsa, bir gün babası Hz. Ömer’e şöyle dedi: “Allahu Teala sana çok hayır ihsan eyledi, rızkını da bol verdi. Durum böyle olunca, güzel yemekler yesen; güzel elbiseler giysen ne olur?” Hz. Ömer (ra): “Senin bu sözüne, yine seni hakem yapacağım!” dedi. Rasulullah’ın (sav) durumunu anlattı. Rasulullah (sav) ile kendisinin durumunu da anlattı. Bu anlattıklarıyla onu ağlattı. Daha sonra şöyle dedi: “Benim iki arkadaşım vardı. Bir yola girmişlerdi. Eğer onların girdikleri yolun dışında bir başka yola girersem, yolum onlarınkinden başka bir yol olur. Allah adına yemin ederim ki, onların zor yollarına devamda sabredeceğim. Belki onların rahmet deryalarına bu sayede yetişirim.”

Mesruk (ra) şöyle anlatıyor: Hz. Aişe’ye sordum: “Anacığım! Rasulullah eve geldikten sonra en çok ne söylerdi?” Şöyle anlattı: “Rasulullah’ın eve geldikten sonra, en çok şöyle dediğini duyardım: Âdemoğlunun iki vadi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun içini toprak doldurur. Allah tevbe edenin tevbesini kabul buyurur. Allahu Teala bu malı onunla namaz kılınsın ve zekât verilsin diye verdi.”

Katâde, Enes b. Mâlik’ten (ra) naklen Rasulullah’ın (sav) şöyle buyurduğunu anlattı: “İnsanoğlunda iki şey hariç her şey ihtiyarlar. Onlar da hırs ve uzun emelidir.”

Hz. Ali (ra) şöyle dediği anlatılır: “Sizin için en fazla iki şeyden korkuyorum: Uzun emel ve boş arzulara kapılmak. Uzun emel ahireti unutturur. Hevai (boş) arzulara uymak ise, Hak’tan alıkoyar. 

Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Üç şeyin, üç kimseye geleceğini haber veriyorum. Üç kimse şunlardır: Dünyaya kapanan, dünyaya hırsla sarılan ve dünya malını, kendisi harcamayan, başkalarının da harcamasına üzülendir. Üç şey de şunlardır: Sonunda zenginlik olmayan bir fakirlik. Boş zamanı bulunmayan çalışma. Hiç ferahlık taşımayan kederdir.”

Ebu Derda (ra) Humuslular’ın yanına gitti. Onlara şöyle dedi: “Siz Allah’tan korkmaz mısınız ki, içinde oturamayacağınız evler yaparsınız. Kavuşmanıza imkân olmayan ümitler beslersiniz ve yiyemeyeceğiniz kadar mal toplarsınız. Sizden önce gelenlerden bazıları, çok sağlam binalar yaptılar. Çok mal topladılar. Çok uzun emellere kapıldılar. Ancak, bir sabah gördüler ki, evleri kabirler haline gelmiş, bütün ümitleri bir aldanıştan ibaret olmuş, topladıkları mallar ise, sırtlarına birer yük olmuş.

Hz. Ali (ra), bir gün Hz. Ömer’e (ra) şöyle dedi: “Eğer arkadaşın (Rasulullah) gibi yaşamak istersen, elbiseni kendin yama, ayakkabını kendin tamir et, emelini kıs. Tam doymayacak kadar ye.”

Ebu Zer (ra) şöyle anlattı: “Hataların kaynağı üçtür. Bunlar: Haset, hırs ve kibirdir. Hırs, Âdem’den kaldı. Kendisine şöyle dendi: ‘Cennettekilerin hepsi mubahtır. Yalnız şu ağaç müstesna, o, sana yasaktır.’ Hırs onu sürükledi, o ağaçtan da yedi ve cennetten çıkardı. Kibrin aslı ise, iblisten geldi. Allah, Âdem’e secde et, dedi. Secde etmedi. Büyüklük tasladı, lanete uğradı. Hasedin aslı ise, Âdem’in oğlu Kabil’e dayanır. O kardeşi Habil’i öldürdü, kâfir oldu. Yeri de ebedî cehennem oldu.”

Anlatılır ki: Âdem (as), oğlu Şit’e (as) beş tavsiyede bulundu: Ayrıca bu beş şeyi çocuklarına, kendisinden sonra tavsiye etmesini de emretti. Tavsiyeleri şunlardır:

Çocuklarına söyle; dünyaya dayanmasınlar. Ben baki cennete dayandım. Allah benden razı olmadı ve oradan çıkardı.

Onlara söyle; kadınlarınızın arzusuna göre iş yapmayınız. Ben, kadınımın emrine göre hareket ettim, pişman oldum.

Onlara söyle; işledikleri her işin sonunu gözetsinler. Eğer ben işin sonunu gözetseydim, başıma gelenler gelmezdi.

Onlara söyle; bir işte kalbiniz daralırsa, o işten vazgeçiniz. Ben o ağaçtan yedim. Kalbim sıkıldı, ama dönemedim. Pişman oldum.

Onlara söyle; bütün işlerde müşavere ediniz. Eğer ben, durumu meleklerle müşavere etseydim, bana isabet eden, etmezdi.

Mücâhid, Abdullah b. Ömer’in (ra) şöyle dediğini anlattı: Rasulullah (sav) bana şöyle buyurdu: “Dünyada bir garipmişsin ya da geçip giden bir yolcuymuşsun gibi ol. Nefsini ölülerden say!” ve Mücâhid, Abdullah b. Ömer’in (ra) şöyle dediğini anlattı: “Sabaha çıktığı zaman nefsine akşamın sözünü etme. Akşamı ettiğin zaman da, nefsine sabahın sözünü etme. Ölmeden evvel hayatından bir şeyler al. Sağlığından, hastalığın için bir şeyler ayır. Çünkü ismin yarın nasıl anılacak, bilemezsin.”

Bir kimse, uzun emeli bırakırsa Allahu Teala ona dört ikramda bulunur:

Taatında ona kuvvet verir. Bir kul yakında öleceğini bilirse, karşısına çıkacak güçlükleri önemsemez. Taata çaba harcar. Amelini çoğaltır.

Dertlerini azaltır. Bir kimse, yakında öleceğini bilirse, önüne gelen zorluklara önem vermez.

Aza razı kılar. Bir kimse, yakında öleceğini bilirse, çok şey istemez. Bütün gayretini ahirete yöneltir.

Kalbini nurlandırır.

Anlatıldığına göre, kalp dört şeyle nurlanır:

Midenin açlığı,
İyi arkadaş,
Geçmiş günahları düşünmek,
Uzun emeli terk etmek.

Bir kimsenin emeli uzun olursa, Allahu Teala (cc) onu dört şeyle cezalandırır:

Taata karşı tembellik verir.
Dünya dertlerini çoğaltır.
Dünya malı toplamaya karşı hırslı kılar.
Kalbini karartır.

Anlatıldığına göre kalp dört şeyden kararır:
Dolu mide,
Kötü arkadaş,
Geçmiş günahları unutmak,
Uzun emelli olmak.

Bir Müslümana yaraşan uzun emeli terk etmektir. Çünkü ne zaman öleceğini bilemez. Hangi nefes ömrünün sonudur, onu da bilemez. Nitekim bir ayeti kerimede Allahu Teala (cc) şöyle buyurdu: “Hiçbir nefis, hangi yerde öleceğini bilemez.” (Lokman 34) Bazı müfessirler bu ayeti şöyle tefsir ettiler: “Bir nefis, hangi adımda öleceğini bilemez.” Bir başka ayette ise şöyle buyuruldu: “Habibim, sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (Zümer 30) Bir başka ayette ise şöyle buyuruldu: “Ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri bırakılırlar, ne ileri bir saate alınırlar.” (Araf 34) Bir Müslümana yakışan, ölümü çokça anmaktır.

İman sahibi için şu altı şeyden ayrı kalmak zordur:

Sonunu (ahiretini), kendisine anlatacak bir ilim.

Allah’a kulluk işinde, kendisine yardım edecek, Allah’a isyandan alıkoyacak iyi bir arkadaş.

Düşmanını bilmek ve ondan korunmak.

Allah’ın ayetlerinden, gecenin ve gündüzün değişmesinden ibret alacak bir göz.

Halktan kimsenin hakkını yememek, ta ki kıyamet günü, kendisine hasım olan çıkmasın.

Ölüm gelmeden evvel, ölüme hazırlık. Böyle yapacak olursa, kıyamet günü rüsvay olmaz.

Muhammed b. Fazl, Hasan Basri’nin şöyle dediğini anlattı: Bir gün, Rasulullah (sav) ashabına şöyle buyurdu: “Hepiniz cennete girmek istersiniz değil mi?” Bunu dinleyen ashab şöyle dedi: “Allah varlığımızı Sana feda kılsın, ya Rasulallah. Doğru söyledin!” Rasulullah (sav) şöyle devam etti: “O halde, emellerinizi azaltınız. Tam manası ile Allah’tan utanınız.” Ashab şöyle dedi: “Hepimiz Allah’tan (hayâ ederiz) utanırız, ya Rasulallah!” Şu cevabı aldılar: “Hayâ, bu sizin anladığınız manada değildir. Asıl hayâ; kalbi ve oradaki çürümeyi düşünmenizdir. İçinizi ve dışınızı kötü düşünceden korumaktır. Bir kimse, ahiretin iyiliğini ister, dünya süsünü bırakır. İşte, asıl Allah’tan tam manası ile utanmak budur. Böyle yapmakla, Allah’ın velayeti (dostluğu) bulunur.”

Bir gün Rasulullah (sav) şu ayeti okudu: “Sizi, çokluk helak etti. Hatta bu yüzden kabirlere gittiniz.” Sonra şöyle buyurdu: “Âdemoğlu, malım malım, der durur, malından sana kalan ne? Ancak, yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin, sadaka verip bekâya ulaştırdığın kalır.”

Hasan Basri (ra) şöyle anlattı: Tevrat’ta şu beş cümle yazılı idi: Zenginlik, kanaattadır. Selâmet, uzlettedir. Hürriyet, şehveti bırakmaktadır. Muhabbet, rağbeti bırakmaktadır. Uzun günlere (ahirete) bir şeyler hazırlamak, kısa günlerde sabır iledir.

Urve b. Zübeyr’in anlattığına göre, Rasulullah (sav), Hz. Aişe’ye (ra) şöyle buyurdu: “Bana kavuşmak istiyorsan, dünya malından sana bir yolcuya yeteni yetsin. Zenginlerin meclislerine gitmekten sakın. Yenisini giyeceğin zaman, çıkardığın elbise yamalı olsun.”

Rasulullah (sav) şu duayı yapmıştır: “Allah’ım, beni sevene iffet ver. Yeteri kadar rızık ihsan eyle. Bana buğzedenin malını ve çocuğunu çoğalt.”

Hz. Hasan (ra), Rasulullah’ın (sav) şöyle buyurduğunu anlattı: “Dünyaya rağbet etmek; kederi ve üzüntüyü artırır. Dünya malına tok davranmak, kalbi ve bedeni dinlendirir. Sizin için, fakirlikten korkmuyorum, sizin için asıl korktuğum zenginliktir. Çünkü sizden öncekilere açıldığı gibi, dünya size de açılır. Siz de ona yumulursunuz, birbirinize haset eder çekişirsiniz. İşte o zaman, dünya sizden önceki ümmetleri helak ettiği gibi sizi de helak eder.”

Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Bu ümmetten öncekilere iyi gelen, zahidlik ve yakın hâlidir. Bu ümmetten son gelenlerin helaki ise, cimrilikten ve olmayacak ümitler peşinde koşmaktan olur.”

Rabbim (cc) anımızı muhafaza edebilmeyi cümlemize nasip eylesin,

Allah yar, kalpler beraber olsun inşaallah.

 

KAYNAKÇA:
Tenbihü’l-Gafilin ve Bostanü’l-Arifin. Ebu Leys Semerkandi, Bedir Yayınevi, 2016

 

Yazar:  Şeb-i Vuslat

 

Perşembe, 05 Temmuz 2018 20:45

STRES

Stres

Stres - Mine Şimşek

Sayı : 122 - Şubat 2018

 

Stres

 

Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve beraketuhü. Bu ayki yazımızda stres ve sebeplerinden bahsedeceğiz inşaallah. Hayatımızda yoğun bir hareket var, sanki zaman hızla akıp gidiyor. Bu yoğunluğun içinde bizler, bazı imtihanlarımıza sabredemeyen olabiliyoruz. Bazılarımız ise hassas yaratılmışız. Bir olay, bir durum karşısında üzülen, kırılan olabiliyoruz. Veya da hayatımızı, Cenabı Hakk’ın (cc) bizlerden istediği gibi bir kulluk yapamıyorsak stres ve depresyon hastalıkları ortaya çıkıyor.

Kur’an-ı Kerim’de: “Kim benim zikrimden yüz çevirirse artık onun için dar geçim, sıkıntılı bir hayat vardır.” (Taha 124),

“O (takva sahibi ola)nlar bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.” (Âl-i İmran 134),

“Erkek olsun kadın olsun bir mümin olarak kim salih bir amelde bulunursa hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatta yaşatırız ve onların karşılığını yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz.” (Nahl 97) buyrulmuştur.

Bilim adamları ise bu konu hakkındaki görüşleri ve strese sebep olan durumları şöyle açıklamışlardır: “Stres çağımızın vebası veya bir virüs hastalığıdır.

Strese Sebep Olan Durumlar

a) Gereksiz ve önemsiz olan durumlarda panik, heyecan vs. yapma.

b) Çok yorgunluk, uykusuzluk ve düzensiz beslenme.

c) Zengin ol-ma isteği, hırs ve kıskançlık her zaman kazananın kendisi ola-cağından çok emin olmak.

d) Her ne olursa olsun her konu her mevzu benim kontrolum altında olmalı, olacak arzusu.

e) Kendi ile alakalı durumlara çok çaba sarf ettiği, fakat neticesi iyi sonuçlanmaz ise.

f) Kafada sürekli geleceğe yönelik planlar ve kendini yetersiz, eksiz hissetme.

g) Güvendiği dostlarının sıkıntılı anında yanında olmaması.

h) Yapamayacağı sorumlulukları yüklenmek, “Yapabilirim!” gibi kendine özgüven.

I) Tartıştığında kendini haklı görme, fakat haksız çıktığında sonucu kabullenmeme. 

Bu şıklardaki sonuçları kendi isteğimize göre değil de yine Rabbimizin bizlere emir ve buyruklarını tefekkür ederek Kur’an ve sünnet içinde düşünür isek, sonucun stres değil de Hakk’a tevekkül ve sabır çıktığını görürüz inşaallah. Mesela, hayatımızın imtihanıdır, olur ya bir sıkıntıya düştüğümüzde Cenabı Hak (cc) ayeti kerimede: “Demek ki güçlükle beraber kolaylık vardır, elbette zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır. Boş kaldığında yeni bir işe koyul, ve yalnız Rabbine yönel.” (İnşirah 5-6-7) diye buyurarak bizlere sabrı tavsiye ediyor. Bazen de Allah (cc) bazılarımıza geçim sıkıntısı verebiliyor. Bizler ise Rabbimizin “Rezzak” sıfatına teslim olarak rızık endişesi için ileriye yönelik planlar yapmak yerine: “Ya Rabbi! Helalinden hayırlı rızık ver!” diye dua etmeliyiz. Veya hastalandığımızda derdin Allah’tan geldiğini doktorun, ilacın sadece sebep olduğunu bize sıhhat ve şifa verecek olanın yine “Şafi” ismi hürmetine Allah olacağını bilmek ve bu ismi zikrederek dua etmek en güzel olandır. Veya da birisi bizden yardım istediğin de, “Ben yaparım, başarırım, her şeyin üstesinden gelirim!” demek değil de, yine Kur’an-ı Kerim’de: “Hiçbir şey hakkında yarın bunu muhakkak yapacağım deme. Ancak Allah’ın dilemesiyle, inşaallah yaparım de! Ve unuttuğun zaman (yine inşaallah diyerek) Rabbi’ni zikret ve de ki: ”Umulur ki Rabbim beni bundan daha hayra doğru olana ulaştırır.” (Kehf s23-24) buyruğuyla, adeta Rabbimiz, bizim iznimiz olmadan biz dilemedikçe, siz bir şey yapamazsınız diye hatırlatıyor.

Biraz latife olsun diye bir fıkrada şöyle anlatılmıştır: Hoca, sabah olunca hanımına, kızına gideceğini söyler. Hanımı ise “İnşaallah de, bey!” der. Hoca: Tatlı sert kızarak: “Çıktım gidiyorum işte, inşaallahı, maşallahı yok!” der ve gider. Aradan üç gün geçer hoca eve gelmez. Üçüncü gün kapı çalar, hanımı seslenir. “Kim o!” Hoca, hırsızlar tarafından soyulmuş ve biraz hırpalanmış bir şekilde cevap verir: “Aç! hanım aç! İnşallah ben geldim!” der. 

Sevgili Peygamberimiz (sav) öfke ile ilgili birkaç hadisi şerifte: “Güçlü kişi, pehlivan olan hasmını yenen kişi değildir. Asıl güçlü öfke anında sinirlerine hakim olandır.” 

“Bir kelime biliyorum eğer bunu söylerseniz öfkeniz diner: Bismillahir rahmanirrahim. Kovulmuş şeytanlardan Allah’a sığınırım.”

“Öfke şeytandandır, şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateşi söndüren de sudur onun için biriniz öfkelenince hemen abdest alsın.” buyurmuştur.

Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde: “Günümüzde yaygın olan, sinir ve stresten kurtulmanın yolları nelerdir?” sorusuna, şu sohbeti yapmışlardır: “Stres boş işlerle uğraşmaktan meydana geliyor. Sinir dediğimiz şey aslında ruhta olan sıkıntının bedene yansımasıdır. İnsanların kimi spor yaparak rahatlıyor. İnsan yaptığı spor esnasında kafasına taktığı şeyi çözmek istiyor, unutmak istiyor. Kimi ise yiyerek rahatlamak istiyor, canı sıkıldı mı sinirleri gergin oldu mu alıyor yanına çekirdek veya kuru yemiş ne yediğinin farkında da değil, dille ağız arasında gidip geliyor; rahatlama, kendini avutma için habire yiyor. Kimine bakıyorsun deniz kenarına gidiyor, orada taşları eline alıyor, halka halka sektirmeye çalışıyor. Kimisinin çenesine vuruyor, konuşmaya başlıyor, adam rahatlama adına saatlerce konuşuyor… Halbuki insan Allah’ın zikrine yönelmeli, güzel bir ilahi dinlese veya Abdussamed sesinden Kur’an dinlese, duyguları harekete geçer. Ondan sonra güzel bir kitap alsa anlayarak okumaya çalışsa, gönlü tamamen sürülmüş havalandırılmış olur, af edersiniz gübrelenmiş bir toprak gibi olur. Gönlü hallaç pamuğu gibi atılır, müsait bir hale gelir. Ondan sonra tesbihi eline alsa bu gönlü ekmeğe çalışsa huşu ile huzurla samimi istiğfarda bulunsa “Estağfirullah el azim” dese. “La ilahe illallah” dese. İçten göz yaşı ile birlikte: “Sen benim sahibimsin! Halîkımsın! Şimdi beni kime bırakıyorsun, ben düşmüşüm ben perişanım..! Benim sahibim sensin.” diyerek işte bu iştahla yalvararak “La ilahe illallah, La ilahe illallah…!” dese. Ondan sonra salatu selama devam etse. Böyle bir insan o zaman ne umar da erişemez, ne ister de alamaz, ne arzular da olmaz ki….

Yürüyüş yapmak gerekiyorsa kalbine doğru yürü, hakikat rahında yürü, ne güzel bir yürüyüş. Kanal be kanal gezeceğine gönlüne yönel onun hikmetini, sanatını, kudretini seyret. Bir şeyler tıkınacağına istiğfar ederek kendini temizle, arındır, bütün dertlerinden, sıkıntılardan kurtul, sana görünmezden kapılar açılır. Allah’tan uzak kaldığın sürece tehlikelerin, zorlukların ardı arkası kesilmez.” buyurmuştur.

Hâce Hazretleri’nin bu güzel sohbetlerini biraz açacak olursak kendimizi zikre vermemizi, canu gönülden dua etmeyi ve Hak’tan yardım istemeyi, O’na sığınmayı, çareyi O’nda bilmeyi her ne gelecekse hayrı da şerri de ondan bilmeyi ve teslim olmayı bildiriyor. Bir ayeti kerimede: “Olur ki bir şey sizin için hayırlı iken siz onu hoş görmeseniz. Yine olur ki bir şey sizin için kötü iken siz onu seversiniz. Allah bilir siz bilmezsiniz.” (Bakara 216) buyrulmuştur. 

Zikir ve sohbet olmayınca kalp hasta oluyor; ruh huzursuz oluyor ve bedende stres oluyor. Allah dostları buyuruyor; “Asıl zengin, sarayı köşkü olan değildir, zikri olandır.” Çünkü zikir çekene sekinet iner, sakin olur, zikir hürmetine kalp huzurlu olur. Kimi insanlar çok zengindir, her şeyi vardır fakat huzuru yoktur. Bazıları şükreder, bazıları isyan eder. Haşa, “Beni mi buldun.” derler. Çünkü şükrü yoktur, duası yoktur. 

Rabbim tüm ümmeti sıkıntıda, sevinçte, darlıkta, bollukta, hastalıkta, sağlıkta, hakkıyla O’na yönelen kullarından olabilmeyi nasip etsin. Peygamberimiz (sav) üzüntülü sıkıntılı, durum olduğunda dua ve zikre sığınmamızı tavsiye buyurmuşlardır. 

Yazımızı sevgili Peygamberimiz’in üzüntü ve sıkıntıyı giderme duası ile bitirelim inşaallah: 

“Allah’tan başka ilah yoktur. O büyüktür, o hilm sahibidir. Allah’tan başka ilah yoktur, o büyük arşın sahibidir. Allah’tan başka ilah yoktur, o göklerin ve yerin ve büyük arşın Rabbidir. - La ilahe illlallahül alimül halim. La ilahe illallahül rabbül arşil azim. La ilahe illallahül rabbüssemavati ve rabbül arzi ve rabbül arşil azim.” (Buhari 27)

 

Yazar:  Mine Şimşek

 

Perşembe, 05 Temmuz 2018 20:30

TESLİMİYET VE GÜVEN: Hz. ASİYE (3)

Teslimiyet ve Güven

Teslimiyet ve Güven: Hz. Asiye (3) - Gönül Pınarından

Sayı : 122 - Şubat 2018

 

Teslimiyet ve Güven: Hz. Asiye (3)

 

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a (cc)… Salat ve selam Hâtemü’l-Enbiya olan sevgili Peygamberimiz (sav) Efendimiz’e… O’nun âline ve ashabına olsun.

Teslimiyet ve güven konusunda bu ay Hz. Asiye annemizi işleyeceğiz inşaallah. Onlar teslimiyet ve güvende bizlere örnek şahsiyetlerdir. Onlar örnek bir hayat yaşadılar; birer iman ve ahlak abidesi oldular. Cennet kadınlarının önderleriydiler. Yaşadıkları hayatları derslerle ve ibretlerle doluydu. Aradan geçen binlerce senede, unutmak şöyle dursun, müminlerin gözlerinde ve gönüllerinde daha da büyüdüler; çünkü onlar Hakk’ın sevdiği örnek hanımlardır. Bunu bize Kur’an-ı Kerim haber vermektedir.

Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla!..

Ta, Sin, Mim. Bunlar, apaçık Kitab’ın ayetleridir. Mü’min olan bir kavim için hak olmak üzere, Musa ve Firavun’un haberinden (bir bölümünü) sana okuyacağız. Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.

Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz. Ve (istiyoruz ki) onları yeryüzünde iktidar sahipleri olarak yerleşik kılalım, Firavun’a, Haman’a ve askerlerine, onlardan sakındıkları şeyi gösterelim.

Musa’nın annesine: “Onu emzir, şayet onun için korkacak olursan, onu suya bırak, korkma ve üzülme; çünkü onu Biz sana tekrar geri vereceğiz ve onu gönderilen (elçilerden) kılacağız.” diye vahyettik (bildirdik). Nihayet Firavun’un ailesi, onu (ileride bilmeksizin) kendileri için bir düşman ve üzüntü konusu olsun diye sahipsiz görüp aldılar. Gerçekte Firavun, Haman ve askerleri bir yanılgı içindeydi.

Firavun’un karısı dedi ki: “Benim için de, senin için de bir göz bebeği; onu öldürmeyin; umulur ki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz.” Oysa onlar (başlarına geleceklerin) şuurunda değillerdi. Musa’nın annesi ise, yüreği boşluk içinde sabahladı. Eğer mü’-minlerden olması için kalbi üzerinde (sabrı ve dayanıklılığı) pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse onu(n durumunu) açığa vuracaktı.

Ve onun kız kardeşine: “Onu izle.” dedi. Böylece o da, kendileri farkında değilken onu uzaktan gözetledi. Biz, daha önce ona süt analarını haram etmiştik. (Kız kardeşi:) “Ben, sizin adınıza onun bakımını üstlenecek ve ona öğüt verecek (veya eğitecek) bir aileyi size bildireyim mi?” dedi.

Böylelikle, gözünün aydın olması, üzülmemesi ve gerçekten Allah’ın va’dinin hak olduğunu bilmesi için, onu annesine geri vermiş olduk. Ancak onların çoğu bilmezler. O, erginlik çağına ulaşıp olgunlaşınca, ona bir ‘hüküm ve hikmet’ ve ilim verdik. Biz iyilikte bulunanları işte böyle ödüllendiririz. (Kasas Suresi 1-14)

Bu kıssada Hz. Musa’ya bebekken sahip çıkan Hz. Asiye validemiz, o zalim ve hain Firavun’un karısı olduğu halde, Allah’a iman etmiş bir kadındır. Allah’a imanı ve Hz. Musa’yı himayesi sebebiyle Allah (cc) ona yüksek dereceler vermiş, şehadet nasip etmiş, aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in de (sav) övgüsüne mahzar olmuştur. 

“Cennet kadınlarının en üstünleri Hatice binti Huveylid, Fatıma binti Muhammed, Meryem binti İmran, Firavun’un zevcesi Asiye binti Muzahimdir.” (Ahmed B. Hanbel, Müsned,c.1,s360)

Hâce Hazretleri buyururlar : “Kur’an-ı Kerim özellikle Hz. Asiye annemizden bahsediyor... Sülalesinde hiç peygamber yok. Asiye Allah’ın en azılı düşmanı Ramses’in, Firavun’un karısı... Ne bir peygamber annesi ne bir peygamber kızı ne bir peygamber torunu… Üstelik de saltanat sahibi bir kadın… Hz. Meryem çok masum, temiz… Masumiyeti var. İffet abidesi, tertemiz Allah’a adanmış biri. Kur’an bunları sayıyor, annesi Meryem’i götürdü Allah’a adadı. Peki Hz. Asiye... Zalim, despot bir diktatörün karısı... Bir sultan… Saray hanımı… Saltanat sahibi... Eli sıcak sudan soğuk suya değmeyen, istediği şeyi, istediği şekilde, istediği zamanda yaptırabilecek güce sahip bir kadın... Kur’an bundan bahsediyor.”

Hz. Asiye’nin eşi Firavun… Değerli mücevherler, incilerle bezenmiş tacı, büyük bir saltanatı var. Rivayetlere göre başına taktığı ihtişamlı tacı ve iri gövdesi ile insanlara heybetli bir izlenim vermektedir. Tahtı yerden dört basamak yukarıdadır. Tahtının her bir yanı, vezirlerinin oturması ve kendisini ziyarete gelenlerin ağırlanması için güzel minderlerle, yumuşak halılarla döşenmiştir.

Firavun herhangi birine seslendiği veya emir verdiği zaman, karşısındaki kişi başını ve gözlerini yere eğer, el pençe divan durur. Korku içinde söylediklerini dinlerlerdi. Bu korkuyla insanlar onu övmeye, kendisinde bulunmayan özellikleri ona atfetmeye başlamışlardı. Firavun, insanların kendisine böyle davrandıklarını gördükçe kendisini adeta bir ilah gibi hissetmiş ve buna onları inandırmaya başlamıştı...

Firavun bir gece uykusundan korku ve telaşla uyanır, yatağının kenarına oturur. Adeta ölüm sancısına tutulmuş gibi nefes alıp vermektedir. Firavun’un bu telaşlı hali Hz. Asiye’yi de uyandırır. Firavun derin düşüncelere dalmıştır; çünkü korkunç bir rüya görmüştür. Rüyasında bir ateşin ortaya çıktığını, Mısır’ın bütün evlerini, saraylarını yakıp yıktığını, Mısır halkının tamamının yok edildiğini görür. Onlardan geriye hiçbir şey kalmadığını görmüştür. Bunları eşi Asiye’ye anlatır. Hemen sabahı bir kahin bulup rüyasını anlatmaya karar verir.

“Ey kahin korkunç bir rüya gördüm. Hemen hemen her gece aynı rüyayı görüyorum, korku ve telaş içinde uyanıyorum.” deyince Kahin: “Efendim İsrailoğulları arasında bir çocuk dünyaya gelecek. Bu çocuk hem sizin hem de halkınızın ve ailenizin yok olmasına sebep olacak.” şeklinde yorumlar.

Bunun üzerine Firavun, İsrailoğulla-rı’nın yeni doğan çocuklarını kırıp geçirmeye kast eder. Bu arada gözlerden uzaklarda önemli bir olayın hazırlıkları sürmektedir. Hz. Musa’nın annesinin doğum vakti yaklaşmıştır; fakat anne ne yapacağını bilememektedir. O, bütün gayreti ile Firavun ve onun zalim askerlerinden bu durumu gizler. Nihayet bir erkek çocuk dünyaya gelir. Güzel mi güzel bir bebektir bu... Adını Musa koyarlar. Anne çok sevinmiştir. Ancak bu güzel çocuğu o zalimlerden nasıl koruyacaktır? Ne yapacağı hususunda kendisine doğruyu ilham etmesi için edep ve tevazuyla Allah Teala’ya yalvarmaya başlar. Yavrusunu Firavun’un zulmünden kurtarıp himaye etmesi için dua eder. Bir ara yoğunluktan uykuya yenik düşer. İçine düştüğü bu sıkıntılı hali ile uykuya dalar.

Hz. Musa’nın annesi (kaynaklar isminin Jakobet, Arapça telaffuzla Yakubet olduğunu bildirmektedir) uyandığında kalbinde büyük bir rahatlama hisseder. Sanki ne yapması gerektiğini artık bilmektedir. Kızına hemen bir sandık getirmesini söyler. Bebeğini sandığın içine koyar. Merhamet ve şefkatle yavrusunu bir kez daha kucaklar, öper. Sandığı Nil Nehri’nin sularına bırakır. O gün Firavun ve hanımı Asiye, Nil’in kenarında oturmuş kuşluk vakti güneşin göz alıcı güzelliğini seyrediyor, etraflarındaki bağ-bahçelerinden kopup gelen bahar serinliğinde dinleniyorlardı. Etraflarında hizmetçiler, cariyeler ve saray ahalisinden bazı kişiler de vardır. Asiye’nin gözü birden Nil’in kenarından yüzüp gelmekte olan bir nesneye ilişir. Giderek yaklaşan şeyin nihayet ne olduğu anlaşılır. Asiye sandığı açtığında hiç beklemediği bir şeyle karşılaşır; daha süt emme yaşında nur topu gibi bir bebek! Güzel yüzlü, parlak gözlü... Asiye bebeği kucağına alır almaz, ona hemen kanı, canı ısınır. Zalim ve gaddar Firavun, Asiye’nin isteklerini geri çevirmezdi. Bu bebeği ne kadar çok istediğini görünce bebeği ona verir. Asiye kucağına aldığı bebeğe merhametle bakıp düşünmeye başlar. Şefkatle saçlarını okşar. Allah (cc) kalbine bu bebeğin muhabbetini yerleştirmiştir. Böylelikle Hz. Musa, Hz. Asiye’nin himayesi altında büyümeye başlar. Hz. Asiye’nin kalbi, hep Hz. Musa ile beraberdir. Zaman gelir ve Hz. Musa peygamberliğini ilan eder. Hz. Asiye de Hz. Musa’ya iman eder.

Hz. Asiye annemiz tam bir teslimiyet ve güven örneğidir. O saltanat sahibi insan, o şaşaanın içinde her türlü rahat, her türlü nimet olmasına rağmen bunları kaybederim korkusunu taşımaksızın, elinin tersiyle bir tarafa itip Hz. Musa’ya iman ediyor. Firavun, hanımı Hz. Asiye’nin de Allah’a iman edenlerden olduğunu öğrendiğinde öfkesinden neredeyse delirecektir. Bu dünyada kendisine en yakın olan birine ne yapacaktır? Dünyada hiç kimsenin aklına gelmedik işkenceleri Asiye’ye yapmaya başlar. O saltanatın hepsi gidiyor, sultan iken, kraliçe iken bir köle vasfı dahi kalmıyor. İnsan olmaktan adeta çıkarılmış bir vaziyette. En sonunda Firavun bunu getiriyor vücudunun her yerinden kazıklarla toprağa çakıyor. Vücudunun her yerinden… Üstten güneş Asiye’yi kavuruyor. Alttan kumun sıcaklığı Hz. Asiye’yi pişiriyor. Hz. Asiye’yi akrepler, karıncalar sarmış ama Asiye gülüyor. Asiye gayet mutlu… Niye mutlu, niye gülüyor? “Seninle beraber olmak için…” diyor Hz. Asiye: “Neticede bunlar beni Sana kavuşturacak. Bir an dahi olsa Seninle beraber olmak için bütün bunlara değer ya Rabbi! Bu kazıklara, bu çilelere, bu işkencelere değer ya Rabbi! Değil mi ki Sen benimlesin. O güneş gibi Sen bana nazar ediyorsun. Ben artık biliyorum ki benim döneceğim, gideceğim bir kapı kalmadı. Ben bir saray hanımıydım. Saltanat sahibi bir kraliçe iken, saraylarım varken, şimdi bir kümesim dahi yok ya Rabbi. Ben bundan çok mutluyum. Sana kaldım ya Rabbi. Ben Sana kaldım.”

Hz. Asiye beni kurtar, beni bağışla, nimetini benden esirgeme demiyor. Halbuki biz kadınlar dünyaya daha çok meyyaliz. Dünya evini çok sever, hep bir evimiz olsun deriz. Kendimizden hariç çoluk çocuğumuzun da evleri olsun deriz, apartmanım olsun, evim olsun. Halbuki Cenabı Hak Hz. Asiye’nin halini bize örnek olarak gösteriyor. Hz. Asiye böyle bir yaşamın içinden sıyrılıyor, Allah’ı istiyor. Şimdi bizim bugün yaşadığımız çok hafif imtihanlar karşısında, çok hafif sıkıntılar karşısında ne denli tahammülümüz var acaba? Ne denli Hak adına şüpheli, haram veya dünya muhabbetine insanı çeken şeylerden Hz. Asiye gibi elimizin tersi ile itip Allah’a güvenip ona teslim oluyoruz?

Hz. Asiye annemiz Allah’a güven ve teslimiyetinin sonucunda bize örnek olarak Kuran-ı Kerim’de bildiriliyor. Onun güzel sabrından dolayı mükafatlandırıldığını, gözünden perdelerin kaldırıldığını cennetteki sarayını gördüğünü Kur’an bildiriyor. Hz. Asiye validemiz işkenceler altında can verirken: “Rabbim! Katından bana cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun işlediklerinden kurtar; beni zalim milletten kurtar.” (Tahrim 11) diye yalvarmış, Allah (cc) onun bu seslenişine icabet etmiştir.

 

Yazar: Gönül Pınarından

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort