JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Mürşidi Kamilin Huzurunda Edeb Nasıl Olmalıdır

Mürşidi Kamilin Huzurunda Edeb Nasıl Olmalıdır? - Vahdettin Şimşek

Sayı : 123 - Mart 2018

 

Mürşidi Kamilin Huzurunda Edeb Nasıl Olmalıdır?

 

Muhterem kardeşlerim, bu ayki konumuz tasavvufi âdab konusunda olacaktır. Öncelikle Allah dostlarının, mürşidi kamillerin huzurunda edep nasıl olmalıdır. İkinci olarak ihvanın birbirleriyle olan edepleri ve muaşeretleri, üçüncü olarak da irfan sohbetlerinin yapıldığı, Allah, Rasulullah ve evliyaullah muhabbetinin aşılandığı dergahların âdabı hakkında yazılar kaleme almayı uygun gördük. 

Öncelikle şunu unutmamalıyız ki İslam edep dinidir. Bu dinin mübelliği aleyhisselatu vesselam “Beni Rabbim edeplendirdi, ne güzel edeplendirdi.” “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” buyurmaktadırlar. Bu edep sayesinde Efendimiz (sav) “usve-i hasene - en güzel numune” oldular. Bunu da güzide ashabına talim ettirdiler ve onlarda bu talimin en güzel şekilde uygulayıcısı oldular. Sahabe efendilerimiz birinci olarak bu edeplerini Efendimiz’e (sav) gösterdiler. Allah’ın (cc) habibi ve yeryüzündeki en kıymetlisinin huzurunda O’nu incitmemek ve O’ndan gelen maneviyatı içlerine en güzel bir şekilde sindirebilmek için adeta kendilerini mahvettiler.

Efendimiz (sav) sahabe efendilerimizin meclislerine teşrif ettiklerinde hazreti Ebubekir ve hazreti Ömer hariç diğerleri Efendimiz’in mübarek yüzlerine bakmazlardı. “Bizler Rasulullah’ın huzurunda başımızda bir kuş varmış, hareket edersek uçacakmış gibi otururduk.” buyuruyorlar.

İşte ashabı kiramın Kâinatın Efendisi’nden (sav) gördükleri bu terbiye daha sonraki nesillerde o dönemin büyükleri kimlerse onlara da gösterilmeye devam etti. Çünkü Efendimiz (sav): “Alimler peygamberlerin varisleridir.” buyurmuşlardır. (Ebu Davud) Bu hadisi şerif penceresinden baktığımızda: “Toplum içerisinde alim, ümmeti içerisinde peygamber gibidir.” hitab-ı peygamberîsi de bizlerin alimlerin huzurunda ashabın efendimizin huzurunda bulunduğu gibi bulunmamızı icab ettirir. 

Bu girizgahtan sonra şurası da bilinmelidir ki, hakiki alimler ilmin hem zahirine hem de batınına vakıf olan mürşidan-ı izam hazeratıdır. Bundan dolayıdır ki, edebin aslı onlara gösterilen edeptir. Çünkü yine Efendimiz’in (sav) mübarek dilleriyle buyurdukları “Allah dostları görüldüklerinde Allah’ı hatırlatırlar.” hadisleriyle teyid edilmiştir. Allah dostları gönüllerinde Hakk’ı taşıyan ve insanlara Hakk’ı hatırlatan mübarek zatlardır. Onlara hürmet Allah’a ve Rasulü’ne hürmettir. Çünkü onlar yeryüzünde insanlara Allah (cc) sevgisini talim ve dolayısıyla da tatbik ettiren insanı kâmillerdir. Gönülleri sürekli Allah Teala’nın ilhamlarına açık olduğu için muradı ilahiyeye de vakıfdırlar. Bu vesileyle de yaşadıkları dönemlerde halkın manevi ihtiyaçlarını onlara en güzel bir biçimde sunabilmektedirler. Cenab-ı Rabbü’l-Âlemin Kitab-ı Mübininde:

“Muhakkak ki Allah’ın rahmeti muhsinlere yakındır.” (Araf 56) buyuruyorlar. Rahmetin vesilesi ve kaynağı onlardır. Başka bir ayeti kerimede de “Allah, sâlihleri velî edinir.” (Araf 196) buyuruluyor.

Bundan dolayıdır ki, onları incitmemek için ve onlardan istifade edebilmek için edebimizi güzel takınmamız icab eder. 

Yine evliyaullah hazeratının hallerini anlatmak için Ataullah İskenderi (ksa) hazretleri Allah’ın iki veli kulu adlı eserinde şöyle buyuruyorlar.

“Allah’a davetin ebediyen süreceğini anlamış isen, bundan sonra şunu da bilmelisin ki, Allah’ın velilerinde bulunan zahir nurlar, peygamberlik nurlarından gelen ışıltılar, parıltılardır. Hakikatı Muhammediyye güneşe, evliyanın kalpleri de aya benzer. Ay, gündüz güneşten aldığı ışıkla geceleyin karanlığı aydınlatır. Bundan dolayı güneş, hem gündüz hem de gece aydınlatmaya devam eder. Gündüz kendisi aydınlatır. Gecede ışığını kendisinden almış olduğu ay vasıtasıyla dünyayı aydınlatır. Böylece güneşin ışığı ne gündüz ne de gece asla kesilmez ve kaybolmaz. Bu örnekten şunu anlayabilirsin; Peygamber Efendimiz’in (sav) nurunun sürekli olması sebebiyle nurlarını onlardan alan evliyanın nurları da aynı şekilde devam eder.

Bazı ariflere evliya-ı mededin durumu sorularak “Her hangi bir zamanda onlardan bir kişi eksilir mi?” denildi. O arif şöyle cevap verdi: “Şayet onlardan herhangi biri eksilecek olsa, gökyüzü yağmur yağdırmaz, yer bitki bitirmez. Zamanın bozulması onların sayılarının azalmasıyla ya da yardımlarının eksilmesiyle olmayacaktır. Fakat yeryüzünde fesat ortaya çıktığı zaman Allah, o velileri var etmekle beraber varlıklarını insanlardan gizleyecektir. Herhangi bir zamanda insanlar Allah’tan yüz çevirirler, Allah’ın dışında başka şeyleri tercih ederler, öğüt ve nasihat onlara fayda vermez olur ve hiçbir yönlendirme ve irşat onları Allah’a yöneltmezse, işte bu takdirde o insanlar, Allah’ın onların arasından evliyasını ortaya çıkarmasına layık değildirler.” Bundan dolayı alimler şöyle demişlerdir: “Allah’ın evliyası gelin mesabesindedir. Gelinleri suçlular ve günahkarlar göremezler.” 

İşte günümüzde insanların evliyaullaha bakışlarının değişmesinin sebeplerinden biri de budur. Müslümanlar ameli terk ettiler, itikadlarını bozdular. Dini kolaydan nasıl yaşarım bunun derdine düştüler. Dinin asıl gayesinin Allah Teala’yı razı etmek olduğunu anlayamadılar. Allah’a yakınlığı bir ihtiyaç olarak görmediler. Bunun tahsil edilmesinin yolunun da Mürşid-i kamillerin sohbet meclislerinde olacağını bilemediler. Her insan kendi dünyevi haline göre bir dini anlayış oluşturdu. Bunun sonucunda da Rabbimiz (cc) dostlarını sır perdeleriyle perdeledi. Artık gerçek Allah dostları ya hicab-ı beşere bürünerek kendilerini gizlediler. Ya da toplumdan tamamen uzaklaşarak uzlete çekildiler. 

Sonuçta Müslüman toplumlar olarak bizler Allah dostlarından uzak kaldık. Onları da kendimiz gibi veya zahir alimler gibi bildik. 

Bir adam Hasan-ı Basri hazretlerine bir mesele sordu ve Hasan Basri hazretleri de ona fetva verdi. Fakat adam “Diğer alimler seninle aynı görüşte değiller.” dedi. Bu sözü duyan Hasanı Basri hazretleri o adama kızdı ve şöyle buyurdu:

“Yazıklar olsun sana! Sen hiç fakih gördün mü? Fakih o kimsedir ki, fıkhını, yani Allah’ın emir ve yasaklarını doğrudan Allah’tan almıştır.”

Ebu’l Abbas Mürsi hazretleri de: “Fakih, kalbinin gözlerinden perdeyi kaldıran ve Rabbinin melekûtunu müşahade eden insandır.” buyurmuşlardır.

Bazen de onlara düşmanlık ettik. Onlara iftiralar ettik. Kendi elimizle oluşturduğumuz FETÖ ve gibileri bizleri zehirlediklerinde onları da aynı kefeye koyduk. Bu ahvalleri özellikle evliya duası ve himmetiyle bizlere yurt olmuş bu Anadolu topraklarında gerçekleştirdik. Bugün artık ne yaparsak yapalım, hangi yollara başvurursak vuralım, gençliğimizin ahlaki çöküntüsüne bir çare bulamıyoruz. Evliyaullah meclislerinden uzaklaştırdığımız çocuklarımız camilere gitmediler. Futbol, müzik, gayri meşru arkadaşlıklar ve sonucunda uyuşturucu çetelerinin ağına düştüler. 

Artık aklımızı başımıza alalım. Bizim ecdadımızın her türlü başarılarında Allah dostlarının tavsiyeleri, duaları ve himmetleri vardır. Ehli küfür bile anlamış ki, “Ehlisünnetin kalesi bir tek Türkiye kalmıştır. Orayı yıkmanın en büyük silahı onları ehlisünnetten uzaklaştırmaktır.” diyorlar. 

Ehlisünnetin ayakta kalmasının en önemli unsuru zahir ve batın bütün ilimlerde mahir tasavvuf erbablarıdır. Yani insan-ı kamillerdir. Öyleyse bu gün bizler her türlü gayretimizi bu kendilerini perdeleyerek insanlardan uzak duran evliyaullah hazeratını yeniden ön plana çıkarmaktır. Onların meclislerini arayıp bulmak ve onlara hürmette kusur etmemektir. Çünkü mademki bizler birer yolcuyuz. Doğumumuzdan ölümümüze kadar bir seyir içindeyiz. İşte bu seyrimizde bize en kestirme ve en doğru yolu gösterecek olan varisi peygamberi olan kümmelini evliyaullah hazeratıdır. Bu nurlu yolculuğumuzda kılavuz olarak onları önümüze alıp gerçek vatanımız olan cenneti âlaya ve orada da cemali bâ kemale ulaşmalıyız.

Netice olarak bunun kamilen yapılabilmesi için büyüklerimize nasıl edep göstermeliyiz. Bunun yollarını talim etmeliyiz. Bu mevzuyu da inşaallah gelecek ay yine büyüklerimizin tecrübelerinden bize intikal eden kibarı kelamlar ile açıklamaya çalışacağız.

Rabbimiz bizlerin elini onların eteğinden kesmesin. Hayatımızın tamamında onlar kılavuzumuz olsun. Onlara olan sevgimiz ve muhabbetimiz daim olsun. Allah yâr kalpler beraber olsun.

Amin...

 

Yazar:  Vahdettin Şimşek

 

Çarşamba, 05 Eylül 2018 12:10

MÜRİDİN, İHVAN İLE OLAN ADABI

Müridin İhvan ile Olan Adabı

Müridin, İhvan ile Olan Adabı - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 123 - Mart 2018

 

Müridin, İhvan ile Olan Adabı

 

Bizler biliyoruz ki her oluşumun kendisine göre bir takım prensipleri, usül ve erkânı, olmazsa olmazları vardır. Nakşibendi yolu da temelleri Yusuf Hemadanî tarafından atılan, Abdulhalık Gücdevanî ile şekillendirilen Muhammed Bahauddin Hazretleri ile taçlandırılan, isimlendirilen bir menhec, mübarek bir caddedir. Onun da kendi içinde bir takım kaideleri vardır ki bu yolda yürümek isteyen, bu yolun götürdüğü neticeye nail olmak isteyen herkes bu kaidelere uymak zorundadır. Tabi bu gönüllü olarak kabul edilen bir yükümlülüktür. Onun için kabul etmeyenlerin bu esaslar hakkında söz söylemeye, kabul ettiği halde buna uygun davranmayanların şikâyetlenmeye hakları yoktur.

Evvelce de zikretmiş idik. Allah izin verirse, ömrümüzün son demine kadar, kalbimize de nakşolması niyazıyla, hep söyleyeceğiz. Yolumuzun itikadı şudur; din-i mübin-i İslâm’ı bizler iki temel kaynaktan öğreniriz. Birincisi vahy-i ilahîdir ki Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün sünnetinden mürekkeptir. Yani kendi içinde vahy-i metluv (okunan vahiy) ve vahy-i gayr-i metluv (okunmayan vahiy) olmak üzere izah edilir. Bu, farzları ifâ, sünnetleri ihyâ demektir. İkincisi ise büyüklerimizin, sâdât-ı kiramın ve ulemâ-i izâmın tecrübeleri, yürüdükleri kutlu yollarıdır. Bu yolun hududu içerisinde kalan meselelere de âdâb denilmiştir.

Mevzumuz bu zaviyeden anlaşılabilirse eğer âdâb buyrulan hakikatlerin basit birer kural olmaktan çok daha mühim oldukları idrak edilebilir. Zira tarikatler, alalade birer cemiyetler değillerdir ki kuralları olsa da olur olmasa da olur nevinden geçiştiriliversin. Tarikat, daha doğru ifadesiyle tasavvuf; imanın dil ile ikrarının kalben tasdik edilmesi ve mucibince amel edilmesi ve bunlar olurken ihsan sırrına vakıf olunabilmesi için evvel emirde ehlinden talim edilmesi gereken bir ilimdir. Kendi içinde müfredatı ve derslikleri bulunan; muallim ve talebenin, Rasulullah ve ashabına vekâleten hazır bulunduğu, ruhaniyetlerin ve meleklerin şahit olduğu kutsi/manevi meclisleri vardır. Orada bulunanlar işbu haleti idrak etme gayretinde, her daim uyanık olma azminde ve kiminle alışveriş yaptıklarının fehminde olarak rikkat ve dikkat ile işlerini görürler.

İşte bu gönül inceliğinin bozulmaması, hatta artarak devam edebilmesi için gerekli olan şey âdâba riayettir. Peki, nedir bu âdâb, nelerden müteşekkildir? Açıkça söylemek gerekir ki bu hakikaten hacimli bir meseledir. O kadar ki yolumuzda bu meselelere dair hususi eserler kaleme alınmıştır. Böyle mühim bir hadiseyi burada izah edemeyeceğimizin farkındayız. Biz de bu yüzden meselenin sadece “İhvanın Birbiriyle Olan Âdâbı” yönünü bu bölümde işlemeye gayret edeceğiz inşaallah…

Bizim büyüklerimiz seyrimizi tarif ederken; “Hâcegân yolunda müridin seyri, fenâfi’l-ihvân ile başlar.” buyurmaktadırlar. Fenâ, ihvan için düşünüldüğünde onunla ilişkimizin gerektiği şekilde ayarlanması demektir. Yani bu yolda “İhvan kimdir, bizim için önemi nedir, onunla olan münasebetlerimiz nasıl düzenlenmiştir?” sorularına isabetli cevaplar verebilmemiz, buna göre hareket edebilmemiz çok önemlidir. Çünkü başlangıç olmadan nihayete erişmek muhaldir.

Ayeti kerimede Rabbimiz: “Şüphesiz müminler birbiri ile kardeştirler…” (Hucurât, 10) buyurmuştur. Yani kardeşlik bizim için ezelden iman ile birlikte lütfedilmiş bir nimettir. Bu kardeşlik, karındaşlıktan ötedir. Bunun böyle olduğunu ashabı kiram efendilerimizin örnek hayatlarından açıkça görülmektedir. Onların ana baba bir kardeşlerini, akrabalarını, hatta bazen eş ve çocuklarını iman mevzubahis olduğunda sanki hiç tanımıyormuşçasına hareket etmişlerdir. Hatta bazı savaşlarda gözlerini kırpmadan onları haklamışlar, bu hususla ilgili takdir ayetleri nazil olmuştur. Allahu Teala, bu aziz kardeşlik müessesi ve bu çerçevede ashabın ve ümmetin fedakârlıklarını, birbirlerini tercih etmelerini, yardımlaşmalarını değişik ayeti kerimelerle bizlere bildirmiş; Efendimiz (sav) de birçok hadisi şerifi ile birbirimize karşı vazifelerimizi hatırlatmış, bu manadaki müsbet davranışları övmüş, menfi tavırları ve bunların olumsuz neticelerini de bizlere bildirmiştir. Bu manada kardeşlik, karşılıklı olarak ümmetin her ferdinin asli vazifesidir.

Müminlerle kardeşlik bağımızı daha da ziyadeleştiren ikinci bağ ise tasavvufi manada kardeşliktir. Şeriat caddesinde ümmetin diğer fertleri ile omuz omuza ilerleyen ümmet fertleri bir de meşrep birlikteliği ile aynı menhecte yürümeye başlarlar ise elbette birbirlerine karşı sorumlulukları artar. İşte bizim anlamaya çalıştığımız yükümlülükler bu bölümle alakalıdır. Zira, fıkh-i zahir de denilen şer-i şerif cihetinden kardeşlerin birbirlerine karşı görev ve sorumlulukları hemen her sahada işlenmekte. Fıkh-i batın olan tasavvuf ile ilgili mevzularda ise büyüklerimiz şunları buyurmuşlar:

1- Sadık mürid, kardeşinin ayıbına bakmaz.

Allahu Teala her insanı nakıs yaratmıştır. Bu bizim temel özelliklerimizdendir. Bu noksanlıklarımız yüzünden de zaman zaman hataya düşer, yanlış işler yaparız. Cenabı Hak bize hata yapmaktan ziyade hatada ısrarı yasaklamıştır. Bunun için de “Günah işleyenlerin en hayırlısı, günahının peşine tevbe edendir.” diye buyrulmuştur. Ancak bütün bunlara rağmen kişi “kendi küçük günahlarını büyük, kardeşinin büyük günahlarını da küçük görmek” durumundadır. Tavsiye buyrulan budur. Kişi insanı böyle tanıyabildikten sonra, bir de bu tavsiyelere gönül verirse elbette ki hiçbir ihvanını ayıplamaz. Hatta ayıplamak şöyle dursun; onun -varsa bile- bir takım kusurlarının 

“Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.” ayetinin sırrınca bunlar hayra tebdil edilmiştir, diye düşünür. Yapmış olduğu iyiliklerin de “İyilikler kötülükleri giderir.” ayeti gereği şimdiye kadar bu hayırlı meclislerde yaptığı iyiliklerin -hasbel beşer- işlediği kusur ve küsurun ziyadesiyle affına vesile olduğu hüsnü zannına sahiptir.

2- Mürid, Allahu Teala’nın kendisine lütfettiği maddi ve manevi her şeyden kardeşine de ikram eder.

Çünkü bu yolda paylaşmak esastır. Maddi ve manevi bütün rızıkların Cenabı Hak’tan geldiğinin fehminde olan mürid, kendisine bahşedilenleri yine rızayı Hak için kullanmalı ki Allahu Teala onu kendi katından güzelliklerle yeniden müşerref eylesin. Zira “Feyyaz’da buhl olmadığı” nasıl mürid tarafından idrak edilmişse, Kendisi’nin (cc) cimriyi sevmediği, hatta cimriliğin bir manada Allah’a güvensizlik olduğunu da bilir. 

Zaten imani ve tasavvufi sorumluluğu bu paylaşımı zorunlu kılar. Nitekim marufun, iyinin güzelin paylaşılması ve yayılması imani bir vazifedir. Bununla birlikte yol arkadaşına iyilik de “kim iyilik yaparsa, iyilik görür” kaidesince neticede iyilik uman dervişlerin üzerine bir vecibedir.

3- Mürid, hiçbir hal ve kârda riyasete, imamlığa, öne geçmeye özenmemelidir.

Riyaset, diğer bir ifadesiyle baş olma gerek zahiri manada gerekse de batıni bir vazife olarak asla beklenmemelidir. Zira aklıbaşında bir mürid bilir ki bu yolda “Birşey istenmez, verilirse de reddedilmez.” kaidesi caridir. O inanır ki bu yolun en sonunda kendisi vardır. Dolayısıyla eğer öne geçme bir faziletse bu fazilete diğer kardeşlerinin kendisinden çok daha layık olduğunu düşünmelidir. Eğer bu vazife bir yük ise bu ağır yükün altından ancak kendisine nispetle imanı, ahlakı, ameli daha ziyade itikat ettiği kardeşlerinin bu yükü daha rahat taşıyabileceklerini itikad etmelidir. Çünkü onları Kur’an ve sünnetle amel, sâdâta sadakat noktasında daima kendisinden üstün tutar. Dolayısıyla önde bulunmaya, takip edilmeye onların elyak olduğuna inancı tamdır.

Fakat dedik ya “...verilirse de reddedilmez.” diye. Cilveyi Rabbani herhangi bir şekilde bir vazifeye kendisi uygun görülürse o zaman da bunun bir maslahat olduğuna inanır ve aczini itirafla arkadaşlarının her yönleriyle yine kendisinden önde bulunduğunu bilir ve kendisine verilen görev her ne ise bunu müteselsilen ihvanına, mürşidine, Rasul-i Ekrem’e ve Cenabı Hakk’a hizmet için en güzel şekilde kullanmaya gayret sarf eder.

4- Mürid, hayırlı cemiyetlerde ihvanıyla birliktelik arzunda olmalıdır.

İnsanın seyri her zaman tek düze olmaz. İnişler ve çıkışlar bizim içindir. Derviş kimse, insanın bu durumunu iyi bildiğinden arkadaşlarını kollamalı, üzerinde gaflet emareleri gördüğü kardeşlerini ikaz etmeli, onların hayırlı meclislerden istifade ile terakki edebilmesi için gerekirse kendilerini önceden uyarmalı ve birlikte sohbet ve muhabbete devamı istemelidir. Anadolumuzda “Düşmez kalkmaz bir Allah” diye güzel bir ifade vardır. Herkesin zaman zaman çeşitli sebeplerden gevşeklik gösterdiği olmuştur. Bu durumu fırsat bilerek tökezleyene bir tekme de sen at, mantığı barizdir ki nefsin kötü ahlakıdır. Çünkü bu yolda kardeşimiz bizim rakibimiz değil, bilakis refikimizdir. Varılması hedeflenen her ne ise hep birlikte varmamızın arzulandığı da muhakkaktır.

(Devam Edecek)

 

Yazar:  Abdülkadir Visâlî

 

Çarşamba, 05 Eylül 2018 12:09

DERGAHLAR GÖNÜL MEKANLARIDIR

Dergahlar Gönül Mekanlarıdır

Dergahlar Gönül Mekanlarıdır - Andelib

Sayı : 123 - Mart 2018

 

Dergahlar Gönül Mekanlarıdır

 

Aşkın deryasına dalsak,
Orada hazineler bulsak,
Mürşid rengine boyansak,
Hâcegânlar tekkesinde.

             Hâce Hazretleri (ksa)

 

Kâbe-i Muazzama, ilk insan Hz. Adem (as) tarafından yapıldı. Yeryüzünde inşa edilen camiler, mescidler, dergahlar… Kâbe-i Muazzama’nın birer şubesi oldu. Buralar, Allah’ın eviydi. Beytullahtı… Müslümanlar, Rableriyle bu kutsal mekanlarda buluştu. Allah (cc) gücü yeten her müslümanı evim dediği Kâbe’ye davet etti. Kâbe’nin yolu camiden, mescidden geçer. 

Kulluk tevbeyle başlar. Sonrasında ibadetleri güzelleştiren niyetlerdir. Bir müslüman camiye niçin gider veya bir dervişin dergaha gitme gayesi nedir? Sorular basit gelebilir bize. Ama cevaplarımızı ihlasla verebilsek zorlandığımızı fark edebiliriz. Camiye Allah’la (cc) buluşmaya giden kaç müslüman var aramızda. Müslümanların namazlarında Allah’ın (cc) huzurunda oldukları şuuru artarsa camiye gidiş niyetleri de değişir. 

Camiler, mescidler, dergahlar… Allah’ın evidir. Buralara giden müslümanlar Rableriyle buluşmanın idrakiyle ve bu idrakin oluşturacağı neşeyle coşmalıdırlar. “Allah’a firar edin.” “Allah’ın zikrine koşun.” buyrulmuş. Bu kutsal mekanlar Allah’ın (cc) zikrine koşmanın, Rabbimize kavuşmanın adresleridir. Müslüman ezanı duyduğunda gönlünde müthiş bir sevinç duymalı, ezanla birlikte Rabbini zikretmelidir. O zikirle camiye girmelidir. 

Dergahlar ve tekkeler de Allah’ın (cc) zikredildiği kutsal mekanlardandır. Dervişler, tekkelerde Rablerinin rızasını arzulayarak Yüce Mevlânın zikrini yapmanın gayretinde olmuşlardır. Yüce Mevlâmız Kur’an-ı Kerim’de: “Onlar ki, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine (yatar) iken Allah’ı zikrederler ve gökler ile yerin yaratılışı hakkında (derin derin) düşünürler. (Ve şöyle duâ ederler) Rabbimiz! (Sen) bunları boş yere yaratmadın; sen (bundan) münezzehsin, artık bizi ateşin azâbından muhâfaza eyle!” buyurmuştur. 

Dervişler, Allah’ı (cc) çokça zikredenlerdir. Dergahlarda Allah’a çokça ibadet ederler. Beş vakit namazlarına diğer sünnet namazlarını da eklerler. Tesbih ve Kur’an-ı Kerim dervişlerin en yakın dostlarıdır. Birkaç derviş bir araya gelse sohbetleşmeye başlarlar. Rablerini, peygamberlerini, Kur’an-ı Kerim’i tefekkür ederler. İslamı yaşama yolunda en güzel örnek olan Peygamber Efendimiz’i (sav) ve O’nun ashabını, ehli beytini, varisi olan mürşidi kamilleri birbirlerine anlatırlar. Özellikle bağlandıkları, gönül verdikleri mürşidlerinden çokça bahsederler. 

Dergahlar, gönül evleridir. Dergahlarda gönüller, aşkla, şevkle, zikirle, sohbetle cezbelenir. Dergahlar boş boş oturma yerleri değildir. Orada geçireceğimiz her vakit bizim için çok önemlidir. “Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (İnşirah, 7-8) buyurmuş Rabbimiz. Dergahlarda Kur’an’lar okunup hatimler indirilir. Zikirler yapılır, ilahiler söylenir. Muhabbetullah doya doya yaşanır. Sohbetler marifetullahı arttırır. Dergahlar, Evliyaullah’ın nazarlarının değdiği, sohbetlerini yaptıkları yerlerdir. Dergahlar, Allah (cc) diyen dervişlerin nefesleriyle doludur. 

“Kur’an müminlere şifadır.” buyurmuş Rabbimiz. Dergah ortamları da Kur’an aşığı müminler için şifa kaynağıdır. Buralarda okunan Kur’an-ı Kerim’ler, yapılan zikirler, edilen sohbetler müslümanları manevi kirlerinden arındırır. Orada iki müslümanın hiçbir dünyevi menfaat olmadan birbirine tebessümle bakması onları tertemiz yapar. Bir sûfi gittiği o tasavvuf yolundan nasibini almak istiyorsa dergah ortamlarında çokça bulunmaya çalışmalıdır.

“Bir saat tefekkür, bin yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.” buyrulmuş. Dervişler; imanlarını, ihlaslarını, idraklerini kuvvetlendirecek tefekkürü çoğu zaman mürşidlerinin sohbetinde bulmuşlardır. Bir araya geldiklerinde de bu sohbetleri paylaşarak ziyadeleştirmişlerdir. Şeytanın binlerce yıl yaptığı ibadetler onu kovulmaktan, lanetlenmekten kurtarmadı. Anlayışsızlığı, edebsizliği, kibirlenmesi onu Allah’tan (cc) uzaklaştırdı.

Dergaha gelen insan bütün rütbelerinden, unvanlarından sıyrılmalıdır. Onları dergahın kapısında bırakıp içeri garip bir kul edasıyla girmelidir. Allah’ın rahmetine/şefkatine muhtaç, Allah’a aşık garip bir derviş gibi olmalıdır. Dergaha acziyetinle, mahviyetinle gel… Toku ağırlamak zordur derler. Doysa bile nefsinin açlığını doyuramazsın. Böyleleri mürşidi kamil aradığını söyler de aradıkları aslında kendi hevalarıdır. 

Günümüzde bazı tarikatlerde zenginlere, mevki-makam sahiplerine şeyhin yanında özel minderler ayrılmış. Nefsi terbiye etme mekanı olan tarikatler, nefsi kibirlendirmenin yeri olmuşlar. Bunun tarikatle, İslamla bir alakası yoktur. 

Seçim zamanlarında siyasiler, oy deposu olarak gördükleri cemaatleri ziyaret ederler. Hâce Hazretleri (ksa) böyle zamanlarda bu tip siyasiler dergaha gelseler de onlarla görüşmezlerdi. Dergaha bir Allah dostunu ziyaret edip duasını almak niyetiyle Anadolu’nun değişik yerlerinden gelen talebelerle, işçilerle saatlerce sohbetleşmişlerdir. Dergahlara gidiş niyeti çok önemlidir.

Dergahlar, edebhanelerdir… Dergahların giriş kapılarında, duvarlarında “Edeb Ya Hu” tabelalarını görürüz. Oralarda gönüller edeblendiği gibi, bedenler de edeblenir. Dervişlerin her halinden edeb süzülür adeta. Oturup kalkmaları, konuşmaları hep edebledir. Gülmeleri ve eğlenmeleri de ölçüyü aşmaz. Bir kişi allame-i cihan olsa edebden yoksunsa eğer, Kur’an tabiriyle kitap yüklü merkep olmaktan kurtulamaz. 

Dergahlar, sohbethanelerdir… Ashabı Kiram Peygamber Efendimiz’in sohbetini başlarında bir kuş varmış gibi dinlerlerdi. Hareket etmekten korkarlarmış. Dervişler, mürşidlerinin sohbetini ashabı kiram gibi dinlemişlerdir. İşiteceğimiz bir söz imanımızı, ihlasımızı, takvamızı harekete geçirip bizi kemale ulaştırır diye can kulağıyla dinlenmişler bu sohbetleri. Sorularını edeble sormuşlar, cevaplarını yine edeble dinlemişler. Sohbet ortamlarını bozacak her türlü davranıştan sakınmışlardır. 

Dergahlar, hizmethanelerdir… İnsanın terbiyesinde hizmetin yeri büyüktür. Hizmetle elde edilecek nisbet ve feyz başka şeyle elde edilmez. Dervişler, küçük büyük iş demeden hizmeti muhabbetle yapmanın gayretinde olurlar. 

Ğavs Hazretleri (ks) şeyhini ziyarete gittiklerinde dergahta kalırlar. Dergahların arazi işleri olur, her gün bir grup hizmete götürülürmüş. Dervişler, hocalar, talebeler… sırayla hizmete giderlermiş. Ğavs Hazretleri her seferinde kendini o gruba dahil eder hizmete koşarlarmış. O büyüklerimizin hizmetleri de amelleri de çok büyükmüş. Nakşibendi yolunun büyükleri yaptıkları hizmetleriyle hem zamanlarına hem de sonraki nesillere çok güzel örnek olmuşlardır.

Dergahlar, mürşidi kamillerin gönlüdür... Yunus Emre’nin “Dört kitabın manası/Bir gönüle girmekmiş.” mısralarıyla kastettiği Evliyaullah’ın gönlü olsa gerek. Bülbül, gülün açılışını görmek için seherlere kadar beklermiş. Aşık, maşuğunu görebilmek ümidiyle onun evinin etrafında pervane gibi döner. Dervişler de mürşidini bülbülün aşkıyla beklerlermiş. Mürşidlerini bir an görmenin aşkıyla yanıp tutuşurlar. Ashabı suffanın mescid kuşu olduğu gibi dervişler de dergah kuşlarıdır. 

Dervişler, zaman zaman değişik diyarlardan mürşidlerini ziyarete giderler. Bu tasavvuf yolunun esaslarındandır. Dergaha giden mürid aslında mürşidinin gönlüne misafir olmuştur. Dervişler, bu ziyaretlerinde mürşidlerine yönelirler. Gönüllerini meşgul edecek başka şeylere meyletmezler. Çarşı pazar gezmezler; dergahta sohbetle, zikirle, ilimle meşgul olmak onların çok hoşuna gider. Orada aldıkları her nefes bütün dertlerine ilaç gibidir.

Ya Rabbi, bizleri sevdiklerinden ayırma. Sevdiklerini bize sevdir, bizi de sevdiklerine sevdir. Ya Rabbi, evim dediğin camilerde, mescidlerde, dergahlarda Seni zikredebilmeyi, Sana kulluk edebilmeyi bizlere nasib eyle. Ya Rabbi, ayaklarımızı dinin üzere sabit kıl… Bizleri bir ömür boyu dergahlarından mahrum eyleme…

Amin…

 

Yazar: Andelib

 

Çarşamba, 05 Eylül 2018 12:08

YA RASULALLAH OĞLUMU HEDİYE KABUL ET!

Ya Rasulallah Oğlumu Kabul Et

Ya Rasulallah Oğlumu Hediye Kabul Et! - Sâlik-i İrfan

Sayı : 123 - Mart 2018

 

Ya Rasulallah Oğlumu Hediye Kabul Et!

 

Hamd ve senalar âlemlerin Rabbi olan, Kâdir-i Mutlak olan, Halim ve Seriyy-ul Hisâb olan Mevlamıza… Cenabı Mevlamız mutlak kudret sahibi fakat aynı zamanda Halîm (Cezalandırmayı erteleyen) ve nihayetinde Seriyy-ul Hisâb (Hesabı çabuk gören)… 

Binler salat ve selam ise sahibimiz, şefaatçimiz, efendimiz Muhammed Mustafa (sav) hazretlerine olsun. Elhamdulillah ümmetine çok düşkün bir Efendimiz var. O’na ne kadar salat-ü selam getirsek az.

Geçen sayımızda Enes bin Malik (ra) hazretlerinin hayatından dersler ibretler almak için bir giriş yapmış Efendimiz’in (sav) Medine’ye geliş günlerindeki anılarını nakletmiştik. Bu yazımızda ise Hz. Enes’in hicretten sonraki hayatından paylaşımlarda bulunmaya çalışacağız. 

Enes b. Malik (ra) Rasul-i Ekrem Efendimiz’e bir hicret hediyesidir. Efendimiz (sav), Medine-i Münevvere’ye teşrîflerinde Hazreti Enes 9-10 yaşlarındadır. Vâlidesi Ümmü Süleym kendisini alıp Rasulullah’ın (sav) huzûruna getirir. Hizmetlerine kabul buyurmasını ister. “Ya Rasulallah! Ensar erkek ve kadınlarından sana hediye vermeyen kalmadı. Bu oğlumdan başka sana, hediye verecek bir şeyim yok. Bunu al. Sana hizmet etsin.” der. Vâlidesinin bu isteği kabul edilir. Bunun üzerine annesi: “Ya Rasulallah! Şu hizmetçiniz Enes’e dua buyurunuz!” deyince, Rasulullah (sav) Efendimiz de “Yâ Rabbi! Enes’in malını ve evlâdını mübârek ve yümünlü (hayırlı,talihli,kutlu) eyle, ömrünü uzun eyle, günahlarını affeyle!”şeklinde dua buyurdular.

Enes b. Malik (ra) bu büyük nimetin karşılığını ödemek için büyük gayret sarf eder. Efendimizin hiçbir sözünü kaçırmadan, dikkatle hizmet edecektir. 

Sevgili Peygamberimiz Enes bin Mâlik’e sanki çocuk değil de olgun bir insan gibi davranırlardı. Bir kerecik yüzlerini astığı görülmedi. Sert konuştukları işitilmedi. Onun minik kalbini kırdıkları, incittikleri duyulmadı. 

İşte o dönemlerde bir gün, küçük Enes, arkadaşlarıyla birlikte oynarken Hazreti Peygamber (sav) çocuklara doğru yaklaştılar. Sevgiyle selam verdiler. Onlar da hürmetle, selâmlarını aldılar. Sonra Efendimiz yavaşça, Enes’in elinden tuttular. Birlikte, az ilerdeki duvar dibine yürüdüler. Orada onun kulağına, bir şeyler söylediler.

Ümmü Süleym’in akıllı oğlu, derhal koşarak uzaklaşır. Belli ki Efendimiz kendisine bir vazife vermişlerdir. Kendileri de, o duvar dibine oturdular. Beklemeye başladılar... Epeyce sonra Enes koşarak gelir. Efendimiz’e öğrendiklerini arz eder. Rasulullah Efendimiz oradan memnun ayrılırlar.

Yaşı küçük, vazifesi büyük Enes daha sonra evine gelir. Hava kararmak üzeredir. Annesi merakla sorar:

-Nerede kaldın yavrucuğum? Niçin geciktin? 

Enes’in gözleri pırıl pırıldır:

-Efendimiz, bir işe gönderdiler anneciğim. O yüzden geç kaldım. 

Ümmü Süleym daha da meraklanır: 

-O iş, neydi?  

-Sırdır, cevabını verir ve susar. 

İşte o zaman annesi:  

-Aferin oğlum! Rasul-i Ekremin sırlarını, daima muhafaza et, sakla. Onları hiç kimseye açıklama. Bütün ömrünce böyle davran, diye tenbih eder. Sonra da sevgiyle oğulcuğunu bağrına basar. 

Aylar ve yıllar geçmekte, küçük Enes; sevgili Peygamberimizin yanlarında büyümekte, o şerefli ocakta terbiye edilmektedir. Efendimizle birlikte abdest alır, namaz kılar, oruç tutarlardı. 

Hz. Enes, Rasulullah’ı çok sever, ona hizmet etmekten büyük bir huzur ve lezzet duyardı. Sabahları herkesten önce kalkar, Peygamber Mescidi’ne giderek Rasulullah’a hizmet ederdi. Rasulullah oruca niyetlenecekse sahur yemeğini hazırlar ve sahurdan sonra da onunla sabah namazını kılardı. Zaten Hz. Enes, Peygamberimizin hizmetine girdikten sonra her gün sabah namazlarını Rasulullah ile birlikte kılma saadetine ermiştir.

Ona “Ey oğulcuğum!” diye hitap eder, bazen “Ey iki kulaklı!” diyerek şakalaşırdı.

Hz. Enes şöyle anlatır: “Rasulullah insanların en güzel huylusu idi. Beni bir gün bir yere gönderdi. Vallahi gitmem, dedim. Fakat gidecektim. Emrini yapmak için dışarı çıktım. Çocuklar dışarda oynuyordu. Onların yanından geçerken arkama baktım Rasulullah arkamdan geliyordu. Mübârek yüzü gülüyordu. “Ya Enes! Dediğim yere gittin mi?” buyurdu. Evet gidiyorum ya Rasulallah, dedim.”

Peygamberimiz, çok sevdiği Hz. Enes’e zaman zaman tavsiyelerde bulunurdu. Bir defasında ona hitaben şöyle buyurdu: “Evladım, kalbinde hiç kimseye karşı kötülük düşüncesi olmadan yaşamaya gücün yeterse yap. Evladım, bu benim sünnetimdendir. Kim sünnetimi yaşatırsa beni sevmiş olur, beni seven kimse de cennette benimle beraberdir.” (Tirmizî, Edeb: 63)

Rasulullah (sav) başka bir gün ise, “Evladım, evine girdiğin zaman selam ver. Senin ve ev halkın için berekete sebep olur.” buyurdu. (Tirmizî, İsti’zan: 10)

Uzun yıllar Rasulullah ile birlikte bulunması sebebiyle sünneti seniyyeyi çok iyi bilen Hz. Enes, kendi hayatında da sünneti en güzel şekilde yaşardı. Her hareketinde Rasulullah’ı taklit etti. Peygamberimizin, “Şüphesiz ki üç nefeste içmek, susuzluğu daha iyi giderici, zararsız ve sağlığa daha uygundur.” buyurduğunu rivayet eden Hz. Enes, “Ben de üç nefeste içerim.” diyerek, sünnete olan bağlılığını ifade ederdi. (Müslim, Eşribe: 123.)

Hz. Enes, hizmetinde bulunduğu yıllar içerisinde Peygamberimizin bir defacık olsun yaptığı bir iş için kendisine “Bunu niye böyle yaptın, bunu niye böyle yapmadın?” demediğini rivayet eder. (Müslim, Fezâil: 132.)

Yine bu dönem için Hz. Enes, “Rasulullah’a on sene hizmet ettim. Mübârek elleri ipekten yumuşak idi. Mübârek teni miskten ve çiçekten daha güzel kokuyordu. Rasulullah’ın kalb-i şerîfi nazargâh-ı ilâhî idi.” diyecektir.

Hz. Enes b. Mâlik, Rasul-i Ekrem’e o kadar sokulurdu ki adeta ikisinin dizleri birbirine değerdi. Nitekim Hayber Gazvesi’nde, Rasul-i Ekrem (sav), Hz. Enes b. Mâlik ile birlikte giderken dizleri birbirlerine dokunuyordu. Hz. Enes, Rasul-i Ekrem’e çok yakın olduğu gibi ailesi de çok yakındı. Nitekim Ümmü Süleym Hayber’den sonra Hz. Safiye ile evlenen Rasulullah’ın evlenme işlerinde O’na yardım etmiştir. Yine Efendimiz (sav) Hz. Zeyneb ile evlendiği zaman, Ümmü Süleym yemek yaparak hizmet etmiştir. Bu arada Hz. Enes de davet olunacak şahısları çağırmakla görevlendirilmiştir. 

Hz. Enes b. Mâlik (ra), Bedir Gazvesi’nde henüz on iki yaşında olmasına rağmen savaş alanına gitmiş ve savaş esnasında mücâhidlere hizmet etmiş, bu arada Rasulullah’ın hizmetini de aksatmamıştır. Hz. Enes’e yaşının küçük olduğu hatırlatılarak Bedir’e iştirak edip etmediği sorulduğunda: “Bedir’den kim geri kaldı ki ben geride kalayım?” cevabını vermiştir.

Enes bin Mâlik (ra) hazretleri: “Bismillâhirrahmânirrahîm ve la-havle ve lâ-kuvvete illâ billahil aliyyil azîm.” okumanın sinir hastalığına ve bütün hastalıklara iyi geldiğini haber vermiştir.

Devam edecek...

 

Yazar: Sâlik-i İrfan

 

Çarşamba, 05 Eylül 2018 12:07

ÜÇ AYLAR VE MİRAÇ MUCİZESİ

Üç Aylar ve Miraç Mucizesi

Üç Aylar ve Miraç Mucizesi - Tamer Doymuş

Sayı : 123 - Mart 2018

 

Üç Aylar ve Miraç Mucizesi

 

“Allah’ım! Recep ve Şabanı bize mübarek kıl! Bizi Ramazana ulaştır.“

Yine rahmet mevsimine ulaşmanın hazzını yaşıyoruz. Bizleri bu rahmet mevsimine ulaştıran Mevlamıza hamdu senalar olsun. Üç aylar olarak bilinen Recep, Şaban ve Ramazan ayları nas olmaktan kurtulup insan olma yolunda mesafe kat etmemiz için Rabbimizin bizlere ikram ettiği bir rahmet mevsimidir. Recep ve Şaban ayları, rahmet ayı olan Ramazanı karşılayan aylar olup Ramazan ayının müjdecisidir. Dinimizde ayrı bir değeri olan üç ayların, kişide insani özelliklerin olgunlaşmasında ve iradenin kontrol altına alınmasında rolü büyüktür. Zira Recep ve Şaban aylarının feyzinden ve bu aylarda bulunan Regaib, Mirac ve Berat gecelerinin rahmetinden istifade yolunu tutan bu kişi Ramazan ayında ise her türlü kötülükten kendini uzak tutar ve insani vasıflarının artmasına gayret eder. 

 

Rasulullah (sav) bir hadis-i şerifinde; “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim ayım ve Ramazan ümmetimin ayıdır.” buyurmuştur. Ayrıca Peygamber Efendimiz, Recep ayı girince, “Allah’ım! Recep ve Şabanı bize mübarek kıl! Bizi Ramazana ulaştır” diye dua ederdi.

Receb, Muharrem ile başlayan ve Zilhicce ile sona eren Hicri aylarının yedincisi olan Recep, aynı zamanda üç ayların ilkidir.

“Recep” kelimesi; herhangi bir şeyden korkmak, utanmak veya bir kimseyi heybetinden dolayı ululamak ve tazim etmek manalarına gelir 

Recep ayına arab-ı aribe döneminde “esamm” (sağır) diye adlandırıldığı rivayet edilir. Cahiliye devrinde, Recep ayı boyunca savaştan ve baskılardan uzak durulur, kan dökmenin, ırza ve mala dokunmanın yasak olduğu bu ayda kavga ve silah sesleri, imdad çağrıları duyulmadığı için bu adla anıldığı rivayet edilir.

Recep ayı aynı zamanda haram aylardandır. Eşhuru’l-hurum diye ifade edilen haram aylar, Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarıdır. Haram aylar, (hürmete lâyık aylar); Bu aylarda savaş yapmak yasak olduğu için bu adı almıştır. Cahiliye devrinde Araplar arasında iç savaşlar eksik olmazdı. Yalnız haram aylarda savaş yapılmazdı. Bu aylarda panayırlar kurulur, şiir yarışmaları yapılırdı. Eğer bu barış aylarında savaş olursa, yasak çiğnendiği için bu savaşlara “Ficâr savaşı” denirdi. Kur’an-ı Kerim’de bu aylarla ilgili olarak şöyle buyruluyor; “Allah, Kâbe’yi, o saygıya lâyık evi, haram ayı, hacc kurbanını ve gerdanlıkları insanların kalkınmasına sebep kıldı. Bu da, Allah’ın göklerde ve yerde ne varsa bildiğini ve Allah’ın her şeyi bilici olduğunu bilmeniz içindir.” (Maide, 97)

Bu aylar hürmete layık aylardır: “Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah’ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu dosdoğru dindir. O aylar içinde kendinize zulmetmeyin ve müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa, siz de onlarla karşı topyekûn savaşın ve bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir.” (Tevbe, 36)

“Sana haram ayı yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: “O ayda savaşmak büyük bir günahtır. Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haramın ziyaretine mani olmak ve halkını oradan çıkarmak ise, Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük günahtır.” Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.” (Bakara, 217)

Haram aylardan üçü Zilkade, Zilhicce, Muharrem peş peşe geldiği için bunlara “serd” birbirini takip eden Anlamında kullanılır. Recep ayına tek olduğu için “ferd” münferit denilir.

Receb ayı ayrıca içinde iki tane kandil de bulundurmaktadır. Bunlardan ilki Receb ayının ilk Cuma gecesine denk gelen Regaip kandilidir. Cenabı Mevla üç aylara başlarken mübarek bir zaman dilimiyle kapıyı açıyorlar. Regâib, Arapça bir kelimedir ve “reğa-be” kökünden gelmektedir. “Reğa-be”, kelime olarak, herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demektir. “Reğîb” kelimesi ise, “reğabe”’den türemiş olan bir isimdir ve kendisine rağbet edilen, arzulanan, talep edilen şey demektir. Çok bağış ve bol ihsan anlamına gelmektedir.

 

Bu ayda yer alan kandillerden Bir diğeri ise Miraç kandilidir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Bir gece kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, Kulunu Mescid-î Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, gözetendir.” (İsra, 1)

Cenabı Hak, bir gece Rasulullah’ı Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya, oradan da dilediği kadar yakınına götürdü. Ayeti kerim de şöyle buyruluyor: “Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. Göz ne şaştı, ne aştı. Andolsun o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm,16-18) Bu mübarek ayet, yaratıkların en şereflisi olan Yüce Peygamberimiz’in (sav) bir nice kudret ve azamet eserlerini görmesi için geceleyin Mescid-i Aksa’ya götürülmüş olduğunu beyan buyurmaktadır.

Bu gecede yüce Peygamberimiz, zaman ve mekânda münezzeh olan Yüce Allah’ın tecellilerine, ilâhî hitaplarına kavuşmuş, bir nice kutsi ayetleri, alâmetleri görmeye muvaffak olmuştur. 

Bu yolculuk her şeyden haberi olan, her şeyi en güzel şekilde düzenleyen yüce Allah’ın yapılmasını istediği bir yolculuktur. Hz. İbrahim (as) ve Hz. İsmail’den peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’e (sav) kadar ki, tevhit inancının en büyük halkalarını birbirine bağlıyor. İslam dinin kutsal saydığı yerleri birbirine bağlıyor. Efendimiz’in kendisinden önceki tüm peygamberlerin kutsal değerlerine sahip çıktığı, onun peygamberliğinin bu kutsal değerlerin hepsini kuşattığı tüm insanlığa duyurulmak isteniyor.

İmam Nedvi’nin Rahmet Peygamberi isimli eserinde Miraç hadisesiyle ilgili şu bilgileri görmekteyiz: “Bu Allah katından büyük bir ziyafetti. Onun kırılan kalbini düzeltmek, gönlünü almak Taif’te gördüğü hakarete, çirkin davranışlara ve inkâra bir karşılıktı.

Ertesi gün sabahleyin bu haber müşriklere ulaşınca, bunu inkâr ettiler, olmayacak şey dediler, yalanlayıp alay ettiler. Fakat Hz. Ebu Bekir (ra): Allah’a yemin ederim ki, eğer bunu o söylediyse, Şüphesiz ki doğrudur. Siz buna niçin şaşıyorsunuz? Vallahi, onun gökten yere, gece gündüz her saat, Allah’tan gelen vahiylere ve bundan daha fazla hayret edilecek şeylere tereddütsüz inanıyor tasdik ediyorum.” dedi. Hz. Peygamber’in Hak katına yaptığı bu seyahat, çok dakik ve derin manaları, hikmetli işaretleri ihtiva eder.

İsra hadisesi hakkında nazil olan ve bu hadiseyi anlatan iki sure-i celile vardır. “İsra” ve “Necm” sureleri. Hz. Muhammed Efendimizin, kendisinden sonraki nesillerin önderi olduğunu ilan etmiştir. Peygamberler O’nun arkasında namaz kıldı. Bu O’nun risaletinin umumiliğini, imametinin ebediliğini ifade eder. Bu hadise Hz. Peygamber’in (sav) şahsiyetini, önderlik ve kumandanlık vasıflarını, Onun peygamber olarak gönderildiği ümmetin, diğer ümmetler arasındaki mevkiini de ortaya koymaktadır. İsra, evrensel ve ebedi bir şahsiyeti insanlığa tanıtan bir hadisedir.”

Yeri gelmişken Miraç mucizesindeki hikmetleri anlamamız için Hâce Hazretleri’nin (ksa) sohbetlerinden bir bölümünü burada ifade etmek faydalı olacaktır: 

“Efendimiz nübüvvetini izhar etmeden önce şan/şeref sahibi, emin, güvenilir, hatırlı bir kişiydi. İçinde yaşadığı toplumun efendisiydi, eşrefiydi. İçinde bulunduğu toplumun ezberini bozunca bir anda O’na karşı cephe alındı. -Hâşâ- Sanki toplumun en şerlisiymiş gibi gösterilmeye çalışıldı. Birçok sıkıntıya maruz kaldı. Yakın gibi görünen arkadaşları, akrabaları yüz çevirdiler. Kur’an’ın ayetlerine baktığımızda, amcası Ebu Leheb yengesiyle birlikte yapmadıkları eza u cefayı koymadılar. Taif’de akrabalarının verdikleri eziyet, O’nu taşlamaları. Taif’dekiler akrabaları idi Efendimiz’in. Hüzün senesi diye bilinen Hatice annemizin ahireti şereflendirmesi, arkasından amcası Ebu Talib’in vefatı, vahyin üç sene kadar sırlanması/kesilmesi, Müslümanlara ekonomik ambargo uygulanması gibi birçok sıkıntılar yaşadılar. Bunların hepsi o günlere rastlar. Adeta bütün bu sıkıntıların, çilelerin, meşakkatlerin sonuna doğru Cenâbı Hak Efendimize -la teşbih ve la temsil, teşbihte hata olmaz- “Sen iyi bir tatili hak ettin. Güzel bir hediyeyi hak ettin” dercesine o mahzun gönlünü, o hüzünlü gönlünü mesrur etmek/sevince boğmak için Mirac’ı nasip etmiştir. Mirac’ın bir sebebi bu.

Ama Cenabı Hak bu hadiseyi, iki varlığın arasında yaşanmış bu hadiseyi, döndükten sonra anlatmasını emrederek ve Kur’an’da bunu zikrederek alenileştirmiştir. Sanki ifşa etmiştir bu sırrı. Mevlâmız İsra Suresi’nin ilk ayetiyle ve Mirac’la ilgili Kur’an-ı Kerim’deki diğer ayetlerle bunu cenabı Hak bu sırrı ifşa etmiştir. Öyleyse bu hadisenin Efendimiz ‘in şahsıyla olduğu kadar ümmetle de alâkalı yönleri vardır. İşte niçini burada.

Bu bütün insanlığa bir çığırın, bir yolun açılması. Şimdi -bazı misaller vereceğim. Meselenin basitleşmesinden de korkuyorum. Allah’a sığınırım.- Aralarında alış-veriş olan, birbirleriyle ticari ilişkileri olan veya özel bir ilişkileri olan insanların bu meseleleri telefonda görüşerek halletmeleri farklı olur yüz yüze gelip, birebir konuşmaları, dertleşmeleri, halleşmeleri, pazarlık aşmaları daha farklı olur. Cenabı Peygamber, sürekli ümmeti için dua eden, yalvaran bir insandı. Dua bir nevi telefon görüşmesi gibi. Ama bir de gidip yüz yüze görüşerek, ümmeti için daha fazla avantajlar alması, imkânları genişletmesi, çok daha farklı olmuştur. Bunu belki Cenabı Hak da biliyor. Bahane/vesile halk ediyor. Deniliyor ya, ‘Allahımız bahane Allahıdır.’ Sebeplere bakar. Mirac’ı da buna bir sebep halk ediyor ve bütün insanlığa adeta bu kapı açılıyor. Bunun için ayeti kerimede de bize buyuruyor ki, ‘siz de bu namaz yolunu deneyin.’ Allah’tan namazla ve sabırla yardım isteyin. İsteklerinizi, Allah ile olan meselelerinizi, alış-verişlerinizi namazla yani miraçla halledin siz de. Namazda Cenabı Hak ile yüz yüze gelirsiniz. Pazarlığınızı orada yapın. Çünkü namaz bir yönüyle dua, bir yönüyle zikir, bir yönüyle hizmet, bir yönüyle vuslat, bir yönüyle gurbet bir yönüyle hicret. Bütün değerler var. Cenabı Hak bunun için diyor ki ‘namazı kullan.’ Sanki bu çok özel bir hat. Namazla dua edin. Misal iki rekât hacet namazı kılın, dua edin. İki rekât istiğfar namazı kılın. Meseleye göre. Eğer bir müşkülünden dolayı yalvaracaksan, irtibat kuracaksan hacet namazı. Günahından dolayı yalvaracaksan, istiğfar namazı kıl. Nimetlerine teşekkür etmek içinse, şükür namazı kıl. Güneş tutuldu, ay tutuldu küsuf namazı kıl. Yağmur için rahmet talep edeceksin istiska namazı kıl. Bir müşkülünü danışacaksın, istihare namazı kıl... Her şey için bir namaz belirlemiş. Namaz bir hat, Allah ile sürekli açık durması gereken bir hat... 

Cenabı Hak özel telefonunu, özel hattını, Rasul-i Ekrem vasıtasıyla bizlere bildirmiş ve o yol bize açılmış. O yol bize namazla açılmış… Miraç bize bunları getiriyor.”

Miraç gecesi, Sidre’de Efendimiz’e (sav) verilen pek çok ilahi bahşişlerin yanında bir de İsra Suresi’nde ifade buyrulan şu hususlar Müslümanlara bildirildi:

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babaya da iyi davranmayı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “Of” bile deme; onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle.

Onlara karşı aşırı şefkat ve merhametinden dolayı alçak gönüllü olmanın kanatlarını indir ve “Rabbim, küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi sen de onlara öyle rahmet et!” diyerek dua et.

Rabbiniz, sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek tövbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.

Bir de akrabaya, fakire, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma.

Zira böylesine saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür.

Eğer, Rabbinden umduğun bir rahmet için onlardan yüz çeviriyorsan hiç olmazsa, kendilerine güzel söz söyle.

Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, kaybettiklerinin hasretini çeker kalırsın.” (İsra, 23-29)


Kaynakça
-Rahmet Peygamberi, Ebu’l-Hasan Ali En-Nedvi
-İslam Ansiklopedisi, DİB
-Şamil İslam Ansiklopedisi
-Ömer Nasuhi Bilmen Tefsiri
-Fi Zilalil kuran, Seyyid Kutup
*Bkz. Gülzar-ı Hacegan Dergisi, Eylül 2008

 

Yazar:  Tamer Doymuş

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort