JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cumartesi, 01 Aralık 2018 00:06

DUA

Dua

Dua - Veysel Özsalman

Sayı : 126 - Haziran 2018

 

Dua

 

Dua bir itiraftır. Kulun kendi noksanlığının, zayıflığının ve acziyetinin ikrârıdır. Bu çaresizlik ve güçsüzlük karşısında Rabbinin sonsuz ve sınırsız kudretine sığınarak, kulun O’ndan yardım talep etmesidir. Olmazların ancak O’nun istemesiyle olacağının, çıkmazların yine ancak O’nun yardımıyla çözüm bulacağının beyanıdır.

Dua bir şuur halidir. Kulun kainattaki hiçbir şeyin Rabbinin isteği dışında gerçekleşemeyeceğini ve yine kainattaki başka hiçbir şeyin O’nun olmasını diledikleri üzerinde bir tesir meydana getiremeyeceğini idrak etmesidir.

Dua bir vuslattır. Hasret çekenlerin kavuşması, kulun kavline sadık kalmasıdır. Ferdin her gün defalarca “Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz” diyerek verdiği sözün arkasında durmasıdır. Hiç kapanmayan rahmet kapısının davetine icabet etmesidir.

Bir rivayette Peygamber Efendimiz “Dua ibadettir.” dedikten sonra: “Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü Bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min 60) ayetini okuduğu belirtilir. Buradan hareketle ibadetlerinde kulluğun da temelini duanın oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Dua insanı değerli kılan, Rabbine sevimli gösteren fiillerin başında gelir. Zira Cenabı Hak Hazretleri: “(Rasulüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan 77) buyurarak dua ve yalvarışın kendi katında ne kadar kıymetli olduğunu belirtmiştir.

O halde duanın, sadece ezberden söylenen ve manasını söyleyenin dahi idrak etmeye gayret sarf etmediği süslü kelimelerden ibaret olmadığı kesindir. Her türlü taşkınlıktan, yapmacıklıktan ve samimiyetsizlikten uzakta, kulun kalbinin derinliklerinde Rabbine arz etmek için göz yaşlarıyla sulayıp büyüttüğü bir demet çiçektir dua.

Bir yolculuk, bir selam, bir bakış, bir iç geçiriş, bazen bir vedadır dua. Kısacası bir yaşama şekli hatta yaşamın ta kendisidir. Kalbi katılaşmamış, içerisindeki sevgi ve umudu tüketmemiş olanların her fikir ve hareketine sinmiş, onların ayrılmaz bir parçası olmuştur. Dua saf kalplerin ulaşabildiği ve tükenme korkusu olmayan sonsuz hazinenin hesapsız bir şekilde dağıtılmasıdır.

Duanın ehemmiyetine binaen “Dünya dua üzerine kurulmuştur.” demiş eski(meyen)ler. Bu nedenle onları hep bir dua halinde yahut dua arayışı içerisinde buluruz. Kâmil insanların, salihlerin, ana babanın, gariplerin, yolcuların, ağzı dualı ihtiyarların… kısacası herkesin duasına taliptir onlar. Hem bu dünya hem de ahiret için dua edip işlerini: “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver…” diyerek Allah’a havale ederlerdi onlar. 

Modern zamanlarla birlikte bu hassasiyet yitirilmiş, mukaddesatla bağlarını koparma derecesine getiren insan ne yazık ki duanın da ehemmiyetini idrak edememiş ve onu da hayatın dışına itmiştir. 

Duanın usul erkanını bilmek bir yana insanların çoğunun artık duaya ihtiyaç hissetmediklerini görmekteyiz.Geriye kalan küçük bir azınlık da dua maskesi altında, farkında olmayarak, televizyon, internet yahut çeşitli vesileler ile gözyaşı tacirlerinin keselerini doldurma oyunlarına alet olabilmektedirler.

Maalesef modern insanın duaya ihtiyaç duymadığını görüyoruz, çünkü o kendisini farklı şekillerde güvence altına almaya, işlerini farklı şekillerde halletmeye alışmıştır. Bir araba aldığında mesela ilk işi kasko yaptırmak ve kazaların maddi yıkımından korunmaya çalışmak oluyor. Mevla bir ev nasip ettiğinde ilk önce sigortacılarda fiyat araştırması yapılıyor. En basitinden tabak çanak alacak olsa bile evvela garantisinin kaç yıl olduğu sorgulanıyor artık.

Meselenin fıkhî boyutu bir yana, insanların dua anahtarı ile açılan rahmet kapısını çalmaya yeltenmeyerek yalnızlaşmaları, kendilerini sadece maddi imkanların koruması altında rahat hissederek dünyevileşmeleri sonucu ferdin ve cemiyetin ruhi dengesi de bozulmaktadır. Bahsettiğimiz hadise günümüz insanının tüketici haklarını korumaya yönelik girişimlerinin ya-dırganıp eleştirilmesinden ziyade bunu yaparken kendisini Rabbine yakınlaştıracak yolları terk edecek bir konuma sokmasıyla alakalıdır.

Modern insan mukaddesata dair ne varsa hayatından çıkarırken, bu davranışını maskelemek adına bazı adlandırmalara başvurur. Bunlardan bir tanesi ve belki de en çok kullanılanı “aracıları devreden çıkarmak” yahut diğer bir söylemle “Mevla ile araya kimseyi koymamak”tır. Bu manada kendisini Hakk’a yakınlaştıracak vesileleri bir bir terk eden günümüz insanı geldiği son noktada kendisi de “aradan çıkarak” Mevla ile arasındaki bütün bağları koparmış olur. İşte duanın terk edilmesi Rabbi ile arasındaki irtibatın kesilmesine yol açmakta ve kul açısından bakıldığında tam bir felaketle sonuçlanmaktadır.

Yaşamak zorunda bırakıldığımız yahut kendimizi öyle hissettiğimiz hayat bizden ibadeti, şükrü, zikri, fikri olduğu gibi duayı da koparıp almaya azmediyor. Amiyane tabirle biz “eşeği sağlam kazığa” bağlamaya çalıştıkça sanki farkında olmadan ipin ucunu iyice ellerimizden kaçırıyor gibiyiz. Çünkü bir yandan kendimizi garantiye aldığımızı zannederken diğer taraftan telafisi mümkün olmayan bir hataya sürükleniyor olabiliriz.

Hem kendimiz hem yakınlarımız hem de ümmet adına maddi ve manevi bolluk ve berekete ulaşabilmek için gönülden edilecek dualardan başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Mukaddesatın yaşantımızdan iyice çıktığı ve fırtınalı bir dünyevi hayatın esiri olduğumuz şu devirde dua bizim sığınılacak tek güvenli limanımızdır. Hem kendimiz hem de elimizin ulaşmadıkları için sonsuz rahmet kapısından afiyet ve mağfiret dilenebileceğiz yegâne vasıtadır.

İnsan canını, malını ve hepsinden daha önemlisi ahiret hayatını ancak bunların gerçek Sahibi’nin istemesiyle güvence altına alabilir. O’nunla (cc) irtibat kurmak ise ancak gönülden ve samimi dualarla mümkündür. Dünya ve ahiret hayatı ancak her şeyin sahibi ve yaratıcısı Cenabı Mevla’ya el açıp, sadece O’ndan istemekle mutlak manada garanti altına alınabilir.

Cenabı Mevla bize kendisinden başkasına el açtırmasın, hayırlı dualarımızı merhametiyle kabul buyursun, salih kullarının duasını üzerimizden eksik etmesin. Âmin!...

 

Yazar: Veysel Özsalman

 

Cumartesi, 01 Aralık 2018 00:05

AİLE MUTLULUĞUNUN ESASLARI

Aile Mutluluğunun Esasları

Aile Mutluluğunun Esasları  - Yusuf-i Kenan

Sayı : 126 - Haziran 2018

 

Aile Mutluluğunun Esasları

 

Yüce dinimiz İslamiyet’in amacı insanların ve bunlardan meydana gelen cemiyetin mutluluğunu, saadet ve selametini, huzur ve güven içerisinde yaşamalarını sağlamaktır. Bunun için gerekli prensipleri, kâide ve kuralları getirmiş, insanlara mutluluk yollarını göstermiştir. Kur’ân ve sünnette gösterilen bu prensiplere uyanlar hem dünyada, hem de ahirette mutlu ve mesut olurlar.

Cemiyetin en küçük yapı taşı ailedir. Mutlu ve huzurlu ailelerden oluşan cemiyet de mutlu ve huzurlu olur. Hal böyleyken İslam’ın önemsediği en önemli kurumlardan bir tanesi de aile kurumudur. Bu kurumun sağlıklı yürümesi mutlu toplumların oluşması açısından çok önemli ve muhakkaktır. Diğer bir ifadeyle işin özü şudur; aileler mutlu ve huzurlu olmazsa, cemiyet de mutlu ve huzurlu olamaz. Onun için her şeyin temeli ailedir. Ailenin mutluluğunu bozacak, hayatlarını zehir edecek, yuvalarını zindana çevirecek, adeta yaşanılmaz, hale getirecek birçok şey olduğu gibi, mutluluğunu sağlayacak, aile yuvasını cennete çevirecek güzel şeyler de vardır. Yeter ki eşler bunun bilincinde olsun, aile mutluluğunu bozacak kötü tutum ve davranışlardan sakınsın, kendilerini mutlu edecek güzel tutum ve davranışlara yönelsinler.

Aile huzuru için cinsiyet ayrımı gözetmeden hem hanıma hem de beye ciddi sorumluluklar düşmektedir. İslam’da insan olmaları bakımından, erkekle kadın arasında herhangi bir fark yoktur. Yani, temel hak ve sorumluluklar açısından kadının konumu erkekten farklı değildir. Ayrıca, kadın, yaratılış itibariyle erkeğe göre ikinci derecede bir değere sahip olan varlık değildir. Kur’ân-ı Kerim’de, farklı fizyolojik ve psikolojik yapıya sahip olan kadın ve erkekten biri diğerinden daha üstün veya ikisi birbirine eşit tutulmak yerine, birbirinin tamamlayıcısı kabul edilmiştir: “Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz.” (Bakara 2/187)

Cinsiyet farkını ezici bir güç gibi görme anlayışı kesinlikle İslam ile bağdaştırılamaz. İslam anlayışında erkek-kadın farkı, rekabet edilecek bir yan değildir. Bu fark, yok edilmesi gereken bir özellik değil; aksine kabullenilip devam ettirilmesi gereken bir güzelliktir. Erkek-kadın farkı, hayatın rengi ve bereketidir. Aynı olmamaları güzeldir, birbirini tamamlar. Erkek, güç ve koruma yanıyla; kadın, nezaket ve letafet yanıyla birbirini tamamlar.

Her şeyden önce evliliğe hazırlık çok önemlidir. Evlilik için iyi bir niyet gerekir. Niyet, yapılan işin rengidir. Bir işe hangi niyet ile başlarsak, o kapılar bize açılır. Evlilikte de bu böyledir. Evlilik, haramdan uzaklaşmak ve dinimizin yarısını tamamlamak için bizlere verilen bir öğüttür. Peygamber Efendimiz (sav) evliliğin bu yönünü şöyle ifade buyurur: “Gençler, evlenin! Çünkü evlenmek, sizi harama göz dikmekten alıkoyar. Durumu evlenmeye müsait olmayan, oruç tutsun. Çünkü oruç, onlar için kalkandır. Onları frenler ve zinadan korur.” (Buhari, Nikah, 3)

Evlilik insana paylaşmayı öğretir. İnsan paylaştıkça, başka dünyalara dokundukça zenginleşir. Sadece kendisine ayırdığı kalbini paylaşmaya başlar insan önce. Sonra duygularını, düşüncelerini, hayallerini paylaşır. Ardından aynı mekanı, içindeki her şeyle beraber bir evi ve koskoca bir hayatı paylaşırlar. Evler, evliliğin ilmek ilmek dokunduğu; paylaşmanın zirve yaptığı mekanlardır. 

Evlilik ile “ben” olan insanın, “biz” olma macerası başlar. İnsan, toplumla kaynaşır; fert olmaktan çıkarak cemiyette rol üstlenmeye başlar. Hazreti Hatice’nin (r.anha) Peygamber Efendimiz’in en zor zamanlarında sıkıntısını paylaşması, O’nun yüklerini hafifletmesi, sabır, destek, teşvik ve tesellileri ne kadar anlamlıdır. Bu manada eşler, birbirlerinin koltuk değneği gibidir. Kim yorulursa, diğerine yaslanarak dinlenir. Kim yere düşmüşse, o diğerini tutup kaldırır. Bu çetin ve badirelerle dolu hayat yolculuğunda, ikisi de birbirinin eksiğini kapatan, yırtığını yamayan, enerjisini dolduran, başı sıkıştığında derdine ortak olan hayat yoldaşıdır. 

Unutulmamalıdır ki, her evli-lik, biricik ve özeldir. Başkasıyla kıyaslanmaya başlanan evlilikler, eşleri birbirinden uzaklaştırmakta ve aileyi yıkıma doğru sürüklemektedir. Bu yüzden telefon, televizyon, internet, bilgisayar müptelasından kurtulup eşimizin yüzüne bakalım, evlilik ve yuvamıza emek verelim. Zamanında bakımı yapılmayan tarlalarda ayrık otlarının bitmesi normaldir.

Her şeyde olduğu gibi aile içerisinde iyi geçinebilmenin temelinde güzel ahlak sahibi olmak vardır. Güzel geçinmenin başlangıcı gönüldür. Gönlün gıdası ise sevgidir. Sevginin bitmez tükenmez yegane hakiki kaynağı ise Rabbimiz Allah (cc) ile olabilmektir. Sevdiğimizi kusurları ile kabul etmek mutluluk için ilk adımdır. Sevgi önemli bir değerdir. İnsan sevgi sayesinde yaşamının farkına varır. Sevgi sayesinde yaşamına renk ve çeşitlilik katar. İçindeki kötülükleri yok ederek, hayata başka bir gözle bakar. İnsan olduğunun farkına varır. Sevgi gibi muhteşem bir değere sahip olan insanlar, değerli işler yapmak için gayret göstermekte ve değerli işler yapabilme cesaretine sahip olabilmektedirler. Sevgi temeli üzerine inşa edilmiş bir aile hayatta her şeye muvaffak olur.

Aile sevginin yaşandığı, öğrenildiği ilk yerdir. İnsan hayatında çok yüce ve çok anlamlı bir yeri ve değeri olan sevgi, saygı ve hoşgörü gibi duygular insanda doğuştan mevcut değildir. İnsanoğlu bu duyguları dünyaya gözlerini açtıktan sonra yaşayarak ve görerek öğrenir. Öğrendiği bu güzel duyguları diğer canlılara gösterir. Yavrusunu kucağına alarak bağrına basan bir anne, sevmenin ve sevilmenin ilk derslerini vermektedir. Böyle bir ortamda yetişen çocuk, yemekten, içmekten, oyundan aldığı zevk aldığı gibi sevildiğini bilmekten de zevk alacak, neşe dolu olacak, stresten ve hırçınlıktan uzak olacaktır.

Ailenin çocuklara göstereceği sevginin dozunun iyi ayarlanması lazımdır. Örneğin: Bir bitkinin büyüyüp gelişmesi için havaya, suya, güneşe, gübreye vs. ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçlar belli ölçüler içerisinde, yeterli miktarda verilirse; o bitki sağlıklı büyüyebilir. İhtiyaçtan fazla su verilmesi bitkinin çürümesine; çok az verilmesi ise kurumasına sebep olabilir. Sevginin ve koruyup-kollamanın ölçüsünde de anormallik ve dengesizlik olursa aile bireylerinin özellikle de çocuğun gelişiminde olumsuz etki oluşturur.

Aile hayatında mutluluk, eşler arasındaki manevî bağlar ve karşılıklı fedakarlıklarla sağlanır, devam ettirilir. Samimi ve içten duygularla kurulan bu yuvanın yaşaması, huzurlu bir şekilde devam etmesi ancak eşlerin kendilerine düşen sorumlulukları yerine getirmesiyle mümkündür. Bunun yanında eşlerin birbirini sevmesi, saygı duyması, anlayışlı davranması, birbirlerinin hakkını gözetmesi, namus, onur ve şereflerini koruması, karşılıklı görevlerini yerine getirmesi gerekmektedir. Bunlara uyulduğu takdirde aile yuvası cennet köşelerinden bir köşe iken, uyulmadığı takdirde cehennem çukurlarından bir çukur haline dönmesi muhakkaktır. Aile içerisinde eşlerin ve çocukların birbirlerinden beklentileri, karşıdakinin güç ve imkanlarını aşmamalıdır.

Aile ortamı bir eğitim ortamıdır. Bireyler birbirlerinden münazara ederek, işiterek ya da etkileşim yoluyla öğrendiklerini özümseyerek kişiliklerini şekillendirirler. Bu sebeple ailenin bir araya gelerek gündelik yaşadıkları üzerine konuşması, değerlendirme yapması hem karşılıklı doğal samimiyetin gerçekleşmesi hem de eğitim bakımından çok önemlidir. Aile kurumunda eğitici sohbet saatlerinin olması bireyleri birbirine bağlar. Ciddi meşguliyetler, kişileri ciddi seviyelere yükseltir. Bu saatlerin sosyal statü ve ihtiyaç durumuna göre belirlenmesi esas olmakla birlikte; ailede ihmal edilmemesi gereken en önemli sohbet saatleri dinimizin esaslarını öğrenmeye ve ahlak-ı Muhammediye’yi anlamaya dair olanıdır. 

Özellikle çocukların yaş durumları göz önünde bulundurularak, Kur’ân okuma, namaz kılma ve toplumsal sorumluluk bilinci kazandırma alıştır-maları, altı çizilmesi gereken önemli uğraşlardır. Hatta duruma göre; günlük/haftalık okuma saatleri aile bireylerini kaynaştırma adına yapılması gereken en önemli eğitim dilimleridir.

Ailedeki her birey, “farklı” güç ve kabiliyetlerle donatılmıştır. Bu yüzden bu kurumun, bir tahakküm ve iktidar yarışı için bir müsabaka meydanı olmadığı bilinmelidir. Yani aile ortamı; herkesin, fıtratı doğrultusunda katkı sağladığı ve beraber yönettiği bir yerdir. Müşterek yönetim ve katkı esastır. Elbette “işbölümü” çerçevesinde kimi bireyler, iç işlerde; kimi bireyler de dış işlerde görev alacaktır fakat verilen kararlar Müslüman olmanın gerektiği gibi Kur’ân ve sünnet-i Muhammediye merkezli olmalıdır. Aksi takdirde insanların nefsi duyguları arasında çatışma çıkması elzemdir. Çünkü insan yapısı gereği kendi düşüncelerini hep önceler ve öncelenmesini ister.

Acısıyla, tatlısıyla bir ömür beraber hayat sürecek olan eşlerin, karşılıklı sevgi, saygı ve anlayışa herkesten daha çok ihtiyaçları olduğu muhakkaktır. Bütün bunlara rağmen geçmişte olduğu gibi günümüzde de ailevî huzursuzluklar toplumun önemli bir problemini oluşturmaktadır. Sevgi, anlayış ve hoşgörü eksikliğinden geçimsizlik, geçimsizlikten ise kaba muamele ve şiddet doğmaktadır. Huzursuzluk, geçimsizlik ve şiddet, boşanmalara yol açmakta; parçalanmış ailelerin fertleri ise toplumda problemli bireyler haline gelebilmektedir. Çocuklar anne-baba arasındaki ilişkiyi kendi hayatlarına yansıtmaktadırlar.

Aile bireyleri birbirlerinden destek görmelidirler. Kadın ya da erkek; her başarılı ferdin arkasında genellikle karşı cinsten bir aktörün olduğu rahatlıkla söylenebilir. Aile ortamındaki ilgi ve destek, hanımefendi ile beyefendinin karşılıklı olarak esirgememeleri gereken unsurların başında gelir. İlgi ve destek gören her ferde cesaret ve güven gelir. Kendisine güvenen ve ölçülü cesarete sahip olan erkek ya da kadın başarıya önemli bir adım atmış demektir. 

Hayatlarını müşterek sürdüren aile fertlerinin birbirlerine kıymet vermeleri ve her günlerini sanki beraber yaşayacakları son gün olarak algılamaları onları birbi-rine bağladığı gibi mutluluklarını da arttırır. 

Sonuç olarak; acısıyla, tatlısıyla bir ömür beraber hayat sürecek olan eşlerin, karşılıklı sevgi, saygı ve anlayışa herkesten daha çok ihtiyaçları olduğu muhakkaktır. Bütün bunlara rağmen geçmişte olduğu gibi günümüzde de ailevi huzursuzluklar toplumun önemli bir problemini oluşturmaktadır. Sevgi, anlayış ve hoşgörü eksikliğinden geçimsizlik, geçimsizlikten ise kaba muamele ve şiddet doğmaktadır. Huzursuzluk, geçimsizlik ve şiddet boşanmalara yol açmakta. Parçalanmış ailelerin fertleri ise toplumda problemli bireyler haline gelebilmektedir. Çocuklar anne baba arasındaki ilişkiyi kendi hayatlarına yansıtmaktadırlar.

 

Yazar: Yusuf-i Kenan

 

Yaşamın İbadetleşmesi

Yaşamın İbadetleşmesi Zikir, Zikrin İnsanlaşması Rabıtadır  - Dilhûn ÂŞIK

Sayı : 126 - Haziran 2018

 

Yaşamın İbadetleşmesi Zikir, Zikrin İnşanlaşması Rabıtadır

 

-Zikir eşyanın tümüne saridir. Yaşamın devamı zikir ile mümkündür. Yer ve göklerin içindekiler Allah’ı hamd ile tesbih etmeleri sayesinde yaşam-larının devamını sağlar.

-Zikri yaptıran güç ise hazret-i insanın eşyaya sirayetidir. Çünkü alemlerin ruhu hazret-i insandır. 

-Zikrin eda edilmesinin vesilesine yapılan yolculuğa da rabıta denir. Cenabı Hak hazret-i insanla aleme, alemde olmayanları lütfetmiştir.

-Rabıta insan merkezli bir gerçektir. Zikrin insan ile yapılan kısmını oluşturur.

-Rabıta Cenabı Hakk’ın insana lütfettiği sırrın zuhuru ile alakalıdır. Hazret-i insanın Cenabı Hakk’ın halifesi, dostu olmasının onu nasıl bir varlığa dönüştürdüğünün anlaşılabilmesi rabıta usulü ile mümkündür.

-Zikir, insan emeğinin Hak katındaki değerini gösterirken, rabıta ise Hakk’ın kuluna zahirde nerelere kadar tenezzül edebildiğini gösteren lütf-u azimdir.

-Rabıta irade ve tasarrufun insanı nasıl şekillendirdiğinin göstergesi iken zikir, insanın bu muazzam tasarıma nasıl katıldığının öyküsüdür.

-Zikir, razı olunmak için yapılagelen sesleniş, rabıta ise razı olunmuşa vatan olabilmek için yapılagelen özçağrıdır. 

-Rabıta, sevgili ile özde, yüzde iç içe geçmek, karşılaşmak iken zikir bu karşılaşmadan sonraki hal ile yapılan her şeydir.

-Rabıta hazret-i insanın senin için hazırladığı projesinin usulü, zikir senin ona karşılığındır.

-Tesbihat belirli, programlı zikirdir.Yaşamın fıtri zikridir. Yer gök ve içindekiler Hakkı hamd ile tesbih ederler. Rabıta bu tesbihatın hamd kısmıyla alakalıdır.

-Zikir yaşama mana veren her şeydir. Yaşamın manası hazret-i insandır. Manaya yolculuk ise rabıtadır.

-Zikir rabıtadaki hakikate kendine dönük yardım etmek için eda edilir.

-Zikrin neticesi Cenabı Hak tarafından zikredilmektir. Rabıta ise Cenabı Hakk’ın zikrettiği insanla buluşma hadisesidir.

-Rabıta ruhun, aklın kaynaklarına seyir iken, zikir kalbe yolculuktur.

-Rabıta insanın kendinde onun vatanında olduğunu müşahede etmen iken, zikir kendi vatanında onu anmandır.

-Zikir tefekküre varırken, rabıta fikrin sahibine varmandır.

-Rabıta temizlerken, zikir parlatır, cilalar.

-Rabıta akışken, zikir tutuştur.

-Zikir dinin gerçeği, gereği iken rabıta insanın gerçeği ve gereğidir. Şeriatı bilmek nefsi bilmek değildir. Dini bilmek zikir, insanı bilmek ise rabıtadır.

-Zikrin neticesi kalb mutmain olurken, rabıtanın husulüyle kalb sekinete erer.

-İlişki rabıta ile kurulur, dile getirme, konuşma, anma zikir ile yapılır. Hazreti Yakub’un Hazreti Yusuf’la kalbi bağı rabıta, “Yusufum ah Yusufum...” gibi dile gelen ifadeleri zikirdir.

-Rabıta mürşidi kamilin hamliyle (taşıdığı gerçek ile) alakalı iken zikir insanın kendisi ile alakalıdır. Mürşid yoksa rabıta yoktur fakat zikir vardır.

-Zikir huzurda ifa edilirse zikir olur.Huzursuz zikir isim saymaktan ibarettir.İsmin bereketi tabi ki olur. Fakat mezkurla ilişki rabıtayla, mezkurun huzurda anılması zikirledir.

-Mürşidin kendisi Hak tarafından zikredilen bir varlıktır. Bu zikir bir ilandır.Bu ilan ismini ve şanını yüceltme biçiminde bir de gönlüne özel tenezzül biçiminde gerçekleşir. Gönle tenezzül rabıta ile yüceltmeye katılma da zikir ile olur.

-Rabıta esir olmuş özüne, özgür özün akışıdır.

-Zikir nefsini ve Rabbini unutmamak, rabıta Rabbin insanıyla beraber olmaktır.

-Hakkın zikrettiği varlıkla Hakk’ı zikretmeye rabıta denir.

-Kendi sözlerinle zikretmeye anma, onların belirlediği zikirlerle onları zikretmeye tesbihat, tesbihatın fiilleşmesine de selat denir.

-Rabıta sevgiden doğan mutabaattir. Mutabaat adım adım hazret-i insanı izlemek demektir. Rabıta insan merkezli yaşam tarzıdır. Hazret-i insanı adım adım takip etmektir.

-Rabıta kalb, zikir pompalanan kandır. Kalb insan, zikir vahiydir.

-Zikrin ekberi namaz, rabıtanın ekberi de mürşidi kamildir. Namaz bizim dünyamızdaki onların gözlerinin nurudur.Rabıta ise onların kendi alemlerine çağrının adıdır.

-Rabıtasızlık insana insandan akan bütün güzelliklerin kesilmesidir.Rabıtasızlık ruhu ölüme terk etmek demektir. Rabıtasızlık en azından güçten, kuvvetten düşmek demektir.

-Zikir korur, rabıta besler. Vücut ülkemizde nefsimizin kendi yerine çekilmesi rabıta ile mümkündür. Kalbin derinlikleri ancak Allah’ın izin verdiği mürşidin tasarruf edebileceği alanlardır.

-Ruhun ibadeti olmaz. Rabıta bir ibadet değildir. İbadet insanın hevasını İslam’a tabi kılması ile gerçekleşir. Ruh Rabbinin nefesidir zaten. Vücut ülkesinde esirdir. Rabıta ruhun özgürlüğü ile alakalıdır.

-Tasavvuf, İslam’la özleşenlerin kur-duğu Allah ile yaşama sanatının adıdır.Rabıta o güzel yol arkadaşlarının özeline davet, zikir ise o güzel yol arkadaşlarının iç ve dış gündeme getiriliş şekilleridir.

-Kalb-i selim, Allah dostunun saygı ve sevgisiyle pişmiş kalbdir. Kalb içindekileri söze ve fiile taşıdı mı cehri zikir, içindekileri sevgilisiyle duygu, düşünce ve inançla paylaştı mı hafi zikir oluşur.

-Allah dostu yoksa Allah’ın zikri hayal, zan ve vehimden ibarettir. Allah’ın dostu yoksa rabıta da yoktur.

-Hazret-i insanın sözlerinden zikirle, kudsi ruhaniyetinden rabıta ile beslenilir.Müridin zikri, hazreti insanın sohbeti, rabıtası ise hazreti insanın hamlidir.

-İnsanın insanla temizlenme imkanı ancak rabıta usulünde vardır. Zikir ise insanın kendi eylemiyle temizlenme çabasıdır.

-İnsanın kalbini ancak, kalbi Rabbi tarafından teslim alınmış ,edeplendirilmiş bir insan kalbi temizleyebilir.

-Kitab-ı kadim zikir merkezli iken risalet rabıta merkezlidir.

-Rabıtadaki akış bir enerjidir.Ruhaniyet müridin mürşiddeki nasibidir.

-Zekat maldaki hakların dağıtıl-masıdır. Rabıta ise insanın insandaki haklarının paylaşılmasıdır.

-Zikir yayılım, rabıta iniştir. İnzal olan zikirdir. İnzalin kendisi rabıtadır.Allah ile Rasulleri (sav) arasındaki rabıtayı unutanlar Allah ve Rasulü’nü zikretmeyi başaramazlar.

-Rasullerin kalpleriyle rabıtalı olamayanlar zikrin nüzul ettiği yer ile rabıtaları olmayanlar, zikri (Kur’ân) ne kadar çok okurlarsa o kadar uzaklaşırlar.

-Bağ rabıtayla kurulur. İlerleyiş rabıtayla kurulan bağın zikir ile desteklenmesi ile oluşur.

-Rabıta görme, zikir işitme ile alakalıdır. Rabıta görme, beslenme hadisesi iken zikir görüneni anma, anlama çabasıdır.

-Allah’ın ahlakını halifesinde müşahede rabıta, dinlemek zikir-dir.

- Nefsin mürşidin karşısında şaşkın kalarak erimesi ancak ruhaniyetin, tasarrufun etkisiyle mümkündür. Nefsi mürşidin tasarrufundan başka hiçbir güç yerinden oynatamaz, değiştire-mez.

-Mürşid sebeblerden bir sebeb değildir. Sebebler zikirle alakalıdır. Mürşid yedullahtır.Allah’ın kendi işinde kullandığı vesile-i azamdır.

-Rabıta kalbin kıblesini bulmasıdır. Zikir kıbledeki tecelli-nin kuldaki terennümüdür.

-Kâbe ümmetin yönelme kıblesiyken, Rasuller (sav) gönüllerin kıblesidir. Kâbe’nin putlardan arındırılması Rasul (sav) sayesinde olmuştur. Kâbe’nin on üç küsur sene kıble olmaması Kâbe’ye bir eksiklik getirmez fakat asıl kaynağın Allah ile rabıtalı bir kalb olduğu gerçeğini de böylece teyid etmiş oluruz.

-Benzemen gerekeni araman zikir, bulduktan sonra beraber yürümen ise rabıtadır.

-Hülasa; mürşid-i kamil Allah’ın zikrini yücelttiği kulu, bizim ise rabıtamızdır.

 

Yazar: Dilhûn Âşık

 

Cumartesi, 01 Aralık 2018 00:03

İHVAN

İhvan

İhvan - Yusuf Kenan Kartal

Sayı : 126 - Haziran 2018

 

İhvan

 

“Müslümanlar kardeştir.” 

Cenabı Hakk’ın buyruğu emri ve tavsiyesi: Kardeşsiniz, kardeş olun, kardeşliğinizi fark edin. Yine Rabbimiz: “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın parçalanıp bölünmeyin.” buyuruyor. Kiminle sarılın? İçinizdekilerle, hep birlikte kardeş olarak, bir ve beraber olarak. Bizim alacağımız şeyler birbirimizdendir. Rasulü tanıyışımız, Allah’a itaatimiz, İslam’a bağlılığımız birbirimizden görüp duyduğumuz, öğrendiğimiz şeylerdendir.

Allah’ın Rasulü ve ashabı arasındaki ilişki ve iletişim bu tanıyışı, itaati ve bağlılığı yaşamak ve yaşatmak içindi. Ashabın, Efendimiz (sav) ile olan ikili ilişkisi onları gökteki yıldızlar yaptı.

Ebu Bekir efendimiz Peygamberimiz’e gidip “Ya Rasulallah, Sizi o kadar düşünüyorum ki bu sevginin Allah’a şirk olarak görülmesinden korkuyorum!” diyor. Bir süre sonra yine Efendimiz’e (sav) gelerek: “Cenabı Hakk’ı o kadar düşünüyorum ve seviyorum ki, siz aklıma gelmiyorsunuz ve size olan bağlılığımdan şüphe ediyorum!” buyuruyor ve amaç hasıl oluyor. Efedimiz (sav) ile olan ikili ilişkisi, dostluğu onu Allah’a götürüyor. İşte tasavvuf bu ilişki ile doğuyor ve başlıyor.

Tasavvuftaki mertebeler fenafi’l-ihvan, fenafi’ş-şeyh, fenafi’r-rasul ve fenafillah makamları bize visalin yolunu gösteriyor. İki ihvanın birbiri ile olan ilişkisi, onu mürşidine; mürşidi ile olan ilişkisi de onu Rasulullah’a ve Allah’a ulaştırıyor.

Tasavvufi cemaatlerde sünnete olan bağlılık, şüphelilerden kaçış ve Cenabı Hakk’ı üzerim, incitirim düşüncesi onları korumuyor mu? Bu hali onlara gösteren ne? Bu soruların en doğru ve ciddi cevabı Hâcegân için elbette sevgidir.

Bu sevgiyi anlamamış, bu kardeşliğe ihtiyaç duymayan birine tasavvufu nasıl anlatabiliriz? Cenabı Hakk’ın sevgisini bize yerleştiren, emir ve yasaklarını bize öğreten, kendi hayatıyla bütünleştiren bir mürşidden; bu sevgiden mahrum birine nasıl bahsedebiliriz? Mürşidin sohbetini, muhabbetini yapabildiğimiz, dertleştiğimiz, yardımlaştığımız ihvanı; ihvanlıktan uzak, ihvanlığın şuuruna varamamış birine nasıl anlatabiliriz? Ne kadar da zor, ne kadar da acı bir durum…

“Sohbet meclisleri cennet bahçelerinden bir bahçedir. Kim orada bulunursa günahları affolur.” diye buyuran Efendimiz’in bu güzel müjdesini nasıl muhafaza edeceğiz? Bu sorunun da tek bir cevabı var o da “ihvan”. İhvanla olan ilişkide, birliktelikte bunu muhafaza edeceğiz.

Efendimiz’e dost olan Hz. Ebu Bekir’de, ashabı birbiri ile kardeş yapan Efendimiz’de bu kavramı anlayacağız. Bunları anlamak için gerekli olan en temel şeyle; sevgiyle başlayacağız. Birbirimizi Allah için seveceğiz. Allah’ın sevdiklerini seveceğiz ve Allah’ın düşmanlarına buğz edeceğiz. Gerçek sevgi de budur zaten…

Bizler ihvanlığın ne demek olduğunu, birbirleriyle dostluk yaşayan, bibirlerinin tüm işlerini gören, birbirleriyle kurdukları ilişkide sadece Allah’ın rızasını gözeten, ihvanıyla ikili ilişkisinde gördüğümüz kardeşlerimizden anladık.

Kalabalıklar için yalnız kalınca daha çok anladık.

Soğuk günlerde sıcaklığı hisset-tiğimiz şeyin ihvanda olduğunu, sıcak-larda üşüdüğümüzde anladık.

Güzelliği gördüğümüz güzellerin güzelliğini anlatamayınca anlıyoruz ihvanlığı.

Gecelerin uzun ve sessiz olduğunu, dertleşecek birini bulamadığımızda anladık. Çünkü biz Hâcegân ihvanları; “Anlatmayız derdimizi dertsiz insana!”

Allah’ı ve Rasulü’nü sevmenin bizim dinimiz, imanımız olduğunu anla-tamadığımızda anladık ihvanı.

Yokluğuyla bile bizlere çok değerli şeyler öğreten ihvanın varlığıyla yapabileceklerini sayfalara sığdıramayız. Zaten onlar satırlara değil sadırlara yazarlar yazacaklarını.

Cenabı Hak bizi ihvanla kaynaşıp birleştiren, ihvanın sevgisiyle mürşide götüren, mürşidin huzurunda huzur bulan ve bulduklarıyla Cenabı Hakk’a vasıl olan kullarından eylesin. Amin, amin, amin...

 

Yazar: Yusuf Kenan Kartal

 

İmamı Rabbani Hazretlerinden Mektubumuz Var

İmamı Rabbani Hazretleri'nden Mektubumuz Var! - Şeb-i Vuslat

Sayı : 126 - Haziran 2018

 

İmamı Rabbani Hazretleri'nden Mektubumuz Var!

 

Allah (cc), Şeriat-ı Mustafaviye caddesinde bizlere istikamet nasip eylesin... O şeriatın sahibine salât, selâm ve tahiyyet… Sonsuz, ebediyete kadar…

Mektubun mevzusu şu şekilde:
Dünyanın ve dünya adamlarının zemmi,
Faydasız ilimlerin tahsilini bırakmak,
Fuzulî mübahlardan kaçınmak,
Hayırlı işlere ve yararlı ameller işlemeye teşvik.

Anlatılanlara uygun bazı hususlar:

Ey oğul,
Bu dünya, imtihan ve iptilâ mahallidir. Onun yüzü yaldızla ve çeşitli süslerle tezyin edilmiştir. Sureti nakışlıdır; çirkin bir kadın gibi… Kaş çekilmiş, yanaklar boyanmıştır. İlk nazarda tatlı gelir; göze tazelik ve canlılık hayali verir. Lâkin hakikatte o, üzerine koku atılmış cifeye benzer. Sineklerin ve kurtların içine dolduğu bir mezbele gibidir. Su gibi görünür; o bir seraptır. Şeker suretinde, zehirdir. Onun içi, harap ve pek kötüdür. O, bu boyası, süsü, hayâsızlığı ile söylenenlerin ve anlatılanların tümünden şerlidir. Onun aşığı sefih ve büyülüdür. Fitneye düşmüş, çıldırmış ve aldatılmıştır. Her kim onun zahirine aldanırsa ebedî kayıp zehri ile zehirlenmiş olur. Her kim onun tazeliğine ve tadına bakarsa onun nasibi sonsuzluğa kadar pişmanlık olur.

Seyyid’ül-Kâinat Rasulullah Efendimiz (sav) şöyle buyurdu: “Dünya ve ahiret iki kuma gibidir; birini razı etsen, diğeri darılır.” Anlatılan üstün manaya göre her kim, dünyayı razı etmeye çalışırsa, ahireti kendisine darıltmış olur. Şüphesiz, ahiretten yana da hiçbir nasibi olmaz. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah (cc), bizi ve sizi dünyaya ve dünya ehline muhabbetten korusun.

Ey oğul,
Dünya nedir bilir misin?
Kadın, çocuk, mal, makam, riyaset, oyun, oyuncak, lüzumsuz işlerle uğraşmak, bütün bu sayılanlardan hangisi seni Sübhan Hak’tan alıp başka şeylerle oyalayıp perdeliyorsa, o dünyaya dahildir. Ahiret işleri ile ilgisi olmayan ilimler dahi aynı şekilde dünyaya dâhildir. Faydalı olsa dahi; mantık, hendese, hesap ve benzeri ilimler eğer bir şeye yarasaydı; felsefeciler ehl-i necat olurlardı.

Rasulullah Efendimiz (sav) şöyle buyurdu:
“Yüce Hakk’ın kulundan irazına alâmet odur ki; kendisine lâzım olmayan şeylerle onu meşgul eder.” Bu manada bir şiir şöyledir:

Varsa bir kimsenin kalbinde hardal kadar;
Hak arzusunun gayrı, bil, hastalığı var.

Nücum ilmi için:
Namaz vakitlerini bilmeye lâzımdır..
Dedikleri, o demek değildir ki namaz vakitlerini bilmek, ilm-i nücum marifeti olmadan mümkün değildir. Bunun asıl manası şudur; Nücum ilmi, vakitleri bilmek yollarından biridir. İnsanlardan pek çoğu vardır ki, nücum ilminden yana hiçbir şey bilmedikleri halde, pekâlâ namaz vakitlerini bilirler. Hatta, nücum ilmine vâkıf olanlardan daha fazlasını bilirler.

Anlatılan manaya yakın olarak, umumi manada mantık, hesap ilmi vb. tahsilinin, şeriat ilimlerinden bazısına dahli olduğunu belirtmişlerdir.

Hulâsa olarak bu gibi ilimlerle meşguliyet cevazı, nice hile yolu arandıktan sonra zahir olur. Bu da şu şartladır ki: Şer’i ilimlerin marifetinden başka bir maksat için olmaya. Bir de, kelâm ilminin delillerini takviye için. Aksi halde, hiçbir şekilde bunlarla meşgul olmak cevazı yoktur. İnsaf edilmelidir. Mübah olan bir şeyle meşgul olmak, vacip bir emri kaçırmayı gerektirirse o zaman mübah olma durumundan çıkar mı yoksa çıkmaz mı? Hiç şüphe yok ki, bu gibi ilimlerle meşgul olmak, öğrenilmesi zarurî ilimlerle meşgul olmayı bıraktırır.

Ey oğul,
Sübhan Hak, sonsuz inayetinin kemalinden sana nasip verdi. Bilhassa, gençlik çağında sana tevbe nasip eyledi. Sana, Silsile-i Aliyye-i Nakşibendiye dervişlerinden bir dervişin eli ile inabe başarısı verdi. Allahu Teala, onların sırlarının kudsiyetini artırsın.

Şimdi bilemiyorum; o tevbede sebatlı mısın? Yoksa çeşitli müzahrefat ile şeytan seni azdırdı mı? Tevbe üzerinde durup devam ettirmek müşkül görülebilir. Zira çağ gençlik çağıdır. Dünya metama gelince, elde etme sebepleri çok ve kolay. Bu manada, arkadaşların çoğu da uygunsuzdur.

Ey oğul,
Asıl önemle üzerinde durulması gereken iş, mübah şeylerin fuzulî kısmını terk etmek ve onların zarurî olan miktarı ile yetinmektir. Bu zarurî miktar dahi, ibadet vazifelerinde toplu olmak ve kuvvet bulmak niyeti ile alınmalıdır. Şöyle ki: Yenen yemekten maksat, taatın yerine getirilmesi için kuvvet husulü olmalıdır. Elbise giymekten maksat, avret mahallini kapamak, sıcaktan ve soğuktan korunmaktır. Bu kıyası sair zarurî mübah işlerde dahi devam ettirmelidir.

Nakşibendiye büyükleri, azimetle ameli tercih etmişlerdir. İmkân nispetinde ruhsatlardan kaçınmışlardır. Bu azimetli işler cümlesinden olarak, zarurî miktarda yetinmek vardır. Şayet bu devlete ermek müyesser değilse, mübahlar dairesinden çıkıp karışık ve haramlar dairesine girilmemelidir.

Sübhan olan Yüce Allah, yeterli manada nice nice çok nimetlerini kereminin kemali icabı olarak mübah eylemiştir. Anlatılan bu nimetler dairesini de hayli geniş kılmıştır. Bütün bu nimetler üzerinden nazarımızı alalım; hangi nimet, hangi yaşamak, kulun fiillerine Mevlası’nın rızası gibi olur? Hangi cefa, o kulun yaptıklarına karşı efendisinin dargınlığı kadar ağır gelir?

Allahu Teala’nın rızası, cennette, cennetten daha hayırlıdır. Allahu Teala’nın dargınlığı, cehennemde, cehennemden daha şerlidir.

İnsan, bir hükmün mahkûmudur. Hem de babanın çocuğunu başıboş bırakmayacağı, istediği ameli işlemeyi terk edemeyeceği şekilde.

Tefekkür lâzımdır. Kalbe dayalı işleri yapmak gerekir. Aksi halde, yarın ziyandan ve nedametten başka bir şey hâsıl olmaz.

Amel işleme vakti gençliktir. Akıllı olan bu vakti kaçırmaz; fırsatı ganimet bilir. Zira iş müphemdir. İnsan, yaşlılık zamanına kalmayabilir. Kaldığını farz edelim; derlenip toparlanmak müyesser olmayabilir. Böyle bir derlenip toparlanmanın olduğunu farz edelim, bir amel işlemeye güç yetmez. Zira o zaman, zaafın ve aczin bastırdığı zamandır. Hâlbuki şu anda, derlenip toparlanma durumu mevcuttur, elde edilmesi de kolaydır. Hele, ana babanın hayatta olmaları, Yüce Hakk’ın nimetlerinden biridir. Senin maişetini onlar, üzerlerine almışlardır.

İşbu mevsim, fırsat mevsimidir. Kuvvet ve gücün yettiği zamandır. Bugünün işini yarına bırakmak için şu andaki durumda, ne gibi bir özür olabilir? Ertelemeyi tercihe ne gerek var? Anlatılan manada, Rasulullah Efendimiz (sav) şöyle buyurdu: “İşi erteleyenler helak oldu.”

Evet... Bugün, ahirete dair işlerle bir meşguliyet varsa; bu düşük dünyanın işini yarına bırakmak cidden güzel olur; tam bunun aksi dahi, pek çirkin bir şey olur. Şu zaman ki, gençlik zamanıdır, nefsten ve şeytandan din düşmanlarının istilâ zamanıdır. Bu zamanlarda yapılan az amele biçilen itibar; bu vakitlerden başka zamanlarda yapılan amellere biçilmez. Nitekim şu bir askeri kaide olmuştur, düşmana karşı duran, kahraman askerlere bilhassa düşmanların istilâ zamanında, çok çok itibar edilir. Hatta o zaman; bunlardan az amel ve az sebat, pek değerli ve itibarlı görülür. O kadar ki böyle bir itibar, düşman şerrinden emin olunduğu zaman, hiç olmaz.

Ey oğul,
Varlıkların hulâsası olan insanın yaratılmasından gaye, oyun, oyuncakla eğlenmek, yemek ve içmek değildir. Onun yaratılmasından gaye şudur; kulluk vazifelerini yerine getirmek, zül, inkisar, acz, iftikar, Yüce Sultan Mukaddes Gaffar Allah’a devamlı bir şekilde iltica ve tazarrudur.

Şeriat-ı Muhammediye’nin anlattığı ibadetlere gelince, bunların edasından gaye kulların faydası ve onların yararıdır. Bunlardan hiçbiri, şanı aziz Mukaddes Cenabı Hak yararına değildir. Çünkü O’nun böyle bir şeye ihtiyacı yoktur. Durum anlatıldığı gibi olunca; onların edası gayet memnuniyeti mucip olmalıdır. Koşmalı, çabalamalı, bu emirlerin yerine getirilmesi ve yasaklardan kaçınmak için…

Sübhan olan Yüce Allah, Zâtı’nın mutlak zenginliği ile kullarına emir ve yasaklar yolundan ikramlar eylemiştir. Bu durumda bize düşen, tam manası ile bu nimetlere şükretmektir, kemal-i memnuniyetle o emir ve yasaklardan ne varsa, hepsinin yerine getirilmesine çaba harcamaktır.

Ey oğul,
Bilmiş ol ki, zahirî saltanat ve surette bir makam sahibi olan dünya adamlarından biri, hizmet nev’inden bir işi kendi yakınlarından birine yaptırdığı zaman bunun menfaati, sonunda o hizmeti emredene döner. Böyle bir hizmete muhtaç olan kimse, nasıl izzet sahibi olur? Sonra, o hizmeti alan kimse der ki: “Yüksek değerde bir şahıs bu vazifeyi bana verdi. Bana düşen, memnuniyetle bu vazifeyi yerine getirmektir. Bu uğurda hangi belâ gelirse gelsin; hangi musibet isabet ederse etsin.”

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca; Yüce Hakk’ın azameti, o şahsın azametinden daha mı azdır ki, onun emrine uyulmaz, o Şanı Yüce Hakk’ın ahkâmına imtisal için çaba harcanmaz.. Böyle bir şeyden hayâ edilmeli ve tavşan uykusundan uyanmalıdır.

Yüce Hakk’ın emirlerine uymamak, iki şekilde tefsir edilebilir:
Şer’î haberler yalana yorulabilir,
Yüce Hakk’ın azameti, dünya adamlarının azametinden daha düşük görülür.
Anlatılan her iki işin, şenaati düşünülmelidir.

Ey oğul,
Defalarca yalan söylediği denenmiş bir kimse haber verse ki:
“Tam bir istilâ için bu gece düşman şu topluluğa hücum edecektir.” Böyle bir haber üzerine o kavmin aklı başında olanları elbette, derhal korunma tedbirlerini alırlar. O haberi veren kimsenin yalancı olduğunu bildikleri halde, o belânın defini düşünmeye başlarlar. Çünkü tehlike ihtimaline karşı dikkatli olmak lâzımdır.

Halbuki doğru haberci Rasulullah Efendimiz (sav) bütünüyle ahiret azabını haber vermiştir. Durum bu iken, bu doğru haberden hiç müteessir olmamaktadırlar. Eğer müteessir olmuş olsalardı; ondan korunma çarelerini düşünürlerdi, ondan kurtulma yollarını ararlardı. Kaldı ki, doğru haberci Rasulullah Efendimiz (sav) ondan kurtulma çarelerini dahi haber verip anlatmıştır. Ona salât ve selâm olsun. O ne uygunsuz bir imandır ki; sahibi yanında doğru haberciye, yalan haberi verene olduğu kadar itibar yoktur.

Surette İslam olmak, hiçbir necat sağlamaz. Necatın sağlanması için, yakîn tahsili lâzımdır. Anlatılan halin yakîn neresinde? Yakîn değil; zan ve vehim dahi yoktur. Aklı başında olanlar, mevhum tehlike bulunan şeylerde dahi dikkati elden bırakmazlar, korkarlar.

Devam edecek...

 

Yazar: Şeb-i Vuslat

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort