JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Perşembe, 01 Kasım 2018 00:02

Allah’ın (cc) Veli Kulları -2

Allahın Veli Kulları 2

Allah'ın (cc) Veli Kulları -2 - Mine Şimşek

Sayı : 125 - Mayıs 2018

 

Allah'ın (cc) Veli Kulları -2

 

Cenabı Hakk’ın rahmeti bereketi ve sevgili Peygamberimizin şefaati tüm ümmeti üzerine olsun. Dünya ve ahiret yalnız kendi Zatı’na ve Rasulü’nün, dostlarının muhabbetine kavuşmak için yaşamayı bize lütfeylesin. Allah dostlarının kısa hayatlarını yazmaya devam edeceğiz inşaallah.

Ayeti kerimede Canabı Hak (cc): “Biliniz ki Allah dostlarına asla korku yoktur: Onlar üzüntü de çekmeyecekler.” (Yunus 62) 

Hâce Hazretleri (ksa) bir sohbetlerinde Allah dostlarına duyulan muhabbetin faidelerini naklederek; “Allah’ın sevgisinin tadını, Rasulün, ehlibeytin sevgisinin tadını almak için bu dünyaya geldik, alimler bunun için, Allah dostları hep bunun için mücadele etmişler. Allah’ın rızasını kazanmak... Yani Allah’ı razı etmek! Dünya sevgisi, diğer sevgiler boş... Kul olmak, ümmet olmak ayrı, o sevgiyi yakalamak, önemli olan bu. Onların gönüllerine girebilmek… O lezzeti veren, tadı veren her çiçeğe konacağız. Bu sevgiler için her çiçeğe konacağız. Aşk için yaratıldık arkadaşlar. Allah Rasulü’nün aşkıyla, dostlarının muhabbetiyle olabilmek... Herkese nasib etsin Rabbim, onları sevmek gönüllerine girebilmek Allah’a yakın olmak demektir. 

Alimleri seveceğiz. ‘Onlar ne güzel dost, gönülden bunlara muhabbet duyanlara müjdeler olsun.’ buyrulmuş. Nefs sahibi bir insan dünyaya, hevaya, gaflete dalıp sevgi besler ise, Allah korusun, onlar ile meşgul olursa kendisini çok lezzetli, çok kıymetli olabilecek (hakikat-ı insaniyesi), yani insanlığın hakikati ona gösterilmez, fani lezzetler ile doldurur ise baki lezzetler ona gösterilmez. Düşünün trilyonluk ömrün olsa ebedi firdevse değişilir mi? Allah rızasını kazanmaya gayret ettikçe, Rabbimiz o kulunu sever böylece sonsuza kadar devam eder. Allah severse sevdirir, meleklerine gidin o kulumu sevdirin der. Müthiş bir sevgi…” buyurmuştur.

Muhammed Bahauddin Buhari (Şahı Nakşibend) (ks) ve Kısa Hayatı:

Evliyanın büyüklerinden ve Müslü-manların gözbebeği olan yüksek alimlerden, seyyid olup insanları Hakk’a götüren doğru yolu göstererek saadete kavuşturan ve kendilerine “silsile-i aliye” denilen büyük alim ve velilerin on beşincisidir. Muhammed Baba Semmasi ile Emir Külal (zerreler adedince rahmet olsun) hazretlerinin talebesidir. İsmi Muhammed bin Muhammed’dir. Bahauddin ve Şahı Nakşibend gibi lakapları vardır. 

Mübarek şemali: Uzunca boylu, buğday tenli, sakalı büyükçe, boynu uzunca nur gibi parlardı. Çehreleri güneş ışıltısı gibi olup muhabbetli, tatlı dilli ve güzel sözlüydü. Halk içinde bulunduğu sırada gönlü Hak ile meşgul olurdu. Allahu Teala’nın sevgisini kalplere nakşettiği için “Nakşibend” denilmiştir. 1318 (H.718) senesinde kasrı Arifanda doğdu.1389 (H.791) Rebiü’l-evvel ayının üçünde vefat etmiştir.

İslam alimlerinin en meşhurlarından olup tasavvufta en yüksek derecelere ulaşmıştır, zamanında ve kendinden sonraki asırlarda onun sebebi ile pek çok insan hidayete, doğru yola kavuşturmuştur. Bahauddin Buhari hazretlerinin ilk hocası daha doğar doğmaz kendisini manevi evlatlığa kabul eden ve hakkında çok müjdeler veren Hâce Muhammed Baba Semmasi’dir (ks). Önce ondan istifade eder, sonra bu hocası onun yetiştirilmesini en meşhur talebesi Seyyid Emir Külal’e (ks) havale eder. Bu tahsil devresini ve tasavvufta yetişmesini bizzat kendisi şöyle nakletmiştir: “Çocukluktan büluğ çağına kadar büyük hocam Muhammed Baba Semmasi’nin sohbetinde bulundum. On sekiz yaşıma girdiğim sırada dedem beni evlendirmek istedi. Hocam Muhammed Baba Semmasi’yi düğünüme davet etmek için beni Semmas’a gönderdi. Semmas’a varıp hocamı görmekle şereflendim ve elini öptüm, sohbetinin bereketinden beni öyle bir hal hasıl oldu ki devamlı hocamın sohbetine can atıyordum. Yine bir gün davetimiz üzere talebeleriyle birlikte Kasr-ı Arifan’a gitmek üzere yola çıktık. Ben hocamın bindiği hayvanın üzengileri yanında yürüyordum. Ruhum zevkle dolmuş olduğundan kalbimde hiçbir dünya düşüncesi yoktu. Aşk ve şevkle dolu olan kalbim heyecanla çarpıyordu. Allah sevgisinden başka her şey kalbimden çıkmıştı, bu sırada kalbim dünyaya meyledecek olsa hocam hemen: “Kalbini ayrılıktan koru!” buyururdu. Hocamın bu kerametini ve keşfini gördükçe muhabbetim kat kat artıyordu…Hocam Muhammed Baba Semmasi (ks) vefat edince dedem beni Semerkand’a götürdü. Orada bulunan büyük alim ve velileri ziyaret edip dua ve himmet istedi, sonra Kasr-ı Arifan’a döndük. Sonra hocam Seyyid Emir Külal (ks) Kasr-ı Arifan’a geldi bana çok iltifatta bulunup: “Hâce Muhammed Baba Semmasi, bana ‘Oğlum Bahauddin’in yetişmesi ile ilgilen, ondan şefaatini esirgeme! Eğer onun yetişmesinde kusur edersen sana hakkımı helal etmem, buyurdu.’ Ben de bu vasiyeti üzerine senin yetişmen için ilgileneceğime söz verdim.” dedi. Seyyid Emir Külal hazretleri Bahauddin Buhari hazretlerinin yetişmesi için titizlikle meşgul olup onu tasavvufta yüksek derecelere ulaştırdı.

Şahı Nakşibend hazretleri şöyle nakleder: Ben de tasavvuf hallerinin görüldüğü ilk günlerde mübarek bir zat ile yakınlığım oldu bu zat bana: “Seni Hakk’ın aşinalarından görüyorum.” deyince, “Umarım ki sizin teveccühünüz ve yardımınızla aşinalardan olurum.” dedim. Dedi ki: “Arzular karşısında nefsin ile ne haldesin?“ “Bulursam şükrederim bulamazsam sabrederim.” dedim. “Bu kolay iştir, asıl iş nefsin o hale gelmiş olacak ki sana boyun eğsin.” buyurdu. Daha sonra: “Bahauddin! Bundan sonra insanların hatır ve gönüllerini alıp düşkünlerin hizmetinde bulunup zayıflara ve gönlü kırık olanlara ikram ve hürmette bulunacaksın ve ilim öğrenme hususunda gayret edecek kimsesizlere yoldaş olup onlara karşı tevazu göstereceksin.” 

Bir müddet sonra da şöyle buyurdu: “Bahauddin bundan sonra hayvanlara bakacaksın onlar seni yaradan Rabbinin mahlukatlarıdır. Eğer yük çeken hayvan-ların vücutlarında yara görürsen tedavi edeceksin.” Bu emre uyarak çok gayret gösterdim, yolda eğer önüme bir hayvan gelse o geçinceye kadar dururdum. Bütün bunlar içimdeki nefs düşmanımın kırılması, ıslah olması içindi yedi sene böyle devam ettim. Sonra tekrar buyurdu ki: “Bahauddin! bundan sonra yolların hizmetiyle meşgul ol, yolları süpürüp temizle, gelip geçenlere eziyet veren şeyleri kaldır, yollardan gelip geçenler zahmet çekmesinler ve rahatsız olmasınlar.” Bu emrine de uyarak bir müddet de bu işle meşgul oldum, ne emir buyurmuşlarsa büyük bir bağlılıkla hepsini yerine getirdim.” 

Nakşibend (ks) hazretleri bir kişiyi ziyarete gittiğinde onun halini, hatırını sorduktan sonra aile efradını, binek hayvanlarını hatta tavuklarını bile sorar; böylece o kişinin gönlünü kazanmaya çalışırdı. Bir mecliste yemek hazırlandığı zaman onu hazırlayanlara bizzat kendisi yemekten ikram ederdi. Bahauddin Nakşibend (ks) zikri, sessiz (hafi) olarak yapar, müridlerine bu usulü tavsiye ederdi. Onun bu tercihi medreselerin yoğun olduğu Buhara bölgesinde sessiz zikri uygun gören alimleri memnun etmiş. Bir çok alim kendisine mürid olmuştur. Nakşibend hazretleri latifeyi sever yemekten sonra tatlı ya da meyve olmasa “Bu yemek kuyruksuz olmuş!” derdi.

Nakşibend hazretlerinin buyrukları: “Bizi sevip gönül bağlayan, ister uzak olsun ister yakın; gece gündüz onun bu bağlılığı sebebiyle kendisine manen teveccüh edip yöneliriz, bizim şefkat ve terbiye çeşmemizden feyz ona akar, eğer o kişi kendi haline vakıf olursa kendisine doğru akan feyz kanalını dünya çöplerinden temizlemeye gayret eder.” 

“Mürşid tabibe benzer hastanın hastalığını tesbit eder ve ona göre ilaç verir. İrşad ehli olanlar usta bir avcıya benzerler, onlar ince sanatlarıyla sevgi ve dostluk makamına eriştirirler. Çünkü evliyaullah hikmet ehli olmaları sebebiyle öyle güzel tedbirlerle yaklaşırlar ki müridler teslimiyet makamında velilere boyun eğerler. Allah dostları onları sünneti seniyyeye tabi olma yoluna yönlendirerek vuslata yani Hak Teala’ya kavuşma makamına eriştirirler.”

“Nefs daima pusudadır, kalbe saldırmak için fırsat kollar, nefsinizi daima töhmet altında tutun ve ona uymayın. Her kim bunu başarırsa Allahu Teala ona salih amel işlemeyi nasib eder. Tarikat tümüyle edepten ibarettir, bu sebeple yüce tarikata bağlanan kimsede yüksek bir edep şarttır. Edep üç kısımdır: Birincisi Hak Teala’ya karşı edep. İkincisi Rasulullah Efendimiz’e karşı edep. Üçüncüsü, mürşidi kamillere edeptir.”

Mübarek sohbetlerinde birkaç hadisi şeriflerin manasını şu şekilde açıklamıştır: “Hadisi Kudside Cenabı Hak (cc): ‘Nefsin senin bineğindir ona yumuşak davran.’ buyurmaktadır. Burada kastedilen kötü ahlaktan arınıp sükunete ve kurtuluşa ermiş nefsi mutma’innedir, yoksa günaha teşvik eden nefsi emareye yumuşak davranılmaz. Başka bir hadisi şerifte: ‘Eza verecek şeyleri yoldan kaldırınız.’ buyrulmaktadır. Eza sıkıntı verecek şeyden maksat salikin nefsidir, yol kelimesinden maksat da Hak yolu yani manevi yoldur. Nefsine bas ve yüksel, nefsini terk et. Yakınlık dairemize öyle gel demektir. Peygamberimiz (sav): ‘Allah’ın doksan dokuz ismini sayan cennete girer.’ buyurmaktadır. Bu konuda anlatılmak istenilen: O ilahi isimlerin manası ile amel etmektir. Mesela ‘Rezzak’ yani rızık veren, ismini söylerken aklında asla rızık endişesi kalmamasıdır.”

Vefatı:

Nakşibend hazretleri, pazartesi gecesi yetmiş üç yaşında vefat etmişlerdir. Ömrünün sonuna doğru ölümü çok bahsetmeye başlamıştı. Hastalığı ilerle-yince kervansaraya giderek orada küçük bir odada kalır, bu sırada yanında sadece yetişkin birkaç müridi olurdu. Yatağında onu ziyarete gelenlere ve müridlerine iltifat ederek uzun uzun duada bulunurdu. Baş ucunda Yasin okuyanlar surenin ortalarında iken Muhammed Bahauddin Buhari Şahı Nakşibend hazretlerinin (ks) mübarek ruhları bedenlerinden ayrılarak dünyasını değiştirmiştir. Zerreler adedince rahmet olsun, şefaatleri tüm ümmete nasip olsun. (Devam edeceğiz inşaallah.)

 

Yazar: Mine Şimşek

 

Perşembe, 01 Kasım 2018 00:01

TESLİMİYET VE GÜVEN: Hz. FATIMA (r.anha) -1

Teslimiyet ve Güven Hz. Fatıma ra 1

Teslimiyet ve Güven: Hz. Fatıma (r.anha) -1 - Gönül Pınarından

Sayı : 125 - Mayıs 2018

 

Teslimiyet ve Güven: Hz. Fatıma (r.anha) -1

 

Hamd âlemlerin Rabbi olan, Alîm olan, Âdil olan, Kâdir olan Mevla’yı Müteal Hazretleri’ne olsun. 

Binler salat ve selam Şefaatçimiz, Sahibimiz, Efendimiz Ahmed ü Mahmud Muhammed Mustafa (sav) hazretlerinin üzerine olsun.

Gülzâr-ı Hâcegân dergisinin değerli okuyucuları, bir önceki yazımızda teslimiyet ve güven konusunda örneğimiz Hz. Fatıma annemizin doğumu, genç kızlığı ve evlilik dönemlerinden kimi kesitler paylaşmaya çalışmıştık. Bu yazımızda da cennet kadınlarının efendileri olan Hz. Hatice, Hz. Meryem, Hz. Asiye ve Hz. Fatıma annelerimiz içerisinden son ve en büyük örneğimiz Hz. Fatıma (ra) annemizin hayatında teslimiyet ve güven konusunu incelemeye, dersler, ibretler alıp paylaşmaya çalışacağız.

Fatıma annemiz Ehli Beyt’in onurlu annesidir. Fatıma annemiz insanlık hurisi, incilerle dolu bir gönlün sahibidir. O Cenabı Hakk’a tam teslim olmuş, güvenmiş, bütün hayatı boyunca güzel bir eş güzel bir anne olmuş ve Ümmeti Muhammed’e güzel bir mümine hanım portresi çizmiştir.

Peygamberimiz kızı Fatıma’yı düğün günü şöyle tembihlemiştir: “Kızım, evimizden çıkıp, başka bir eve, ülfet etmediğin bir kimseye gidiyorsun. Sen kocana yer ol ki, o sana gök olsun! Sen ona hizmetçi ol ki, o sana köle olsun! Kocana yumuşak davran! Öfkeli hâllerinde sessizce yanından kayboluver. Öfkesi geçinceye kadar ona görünme!

Ağzını ve kulağını muhafaza et! Kocan sana fena söylerse, söylediklerini duyma ve sakın mukabelede bulunma! Ona karşı gelme! Daima senden güzel söz işitsin, güler yüz görsün. Bu suretle sana iyi nazarla baksın.”

Hz. Fatıma (ra), eşi ve çocuklarıyla ilgilenmesinin yanı sıra evliliği döneminde cihad faaliyetlerinden de geri durmamıştır. Nitekim Uhud Gazvesi’nde on hanımla birlikte gazilere yiyecek ve su taşıyan Hz. Fatıma (ra), bu esnada yaralıları tedavi etmiştir. Bu savaşta Hz. Peygamber’in (sav) dişinin kırılması üzerine yüzündeki kanları temizlemiş, kanın dinmediğini görünce bir hasır parçasını yakıp küllerini Rasulullah’ın (sav) yüzüne bastırmak suretiyle kanı durdurmaya çalışmıştır. (Vâkıdî, Meğâzî, I, 249.) 

Hz. Âişe annemize sordular: “Hangi kadın Rasulullah’a daha sevgili idi?” Cevap verdi: “Fatıma!” dedi. Tekrar sordular: “Ya erkeklerden?” 

“Fatıma’nın kocası! Zira bildiğim kadarıyla Ali de çok oruç tutar, çok namaz kılar.” (Tirmizi, Menakıb, H.No: 3873) buyurdu. 

Hz. Ali anlatıyor: “Rasulullah bir gün evimizi şereflendirmişti. Hasan ile Hüseyin uyumaktaydılar. O sırada Hasan uyandı ve süt istedi. Bir koyunumuz vardı. Rasulullah hemen kalkarak koyunu sağmaya gitti. Bir de ne görelim? Sütü pek az olan koyun, Rasulullah’ın sağmasıyla bol süt verdi! Rasulullah sütü Hasan’a içirmeye başladı. Bunu gören Fatıma, “Yâ Rasulullah, herhâlde Hasan’ı daha fazla seviyorsun?”dedi. Rasulullah: “İkisini de aynı derecede seviyorum; fakat Hasan önceden süt istemişti!” buyurdu. Ve şunu ilave etti: “Ey Fatıma, kıyamet günü, ben, sen, şu iki yavru ve Ali, hepimiz aynı yerde olacağız.” (Üsdü’l-Gàbe, 5: 523.) 

Güzel vasıfları sebebiyle Rasul-i Ekrem, Fatıma’yı görünce sevinir, kendisini ayakta karşılar, elini tutarak alnından öper, ona iltifat edip yanına veya kendi yerine oturturdu. Babası kendi evine gelince Fatıma da O’nu aynı şekilde karşılayıp ağırlardı. Hz. Peygamber sefere giderken aile fertlerinden en son Fatıma ile vedalaşır, seferden dönünce de ilk olarak onunla görüşürdü.

Rasul-i Ekrem (sav) Efendimiz bir gün yine kızı Hz. Fatıma’nın evine geldi. Hz. Ali’yi evde bulamayınca, “Amcamın oğlu nerededir?” diye sordu. Hz. Fatıma, “Benimle onun arasında küçük bir şey olmuştu da bana öfkelenerek evden çıktı gitti ve öğle uykusunu benim yanımda geçirmedi!” cevabını verdi. Rasul-i Ekrem, o civarda bulunan Hz. Sehl’e: 

-Ali nerededir, dedi. Sehl (ra) bakıp geldi ve:

-Mescidde yatmaktadır, dedi. Rasulullah onun yanına geldi. Hz. Ali toprağın üzerine yan yatmış, ridası omzundan düşmüş, vücuduna tozlar bulaşmıştı. Rasul-i Ekrem (sav) bir taraftan toprakları silkiyor, bir taraftan da, “Kum, ebe’t türab, kum ebe’t-türab!” diyordu.

Fahri Kainat Efendimiz, küçük bir kırgınlığa bile razı olmazdı. Eve girerken yüzünde keder ifadesi vardı. İçeri girip oturduktan sonra bir yanına kızı Fatıma’yı, diğer yanına da Hz. Ali’yi aldı. İkisinin de ellerini tutup önünde birleştirdi. Böylece onları barıştırdı. Dışarı çıktığında sahabiler sordular:

“Yâ Rasulallah, içeri girdiğinizde üzgündünüz, şimdi ise sevinçlisiniz; neden?”

Rasulullah şöyle cevap verdi: “Çünkü en çok sevdiğim iki insanı barıştırdım.” (Tabakât, 8: 26)

Hz. Ali kendisine “Ebe’t-türab: Toprak babası” denilmesinden çok hoşlanırdı. Zira bu lakap ona Allah Rasulü’nün verdiği bir lakap idi.

Rasûlullah’ın terbiyesiyle yetişen Hz. Fatıma O’nun hem haya ve edep gibi özelliklerine, hem de konuşma tarzından yürüyüşüne kadar birçok vasfına sahip idi. Babasının uygun gördüğü hayat tarzını benimseyerek O’nun gibi sade yaşadı. Bir gün el değirmeninde un öğütmekten usanan Fatıma ile kuyudan su çekip taşımaktan yorulduğunu söyleyen Ali bu hususlarda Hz. Peygamber’den yardım istemeye karar verdiler.

Hz. Fatıma Medine’ye bir savaş esirinin geldiğini duyunca babasına giderek ondan kendisine ev işlerinde yardım edecek bir hizmetçi talep etti. Rasûlullah da esiri, mescidde yatıp kalkan fakir Müslümanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere satacağını, bu sebeple kendisine bir hizmetçi veremeyeceğini söyler. Efendimiz (sav): “Ey Fatıma! Allah’tan kork. Rabbine karşı görevlerini yerine getir, ailenin işlerini gör. Yatağına uzandığında otuz üç defa sübhanallah, otuz üç defa elhamdülillah ve otuz dört defa Allahu ekber de. Bunların toplamı yüz eder. Böyle yapman senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.” buyurur. Hz. Fatıma da: “Allah’tan ve O’nun Rasulü’nden razıyım.” dedi ve hizmetçi istemekten vazgeçti. (Ebû Davud, 2/135-136)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem) buyurdular: “(Kızım) Fatıma, iffet ve namusunu muhafaza etmiştir. Allâh Teala iffet ve namusunu muhafaza etmesi sebebiyle kendisini ve zürriyetini cennete koyar.”   (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr)

Hazreti Aişe validemiz anlatıyor: 

Bir gün Rasulullah’ın vefatlarından önce, yanlarında oturmakta idik. Hazreti Fatıma çıkageldi. Çok dikkat ettim. Onun her hareketi, babasının aynıydı. Yemesi, içmesi, oturup kalkması hep Rasulullah’a benzerdi.  Zatı Saadetleri: 

-Hoş geldin kızım, gel otur! buyurarak sağ tarafına oturttu. Sonra Rasulullah, Fatıma’nın kulağına eğilerek bir şeyler söyledi. Fatıma, ağlamaya başladı. Biraz sonra tekrar bir şey söyleyince, bu sefer de Fatıma gülmeye başladı. Ben hayrette kalmıştım. 

Meseleyi Fatıma’dan sordum: 

“Ağlamakla, gülümsemek... İkisi bir anda nasıl oldu bu?” Bunların ikisi bir anda olamazlar. Sebebini bana söyler misiniz? dedim. Hz. Fatıma, bana: 

“Bu babama ait bir sırdır. Benim de babamın sırrını başkasına açmağa hakkım yoktur.” diye cevap verdi. 

Fakat aradan zaman geçip, Rasulullah vefat ettikten sonra tekrar sordum. Fatıma (ra) cevap verdi: 

-Babam artık vefat etmiştir. Bunun için de meseleyi anlatmamda artık beis yoktur, dedi ve Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu anlattı: 

“Kızım, Cebrail (aleyhisselâm) her sene bir kere Kur’ân-ı Kerim’i hatmederdi, bu sene iki kere hatmetti. Ben de bundan anladım ki, Benim fani âlemden göçme zamanım yaklaşmıştır.” buyurunca ben ağlamağa başladım. Benim ağladığımı gören babam, bu sefer yine kulağıma gizlice: “Kızım, Ehli Beytimden bana ilk kavuşacak sensin.” buyurunca gülmeğe başladım. Sonra da bana: “Bütün dünya hatunlarının hanımefendisi sen olacaksın.” buyurdu, işte beni sevindiren, babama ilk önce benim kavuşacağım haberi idi.

Hz. Peygamber’e çok düşkün olan Fatıma, babasının vefatından dolayı çok sarsıldı. O, Rahmet Peygamberi babacığının dâr-ı bekâ’ya uçtuğu zaman elem ve kederini: “Ey Allah’ın davetine koşan babam!.. Ey mekanı Firdevs olan babam! Ey ölüm haberini Cebrâil’den alan babam!... Ey Rabbine kendisinden daha yakını bulunmayan babam!...” ifadeleriyle dile getirdi. 

Rasûl-i Ekrem defnedildikten sonra gördüğü Enes b. Malik’e, “Rasulullah’ın üzerine çarçabuk toprak atmaya eliniz nasıl vardı, gönlünüz nasıl razı oldu?” diyerek ağladı ve daha sonra da günlerce gözyaşı döktü. Hz. Fatıma’nın (r.anhâ) acıları bitmeyecek ve yüreğinin ateşi sönmeyecekti. Sevgili babacığından ayrıldığı günden sonra güldüğü hiç görülmemiştir. Kabr-i şerîfi ilk ziyaret eden de Hz. Fatıma oldu. Gözyaşları içerisinde mezara bakarak bir süre öylece kalakaldı. Sonra sevgili kocası Hz. Ali’ye dönerek: “Allah’ın Rasulü’nün üzerine toprak atmaya gönlünüz nasıl razı oldu?” dedi. Yüreğinin yanıklığını isyana varmayan ağıtlarıyla şöyle dile getirdi: “Üzerime öyle musibetler döküldü ki, şayet onlar gündüzlerin üzerine dökülseydi, kararır da gece olurdu.” (Mustafa Eriş, Altınoluk dergisi)

Fatıma annemiz her fani gibi hayata gözlerini kapadığında 26-27 yaşlarındadır. Vefatına yakın çocuklarını tek tek öpmüştür. O sıralarda Hasan 7, Hüseyin 6, Zeynep 5 ve Ümmü Gülsüm ise 3 yaşlarındadır. 

O gün Fatıma annemiz abdest almış, giyinmiş, yatağa girip kıbleye doğru yönelmiştir. Biraz sonra da ruhunu teslim edecektir. Vefat ettiğinde cenazesinin yıkanmasında tesettüre titiz davranılmasını istemiştir. Cenazesinin kimse tarafından görülmemesi için geceleyin defnedilmesini vasiyet etmiş, öyle de yapılmıştır. Kabrinin de tanınmaması için vasiyette bulunmuştur. 

Çok hassas bir hanımefendi, iffet abidesi bir kimse olan Fatıma annemiz için Allah Rasulü şöyle buyurur: “Kıyamet günü olunca perde gerisinden bir münadi şöyle seslenir: “Ey mahşer halkı! Gözlerinizi kapatın çünkü Muhammed’in kızı Fatıma gelecek!”

Vefatı Hicri 11. yılda Ramazan ayının 3. gününde olmuştur. Rasulullah Efendimiz’in vefatından sonra 6 ay geçmiştir. Zaten nakledildiği üzere Efendimiz (sav) ona: “Ailemden Bana ilk kavuşacak olan sensin!” buyurmuştur. Ali efendimiz mübarek eşi Hz. Fatıma vefat ettiğinde “Her şeyin en iyisini bilen ancak Allah’tır.” diyebilmiştir. 

Yüce Rabbimiz önce Fatıma annemizden sonra bütün sahabe annelerimizden razı olsun. Onları bizlere şefaatçi kılsın inşaallah, Amin. 

Selam ve dua ile.

 

Yazar:  Gönül Pınarından

 

Tasavvuf; Hazreti Peygamber'in Ashabıyla Yaşadığı İkili İlişkidir. Bunda Yanlış Olmaz - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 125 - Mayıs 2018

 

Tasavvuf; Hazreti Peygamber'in Ashabıyla Yaşadığı İkili İlişkidir. Bunda Yanlış Olmaz

 

Tasavvuf da dinin bir cüzü. Bakın tasavvufu reddedemeyiz. Tasavvuf dinin ihsani, irfani, ahlaki boyutudur. Ben şimdi kardeşimizin sorduğu soruya döneceğim ama meselenin başını bilelim. Ve ehli insaf olalım… 

Biliyorsunuz Cibril Hadisi meşhurdur. İçimizde hocalarımız var, Hz. Ömer’den mervidir bu hadisi şerif. Hadis kaynaklarımızda Cibril Hadisi diye geçer. Sahabi rivayet eder ki bir gün temiz, pak giyimli; genç, siyah sakallı, beyaz sarıklı beyaz elbiseler giymiş yabancı, tanımadığımız, Medine’nin dışından birisi Mescid’de Cenabı Peygamber’in huzuruna geldi. Selam verdi. Cenabı Peygamberimizin önüne edeple oturdu. O kadar yakına oturdu ki onun dizleri ile Cenabı Peygamber’in dizleri birbirine değdi, diz kapakları birbirine temas etti. Bu kadar Peygamber’e yakın oturdu. 

Biz taaccüp ettik, baktık biz onu tanımıyoruz. Medineli değil ama üstünde de hiç uzaktan gelmiş emaresi yok. Dışarıdan geldi diyelim ama bu sıcağa rağmen bu kişide ter yok. Çölden gelmiş biri desek elbiselerinde biraz toz olur, hiç toz yok. Hiçbir yorgunluk izi yok. Sanki aylardır ordaymış, Efendimiz’i bekliyormuş sanki. Birbirimize sorduk sen tanıyor musun bunu, kimse tanımıyor. 

İzin istedi Rasulullah’tan; müşküllerim var onları sormak istiyorum ya Rasulallah. Efendimiz müsaade buyurdu, sormaya başladı. 

- Bana imandan haber verir misin ey Allah’ın Rasulü? Bana imanı tarif eder misin? 

Sultanulenbiya ona imanı tarif etti. İmanın bilinen şartlarını, bizim halk arasında amentü diye bildiğimiz: Allah’a, Kitabullah’a, peygamberlere, meleklere, ahirete ölümden sonra dirilişe ve kader dediğimiz her şeyin Allah’ın takdiri ile olduğuna inanmayı ona tarif etti. O kişi cevaben “Sadakte ya Rasulallah - Sen ne doğru söyledin ya Rasulallah!” dedi. Ömer efendimiz buyurur ki, biz buna da şaşırdık. Hem bilmiyor, Peygamber’e sordu; hem de diyor ki, ne doğru söyledi. Yani biliyor gibi de tasdik ediyor… 

Tekrar sordu ki: “İslam’dan bu sefer haber ver ya Rasulallah, İslam nedir?” Cenabı Peygamber yine malumunuz olan İslam’ın şartlarını ifade buyurmuştur. 

Bu ayriyeten yine bir hadistir: “İslam beş temel üzerine bina edilmiştir.” buyurur Cenabı Peygamber. Şimdi biz bu hadisi şerifi de işlerken, anlatırken “İslam beş şarttır” diye anlatıyoruz ki bu yanlıştır. İslam’ın şartı beş değildir muhteremler. İslam’ın ana, temel esasları beştir, şu binanın kolonları gibi. Bu bina sırf o kolonlardan ibaret değildir. Şart dediğiniz şey bir şeyin tamamıdır. Şartın içine daha başka bir şey sokamazsınız. Eğer İslam’ın şartı beş olsa içine daha bir şey sokamazsınız. İslam’ın temel özellikleri beştir, farklı özellikleri vardır. Burası farklı bir konu... 

Rasulullah Efendimiz bilinen bu temel prensipleri ona zikrediyor: Şahadet, namaz, oruç, zekât, hac bunları ifade ediyor. 

Bu kişi tekrar “Saddakte” diyor, tasdik ediyor. 

Bu sefer Efendimiz’e soruyor: “İhsan nedir ya Rasulallah, bana ihsandan haber verir misiniz?” Efendimiz de ona: “İhsan bir kulun Allah’ı görürmüşçesine ona kulluk yapması, ibadet etmesidir. Kulun Allah’ı görmesi mümkün değildir, Allah’ın daim kendisini gördüğünü unutmaksızın, bunu düşünerek bu teemmül ile ibadet etmesidir.” buyuruyor. Sen Allah’ı görmesen de Allah’ın seni gördüğünü düşünerek ibadet etmendir… “Sadakte ya Rasulallah!” diyor… 

Kıyametle ilgili farklı sorular da soruluyor daha sonra misafir müsaade istiyor, kalkıyor Mescid’den çıkıyor. Efendimiz sahabenin şaşkınlığını, bu kişinin kim olduğunu merak ettiklerini bildiği için: “Çıkın bakın nereye gitti!” buyuruyor. Mescidin avlusuna çıkıyorlar Medine dümdüz bir yer, avluda kimse yok. Ne sağa gitti ne sola gitti. Bu şaşkınlıklarını daha da artırıyor. İçeri gelip diyorlar ki: “Kimdi o ya Rasulallah?” Efendimiz buyuruyor ki: “O kardeşim Cebrail idi. Size dininizi öğretmeye geldi.” Sorduğu sualler ile size dininizi öğretmek için geldi…

Şimdi buna “Din!” diyor Cenabı Peygamber. Dinin üç ana boyutunu görmüş oluyoruz bu hadiste. Ne bu üç boyut? İman boyutu, İslam boyutu, İhsan boyutu. Bunun bize yansıması nasıl oluyor? 

İmanın bize yansıması akidevi meseleler. İtikad diyoruz buna. Medreselerimizde, ilahiyatlarımızda vs. resmi dini okullarımızda da bu ders olarak okutuluyor. İtikad veya kelam da deniliyor buna. Kelami ekoller var, biz bunları kabul ediyoruz. Mesela bizlere sorsalar sen hangi kelami ekole tabisin akidede senin mezhebin nedir? Biz Maturidiyiz diyoruz. Biz Maturidi mezhebine tabiyiz. Daha doğuya doğru gittiğimizde oradaki kardaşlarımız Eş’ari ekolüne tabi, onlar biz Eş’ariyiz diyorlar. Arap yarımadasına, Afrika’ya doğru gittiğimizde biz Selefiyiz diyorlar. Allah herkesinkini mübarek etsin. Bunlar adeta Cebrail’in öğrettiği dinin birinci temelinden zuhur etti. İman nedir sorusunun bugünkü tezahürü kelami mezheplerdir. Bununla kimsenin problemi yok. 

İslam nedir sualinin günümüzde ki açılımı fıkhi ekollerdir. Hanefilik, Şafilik Malikilik, Hanbelilik. Biz bunların hepsine hak diyoruz. Bunlar ile de kimsenin sorunu yok. 

Dinin üçüncü temel boyutu ihsan. Bu da o dinin içinde. “Dininizi öğretmeye geldi!” buyurdu ya, öğrettiklerinden birisi de ihsan nedir suali idi… İhsanın günümüzde ki açılımı da tasavvufi ekollerdir. Halk arasında tarikat diye bilinen Nakşibendilik, Kadirilik, Rıfailik, Mevlevilik, Dessukilik vs. Cenabı Hak hepsinden ebediyen razı olsun. Çünkü bunlar Allah’a giden yollardır. “Mahlûkatın nefesleri adedincedir.” buyuruyor Cenabı Peygamber. İhsanın açılımı da tasavvufi ekollerdir. 

Şimdi bizim akidevi ekoller ile problemimiz olmayacak, fıkhi ekoller ile problemimiz olmayacak, bunların hepsine hak diyeceğiz ama aynı dinin içinde bulunan, aynı hadisin manası olan ihsani ekollerle tasavvufi ekollerle problemimiz olacak, buna şirk diyeceğiz… Bu sakat bir anlayış… 

Cenabı Hak ayetinde bize ne buyuruyor: “اَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍۚ - Siz dinin bir kısmına inanır da bir kısmını inkâr mı edersiniz?” (Bakara,85) Şimdi biz tasavvufu inkârla dinin bir kısmını inkâr etmiş oluruz. Tasavvuf da bu dinden bir cüzdür. Dinin ihsani boyutudur, ahlaki boyutudur. Bunu reddedemeyiz. İçinde oluruz olmayız bu ayrı, ama kavram olarak bunu reddedemeyiz. 

Biraz önce (sohbetin geçen ayki sayımızda yayınlanan bölümünde) günümüzdeki bazı tarikatları eleştirdik. Bunlar yapanların kendi yanlışları, tarikatın yanlışları değil. O insan gelsin onunla konuşalım… Kendisi diyor ki misal ben Kadiriyim. Gel kardeşim Kadiri kaynaklarından bana göster ki geçmişteki bu Kadiri silsilesi Sultan Abdulkadir Geylani ks; Said el-Mübarek ve sair o yolun büyükleri böyle yapmışlar… Bu dans senin ihdasın. Senin hoşuna gittiği için bu dansı uydurmuşsun. Hayır, Kadirilikte böyle bir şey yok. Kadiriliğin umdeleri belli kaynaklarımızda. Kadiri tarikatı bugün gelmiş bir tarikat değil ki bin senedir var. 

Veya adam diyor ki ben nakşibendiyim. Tamam, Nakşibendilik Hz. Ebubekir’den beri var. Gel bakalım bunların hayatlarına, yaşantılarına… Bugün yapılan belli yanlışlıklar, var mı o Nakşibendiliğin içinde? Bu senin yanlışın Nakşibendiliğin yanlışı değil... 

Bugün bir Müslümanın yaptığı yanlışı biz İslam’a mal edemeyiz, o Müslümanın yanlışıdır. İslam’ın yanlışı değildir haşa. Çünkü İslam Allah’ın dinidir, onu Allah tanzim etmiştir nasıl yanlış olur. 

Dolayısıyla gerçek tasavvufu da İslam tanzim etmiştir. Kur’an tanzim etmiştir. Tasavvuf Hazreti Muhammed’in hayatıdır aleyhissalatu vesselam, nasıl bunda yanlış olsun. Yanlış bizde var. Yanlışı biz yapıyoruz, tasavvufta yok. Tasavvuf zühdü nebevidir. Ahlak-ı Peygamberi’dir tasavvuf. Tasavvuf Hazreti Peygamber’in ashabıyla yaşadığı ikili ilişkidir. Bunda yanlış olmaz. Zaman içinde bu yanlışları biz ihdas ettik. Şimdi de bunlara karşı çıkıyoruz. 

Bugün toplumun tasavvufa saldırmasının nedeni bizim gafletimiz, bizim dine karşı duyarsızlığımız. Meseleyi bu noktada arayacağız. Tasavvufta görülen, suçlanılan yanlışlar da tasavvufun değil o cahil sufilerin yaptığı yanlış işlerdir. 

“Ben tarikatçı değilim.” diyen bir insan yalancıdır. Her insanın bir tarikatı vardır. Tarikat bir yoldur, tarikat bir anlayıştır, bir şeyi benimsemedir. Mutlak o adamın benimsediği bir fikri vardır. O adam misal demokrasiyi benimsiyorsa demokrat bir tarikata bağlıdır, o da bir tarikattır. Tarikat yol demektir, bir yolu vardır. Yolsuz kimse bir yere gidemez. Adam laikliği benimsiyor, onun tarikatı laisizmdir. Adam sosyalizmi benimsiyor sosyalist bir tarikata bağlıdır. Herkesin bir tarikatı vardır. 

Öbürü de ben Nakşibendiyim diyor, Allah selamet versin. Ben Kadiriyim, ben Rıfaiyim diyor, Allah selamet versin. Ama tarikatsız kimse olamaz, yolsuz kimse bir yere varamaz. 

Burada şu önemli… Rasulullah aleyhissalatu vesselam bir gün ashabı ile otururken asası ile kumun üzerine düz bir çizgi çekiyor. Sahabe bakıyor, anlıyor ki Efendimiz bir şey anlatmak istiyor. Düz bir çizgi çekiyor sonra o çizgiyi kesen yatay çizgiler çekiyor. Sağından solundan o çizgiye ters düşen çizgiler çekiyor ve buyuruyor ki: “Şu çektiğim düz hat sıratı müstakimdir, Allah’a giden yoldur. Bu yol dosdoğru Allah’a gider.” Ayette geçen: “اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ - Bizi doğru yola ilet!”; veya Efendimiz’e bildirilen “ فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ - Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” İşte o doğru yol budur, buyuruyor Efendimiz. Bu yan yollar da tariki butlandır. Bunlar da batıl, yanlış yollardır. Bu düz yolun üstünde biz oturuyoruz, buyuruyor Efendimiz. Allah’a çağırıyoruz. Bu kesişen yolların üstünde de şeytanlar oturuyor. Her bir yolun üstünde bir şeytan var onları cehenneme çağırıyor, buyuruyor. Siz uyanık olun bu doğru yoldan, bu müstakim hattan ayrılmayın ki Allah’a ulaşasınız.

Şimdi dedik ya herkesin bir tarikatı, bir yolu var. Ama kiminin yolu işte o üstünde Peygamberlerin oturduğu yol; o yol Allah’a gidiyor. Kiminin yolu üstünde de Fetulah gibiler oturuyor, onlar gideceği yere gidiyor. Hani bir söz vardır arayan ya belasını ya Mevlasını bulur. Şimdi burada önemli olan biz Mevlamızı bulmak için mi bir yoldayız, o yol bize Mevlamızı mı bulduracak yoksa Allah esirgesin belayı mı bulduracak, biz bunu tahlil etmek durumundayız. 

Bugün çabuk hırsız ev sahibini şaşırtır misali 15 Temmuz’da böyle oldu diye bütün cemaatlerin postunu dürelim, tarikatları ortadan kaldıralım demek batının istediği sebeplerden birisi idi belki de. Yani Fetullah’ın üzerinden yapılmak istenen oyunlardan birisi de bu idi ki Türkiye’de Müslümanların vahdetini, birlikteliğini; cemaatlerin işlevselliğini ortadan kaldırmak. Müslümanların sahipsiz bırakmak. 

Şimdi birileri balıklama atladı bu işe. Ne diyorlar, yeniden laikliğe dönelim… Bunu Müslümanlar söylüyor, bu acı bir şey. 2000’li yılların başından bugüne kadar elde edilen bütün İslami kazanımları heba edelim, vazgeçelim laikliğe dönelim… Allah esirgesin… 

Buna Müslümanlar duyarlı olmalı, uyanık olmalı. Dinimizi muhafaza altına almalıyız. Dinimizin korunması için, dinimizin hükümlerinin muhafazası için seferber olmalıyız.

Şunu da unutmamalıyız ki bu tarikatlar de dinimizin gerçeklerindendir, bunlar da bize emanettir. Din ile birlikte bunu da korumak durumundayız. Ama yok dini bırakır dini ihmal eder sırf tarikata düşersek Allahu Teala bunu da elimizden alır. Öyle ise biz mücadelemizi din üzerinden vereceğiz. O ana hat üzerinden bu mücadeleyi vereceğiz. Hani birisinin bir sözü var hattı müdafaa yok sathı müdafaa vardır. Biz şimdi o sathı müdafaaya soyunacağız. Yani umumun, bütün dünya Müslümanlarının meseleleri üzerinden mücadele edeceğiz.

Çünkü yüz elli ülkede teşkilat-lanmış bu sütü bozuk. Yüz elli ülkede teşkilat-lanmış ki oraların dinini bozsun. Şu anda Türkiye’de altmış binin üzerinde misyoner var muhteremler. Bu adamların, 15 Temmuz’un başında olanların vesilesi ile bunlar Türkiye’ye yerleş-mişler. Altmış binin üstünde misyoner… Bunlar Hristiyan-lığı yayıyorlar. Türkiye’deki İslam akidesini bozmak için Hristiyanlığı yayıyorlar. Bugün Türkiye’de hiç ummadığımız, sa-mimi olduğuna inandığımız, sevgi beslediğimiz, saygı duyduğumuz İslam âlimlerini bile satın almışlar, bunlar ile birlikteler. İnsan buna üzülüyor. Bunlar boş durmuyor. 

İşte bu yüzden biz dinimizi öğreneceğiz, dinimize sahip çıkacağız. Meseleye temelden başladığımızda tarikatın da ne olduğunu anlayacağız. Tarikat dinin dışında bir şey değildir. Tarikat dinin güzel yaşanmasıdır, güzel anlaşılmasıdır. Tarikat Peygamberin yaşadığı hayattır. Tarikat şeriatın iç yüzüdür. Ve herkesin bir tarikatı vardır; bu ya haktır, hak bir tarikattır ya da batıldır. Yolsuz kimse olmaz. 

Bu yaygaralar da bir fırsatçılık. Birileri 2000’li yıllardan sonra iplerin ucunu ellerinden kaçırdılar, Türkiye farklı bir atmosfere doğru gidiyor. Açık söyleyelim, Ak Parti iktidarı ile “onlara göre” şeriata, İslam’a gidiyor. Millet aslına gidiyor… Bu ipleri ellerinden kaçırdılar. Şimdi bu FETÖ hadisesini bir fırsat bilip ipleri yeniden ellerine geçirmek, Müslümanları kontrol altına almak istiyorlar. Bu yüzden var güçleri ile televizyonlarda, basında yayında cemaatlere saldırıyorlar. 

Üzücü olan Diyanet İşleri Başkanlığımız da bu oyuna alet olmuş. Onlar da camilerde gezip bağırıyorlar ki bir yere gitmeyin, kimseye gitmeyin; Camiye gelin… Tamam, camiye gelelim de ne veriyorsun camide?.. 

Bakın ilginç bir şey söyleyeyim yeni yaşadığım bir hadise... Dün Tokat’ta idim, Tokat’ın Merkez Camisi’ne namaza gittik. Tarihi Ali Paşa Cami… Cemaati kalabalık. Kalabalık bir cemaat ile vakit namaz kılalım, onların feyzinden istifade edelim, diye. Camide Mevlid-i Şerif okunuyor. Mevlid bitti, bir hocaefendi mevlidin duasını yapıyor. Neyse sorduk sonra kim bu zat, dediler ki emekli tokat müftüsü. Tokat’ın müftülüğünden emekli, mevlidde dua ediyor… Duada ilginç ifadeler var. Biliyorsunuz Diyanet bugünleri camiler haftası olarak değerlendiriyor. O mevlid de o yüzden tertip edilmiş, Camiler Haftası diye mevlid okuyorlar. İki de bir dönüyor dolaşıyor duada: “Ya Rabbi! Camiler haftası hürmetine…” Sanırsın bu gece Kadir Gecesi’dir, Beraat Gecesi’dir, Cuma Gecesi’dir. Yahu böyle bir geceyi sen ihdas ettin, şimdi de buna bir hürmet yükledin… “Camiler haftası hürmetine bizi affeyle ya Rabbi!..” Bunun ne hürmeti var! Böyle bir belirlenmişlik Allah’ın yanında ne hürmete sahip... Dönüyor dolaşıyor, dua bu: Camiler haftası hürmetine ya Rabbi! Bize camiler haftasını anlamayı, idrak etmeyi nasip et ya Rabbi! Fe subhanallah. Oturduğum yerden ifrit oluyorum. “Çoluk çocuğumuza da bunu anlamayı nasip eyle. Camiler haftasında bize cami yapmaya nasip eyle...” Biz insan yapmaya geldik, cami yapmaya değil. Biz insan yetiştirelim, arzın her yeri bize mescid. Döndü dolaştı mevzu bu. Dedim ya Rabbi hem bize camiye gel diyorlar, camiye geldik mi de önümüze bunu koyuyorlar. 

Diyanet olarak camiye gelene ne vereceksin? Müftün ne verebiliyor bana ki beni camiye davet ediyorsun? Yüz senedir bu memlekette, bu dine cemaatler hizmet etti. Bu camileri, bu Kur’an kurslarını cemaatler yaptı, imam hatipleri cemaatler yaptı…

Cenabı Hak cümle geçmişlerimize, o zata da zerreler adedince rahmet eylesin. İhramcızade İsmail Hakkı Hazretleri... Sivas’a elli küsur eser kazandırmış. Cami, imam hatip, köprü, çeşme, vakıflar, dernekler… Sıfırdan yapmış, eskiyi onarmış… Bu kadar hizmeti olmuş İsmail Efendi’nin. Bu insan cemaat ehli birisi. O Allah demenin suç olduğu, yasak olduğu dönemlerde; otuzlu kırklı yıllarda İhramcızade Sivas’ı ihya etmek için bu kadar gayret göstermiş. Baktığımızda bu insan bir cemaat adamı, bir cemaatin büyüğü. Belki sessiz sedasız yürümüş ama bunca hizmetler yapmış, Rabbim ebediyyen razı olsun. 

Onun yetiştirdiklerine bakıyoruz, misal Darende’de Hulusi Efendi… O da Darende’de camiler, hastaneler, yollar vs. yapmış; Darende İlahiyat’ın açılmasına varıncaya kadar emeği geçmiş. Bu kadar gayret etmişler. Bakıyoruz bu insana evet, bir cami imamı ama cemaat adamı... Türkiye’nin bu anlamda hangi vilayetine gitseniz karşı tarafın yıktıklarını hep cemaatler yapmış. İslam’a karşı olan güruhun yıktıklarını bozduklarını hep cemaatler yapmış. Şimdi niye bindiğimiz dalı keselim? Bu nankörlük olur. Hıyanet olur bu. 

Bugün Türkiyemizde dini eğitimi alan insanlarımız da hep o cemaat mensubu insanların çocukları. Evet, bakıyoruz ki dünyevi bir derdi olan insan çocuğunu medreseye, imam-hatipe, Kur’an kursuna vermiyor. Bir cemaatten feyiz almış, dininin derdine düşmüş insan diyor ki ben okuyamadım benim çocuklarım okusun. Türkiye’de meşhur olan birçok âlimin babalarına bakın derviştir, sufidir. Birçok meşhur hocaefendilerin babaları veya dedeleri, onları teşvik eden sufidir, ehli zikirdir. Onlar çocuklarını okutmuşlar… Diğer insanların böyle bir derdi olmamış. Mesela okusun oğlum avukat olsun çok para kazansın; meşhur olsun milletvekili olsun, mühendis olsun demiş. Ama öbürü ben babamın ruhuna bir Yasin bile okuyamıyorum, benim oğlum okusun hafız olsun demiş, oğlunu götürmüş bir hocaefendiye, medreseye teslim etmiş. Bunun ezikliğini duymuş. Ama o duyguyu bir cemaatten almış. 

Bu yüzden bu memlekette İslam’a canıyla malıyla bütün varlığıyla hizmet eden insanlar cemaat insanları olmuşlar. Bunları karşımıza almak doğru olmaz. Bu ciddi bir yanlış olur, bunun hesabı bedeli ağır olur; bu bir taraf. 

Başta da söylediğim gibi bunu da cemaat mensuplarına söylüyorum, onlar da oturup yeniden düşünsünler: Bu iş bizim başımıza niye geldi? Sorumluluklarımızın bilincinde olup asliyetimize dönelim. Dinimize sarılalım. Hiçbir tarikat şeriattan üstün olamaz. Bütün tarikatların gayesi şeriata hizmettir. Öyle der İmam Rabbani (ks): “Tarikattaki ve hakikatteki yegâne gaye şeriata hizmet etmektir, şeriatı muhafaza etmektir, Şeriatı yaygınlaştırmaktır.” Niye şeriat vaazı ilahidir. Şeriatı Allah vaaz etmiştir, dolayısıyla vaaz edenle kaimdir. Yani Cenabı Hak ne kadar ulu ise O’nun vaazı da o kadar uludur. Meseleye bu zaviyeden bakalım inşallah. 

Meselenin temeline köküne inmek gerekiyor. Kişi bilmediği şeyin düşmanıdır. Dedik ya din bilinmeyince tasavvuf da gereği gibi Türkiye’de bilinemedi. Veya ortada bazı uygunsuz işleri yapanları gördük; tasavvuf bu ise ben bu işte yoku, dedik. Bakın bunu biz de söylüyoruz eğer tarikat repçilik yapmaksa afedersiniz hippilik yapmaksa ben öyle bir tarikatı kabul etmiyorum. 

Veya bakıyoruz zikir, sohbet esnasında kendinden geçen insan dışarı çıkınca hemen bir sigara yakıyor… Yahu sen içeride çok bambaşka bir âlemdeydin… Senin canın Allah’ı arzulamalı, nasıl sigarayı arzuladı hemen dışarı çıktın bir tane yaktın... Sen güya nefsinden bu kadar geçmişsin ama bir mekruhu(!) terk edemiyorsun. Mekruh diyor, ona göre mekruh; bir mekruhu terk edemiyorsun. Ben nasıl inanayım ki içeride sen hakikaten kendinden geçiyorsun? Evet, Allah’ın zikri insanı kendinden alır, aşk insanı değiştirir ama bütün işlerin buna uygunluk içinde olmalı, bütün hallerin aynı minval üzere olmalı. İçeride güya zikirden kendinden geçiyorsun dışarıda dumanı çekerken kendinden geçiyorsun… İçeride derviş dışarıda berduş, bu olmaz… 

 

07.10.2016/Sivas

 

Ocak 2019

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin OCAK 2019 sayısı çıktı.

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “TEVBE KARARLILIKTIR, BİR DAHA YAPMAMAYA AZMEDİŞTİR” Başlıklı sohbetlerinde:

''Sual: Efendim Cenabı Hak ayeti kerimede: “Ey iman edenler! Allah’a öyle tevbe edin ki, nasuh bir tevbe olsun.” buyuruyor. Öncelikli olarak tevbe, nasuh tevbesi nedir ve bu nasuh tevbe nasıl yapılır?

Cevap: Tevbe bir furkandır yani fark ediştir. Hakk’ın istediği ile nefsin istediklerini fark edip; nefsin istediklerinden kaçıp Hakk’ın istediklerine sığınıştır tevbe. 

Tevbe acziyet, pişmanlık, mahcubiyet duygusudur. 

Tevbe, “Ya Rabbi benim bu nefse gücüm yetmiyor, şeytanla baş edemiyorum. Sana sığınıyorum, Sen benim elimi bırakma, beni kapından kovma. Benim ümidimi, sevincimi kırma Ya Rabbi.” diyerek Allahu Teala’ya karşı aczini itiraf etmektir. 

Bu anlamda acziyeti itiraf, hasbelbeşer yapılmış eksikler, noksanlar varsa bunlardan pişmanlıktır. Harbi bir şekilde “Evet, ben bunları yaptım, şeytanla baş edemedim, nefsime gücüm yetmedi bunları yaptım. Pişmanım, kapına geldim. Küçüğün işi sehv ile isyan büyüğün işi af ile ğufrandır, ben merhametine sığınıyorum.” diyerek pişmanlık duymaktır. Allah’ın azametinden, kibriyasından, yüceliğinden mahcubiyettir, utanma duygusudur. 

Allah Rasulü: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” ayeti kerimesi geldiğinde altı ay semaya doğru bakamamışlar. Ben nasıl Allah’a istediği gibi doğrulacağım, nasıl bunu başaracağım diye edebinden, utanma duygusundan utancından semaya bakamamış. Ta ki O’nun hakkında “عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ - Ey Muhammed! Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki sen elbette dosdoğru bir yol üzeresin.” (Yâ-sîn, 4) ayeti gelinceye kadar. Sen dosdoğru yol üzerindesin, sen doğrusun, korkma! Bu müjde O’na verilinceye kadar gökyüzüne bakamamış Kâinatın Efendisi. 

İşte tevbe böyle bir mahcubiyettir, mahzuniyettir. İnsanın bir kaybı oluyor, misal ailesinden birini kaybediyor; annesini, babasını kaybediyor, evladını kardeşini kaybediyor vesaire, Allah cümle göçmüşlerimize rahmet eylesin. Bundan dolayı ne kadar mahzun oluyor, günlerce yüzü gülmüyor, yemiyor içmiyor, iştahı kaçıyor. Halbuki ölen kendisi değil aileden biri vefat etmiş. Ama onun yokluğu, onun olmayışı bunu bu kadar etkiliyor. Belki onunla yaşadığı şeyleri düşünüyor. Geçmişte güzel şeyler yaşamış, güzel ilişkiler olmuş. Onlar bir daha olmayacak, bunları düşününce mahzun oluyor. 

Bırakın bir insanın annesini babasını kaybetmesini evinde beslediği bir muhabbet kuşu olsa iki üç sene ona baksa su verse, yem verse o muhabbet kuşuyla arasında bir ülfet olsa adeta bir dostluk olsa; onu bir evlat gibi sevse… O kuş uçsa, kaçsa veyahut ölse o insan mahzun oluyor. Kuş, ama üzülüyor insan… 

Veya mal kaybediyor, para kaybediyor; malını satmak zorunda kalıyor. 

Eğer bir mümin işte tevbe ile Allah’a karşı böyle bir mahcubiyet, mahzuniyet yaşamıyorsa o tevbeyi anlamamış demektir. İsyan, günah, gaflet… yaptığın her ne ise sana imanın hakikatini, Allah’ın sevgisini, Allah’ın heybetini kaybettiriyor. Bunları unutmasan zaten, kaybetmesen o günahı işleyemezsin. İhsanı düşünen bir insan, Allah’ı görürmüşçesine hareket etse, Allah’ın kendini sürekli gördüğünü müşahede etse, bunu düşünse kötülük yapamaz. 

Öyleyse bu insan Hakk’ı kaybetmiş, bundan dolayı mahcubiyet yaşaması lazım. Ya Rabbi ben senin gözünün önünde neler yapıyorum!.. 

Misal sigara içiyorsun baban geliyor, deden geliyor, amcan geliyor seni öyle yakaladığında mahcup oluyorsun, hemen ayağının altına atıyorsun. Niye, babana saygından… Allah’a karşı günah işliyorsun, seni her daim gören işiten senden haberdar olan Âlemlerin Rabbine karşı sen bir masiyette, bir hatada, bir isyanda bulunmuşsun. Peki, bunun sende bir mahcubiyeti olmamalı mı? Bir toparlanması olmamalı mı?'' Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde Abdülkadir Visâlî; “Hazreti Şahı Nakşibend Muhammed Bahauddin el-Buharî el-Uveysî” ve Vahdettin Şimşek; “Şahı Nakşibend Hazretlerinin Fikirleri ve Anlayışı” başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

Andelib - İslamı Gönüllere Nakşeden Evliya

Fahri Berk - Kur'an-ı Hakim -2

Sâlik-i irfan - ''Onlara Kur'an'dan Delil Getirme...''

Veysel Özsalman - İnsanın Yolcu Hâli

Tamer Doymuş - ''İnsanlardan Bazıları da Vardır ki, İnanmadıkları Halde Allah'a ve Ahiret Gününe İnandık, Derler''

Şeb-i Vuslat - Huzura Kavuşmanın İlk Kapısı Tevbe Makamı -2

Burcu Kul - Seven Sevgiliyi Üzmekten Korkar

Gönül Pınarından - Gül Yüze Hasret -3

Mine Şimşek - Allah'ın Veli Kulları -8

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

Mürşidi Kamilin Huzurunda Edeb Nasl Olmalıdr 2

Mürşidi Kamilin Huzurunda Edeb Nasıl Olmalıdır? -2 - Vahdettin Şimşek

Sayı : 124 - Nisan 2018

 

Mürşidi Kamilin Huzurunda Edeb Nasıl Olmalıdır? -2

 

Kıymetli kardeşlerim geçen ay başladığımız konumuza devam ediyoruz.

Geçen ayki, bölümde mürşidi kamillerin Hak Teâlâ Hazretleri katında ne kadar kıymetli olduklarını ve Hakk’ın (cc) yanında kıymetli olanların mü’minlerin yanında da saygın ve hürmete layık olacaklarını izah etmeye çalışmıştık. Bu kıymet ve yakınlıktan fayda sağlayabilmek için yine büyüklerimiz bizlere huzurlarında veya gıyablarında bulunurken nelere dikkat etmemiz gerektiğini bir çok sohbetlerinde ve eserlerinde bildirmişlerdir. Biz burada meseleyi her yönüyle kapsayacak şekilde maddeler halinde bizlerin faidesine sunan sâdatı kiramın büyüklerinden Şeyh Fethullah Verkânisi (ksa) hazretlerinin Âdab-ı Fethullah adlı eserinden faydalanmaya çalıştık.

Müridin Mürşidiyle İlgili Dikkat Etmesi Gereken Edebler 

1- Herhangi bir konuda şeyhini aldatmamalıdır. Ona son derece saygı göstermelidir. 

Burada aldatmak kanaatimizce şu manaya gelmektedir ki, yani mürid her hal ve tavrını mürşidine açmalıdır. Hiçbir halini ondan gizlememelidir. Çünkü bilmelidir ki, Cenabı Hak onların basiret ve ferasetlerini açmıştır. Bu sayede gönüllerimizi sürekli tarassut altında tutmaktadırlar. Bundan dolayıdır ki her meselede onlara açık olmalıyız. Onlardan gizlediğimizi zannettiğimiz şeylerde sadece kendimizi kandırmış oluruz. Sonucunda da manen zararı bizler görürüz. 

Saygı konusuna gelince de zaten Hakk’ın (cc) adeta üzerlerine titrediği bir insanı kamile saygısızlık Rabbimiz’e saygısızlık olacağından bundan azami derecede sakınmalıyız.

2- Onun öğrettiği zikir ile kalbini düzeltmeye çalışarak gafletten kurtulmaya çabalamalıdır. 

Mürşidi kamiller kalb doktorlarıdır. Bizlerin kalb hastalıklarımızın devasını en iyi onlar bilirler. Bu yüzden bir talib onlara intisab ettiğinde onun hangi manevi ilaca, hangi tedaviye ihtiyacı var bunu keşfederler. Bunun neticesinde de reçetemize bazı ilaçlar yazarlar. Bunların hangi dozda, ne zaman ve hangi usullerde kullanacağını bize izah ederler. İşte bu ilaçlar bize verilen zikirlerdir. Biz onların verdiği zikirleri onların tarif ettiği şekilde yaparak gafletten ve dolayısıyla ağyardan uzaklaşabiliriz.

3- Bir konuda haklı bile olsa şeyhin sözünü ve gayesini anlamaya çalışmalı; ona karşı ölü yıkayıcısının eli altındaki ceset gibi olmalıdır. 

Burada da anlatılmak istenenin salikin şimdiye kadar kendi kendine yapmaya çalıştığı bütün ameliyeleri terk edip sadece mürşidinin buyurmuş olduğu şeylere yönelmesi olduğunu zannediyoruz. Ancak bunu başarabilirse fayda sağlayabilir. Eskiden kalma alışkanlıklarını da yanında getirirse mürşidinin gayesini anlayamaz. Yapacağı hizmetler sonucunda elde edeceği manevi kazanımların kendine gelmesini geciktirmiş olur.

Ölü yıkayıcısını elinde ceset gibi olmayı Hâce Hazretleri (ksa) “İbrahim’in (as) elinde kesilmeyi bekleyen İsmail gibi olmalıdır.” şeklinde açıklamışlardır. Çünkü ölünün iradesi yoktur. İstese de itiraz edemez. Fakat İsmail (as) tamamen kendi iradesi üzerindeyken mübarek babasının Allah’ın (cc) emrini yerine getirmesine boyun eğmiştir. Büyüğümüz, böyle bir teslimiyyetin gerçek mutabaat olduğunu buyurmuşlardır. 

4- Şeyhi bir şey sormadan söz söylememelidir.

Evliyaullah meclisi adeta mahşer meydanı gibidir. Şeyhimiz hazretleri bizler onun huzurunda otururken hangi haldedir bunu bilemeyebiliriz. Orada bulunanların kalblerini tarassut ederek onların hallerine göre bir sohbet yapmak isteyebilir. Bizler bunu düşünerek hemen söze başlamamalıyız. Onların sohbete başlamasını beklemeliyiz. Eğer sohbete başlamadılarsa uygun bir halle kendilerinden izin isteyerek soru sorabiliriz veya halimizi arzedebiliriz. Bu sayede de müşküllerimizi halledebiliriz. 

5- Herhangi bir isteğini şeyhinden başkasına söylememelidir. Eğer mürşidine ulaşamazsa ve çok gerekliyse salih, eli açık ve takva sahibi kişilerden istekte bulunabilir. 

Bu istekler zahiri istekler veya maneviyatla alâkalı istekler olabilir. Belki zahiri yani dünyevi isteklerini söyleme imkanı bulamazsa bunu ihvanlarla da çözebilir. Fakat manevi isteklerini asla başkasından taleb etmemelidir. Çünkü bu manada onun isteğini sadece mürşidi verebilir. Mürşidine ulaşamadığı durumlarda meselelere vakıf vazifeli kardeşleri ile istişare yapıp işlerini halletmeye çalışmalıdır.

6- Ancak mürşidi aracılığıyla istek ve gayesine ulaşabileceğine inanmalıdır. Sevgisi başka bir şeyhe yönelirse kendi mürşidinden yarar göremez ve feyz kapısı kapanır.

Muhakkak ki, tasavvuf yoluna intisab etmekteki gayemiz, Hak Teâlâ Hazretleri’ne yakınlık kesbetmektir. Bunun da yegâne yolu mürşidi kamilin terbiyesine girmektir. Bir talib bu gayeyle bir mürşidi kamile kapılandığında artık gözü başkasını görmemelidir. Bilmelidir ki, yeryüzünün tamamı mürşid olsa ona bir fayda veremezler. Onun maddi ve manevi rızkı mürşidinin üzerinedir. Her ne ile rızıklanırsa rızıklansın Cenabı Hak (cc) onların ona ulaşmasına mürşidini vesile kılmıştır. Evet, yeryüzünde Allah’ın sevdiği dostları çoktur. Fakat gerçek muhib odur ki gönlünü mürşidinden başkasına asla döndürmemelidir. 

7- Mürşidinin kendi üzerindeki tasarrufunu kabullenerek emrine uymalı ve her konuda ona hizmet etmelidir. Çünkü arzu ve sevgi bu yolla oluşur ve ihlasla gönülden bağlılığın ölçüsü bu yolla anlaşılır. 

8- İbadetlerinde, adetlerinde ve tüm yaptığı işlerinde mürşidinin isteğini, kendi arzularından üstün tutmalıdır. 

9- Mürşidin iyi ahlakına ve olgunluğuna güvenerek onun hoşlanmadığı şeyleri yapmaktan kaçınmalıdır.

Büyüklerimiz Allah’ın ahlakı ile ahlaklandıkları için bizlerin günahlarını açığa vermezler, görmezden gelirler. Bizler bazen Allah’ın rızası dışında davranışlarda bulunabiliyoruz. Küçük de olsa günahlara düşebiliyoruz. Fakat bu halimizle mürşidimizn huzuruna geldiğimizde mürşidimiz bizlere her zamanki gibi muhabbetli davranabilir. Bizler bunlardan cesaret alarak onları Hakk’ın yanında mahcub etmeye devam etmemeliyiz. Bunu onların büyüklük-lerinin bir neticesi olarak düşünüp azim bir mahcubiyet içine girmeliyiz. “Ben her türlü günahı işleyip huzurlarına geliyorum. Onlar yine hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlar.” düşüncesiyle nef-simizi daha fazla levmetmeliyiz ve hemen tevbeye koşmalıyız. 

10- Kendi durumunu mürşidine açıkladıktan sonra bir şey istemeden, verilecek karşılığı beklemelidir. Birisi şeyhine bir şey sorarsa kendisi cevap verme küstahlığında bulunmamalıdır. 

11- Mürşidinin bulunduğu toplulukta yüksek sesle konuşmamalıdır. Çünkü bu çok kötü edepsizliktir. Bize anlatıldığına göre bir gün İmam Züfer abdest alıyordu, hocası İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra) onun yanından geçti. İmam Züfer ayağa kalkmayarak saygıda kusur etti. Bundan dolayı en üstün öğrenci olacakken derecesi en düşük kaldı. 

12- Mürşidinin hiçbir haline kalben dahi olsa karşı koymamalı ve içinde şüphe belirirse iyiye yormalı; iyiye yoramazsa kusuru kendinde aramalıdır. Musa (as) ile Hızır (as) arasında geçen olayı düşünmelidir. Çünkü mürşide karşılık vermek çok çirkindir ve bundan ortaya çıkacak perdelenmenin ilacı yoktur. Ayrıca böyleleri tüm feyiz kapıları kapanır. 

13- Mürşidinin çare bulması için iyi veya kötü tüm olayları ona açıklamalıdır. Çünkü mürşid doktor gibidir; müridin halini öğrendiğinde onun sorununu düzeltmeye ve iyileştirmeye çalışır. Bu nedenle nasıl olsa şeyhim benim sorunumu biliyor diye sorunu ona iletmemek doğru değildir. Çünkü bazen mürşid keşfinde yanılabilir. Velilerin keşfinde yanılması alimlerin içtihatda yanılması gibidir, yanılan da sevap kazanır. Şeriatın kurallarına uymadıkça keşiflere uyulmaz. Gerçek bile olsa bunlarla karar verilmez. 

Bu konuda da buyrulduğu gibi mürşidim nasıl olsa halimi biliyor şeklinde düşünüp onları da zor durumda bırakmamalıyız. Evet, Allah’ın izniyle mürşidimiz bizim halimize muttali olur. Fakat bizler zahirde gidip kendilerine müşkülümüzü arzetmezsek onlar “şeriat zahire hükmeder” hükmü gereğince bizim gidip meseleyi onlara izah etmemizi beklerler. Biz bunu yapmayıp onlar zaten biliyor düşüncesiyle hareket edersek hem bizim müşkülümüz çözülmez hem de belki de daha içinden çıkılmaz hal alabilir. Bunun yanında da bizim halimizi bilen mürşidimiz biz yanına gitmediğimiz için müşkülümüz çözülemediğinden bizim adımıza üzülürler. Buna da hakkımız yoktur. 

14- Müridin şeyhine gönülden bağlılığı eziyetli ve sıkıntılı olduğunda bile bozulmamalıdır. Moral bozacak sözler, dedikodular ümidini kırmamalı; Allah’tan (cc) istediği feyzi ancak mürşidinin aracılığıyla elde edebileceğine inanmalıdır. Bunun için şeyhine olan sevgisi ve bağlılığı kendi nefsinden, çoluk çocuğundan ve malından daha fazla olmalıdır. 

15- Mürşidinin yaptığı ibadet ve hareketlerin hepsini yapmaya kalkışmamalıdır. Çünkü mürşidinin bulunduğu hal ve derecesiyle ilgili bazı yaptıkları müride uygun düşmeyebilir. 

Bu hal bazen bilmeden fıkhi konularda da yanlış yapmamıza sebep olabiliyor. Büyüklerimiz ba-zen rahatsızlıkları dolayısıyla bazı ibadetlerdeki bir takım hareketleri yapamayabiliyorlar. Bu konularda onları taklid etmemiz uygun olmaz. Onlar ilmi derinliklerinden dolayı zaten bize yapmamız gerekenleri izah ediyorlar. Bunun içindir ki bize izin verilen konularda onlara harfiyen mutabaat etmeliyiz. Fakat bunun dışında müslüman toplum arasında yanlış anlaşılacak ve bize izin verilmeyen konularda taklit, mürşidimizi zor durumda bırakabilir, müslüman kardeşlerimizi de sû-i zanna düşürebilir. 

16- Şeyhinin emirlerini yorumsuz, başkasına devretmeden, hemen yerine getirmelidir. Geciktirirse veya yapmazsa feyiz kesilir.

Süluk yolunda gayret eden bir salik için küçük olsun, büyük olsun verilen her vazife önemlidir. Çünkü müridin uzun olan yolunu kısaltan en önemli etkenlerdendir. Büyüklerimiz bize güvenmiş ve bir vazife vermişler. Bunu dünyanın en önemli işiymiş gibi düşünüp ertelemeden hemen yapmalıyız. Yoksa “bu küçücük şeyden ne olur” diye düşünüp yapmazsak veya ertelersek bilelim ki o bir daha elimize geçmeyebilir.

17- Mürşidinin verdiği zikir, teveccüh ve murakabe gibi görevleri emrettiği şekilde yerine getirmelidir. 

18- Mürşidi ile birlikte bulunurken hareketlerine, sözlerine, sorduğu soru ve verdiği cevaplarına dikkat etmeli; ileri- geri konuşmamalıdır. Zira böyle şeyler, şeyhin büyüklüğünü ve saygısını müridin kalbinden giderir. 

Bu manada da büyüklerimizin yüce gönüllülüğünden dolayı, huzurlarında sıkılmamamız için bazen bize rahat olmamızı buyurabilirler. Bizlerle samimi bir şekilde sohbet edebilirler. Bizler asıl bu durumlarda çok dikkatli olmalıyız. Çünkü o samimi ortamda biz nefsimize uyup haddimizi aşabiliriz. Dolayısıyla her hal ve kârda onların Hakk’ın gözetimi altında bulunduklarının bilinciyle hareket etmeliyiz. Bilmeliyizki onlara karşı edepsizliği Hak Teâla Hazretleri yüce Zatı’na yapılmış gibi kabul edebilir ve nihayetinde biz manen zarar görebiliriz.

Devam edecek...

 

Yazar:  Vahdettin Şimşek

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort