JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazartesi, 01 Ekim 2018 00:04

MÜNAKAŞANIN TEMELİNDE CEHALET VARDIR

nahl125

Münakaşanın Temelinde Cehalet Vardır - Yusuf-i Kenan

Sayı : 124 - Nisan 2018

 

Münakaşanın Temelinde Cehalet Vardır

 

Hakkı açıklamak niyetiyle de olsa, başkalarını mağlup etmek için yapılan tartışmalar zararlıdır. Bir insanın hiç günahı olmasa, insanları doğru yola davet ediyorum diye tartışmaya girse, bu hareketi günah olarak ona yeter. İtirazı, tartışmayı huy edinen kimse mürüvvetsiz olur. Dostlar arasındaki kin ateşini körükleyen münakaşadır. Münakaşa, karşıdaki insanı cahil yerine koymak, sen bilmezsin, ben bilirim demektir. Cahillikle suçlanan herkes az veya çok kızar. Konumuz ile ilgili olması açısından Peygamber Efendimiz’in (sav) hayatından vereceğimiz şu örnek çok manidardır. Enes bin Malik hazretleri bildiriyor: Biz bir gün dini bir konuda tartışırken, Rasulullah Efendimiz (sav) yanımıza geldi. Bize öyle öfkelenmişti ki, hiç böylesini görmemiştik. Buyurdu ki: “Bırakın tartışmayı! Sizden öncekiler sırf bunun yüzünden helak oldu. Tartışmanın faydası yoktur, tartışma zararlıdır. Mümin münakaşa etmez. Münakaşa edene şefaat etmem.” (Taberani) 

Münakaşa ve münazara çok farklıdır. Birisi nefsin öne çıkartılarak egonun tatmini içinken; diğeri Hakkın açığa çıkması yönündedir. İkisi arasındaki farkı anlayabilmek çok önemlidir. Çünkü bu iki ayırım kulun Allah (cc) indindeki yerini ve değerini belirler.

Münakaşa, kendisinin akıl, fazilet ve ilimde üstünlüğünü ispata çalışmaktır. Bu ise karşıdakini cehalet ve ahmaklıkla itham etmektir. Bu da düpedüz düşmanlıktır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: “Münakaşa etmeyen, kimseyi incitmeyen kimse cennete girer.” (Tirmizi)

Münazara kelime olarak “nazar” yani (bakma) kökünden türemiştir. Karşılıklı olarak bir konuya bakmak, anlamındadır. Bakanlar kurulu üyesi olan “bakanlara” da Osmanlı döneminde aynı kökten “Nazır” denilmekteydi.

Münazara, konuşan iki kişinin veya iki tarafın, gerçeği ortaya çıkarmak amacıyla, öne sürdükleri görüşlerini, güçlü delillere dayandırarak bütün fikir güçleriyle savunmaları ve böylece beraberce düşünce üretmeleri demektir. 

Konya’ya gelen büyük velilerden Şems-i Tebriz’i (r.a.) zamanında, Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretlerine felsefecilerden bir grup geldi. Sual sormak istediklerini bildirdiler. Mevlana hazretleri bunları Şems-i Tebrizi hazretlerine havale etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrizi hazretleri mescitte, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç sual sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrizi (ra); “Sorun!” buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı: “Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım.” Şems-i Tebriz’i Hazretleri; “Öbür sorunu da sor!” buyurdu. O; “Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azab edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azab eder mi ” dedi. Şems-i Tebrizi; “Peki öbürünü de sor!” buyurdu. O; “Ahirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!” dedi. Bunun üzerine Şems-i Tebriz’i, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhal zamanın kadısına gidip, davacı oldu. Ve; “Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu.” dedi. Şems-i Tebriz’i “Ben de sadece cevap verdim.” buyurdu. Kadı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebriz’i şöyle anlattı: “Efendim, bana Allahu Tealayı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim.” O kimse şaşırarak; “Ağrıyor ama gösteremem.” dedi. Şems-i Tebriz’i “İşte Allahu Teala da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azab edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Halbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; ‘Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz.’ dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyada küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan ahiret hayatında niçin hak aranmasın!” buyurdu. Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcup olup, söz söyleyemez hale düştü.

Münazara edecek kişi, gerçeği aramakta, kaybını arayan kimse gibi olmalıdır. Münazara kendisinden istifade edilmesi umulan alimlerle yapmalıdır. 

Münazara ilmi münakaşa mahiye-tindedir ve bu vasfı ile zıt görüşlü kişiyi susturmak esasına dayanan “cedel”den ayrılır. Cedelde taraflar savundukları tezi, mantık ve kelime oyunlarıyla sonuna kadar götürürler ve peşin hükümlerle hareket edip tartışırlar. Münazara da ise ileri sürülen delilleri inceleyip araştırarak bunların uygun olup olmadığına varılır. 

Münakaşanın en tehlikelisi ve en zararlısı, imani konularda yapılan, kırıcı, yıkıcı ve sert tartışmalardır. Bu tartışmalarda, taraflardan birisi, mesela, imanı savunurken diğeri küfrü savunur. Maksat, karşı tarafı mutlaka alt etmek olunca, küfrü savunan insan, dönüşü olmayan bir yola girmiş demektir. Böyle ölçüsüz bir tartışma, taraflara zarar vereceği gibi, o münakaşayı takip edenleri de şüphe ve tereddütlere düşürebilir.

Münazara yoluyla, doğruları ve yanlışları açığa çıkaran ortak amaçlı bir düşünce çabası gösterilmiş olur. Münazara da belli bir edep ve üslup vardır. Karşı tarafı suçlama, ondan üstün gelmeye çalışma olmamalıdır. Esasen tartışma da dahi bu üslup gözetilmelidir. Allah Teala tartışmanın en güzel yöntemlerle yapılmasını emrediyor: “(Rasulüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.”  (Nahl 125).

İslam alimleri bu ayetten yola çıkarak tartışmanın da Hakk’a davet metotlarından biri olduğunu beyan ederler. Şurası muhakkaktır ki; münazara; ilim elde etme yollarından birisidir. Usulü ile münazara yapılırsa bu bir nimettir. ​

Fahreddin Razi (ks): “Bu ayette Cenabı Hak, Rasulü’ne insanları üç yoldan biriyle dine çağırmayı emretmektedir.” demiştir:

1- Hikmetle 2- Güzel öğütle 3- En güzel şekilde tartışma “münazara” ile.

Kişi tartışmada öfkesine mağlup olup kendini kaybetmemelidir. Eğer böyle olursa kişi bazen bile bile kendisine ters düşmemek için haktan sapabilir. Aynı şekilde karşı taraf da böyle bir manzara sezdiği anda tartışmayı bitirmelidir. Münazara, bilimsel tartışma özelliğindedir. Bunun için de karşıt görüşlü kişiyi susturmak ve mağlup etmek esasına dayanan “cedel”den ayrılır. Amaç ve yöntemleri farklı olduğu için cedelde nefs ön plana çıkarken münazara da akıl, mantık ve ilim ön plana çıkmaktadır. Bunun içinde cedel kötü huylardan sayılmıştır.

İmam-ı Azam Ebû Hanife hazretle-rinin, oğlu Hammad: “Babacığım!.. Bana yasakladığın şeyi, senin yaptığını görüyorum!” dedi. İmam-ı Azam buyurdu ki: “Evladım! Bizler münazarada biri ile konuşurken, arkadaşımızın ayağının hak yoldan kayması endişesiyle her birimizin başı üstünde uçmasından korktuğumuz bir kuş varmış gibi davranırdık, ona göre hesaplı konuşurduk. Halbuki sizler konuşurken, münazara ederken, her biriniz arkadaşınızın ayağının kaymasını istiyorsunuz. Bu, arkadaşının kâfir olmasını istemek gibidir. Kim arkadaşının kâfir olmasını isterse, arkadaşı kafir olmadan kendisi, kafir olur. Mantık ve benzeri ilimlerle meşgul olmaktaki ölçü de böyledir.” (Ta’limu’l Muteallim, sh.17)

Sırat-ı müstakim üzere olan iki mü’min; münazarada heva ve heveslerine kapılır, şeytani vesveselere gönüllerini açarlarsa, birbirlerini tehlikeye sokmuş olurlar. Her insanda galip gelme arzusunun, fıtri olarak bulunduğu da bilinmektedir. Ancak “galip gelme” nedir? sorusu çok önemlidir. Eğer mesele; sırf Allah (cc) rızası için ilim elde etmek ve o ilim ile amel etmek ise, “galip” veya “mağlup” ayrımları anlamsız ve yersiz olur. Çünkü münazarada; her iki taraf da birbirinden çok şey öğrenir. Bu noktada Rasul-i Ekrem (sav) “Her şeyin bir yolu vardır. Cennetin yolu da ilimdir.” buyurur. Münazara eden iki mü’min; birbirlerine cennetin yolunu gösteriyorlarsa, mesele yoktur. İşte münazarada dikkate alınacak ilk husus budur.

Burada şimdi kendi kendimize Allah için soralım ki: “Günümüzde münazara ve münakaşa; mü’minler arasında ilmin yayılmasına mı, yoksa nefret ve düşmanlığın gelişmesine mi sebep oluyor?” Eğer bu suale “ilmin yayılmasına sebep oluyor” diye cevap verebiliyorsak, mesele yoktur. Ancak görünen odur ki; daha çok nefret ve düşmanlığı körüklemektedir. Çünkü münazara ve münakaşa halinde olan mü’minlerin; şer’i hududlara riayet hususunda titiz davranmadıkları malumdur. Birbirlerinin ayıp ve kusurlarını anarak, hedeflerine varmayı esas alıyorlar. Hatta zaman zaman birbirlerini itham ve iftira kasırgasına tabi tutuyorlar. Bu gerçekleri görmemezlikten gelmek mümkün değildir. Bu noktada Rasul-i Ekrem’in (sav): “Hidayet üzere olan bir millet, ancak cedel ile (iç mücadeleyle) dalalete düşer.” (Müsned) mealindeki hadis-i şerifini iyi düşünmek zorundayız. Mü’minler birbirlerinin velileri ve dostlarıdırlar. Eğer münazara ve münakaşa; aralarına kin ve düşmanlık koyuyorsa, terkedilmesi vacip olur. Hanefi fukahası: “Mübah olan fiillerin yapılabilmesi için, o fiilin hiç kimseye eza vermemesi ve zulme sebep olmamasını şart görmüşlerdir.” Eğer mübah olan fiil, bir başka mü’mine zarar veriyorsa veya zulme sebep oluyorsa, mübahlık zail olur.

Sonuç olarak iyi insan olmak gerek...İyi insan ise; kimseyle münakaşaya girmeyen, herkesle iyi geçinen kimsedir. İyi insan, yani müslüman, her işinde Allah’tan korkar, titrer. Allahu Teâlâ’nın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Sabreder, affeder. Her geçimsizlikte, her sıkıntıda, kusuru kendisinde görür. Her nefeste Rabbi’ni düşünür. Gaflet ile yaşamaz. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalpleri Allahu Teâlâ’nın evi bilir. Hafız-ı Şirazinin, dostlara doğru söylemeli, düşmanları güler yüzle ve tatlı dil ile idare etmelidir, sözüne uyar. Dinlerine ve dünyalarına zarar gelecek şeylerden sakınır. Herkese karşı, güler yüzlü, tatlı dilli olur. Af dileyeni affeder. Hiç kimse ile münakaşa etmez. Bilir ki, münakaşa etmek, dostluğu giderir, düşmanların çoğalmasına sebep olur. Fitne çıkarmaz, dost ile de, düşman ile de tatlı konuşur, herkesle iyi geçinir. Kimsenin sözüne karşı gelmez. Herkese yumuşak söyler, sert konuşmaz. Hadis-i şerifte, “Mümin vakarlı ve yumuşak olur.” buyruldu. Münakaşa edenlerin yanında oturulmaz!

Rabbimiz Allahu Teâlâ (cc) bizleri iyi insanların yolunu takip eden hayırlı kimselerden kılsın. 

Âmin!..

 

Yazar: Yusuf-i Kenan

 

Pazartesi, 01 Ekim 2018 00:03

Allah (cc) Kulunu Günahlardan Kıskanır

Allah cc Kulunu Günahlardan Kıskanır

Allah (cc) Kulunu Günahlardan Kıskanır - Şeb-i Vuslat

Sayı : 124 - Nisan 2018

 

Allah (cc) Kulunu Günahlardan Kıskanır

 

Rahman ve rahim olan Allah’ın (cc) adıyla. İçinde bulunduğumuz bu rahmet mevsimini; bereketli, ihlaslı bir şekilde ibadet, taat, tefekkür, tevekkül ve Rabbimiz’in (cc) razı olacağı işler üzere geçirebilmeyi ve Ramazan-ı Şerife erişebilmeyi Cenabı Hak’tan (cc) niyaz ediyoruz.

Vâsıl olmaz kimse Hakk’a, cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pürnûr olmadan
Sür çıkar ağyarı dilden tâ tecelli ede Hak
Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan

Her şeyden uzak olmadan kişi Hakk’a vâsıl olamaz, gönül pürnûr olmadan da hazine açılmaz. Gönülden Allah’tan (cc) gayrısını çıkar ki Hak tecelli etsin. Çünkü hane mamur olmadan padişah saraya girmez. 

Bir insan bile evine misafir olarak gelirken kendine ve evine çekidüzen veriyorsun da Allah kirli kalbe teşrif eder mi? Rabbimiz’den (cc) duamız bu mübarek günler hürmetine gönül evimizi temizleyebilmeyi bizlere nasip etmesidir..

Kıymetli okuyucularımız bu ayki yazımızda başlıkta da zikredildiği üzere Cenabı Hakk’ın kıskançlığının ne anlama geldiğini hadisi şeriflerle birlikte anlamaya gayret edeceğiz. Konu şu üç hadisi şerif çerçevesinde işleniyor.

Birincisi, Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah Teala kıskanır. Allah’ın kıskanması, mü’min kulunun O’nun haram kıldığı şeyi işlemesi sebebiyledir.”

İkincisi Abdullah bin Mes’ud (ra) der ki: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “(Kulunu) Allah’tan daha çok kıskanan bir varlık yoktur. Bu sebeple O, çirkinliklerin açığını da gizlisini de haram kılmıştır.”

Üçüncüsü Sevbân (ra) der ki: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Kişi, işlediği günah sebebiyle rızkından mahrum kalır! Kaderi ancak dua geri çevirir. Ömrü de ancak iyilik ve hayırlar (birr) uzatır.”

Günah, ilâhî emir ve yasaklara muhalif inanç, söz, fiil ve davranışlar, dinen suç sayılan işlerdir. Rasulullah (sav) günahı hadis-i şeriflerinde şöyle tarif buyurur:

“(Günah) kalbini tırmalayıp duran ve insanların bilmesini istemediğin şeydir.”

“Günah içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye nice nice fetvalar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.”

Dünyaya imtihan maksadıyla gönderilen insan, hem hayra hem de şerre istidatlı olarak yaratılmıştır. Onun yapısında bulunan kötülük meylinin kaynağı nefstir. Çünkü nefs, “devamlı kötülüğü emreden (nefs-i emmâre)” ve kişiyi günaha sevk etmek için fısıltılar halinde devamlı telkinlerde bulunan dâhili bir düşmandır. 

İnsanı günahlara sevk eden bir başka saik de, onun ölümsüz bir dünya hayatını arzu etmesi ve ahireti pek düşünmemesidir. Kendini bu zehirli duygulara kaptıran insan, ahireti unutarak pervasızca hareket eder ve hayvani isteklerini tatmin edebilmek hırsıyla günahlara kolayca düşüverir. Ayrıca insanın zayıf yaratılması, mal, mülk ve evlat sevgisiyle dolu olması da onu günahlara sürüklemektedir. 

Günahın harici sebepleri de vardır. Dünya hayatının cazibesi, kötü örneklerin bol miktarda mevcudiyeti ve sırat-ı müstakim üzerine oturup insanları Hak yolundan saptırmaya ahdetmiş olan şeytanın aldatması bunlardandır.

İnsan bütün bunlarla mücadele edebilmek için nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye ameliyesi ile meşgul olmalıdır. Bu sayede, Allah’tan (cc) gafil olmadan zikir üzere bir hayat yaşamayı öğrenmelidir. Zira bütün günahlar, insan Allah’ı unuttuğu zaman devreye girmeye başlar.

Günahları terk ederek onlardan uzaklaşmak, ilahi emirleri yapmaktan önce gelir. Kalp evvelâ günahlardan temiz-lenmeli, daha sonra farzları yaparak nurla doldurulup tezyin edilmelidir. Çünkü günahlar ve haramlar, dini duyguları helak eden zehirler mesabesindedir. Fakat zahiren bal gibi görünüp insanlara tatlı gelir. Onlara aldanan insanlar da nihâyetinde manevi hayatlarını perişan ederler.

Şunu unutmamalıdır ki, her nimet bir külfeti gerekli kılar. Cennet ve Cemâlullah’ı isteyen mü’minler de nefse tatlı gelen günahlara düşmemek için birtakım külfet ve meşakkatlere katlanmak mecburiyetindedir. Bu hâl, ilahi imtihanın bir sırrıdır.

Cenâbı Hak (cc) kullarını çok sevdiği için daima onların hayrını istemekte ve her zaman onlara rahmetiyle muamele etmektedir. Dolayısıyla Allah, kullarının günah işleyerek imtihanı kaybetmesini ve Zâtı’ndan uzaklaşmasını asla istemez, bundan hoşnut olmaz.

Birinci hadisimizde beyan edildiği üzere, kullarını günahtan kıskanır. O yüce kudret, onların nefse, şeytana ve neticede günahlara kapılarak sırat-ı müstakimden ayrılmasını ve cennetin yolunu şaşırmasını hiç istemez. Kullarının devamlı kendisine doğru gelerek manen yükselmesini ve cennetinden istifade etmesini arzu eder. Onlara, yüce Zatı’nı hiçbir zaman unutmayıp daimi beraberlik şuuruna ermelerini tavsiye eder. Çünkü insanların bütün kazancı buradadır. Hadis-i şerifte geçen ve “kıskançlık” diye tercüme ettiğimiz “gayret” kelimesi, Allah’a (cc) nispet edilince, kulunun haram ve gayr-i meşru söz ve fiiller yapmasına, dalâlet ve şekâvete düşmesine rıza göstermemesi, ona merhamet ederek doğruluk, hidayet ve saadet üzere olmasını ve Yüce Zatı’na yaklaşmasını arzu etmesi manalarına gelir. Yoksa insanlarda olduğu gibi ani ve ölçüsüz tepkilerle kendisini gösteren bir gayret ve kıskançlık Allah (cc) hakkında düşünülemez.

Cenâbı Hak (cc) kulunun kötü duruma düşmesine rıza göstermeyeceğini şöyle beyan buyurur: “Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz Allah, size muhtaç değildir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz.” (Zümer 39/7)

Aslında kıskançlık, karı-kocanın muhabbet ve koruma hisleriyle birbirlerini başkalarından sakınmalarını, kızgınlık gösterip sitemde bulunmalarını ifade eder. Cenâbı Hak da, kullarını korumak ister ve onların kendisinden uzaklaşmalarından hoşlanmaz. Bu sebeple günahları yasaklar ve günaha kapılan kullarını, bu musibetten kurtarıp temizlemek için, bazı belâ ve musibetlerle tedip eder. İşte böyle durumlarda “Gayretullah’a veya gayret-i ilâhiyeye dokundu” denir.

Yüce Rabbimiz, insanların manevi olarak alçalıp, ahirette perişan olmasına rıza göstermez. Günahlar ise meleki hisleri hayvani arzulara teslim ederek, ruhun mükemmele doğru gelişimine mani olur ve onu en aşağı seviyeye (esfel-i sâfilîne) doğru sürükler. Neticede kalbin kararıp safiyetini kaybetmesine sebep olur. Bu da en güzel kıvamda ve mükerrem olarak yaratılan insanın tükenişini ifade eder. Dolayısıyla kalbin safiyet ve berraklığını muhafaza için, günah ve mâsiyetlerin menfi telkinlerinden son derece sakınmak icap eder.

Cenâbı Hak (cc) kullarını günahtan uzak tutmak için her türlü kolaylığı sağlamıştır. Şu hadis-i şerif Rabbimizin (cc) ne kadar merhametli olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir: Rasulullah (sav) şöyle buyurur: “Allah Teâla Hazretleri meleklerine şöyle emreder: Kulum kötü bir amel yapmak isterse, onu yapmadıkça yazmayın! Yapınca, onu aleyhine bir günah olarak yazın! Eğer benim rızamı düşünerek terk ederse bunu onun lehine bir sevap yazın! Kulum iyi bir iş yapmayı arzu ederse, yapmasa bile ona bir sevap yazın! Eğer onu yaparsa, en az on misli olmak üzere yedi yüz misline kadar ona sevap yazın!”

Bunun yanında Cenâbı Hak, kullarını affetmek için sayısız fırsat kapıları aralayarak, onları her fırsatta günahlardan arındırmayı murat etmektedir.

İkinci hadisimizde, Allah’tan (cc) daha çok kıskanan kimse bulunmadığı, bu sebeple de Allah’ın (cc) çirkinliklerin açığını da gizlisini de yasakladığı ifade edilmektedir. Bu durum, kullarına Allah’tan (cc) daha çok şefkat ve merhamet gösteren kimse bulunmadığını gösterir. Her şeyi en iyi bilen Rabbimiz, günahların kulları için ne kadar zararlı olduğunu da en iyi şekilde bildiğinden, açık gizli bütün günahları yasaklamıştır. Günahların işlenmesine Cenâbı Hak kadar kızan ve bunu O’nun kadar çok yasaklayan kimse olamaz. O hâlde, Allah’ın günahkâr kuluna vereceği ağır cezayı yadırgamamak icap eder. Yüce Rabbimiz bu cezalarla kullarını korkutup, onları günahların zararından muhafaza etmeyi murat etmektedir.

Allah Teala (cc), kullarını günah ve çirkinliklerden muhafaza etmek için peygamberler ve kitaplar göndermiş, emir ve yasaklarını önceden bildirmiştir. Koyduğu sınırlara riayet edilmemesi hâlinde gazaplanacağını da daha önceden haber vermiştir. Bütün bunlar O’nun kullarını günahlardan korumayı murat etmesinden kaynaklanmaktadır. Cenâbı Hak, günahlar karşısında kulunu her varlıktan daha çok kıskanmakla birlikte, buna karşı muamelesini daima hikmetle, adaletle ve en güzel şekilde yapar. Zulme ve haksızlığa asla meydan vermez. 

Devam edecek...

 

KAYNAKÇA:
Efendimiz’den Hayat Ölçüleri, Murat Kaya
Feyzü’l Furkan Kur’an-ı Kerim ve Meali, Hasan Tahsin Feyizli

 

Yazar:  Şeb-i Vuslat

 

Pazartesi, 01 Ekim 2018 00:02

Allah’ın (cc) Veli Kulları

Allahın cc Veli Kulları

Allah'ın (cc) Veli Kulları - Mine Şimşek

Sayı : 124 - Nisan 2018

 

Allah'ın (cc) Veli Kulları

 

Rahman ve rahim olan Allahın adıyla.. Hamd alemlerin Rabbine. Salat ve salamlar Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sav), ehlibeytine ashabına ve onun vasislerine olsun. Allah dostlarının kısa hayatlarını yazmağa devam edeceğiz. Cenabı Hak (cc) cümlemizi onların feyizleri ile bereketlendirsin, muhabbetleri ile rızıklandırsın inşaallah.

Hadisi kudside şöyle buyrulmuştur: “Kulumun kalbi tamamen dünya kaygılarından arınmış bulduğumda onu kendi sevgimle dopdolu bir hale getiririm. Kulumun kalbi benim muhabbetimle dolunca onu kudret elimle tutarım. Bu durumda ben artık onun kulağı, gözü, eli, ayağı, dili ve gönlü olurum. Böylece kulum benim için işitir, benim için görür, benim için tutar, benim için yürür, benim için konuşur ve benim için düşünür.” (Buhari 38)

Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde, evliyanın hayatlarını menkıbelerini okumamamızı tavsiye buyurup onlara duyulan muhabbetin faidelerini şöyle açıklamışlardır: “Kulluğumuzda ibadeti çoğaltmak değil güzelleştirmek gereklidir; kul buna gayret etmelidir. Gönlümüzü, imanımızı nefs ve şeytanın hilelerinden kendimizi koruma altına alacağız. Tevbe, sohbet, zikir ve büyüklere sevgi bizlere şerbet olacak. Kul uyanık olmalı, o gönle şeytan vesvese vermemeli. Bunun için de biz sadattan beslenecez, evliyadan beslenecez ki büyükler manevi bereketleri, ruhaniyetleri bizi kuşatsın, gönlümüze muhabbet olsun. Rahmet deryasına katılmak için büyüklerle birlikte eylesin. 

Yaptığımız işin tadı tuzu olmalı, bir yemekte çeşit ne kadar olursa olsun tuz olmadı mı o yemeğin lezzeti olmaz. Gönül testimizi sohbet nurunun, zikir nurunun altına koyacağız. Gönül testimizi çok iyi doldurmak lazım. Nefesler sayılı, sınırlı, nereye harcadığımızdan sorumluyuz... Rabıtalı olalım, bu söylenenleri zikir süzgecinden, tefekkür süzgecinden geçirelim arkadaşlar…” buyurmuşlardır.

Seyyid Abdulhakim el- Hüseyni ve Kısa Hayatı:

Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni (ks) hazretleri son devirde Suriye’de yetişen evliyadan şeyh Ahmed el-Haznevi (ks) hazretlerinin halifelerindendir ve seyyiddir. Hz. Hüseyin (ra) soyundan geldiği için “Hüseyni” nisbesiyle meşhur olmuştur. “Ğavs-ı Bilvanisi” lakabıyla da bilinir. Bu mübarek zatın bedeni iri yapılı, sakalı sık, pırıl pırıl yüzlü, nur bakışlı idi. İnsana mutlak suretle hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı, hal ve hareketi ile dinin emirlerine uyar çok mütevazı olup benliğe yer vermezdi . Pek alçak gönüllü, güler yüzlü, latife yapmayı severdi. Din bilgilerinde ince ve derin tasavvufun marifetlerinde derya idi. Çok misafirperver; edebi, hayası, zerafeti ile büyüklerinin ahlakı üzere idi. 

1902 senesinde Siirt’de dünyayı şereflendirmiştir. 1972 senesinde Ankara’da dünyalarını değiştiler. Kabri şerifleri Adıyaman’ın Kahta ilçesine bağlı, Menzil köyünde defnedilmiştir.

Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni (ks) doğumundan kısa bir müddet sonra babasının imamlık yapmak ve medresede talebe okutmak için davet edildiği komşu köye taşınırlar. Babası vazifesinin altıncı ayında vefat edince Abduhakim (ks) hazretlerini dedesi yanına alır. Dedesi onu okutmak için alim ve tasavvuf ehli Muhammed Diyauddin Nurşini (ks) hazretlerinin ders halkasına ve sohbetlerine gönderir. Abdulhakim hazretleri bu mübarek zattan on dört yaşına kadar ilim öğrenir ve feyiz alır. Daha sonra komşu köylerden imamlık ve talebe okutmak için davet edilir ve gider bu arada hocasıyla da manevi bağını devam ettirir, pek çok talebe yetiştirir. Bu sırada hocası Muhammed diyauddin Nurşini hazretleri dünyasını değiştirir.(Zerreler adedince rahmet olsun.)

Abdulhakim hazretleri ilmini tamamlamak ve tasavvufta ilerlemek için manen verilen işaret üzere Suriye’nin Kamışlı beldesine bağlı Hazne köyünde bulunan Ahmed Haznevi hazretlerinin (ks) huzuruna giderek talebesi ve müridi olur. Şeyh Ahmed Haznevi ilk günden ona “Molla Abdulhakim” diye hitap ederek onun ilim ve irfanını takdir ettiğini gösterir. On dört sene Hazne köyüne gider gelir. Kendisi anlatır: “Allah’tan başka hidayete erdirici ve Şahı Hazne’den başka benim için mürşid yoktu. Biz Hazne’de bulunduğumuz sürece Şahı Hazne bize hiç iltifat etmezdi. Bir ay kaldığımız zaman bile ancak birkaç kelam ederdi, bu hale çok üzülürdüm, bu düşünce ile mahzun bir halde idim o sırada bir sohbet yaptı: ‘Mürşidin zahirdeki iltifatına gönül bağlayan kişinin maneviyattan nasibi azdır. Müridin teslimiyeti kemal bulup mürşidinden feyz ve himmet alabilme özelliğine sahip olduğu zaman mürşid, o müride zahiren iltifat etmez.’ buyruğuyla kalbim genişledi vesvese de gitti. Ben de öylesine güçlü bir yakin hasıl oldu ki, ‘Allah’a hamdü sena olsun, Şahı Hazne bu durumumuzu biliyormuş.’ dedim.” 

Yine kendisi anlatır: “Hz. Rasulullah (sav) buyuruyor ki: ‘Kim bir şeyi severse ondan çok bahseder.’ Biz de Şahı Hazne’yi çok sevdiğimiz için devamlı ondan bahsediyoruz . Bizim bütün maddi ve manevi varlığımız Şahı Hazne’dir, onun tasarrufu olmasa bir şey yapamayız. Allahu Teâlâ bin yıl ömür verseydi ben ömrümü Şahı Hazne’nin yanında geçirmek isterdim.”

Abdulhakim hazretleri otuz altı yaşında iken insanlara dinin emir ve yasaklarını anlatmak için mürşidinden icazet alır. Şahı Hazne dünyasını değiştirdikten sonra, Abdulhakim Bilva-nisi hazretlerinin sohbetlerine büyük rağbet olur, akın akın insanlar gelip ilim ve feyzinden nasiplenirler. Bu rağbet civar kasabalarda bazı şeyhlerin gıptasına bazılarının da kıskanmasına sebep olur. Şeyhin biri ona mektup göndererek: “İnsan düşünür ve kabul eder ki yan yana koyun otlatan iki çoban birinin birkaç koyunu diğer sürünün sürüsüne kaçıp karışsa onları iade etmek lazımdır. O halde sizden bizim sürüden kaçanları iade etmelisiniz.” diyordu. Bu mektup üzere Abdulhakim hazretleri tebessüm ederek: “Biz ceddi pakimiz Peygamber efendimizin ümmetine hizmeti gaye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve taraftar toplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim bırakmıştır, bu ilme kim sahipse varis olur, biz inşallah miras gerçek varislerinin eline geçer diye dua ediyoruz.” buyurur. Abdulhakim hazretleri ömrü boyunca insanların imanlarını kurtarabilmeleri için sohbet ve talebe yetiştirmeye gayret etmiştir.

Bir gün sohbet sırasında biri şu soruyu sorar: “Bir kişi Kur’an-ı Kerim, hadisi şerif ve fıkıh ilmini biliyorsa manevi yol göstericiye ne gerek var?” Cevaben Seyyid Abdulhakim hazretleri: “Dediğiniz doğrudur fakat bir eczacı her türlü şifalı otları biliyor, ilaçların hangi hastalığa şifa ve fayda olduğunu da biliyor buna rağmen reçetesiz ilaç verebilir mi? Doktora gidip teşisi öğrenip o doktorun yazdığı ilaçları o eczacıdan alırsa şifa olur. Alimleri de buna kıyas ediniz. Halbuki insan kendini nasıl tedavi edebilir ki? Hele ahiret yolundaki insan evvela avamdır. Kalp hastalıklarının, manevi hastalıkların tedavisi daha zordur. Hasta olan oğlun olsa, kalp ve beyin ameliyatı için tecrübeli doktor ararsın değil mi?” diye buyurarak hasta olduğumuzda bir doktora mutlak ihtiyaç duyduğumuz gibi manevi hastalıklarımızın tedavisi için de bir mürşide ondan daha ziyade ihtiyacımızın olduğunu anlatmak istemiştir.

Bir ara Abdulhakim hazretleri arazi alırlar. Burası kurak bir yer olduğu için su çıkmıyordu, ne kadar uğraşsalar bir türlü su çıkmıyor, artık çaresiz kalıp durumu Abdulhakim hazretlerine bildirirler: “Kurban, burada su yok!” derler. Mübarek tebessüm ederek yanındakilere espiri ile: “İsmail (as) gibi ayağını yere vur su çıksın.” der. Biraz dolaştıktan sonra asasını yere vurarak: “Şurayı kazınız!” diye buyurur. O yeri kazıp su çıkınca arazinin eski sahibi de şaşırarak: “Ben size bu araziyi susuz diye satmıştım.” deyip hayretini izhar eder. 

Hikmet dolu sözleri şunlardır: “İnsan hep fakir olmalıdır, Allah hep fakirleri sever. Fakirlikten maksat; nefis ve benlikten uzak olmaktır. Dünya malından dolayı fakirlik değildir. Benlik edeni, kibirleneni, büyüklük taslayanı Allahu Teâlâ sevmez. Şeytanın küfre girmesine sebep kendini büyük görmesi değil midir?” 

“İnsanın kalbi hep Allahu Teâlâ’ya bağlı olmalı, Allahu Teâlâ insanın aklından fikrinden hiç çıkmamalı. İnsanın kalbi hem mahzun olmalı hem de Rabbine yalvarış içinde olmalı. Kişi ne kadar mahzun olur ve ne kadar kibrinden ve benliğinden uzaklaşırsa Allahu Teâlâ’nın yanında o kadar yükselir.” 

Cenabı Hak (cc), Ğavsu’l-Âzam Abdulhakim Bilvanisi hazretlerine zerreler adedince rahmet eylesin, makamını ala etsin. Bizleri de şefaatlerine nail eylesin...

(Devam edeceğiz inşaallah!)

 

Yazar:  Mine Şimşek

 

Pazartesi, 01 Ekim 2018 00:01

TESLİMİYET VE GÜVEN: Hz. FATIMA (ra) -1-

Teslimiyet ve Güven Hz. Fatıma ra

Teslimiyet ve Güven: Hz. Fatıma (ra) -1 - Vahdettin Şimşek

Sayı : 124 - Nisan 2018

 

Teslimiyet ve Güven: Hz. Fatıma (ra) -1

 

Hamdolsun alemlerin Rabbine…. Salat ve selam olsun Kainatın Habibi’ne, gönüllerin Tabibi’ne… 

O’nun ehlibeyti’ne, ashabı kirama ve bütün sahabe annelerimize; özellikle Hz. Fatıma (ra) annemizin üzerine selat ve selam olsun.

Cennet kadınlarının efendisi, Peygamber Efendimiz’in (sav) can paresi, Hz Ali efendimizin sevgili eşi, Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimizin annesi Hz. Fatıma (ra) annemizin hayatındaki teslimiyet ve güvenden örnekler almak için güzel bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz?

Hz. Fatıma (ra) annemiz, Rasulullah Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve selem) en küçük kızıdır. Annesi, Allah Rasulü’nün eşi-dostu-can yoldaşı, müminlerin annesi Hz. Hatice’dir (ra). Hz.Fatıma Hicret’ten 13 sene evvel Mekke’de dünyaya gelmiştir. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) Huzeyme’nin evi diye anılan evde oturmaktadır. Hz. Hatice’nin (ra), Rasulullah Efendimiz’den olan bütün çocukları bu evde doğmuştur. Bu ev hâlâ, Mevlidi Fatıma-Fatıma’nın Doğduğu Yer diye tanınmakta ve Mescidi Haram’dan sonra Mekke’nin kutsal ziyaret yerleri arasında sayılmaktadır. 

Fatıma kelimesi lügatte “sütten kesilmiş” manasına gelmektedir. Peygamber Efendimiz’in en küçük kızı Hazreti Fatıma’dır.  Deylemî’nin Ebû Hureyre (ra)’den rivayet ettiği bir hadisi şerifte Efendimiz (sav): “Onu sevenleri, Allah cehennemden uzaklaştıracağı için kızıma Fatıma adını verdim.” buyurdu.  Yine “Fatıma cennet kadınlarının efendisi, Hasan ve Hüseyin de cennet gençlerinin efendisidir.” buyururlar. Hz. Fatıma annemiz Zehra ve Betül lakaplarıyla meşhurdu. Zehra; “Ak yüzlü, nur yumağı, beyaz, parlak ve aydınlık yüzlü kadın” manasına, Betül ise “Dünyevi heveslerden uzak, ibadet için kendisini Allah’a yönelten, iffetli ve namuslu kadın” anlamına gelmekteydi. Hz. Fatıma dünyevi heveslerden uzak, zahid bir kişiliğe sahiptir. Çok temiz, eşi bulunmaz bir insandır. Hz. Aişe (ra) annemiz buyurur ki : “Şekil, hal ve yol bakımından, gerek kalkışında gerek oturuşunda Hz. Fatıma’dan daha çok Rasulullah’a benzeyen bir kimse görmedim.” 

Fatma annemiz güzel yüzlü, akıllı bir hanımefendidir. Zühd ve takvası gibi ilmî ve edebî hissi de çok yüksek derecededir. Efendimiz (aleyhisselatu vesselam) nübüvvetini ilan ettikten sonra Hz. Fatıma, O’nun kalabalıklar arasında durduğunu, insanları İslam’a davet ettiğini defalarca görmüş ve O’na her zaman destek olmaya çalışmıştır. Çocuk safiyeti içerisinde babasının halini anlamaya çalışmıştır. Hz. Fatıma annemize “Ümmü Ebiha” yani babasının annesi de denilmiştir.

Fatıma annemiz her kız çocuğu gibi büyümüş, evlilik çağına gelmiştir. Abdullah Bin Büreyde (radıyallahu anh) babasından şöyle nakleder Hz. Ebu Bekir (ra), Hz.Ömer (ra) Peygamber Efendimiz’e gelerek Fatıma’yı istediler. Rasulullah Efendimiz “O küçüktür.” buyurdu, vermedi. Hz. Fatıma kendisine ilk evlilik teklif edildiğinde 15 yaşlarında idi.

Talipliler sadece Peygamber’in kızı olmasından dolayı ona talip olmamışlardı. O, evlenilecek hanımefendi adayları içerisinde en ideal özelliklere sahipti. Bu yüzden ona talip olanların sayısı oldukça fazla idi. Hz. Peygamber yaş, soy ve kültürel denkliği göz önüne alarak taliplileri nazikçe reddediyor, biricik kızı için en uygun damat adayını bekliyordu. Çünkü eşler arasında iyi bir uyum olabilmesi için evlilik, dengi dengine olmalıydı. Hz. Peygamber (sav) Hz. Ali’yi damat olarak gönlünden geçirmiyor değildi. Hatta bir gün Hz. Peygamber’in: “Rabbim! Kızıma hayırlı bir kısmet nasip et. Amcam oğlu Ali ne güzel bir eştir onun için.” dediği rivayet edilir. Sahabi arasında: “Her halde Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin talip olmasını bekliyor.” şeklinde de konuşmalar başlamıştı. Hz. Ali, Hz. Fatıma’yı arzu ediyor, fakat bir türlü kendinde cesaret bulup arzusunu iletemiyordu. 

Hz. Ali, günlerden bir gün -muhtemelen M.624 Mayıs- cesaretini toplayarak, Hz. Fatıma’yı istemek üzere, Hz. Peygamber’in huzuruna çıktı. Konunun özel bir konu olduğunu anlayan Hz. Peygamber: “Bir ihtiyacın, bir arzun mu var ya Ali?” diye sordu. Hz. Ali’nin yine heyecandan cevap vermemesi üzerine: “Sen Fatıma’yı istemek üzere geldin.” buyurdu. Hz. Ali, sadece “Evet!” diyebildi. Hz. Peygamber’in cevabı: “Merhaben ve ehlen.” oldu. Bu sözler, Hz. Peygamber’in bu evliliği onayladığı anlamına geliyordu. Daha sonra Hz. Peygamber mehir konusunu da konuştuktan sonra, bu teklifi Hz. Fatıma’ya ulaştırdı. Hz. Fatıma’nın cevabı o günün âdeti üzere susmak şeklinde oldu. Hz. Fatıma’nın evlilik konusunda rızasının alınması, o günkü toplumda görülmüş bir durum değildi. Hz. Fatıma’nın gözlerinden, çok sevdiği babasından ayrılacağından dolayı yaşlar boşaldı. (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübra, VIII/20; Bk: Nesâi, Nikah 31, 32) 

Hz. Peygamber: “Onu kendine helal edinmek için mehir olarak verebilecek neyin var?” buyurdu. “Ey Allah’ın Rasulü hiçbir şeyim yoktur!” cevabını verdim. O zaman Hz. Peygamber: “Peki sana vermiş olduğum zırhı ne yaptın?” buyurdu. “Hâlâ bende duruyor.” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Fatıma’yı seninle evlendirdim, ancak onu kendine helal edinmek için o zırhı götür, pazarda sat!” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ali zırhı satmak üzere pazara yola çıkar. Hz. Osman (ra) efendimiz Hz. Ali’nin zırhını sattığını görünce sebebini sorar. Düğün hazırlığı olduğunu öğrenince zırhı 400 veya 480 dirheme alır ve düğün hediyesi olarak zırhı tekrar Ali’ye hediye eder. 

Bir hadisi şerifte de buyuruldu ki: “Kızım Fâtımayı, Ali’ye vermeyi Rabbim bana emreyledi. Allah Teala, her Peygamberin sülâlesini kendinden, benim sülâlemi ise, Ali’den halk buyurmuştur.” Fatıma annemiz, Hz. Ali efendimizle nikah edildiğinde on beş yaşını altı ay geçmişti. Ali efendimiz ise yirmi bir yaşındaydı. Nikah akdinden takriben on yedi gün sonra düğün yapıldı. 

Abdullah bin Amr anlatıyor: “Hz.Fatıma annemiz Ali efendimizle evlenirken çeyiz olarak bir hamil, bir kırba ve içi lif ile doldurulmuş bir yastığı vardı.” Hamil kadifeden yapılmış bir yaygıdır. Bunu yorgan olarak kullanmışlardır. 

Fatıma annemizin yuvasındaki gayretini, azmini anlatmakla bitiremeyiz. O güzel ve muhterem yuvadan Hz. Hasan, Hz. Hüseyin efendilerimiz, ehlibeytin gülleri yetişti. Fatıma annemizin bir oğlu daha oldu, adını Muhsin vermişlerdi fakat Hz. Muhsin küçükken vefat etmiştir. Hz. Hasan efendimiz hicri 3.yılda Ramazan ayında dünyaya gelmiştir. Hz. Hüseyin efendimiz ise hicri 4.yılda Şaban ayında doğmuştur.

Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimizin ilk gıdası tahnik olmuştur. Tahnik çocuk dünyaya geldikten sonra anne sütü almadan yumuşatılmış bir hurma ile çocuğun damağını ovmak demektir, bunu yapmak sünnettir. Peygamber Efendimiz “Çocuklar doğunca bana getirin.” buyurmuşlar, Hasan efendimiz doğunca Efendimiz (sav) mübarek ağzında bir hurma ezmiş ve Hazreti Hasan’a tahnik yapmıştır fakat Hüseyin efendimiz doğduğunda Peygamber Efendimize getirilmeden önce anne sütü içmiştir. Bu yüzden Hasan efendimizin ilminin, Hüseyin efendimizden daha çok olduğu büyüklerce ifade edilmiştir. Peygamber Efendimiz torunları dünyaya geldiğinde sağ kulağına ezan sol kulağına kamet okumuşlar; sonra Hasan (Güzel) ve Hüseyin (Güzelcik) anlamlarında torunlarına isim vermişlerdir.

Hz. Ali (ra) anlatıyor: “Allah Rasulü: “Ey Ali! Hasan için bir koyun kurban et. Ey Fatıma! Çocuğunun saçını tıraş ettir ve saçlarının ağırlığınca gümüş tasadduk et. Onları sünnet ettirin!” buyurdular. Hazreti Hüseyin doğumunun yedinci gününde sünnet edilmiştir. Hz. Fatıma annemizin iki de kızı dünyaya gelmiştir. Kızlarının birine Zeynep diğerine Ümmü Gülsüm isimlerini vermişlerdir.

 

Yazar:  Gönül Pınarından

 

İyyâke nesta’în Dediğiniz Halde Allah Size Yardım Etmiyorsa İyyâke na’budu’nuzda Bir Noksanınız Var Demektir - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 124 - Nisan 2018

 

İyyâke nesta’în Dediğiniz Halde Allah Size Yardım Etmiyorsa İyyâke na’budu’nuzda Bir Noksanınız Var Demektir

 

Sual: Efendim malum-u aliniz Türkiye’de tarikatlar geçmişte pekiyi anlaşılamamış, günümüzde de hala anlaşılamıyor… 15 Temmuz’da yaşanan elim hadiseden sonra terörist bir grubun yaptığı bir hadiseyi Müslümanların umumuna özellikle de ehli tarikin üzerine yamama gayreti var. Buna görsel ve yazılı basında bizatihi şahit oluyoruz. Halkı, tarikatların ümmeti Muhammed için tehlikeli olabileceğine dair yönlendirmeler var. 

Eğer kıymetli vaktinizi almazsak tarikat ve tasavvufun dindeki yerinden ve öneminden bahsedebilir misiniz? 

Cevap: İfade ettiğiniz bu hadiseye baktığımızda toplum olarak -çok özür dilerim- biraz etten önce çömleğe düşüyoruz. Et yok, boş çömleğe düşünce de sıkıntı oluyor. 

Evet, bugün Türkiye’de gereği gibi tarikat, tasavvuf, meşayıh, mürid anlaşılamamış, bu ciddi bir sorun. Ama bu sorun neden kaynaklanıyor, niye bu sorun oluyor? Geçmişimizde bu memba bizim elimizde iken, bizi bugünlere o tarikat büyüklerinin himmeti, duası, gayreti, hizmeti, irşadı getirmişken bugün şimdi biz niye böyle kendimize, aslımıza yabancı olmuşuz, bunu irdelemek lazım. 

Bugün Türkiye’de din dediğimiz olgu gereği gibi anlaşılamamış. Zarf anlaşılmadan mazruf anlaşılamaz. Zarfı önce anlayacağız, sonra onun içinde saklı olan mazrufa ulaşacağız. Bugün Türkiye’de din gereği gibi anlaşılamadığı için 15 Temmuz’u yaşadık. Bir paralel devlet yaşamadık, biz bir paralel din yaşadık. Ortaya atılan fitne paralel din fitnesi. 

Nasıl ki geçmişte Hint hükümdarı Ekber Şah Nasrani, Yahudi, İslam ve Hinduizm’i birleştirerek Hindistan’da yeni bir din ihdas etmek istedi, muvaffak olamadı elhamdülillah. İmam Rabbani var gücü ile bununla mücadele etti. Şah vefat edince oğulları o izi sürmedi, devam etmediler… Bugün 15 Temmuz’un müsebbibi olan kişi kırk seneden beri yaklaşık, Türkiye’de paralel bir din oluşturmaya çalışıyordu. O da bütün dinleri sentez ederek; Yahudiliği, Hristiyanlığı, Budizm’i, diğer başka izmleri İslam’ın içinde sentezleştirerek, birleştirerek bir din ortaya koymak istiyordu. 

Ve bu toplum buna prim verdi... Binlerce insan bunun dinine iman etti. Ve bugün şimdi vazgeçmek çok zorlarına gidiyor. Onlara dokunduğunuzda siz din ile savaşıyorsunuz, diyorlar. 

Ama bu insan bir taraftan da devlete yönelmişti. Niye devlete yöneldi? İhdas ettiği dini yeryüzünde yayabilmek için. Veya Türk toplumuna bunu enjekte edebilmek için bir güce ihtiyacı vardı, bu güç de devlet gücü idi, bu yüzden devleti elde etmek istedi. Yani devleti payende yaparak, devleti kullanarak dinini yaygınlaştıracaktı. Bu kadar mektepler, yurtlar, dershaneler vs. bütün bunların maksadı bu dinin yayılması idi. 

Neydi bu adamın iddiası? Bu adam çıkıp diyordu ki Allahu Teâla bana manen bildirdi, Allah bana konuştu… Bu bana vahyetti demektir. Ne vahyetti? Allah bu kâinatı Hz. Muhammed aleyhisselam hürmetine var etti, benim hürmetime de devam ettiriyor... Yani ben bir nevi Hz. Muhammed’in aleyhissalatu vesselam ikiziyim dedi. O’na ikiz olduğunu iddia etti. Bu yüzden kendisine kâinat imamı diyordu... 

Bu adamın dininde ne vardı, ne diyordu bu? Hz. Meryem, Hz. İsa aleyhisselama hamile kaldığında Cebrail aleyhisselam Hz. Meryem’e gelip üflemiştir. Cenabı Hak -la teşbih- kâinattaki çiçeklerin döllenmesi gibi Hz. Meryem’i Hz. Cibril’in nefesinden döllemiştir. Bunun iddiası şu idi: Cenabı Hak, Meryem’e Hz. Muhammed’in ruhunu gönderdi. Hz. Meryem’i ruhu dölledi. Ve o döllenmeden Hz. İsa meydana geldi, Mesih oluştu. O Mesih de benim; ben Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselamın oğluyum diyordu… İkizlik yetmedi ona, Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselamın oğlu oldu. Mesih, Hz. Muhammed’in ruhundan döllendi ve ben şimdi Mesih olarak geldim. Bunu iddia ediyordu… 

Bir başka iddiası neydi bunun: Kur’an’daki Nasr suresi Mekke’nin Fethi’ni müjdeliyordu. Cenabı Hak Efendimiz’e “Sana Allah tarafından bir fetih verilecek, büyük bir fetihte muvaffak olacaksın.” buyurdu. Ayetin zahiri manası Mekke’nin Fethi idi; işari manası gönüllerin fethi idi... Bu üstün akıllı dedi ki oradaki feth ifadesi, Allah’ın müjdelediği o feth kelimesi fethullah demektir; Allah beni müjdeledi. Bu fethi bana müyesser kıldı. İşte benim bu yaptığım hizmet o fethi mübindir. Ayet beni müjdeliyor, dedi… 

Bu bunları söylüyordu, gizlemiyordu; eserlerinde de bunları yazmıştı. Kırk seneden beri -edenler müstesna- hiç kimse itiraz etmedi. Kimse karşı çıkmadı. Herkes bunun hizmetini takdir etti. Diyanet İşleri Başkanlığı, diğer âlimler, profesörler bazı cemaatler vs. takdir ettiler. Ne büyük hizmet yapıyor, bakın İslam’ı herkese sevdiriyor, bu kadar gençliğin Müslüman olmasına sebep oluyor, böyle ahlaklı bir nesil yetiştiriyor… dediler. Herkes takdir etti... 

Ama bugün boya döküldü, foya ortaya çıktı. Şimdi herkes düşman. Bunun ceremesini herkes çekecek… Allah’ın dinine karşı duyarsız kalmanın ceremesini herkes çekecek. 

Eğer biz Allah’ın dinine sahip çıkmaz, şer-i şerifi müdafaa etmez, Hz. Peygamber’in sünnetini müdafaa etmeksizin kendi tarikatlerimizi, kendi cemaatlerimizi, kendi olgularımızı öne çıkarmaya çalışırsak ayeti kerimede buyrulan: “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, o istediği din asla kendisinden kabul olunmaz…” ifadesiyle muhatap oluruz. Kim İslam’dan başka bir şeyi öne çıkarırsa, başka bir din ortaya koyarsa Allah onu ondan kabul etmez. Bugün şimdi bütün sufiler, mutasavvıflar bunu düşünmek zorundalar. 

1920’li yıllarda şeriat mülga dediler hiç birimiz sesimizi çıkarmadık. Dönem dönem geldiler yasak dediler, hiç sesimizi çıkarmadık. Bu Feto şeytanı geldi şeriatı bozmaya kalktı… Yasak demedi bakın, bu daha tehlikeli. Rusya’da bir devrim oldu, Bolşevik İhtilali. Adamlar bütün dini yasakladılar. Dini bozmadılar, dediler ki din yasak. Camiler kapalı, kiliseler kapalı her şeyi kapattılar. Şimdi aynı zulmü Çin, Doğu Türkistan’da uyguluyor… Oruç tutmayacaksın diyor, gözümün önünde içki içeceksin diyor, bakkalları mecbur tutuyor içki satacaksınız diyor. Halka içki içiriyor. Niye? İbadet mefhumuna karşı, bir ilaha inanmıyor. İnanmadığı için de ona karşı sorumlu değilsiniz, diyor. 

Şimdi bakın bu insan (Feto) ne yaptı? Oruç tutmayın, demedi, orucu bozdu. Memurlar için dedi ki Ramazan’da tutmayın senelik izne çıktığınızda tutarsınız. O zaman Ramazan değil, denildiğinde “Önemi yok, Allah niyetleri biliyor.” dedi. Namaz kılma demedi. Dedi ki şimdi kılma, eve gittin mi toptan kıl. Akşam mesaiden çıkınca sabahtan başla yatsıdan çık, hepsini birden kıl. Veyahut iş yerinde isen fikrinle kıl, kendini namazda diye düşün. Her işi gücü yap ama kendini namazda düşün, namaz kılıyor gibi işine de devam et... Namazı bozdu... İbadetleri bozdu. Kur’ân’ın anlamını, yorumunu bozdu. İnsanlara farklı bir yorum getirdi, kimse buna itiraz etmedi. 

Şimdi müdafaaya daha layık olan İslam’ın şeriati mi, İslam’ın ahkâmı mı; yoksa İslam’dan bir cüz olan tasavvuf mu? Bunu biz Cenabı Hakk’ın bir cezası olarak kabul edelim. Âdem aleyhisselamın hali, nedameti hepimize örnek olmalı. Biz de oturup Allah’a çok tövbe edelim. 

Bu bizim işimiz biraz şuna benziyor kusura bakmayın, düşman memleketi işgal ediyor… Fransızlar Antep’e gelmiş yerleşmiş, Urfa’ya doğru yola çıkmışlar Urfa’ya geliyorlar. Bir münadi gelmiş halka demiş ki: “Düşman geliyor. Antep’i işgal etmiş, şimdi Urfa’ya doğru yaklaşmış. Haydi, gelin hazırlanalım kendimizi müdafaaya, savunmaya geçelim…”

Kimse de çıt yok, kıpırdama da yok, herkes rahat işinde gücünde… Adam siyaset yapmış demiş ki: “Yahu düşman gelmiş isot tarlalarına girmiş. Biberlerimizi zayi ediyor…” Çapayı, kazmayı, baltayı kapan yürümüş… 

Maraş gitmiş Antep gitmiş, Urfa gidiyor, memleket gitmiş çıt yok; isot tarlasına girilmiş; hareket var. Şimdi din bozulmuş, şeriat tahrif edilmiş, kızlarımızın namusu payimal edilmiş; örtü diye bir şey yok denmiş kızlarımıza, herkes başını açmış. Namaz kılmak isteyen insanlarımız namazdan men edilmiş; göz ucunla kıl, ima ile kıl denmiş. Orucun şekli değiştirilmiş, bu insanların ellerine Kur’ân yerine farklı kitaplar tutturulmuş, Kur’ân ellerinden alınmış. Kâinat imamı diye, Peygamber değil de, ne ildüğü belirsiz asliyeti belli olmayan, ermeninin birisi insanlara kâinat imamı olarak tanıtılmış… Şimdi biz bunlara mı yanalım, isot tarlasına mı yanalım. Burada tarikat isot tarlası gibi. 

İmamı Gazali buyurur ki rahimehullah: “Eğer ‘iyyâke na’budu ve-iyyâke nesta’în - Ya Rabbi sana ibadet eder anca senden yardım isteriz.’ dediğiniz halde; Allah’tan yardım istediğinizde size yardım gelmiyorsa, Allah size yardım etmiyorsa o zaman bilin ki sizin ‘iyyâke na’budu’nuzda bir noksanınız var. Ya Rabbi sana ibadet ederim, olgusunda eksiğiniz var noksanınız var. Oraya geri dönün. İyyâke na’budu’ya dönün. 

İyyâke na’budu demek, ya Rabbi senin emrettiğini yerine getirdik, şimdi senin rahmetini bekliyoruz, demektir. Bu millet İyyâke na’budu’ya geri dönmek zorunda. Şeriat olmadan tarikat olmaz. Din olmadan tasavvuf olmaz, zındıklık olur bu. 

Bugün insanlarda şöyle bir anlayış olmuş artık: Sadece tasavvuf anlamında değil bütün dini cemaatlere karşı çıkıyor adam. Çünkü bu Fetöcüler öyle bir tahribatta bulundurlar ki Türkiye’de cemaat olgusunu bitirdiler. Adam diyor ki ben hiçbir cemaate inanmıyorum, ne malum ki bu cemaatlerin akıbeti paralel olmayacak. Sütten dili yanmış adam suya üflüyor, ne diyebilirsin. Ne diyebiliriz? Bunca yıl biz bu insanlara dini anlatmadık, şimdi nasıl tasavvufu anlatalım. Din diye bir şey vermedik bu insanlara. Şimdi herkesin eteği tutuşmuş kendi parçasını, kendi tarikatını, kendi isot tarlasını kurtarmak istiyor. Bakın yine Allah’ın dini için ortada bir şey yok. Bu Hakk’ın cezası. 

Cennetmekân Abdulhakim Arvasi Hazretleri, merhum Necip Fazıl’ın üstadı, hocası, Allah şefaatine nail etsin… Medreseler ve tekkeler kapatılınca ona soruyorlar: “Bu medreseler bu tekkeler hak hakikat yuvası, hikmet merkezi değil miydi? Buralar Allah’ın evi değil miydi? Allah niye kendi evini kapattı? Nasıl izin verdi, buraları yıktı per perişan etti?…” Buyuruyor ki: “Onlar işlevini yitirdi. Cenabı Hak da bir ferdi leimi gönderdi, kapılarına kilit vurdu.” 

İşlevleri ne idi. Medreseler ilim merkeziydi. Ama buralarda ilim vardı amel yoktu, ilim vardı ihlas yoktu... Âlimlerde kibir başladı. İlmi, cedel için kullanmaya başladılar. İlim mücadele aracı oldu, karşındakini habt etmek, onu yenmek ondan üstün gelmek kullanılıyordu ilim. Medrese bu işlevini yitirdi, Cenabı Hak kapattı. 

Tekkeler de tembeller yuvası oldu zikir yapacağız diye oralara toplandılar, fıkhı ihmal ettiler, ilmi ihmal ettiler. Bilinçsiz bir zikir tutturdular. 

Bugün -istisnalar kaideyi bozmaz, ayaklarının tozun gözüme sürme olsun- tasavvufi dediğimiz, sufi dediğimiz gruplara bakın. Folklorik hareketlerden başka yaptıkları bir şey yok. Dans yapıyorlar, Allah’a sığınırız böyle bir şeyden. Saçlı adamlar toplanıyor, saçlarını göstermek için repçiler gibi dans ediyorlar. Ne bu? Efendim bu zikir. Yahu bana bir şey gösterin ki İslam o şeye ölçü koymamış olsun. Misal şu çay içtiğim bardağa İslam ölçü koymamış olsun, yok. Mesela İslam bana diyor ki altın bir bardak ile, safi gümüşten yapılmış bir bardak ile çay içemezsin. Parmağına ziynet olarak altın bir yüzük koyamazsın. Üstüne saf ipekten bir elbise giyemezsin… İslam bütün hayatımı dengelemiş, düzene sokmuş. Parmağımdaki yüzüğün, ziynetin madeninden üstümdeki elbisenin kumaşı ve rengine kadar tarif etmiş. Kaldı ki İslam’ın ana temel esaslarından olan zikre bir ölçü getirmemiş olsun… İslam’da zikir temel meseledir. 

Misal olsun diye söylüyorum, bakın namazın bu kadar ayrıntısı var. Namaz kılıyoruz. Bir musalli, namaz kılan birisi başını secdeye koyduğunda iki ayağını birden ayaklarının altına ince bir sigara kâğıdı girecek kadar secdeden kesse namazı bozulur. Bu kadar ayrıntıya kadar namazda tarif edilmiş. Hangi hal sehiv secde gerektirir, hangi hal namazın iadesini gerektirir bunlar hep tarif edilmiş. Okumanın şekli tarif edilmiş. Bir insan namazda Allahu Ekber yerine ÂÂllahu ekber dese elifi biraz med etse çekse, uzatsa namazı bozulur. Eğer bunda kastı varsa namazı bozulmakla kalmaz imanı da bozulur. Niye ÂÂllahu Ekber istifham manasındadır, Allah var mıdır, demektir. Allahu Ekber Allah büyüktür, anlamında. Ama onu biraz çekerse Allah var mı diye istifham, şüphe meydana gelir. Allah var mı, diye düşünen bir insanın namazı olur mu? 

Bakın bütün bu ayrıntılara kadar tarif edilmiş. Namaz da bir zikirdir. Kur’ân namazı zikir olarak bize anlatır. Hem de öyle ki

“وَلَذِكْرُ اللّٰهِ اَكْبَرُۜ - Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir.” der. Namaz en büyük zikirdir, der. Şimdi zikrin tarifi olmasın mı? Zikrin ölçüsü olmasın mı? Bugün adam ben sufiyim diyor, çıkıyor dans ediyor: iki ileri bir geri… Geçen bir videoya bakıyorum adam özellikle tembih ediyor; hay hay diye zikrederken bir de ayaklarınızı yere vuracaksınız, diyor… 

Bizim Erzurum’da geçmişte büyük bir zat yaşamış: Hacı Ahmet Baba, Allah şefi’-i ahir etsin, Allah dostlarından bir zat. Bunun meşhur bir müridi, talebesi var belki buralarda da ismini duymuşsunuzdur, şair bir zat… Sümmani Baba diyorlar, Âşık Sümmani. Deyişleri, şiirleri meşhurdur. 

Bu Sümmani Baba bu yollara girmeden evvel halk şairi sonra hak şairi oluyor… Ekmek parası için düğünlerde saz çalar, türkü söylermiş. Tarikata girince de sazını pek bırakmamış, aradan çalıyor. Birkaç sefer de Hacı Ahmet Baba hazretlerinin yanında çalmış. Çalarken de aradan sanki afedersiniz atları sular gibi “brrr” diye bir ses çıkarıyor… Ahmet Baba buna sormuş: “Ula oğul sazın saz, sözün söz de ambu ‘brrr’ nesi, bu ney?” Demiş: “Baba orayı sorma, orası derin gider.” 

Şimdi tamam halka halka, zikir zikir de bu ayağı yere vurması nesi... 

Evet, başa dönüyoruz… 1925’lerde tekkeler hangi sebeple kapatıldıysa bugün ki sufiyye o zamanki bidatlerin hepsini işlemeye başlamış, üzerine de eklemiş. 

Yine Cenabı Hak bize ruhsat veriyor, fırsat veriyor. Bakın yine söylüyorum -istisna olanlar bu söylediklerimin dışında, Allah bizi onlara bağışlasın- ama bugün yaygın olan bir hastalık, dine karşı çok vurdum duyarsızız, şer-i emirlere karşı ilgisiziz… Millet şimdi isot tarlasına girince biz hareketlendik: Vay cemaatlere saldırıyorlar! Saldıracaklar tabi. Allah’ın dinine saldırırken sen neredeydin? 

Bugün Allah’ın dinine saldıran sadece bir kişi, sadece Fetöş değil. Televizyonlarda belki her gün seyrediyorsunuz Adnan Oktar’ı. Allah’ın dinine saldırıyor. Çırılçıplak bayanları yanına alıyor, meleklerim diyor. Kimsenin sesi çıkmıyor. Mustafa İslamoğlu Allah’ın dinine saldırıyor; hadislerle, ayetlerle istediği gibi oynuyor. Mehmet Okuyan Allah’ın dinine saldırıyor. Yıllarca Yaşar Nuri saldırdı; öldü kurtulduk şükür, kimsenin sesi çıkmadı. Mustafa Öztürk diye biri çıkıyor televizyonlara, adamın dilinin kemiği yok, her tarafa döndürüyor her şeyi söylüyor. Caner Taslaman diye bir felsefeci çıkıyor her türlü afedersiniz kusmuğu ortaya kusuyor, kimsede yine ses yok. Biri çıkıyor diyor ki, “Hanımım kalkıyor Ramazanı şerifte sahur yapıyor. Sabah ezanı okununca namazını da kılıyor sonra benim sahurumu hazırlıyor, ben de sahurumu yapıyorum…” Bu adam ilahiyat profesörü… Ezan okunduktan sonra sahur yapıyor. Bunun iddiası ne? Türkiye’de biz fazla oruç tutuyoruz. İmsak vakti erkenmiş. Güneş doğduktan sonra da yiyebiliriz. Bakın buna kimse bir şey demiyor, kimsenin bir rahatsızlığı yok Abdulaziz Bayındır’dan. Muhammed Nurdoğan denilen bir edebiyatçı çıkıyor, televizyonlarda ahkam parçalıyor. Ayetler okuyor, hadisler okuyor, kimse bir şey demiyor… 

Yahu bu insanlar Allah’ın dinine saldırıyor. Allah’ın dinine saldırıyor sorun yok ama biz, bize saldırıldığında rahatsızlık duyuyoruz. Bunu Hak’tan bileceğiz. Hakk’ın bir cezası olarak göreceğiz. İyyâke na’budu’ya geri döneceğiz. Dine sahip çıkacağız…

İnşallah devam edecek...

Sohbet 07.10.2016 tarihinde Sivas’ta yapılmıştır.

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort