JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Ehil Olmak Ancak Kulluğunun ve İnsanlığının Kıymetini Bilmekle Olur

''Ehil Olmak'' Ancak Kulluğunun ve İnsanlığının Kıymetini Bilmekle Olur - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 127 - Temmuz 2018

 

''Ehil Olmak'' Ancak Kulluğunun ve İnsanlığının Kıymetini Bilmekle Olur

 

Bu ayki dosya konumuz olan “Emanet ve Ehliyet” mevzuunun “ehliyet” kısmını birlikte mütalaa etmeye gayret edeceğiz. Gayret bizden, tevfik ve inayet Yüce Rabbimizdendir.

Ehliyet kelimesi sözlükte işe yarar halde bulunma, bir işi hak edebilecek durumda bulunma, selahiyet, yetki, mahirlik, kifayet, mensubiyet, iktidar, kabiliyet ve liyakat vesikası, ustalık, uzluk, yeterlilik gibi manalara gelmektedir. 

İslami bir terim olarak ise ehliyet; kişinin dinî ve hukukî hükme konu olmaya elverişli oluşunu ifade eden bir sıfattır. Kur’an’da, yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti insanın yüklendiği belirtilerek (el-Ahzâb 33/72) diğer bütün varlıklar arasında sadece insanın ehliyet ve sorumluluk taşıdığına işaret edilir (el-A‘râf 7/172; el-İsrâ 17/13). Hadislerde de bu konu çokça işlenir; bir hadiste hayvan, kuyu, maden gibi canlı ve cansız varlıklara sorumluluk yüklenmeyeceğinin belirtilmesi (Buhârî, “Zekât”, 66; Müslim, “Hudûd”, 45-46), ancak insanın sorumluluk taşımaya elverişli olduğu anlamındadır. 

İnsanın ise şer‘î hitaba ehil ve muhatap oluşu, kısaca akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine sahip bulunması sebebiyledir. Bundan da maksat, insanın dinin davetini anlayacak konum ve kıvamda olmasıdır. Bu bağlamda tartışılan dinî sorumluluk için aklın tek başına yeterli olup olmadığı veya ne gibi ilâve şartlar arandığı gibi hususlar adı geçen ehliyetin mahiyet ve kapsamını açıklamayı amaçlar. Kişinin hak ve borçlarının sabit olması, dinî ödevlerle mükellef tutulması, hukukî işlem ve davranışlarının geçerliliği, toplumsal ve cezaî sorumluluk taşıyabilmesi gibi farklı seviyedeki hak ve yükümlülükler onun şer‘î hitabın konusu olmasının değişik görünümleridir. Bunların her bir türünün farklı seviyede aklî ve bedenî yetişkinliği gerektirdiği açıktır. Bunun için de ehliyet kişinin anlama, düşünme ve yapabilme kabiliyetinin inkişaf seyrine bağlı olarak tedrîcen gelişme gösteren itibarî bir sıfat konumundadır. (TDV, cilt: 10, sayfa: 533-539)

İslami ilimler içerisinde daha çok fıkıh ile irtibatlandırılan “ehliyet”in bir başka tanımı ise şöyledir; “İnsanoğlunun, Allahu Teâlâ’nın Kitabı’nda ve Rasul-i Ekrem’in sünnetinde muhkem ve müfesser olarak belirtilen; gizlenmesi, tahrip edilmesi veyahut değiştirilmesi mümkün olmayan lehindeki ve aleyhindeki haklarına sahip olabilmesine ehliyet denir. Rabbimizin biz kullarına teklifleri de bu ehliyete dayanır.” (Emanet ve Ehliyet, Delilleriyle İslam İlmihali, cilt:1, sayfa: 25-26)

Ülkemizin yoğun bir siyasi gündemden çıktığı, getirilen yeni sistemin memleketimiz ve ümmet için avantajlarının/dezavantajlarının yoğun olarak tartışıldığı, kendilerine yasama ve yürütme görevleri tevdi edilen devlet adamlarının sahip oldukları koltuklarda İslam’a, Müslümanlara, memleketimize hizmet edip edemeyeceklerinin çokça konuşulacağı şu günlerde elbette ki ehil olmanın, ehliyetin de sıkça göz önünde tutulması gerekir. Aslında bu hususun seçimlerden önce milletimiz tarafından ince elenip sık dokunması gerekirdi fakat vatandaşımız hizmet değerlendirmesini yaparken ekseriyetle dünyevi saiklere göre hareket ettiğinden meselenin bu cihetinin gözden kaçtığını propaganda safhasından ve seçim sonuçlarından okumak hiç de zor olmasa gerek. Kendilerini muhafazakâr kimlikleriyle tanıtan aslında heva ve heveslerinin doğrultusunda adım atan, şahsi çıkarları ve dünyevi umutlarından başka hiçbir gayesi olmayanların yaptıkları gayri İslami ve gayri insani tercihleri ile kimlerin ekmeğine yağ sürdükleri seçim sonuçlarıyla alenen ortaya çıktı. Bu sebeple bu iş, yani emanet edilecek vazifelerde liyakat-ehliyet-ihlas faktörünü göz önünde bulundurmak zarureti %52.5 oy alarak ilk turda seçilen ve mecliste neredeyse diğer dört partinin toplamı kadar sandalye alan partinin başında bulunması hasebiyle en büyük sorumluluğun da kendisinde bulunduğu cumhurbaşkanımıza düşmek-tedir.

Bizler Müslümanız elhamdülillah. Bu sebeple her meseleyi evvela İslami açıdan ele almak durumundayız. Bu nokta -tabiri caizse- ak ile karanın birbirinden ayrıldığı, dananın kuyruğunun koptuğu yerdir. Eğer insan içerisinde olduğu bu durumda Allah’a ve peygamberine itaati anlayamaz, bu itaat çerçevesinde kendi mesuliyetlerinin bilincinde olamaz, hududullahı ve hukuk-u Rasulillahı kavrayamaz ise karşılaştığı herhangi bir yol ayrımında doğruya isabet etmesi, Allah’ı ve Rasulü’nü razı edip müminleri sevindirecek bir adım atması mümkün değildir. Onun için kişiler, her şeyden evvel İslami konumunu, durumunu iyiden iyiye tahlil etmeli; sonra atması gereken adımları atmalıdır. Aksi takdirde dünyevi işlerini kafasına göre ahiret işlerini güya inandığı şekilde düzenlemeye kalkışır ki bu kişinin haliyle; “Caminin Allah’ı ayrı, çarşının Allah’ı ayrı.” demesinden ibarettir. Böyle bir duruma düşmekten Allah’a sığınırız.

Evet, bu ağır bir ifade fakat meselenin ciddiyeti iyi anlaşılmalı. Teşbihte hata olmasın, iman canlı bir şeydir, yaşatıcı bir şeydir. Yani insanın dünyaya ve ukbaya ait bütün tercihlerinde görülür, bu tercihlere yön verir. Daha doğru ifadesiyle dünyadaki tercihlerine göre ahiret yurdunu hazırlar. İşlerin bu noktaya gelmesi, yani din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması ile ebedi bir hüsrana düçar olmamak için Müslümanların kendilerini ciddi sığaya çekmeleri; kendi konumlarını ve Rablerine karşı sorumluluklarını iyi bilmeleri gerek-mektedir.

Kulluk Ehliyeti:

Bizler Cenabı Hakk’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet!” (el-A‘râf 7/172) cevabını verdikten sonra adeta kulluk sözleşmesine, İslam’ın ahkâm ve şeraitine göre hayatımızı yaşayacağımıza dair, adına “din” buyrulan sözleşmeye peşinen imza attık. Şu halde hakikati bulma yolunda Allahımızın bize en büyük lütfu olan ve Rabbimize ulaşmak hususunda önderimiz, rehberimiz konumunda bulunan peygamberlerin ve ehlullah hazeratının en bariz vasıfları kulluk ehliyetine sahip olmalarıdır. Çünkü Efendimiz’e kadar nübüvvet müessesesi ile devam edegelen, O’nun (as) irtihalinden sonra da velayet silsilesi ile bugünlere ulaşan İlâhî nizam; içeresinde bulunduğumuz her türlü buhrandan kurtulmanın, dünya ve ahiret saadetini temin etmenin en tabii yoludur. 

Kulluk ehliyetine sahip kimse hem Allah’ın hâkimiyetini ve rızasını gözeten hem de insanların haklarını muhafaza etme gayretinde olan kimsedir. Başka bir deyişle Rabbü’l-âlemin’in muradını nasibi nispetinde idrak etmiş, Peygamber Efendimiz’in manevi rahlesinden nasip-lenmiş, aynı zamanda kendi nefsini de bilmek hususunda gayreti elden bırakmamış; böylelikle Hakk’a vuslat yolunda kemâl basamaklarını çıkan kimsedir.

Böyle bir anlayışa sahip kimse, Rabbimizin emirlerine ittiba ve nehiy-lerinden içtinab ile zahirini tezyin ederken; azalarında ibadetin nurani nişanelerinin zuhur etmesiyle birlikte batınını da imar etmeye başlar ki bu ilâhi seyirde artık kendisine takdir olunan menziline günbegün kavuşmanın yolundadır. Şahsi istifadesi nispetinde en yakınlarından başlamak üzere hale hale etrafındakilere de ziyade faidesi olur. Ehliyet sahibi olduğu bu hususta onların da istenilen düzeye gelmeleri, bu manadaki imtihanları başarıyla verebilmeleri için onlara emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker ile yol gösterir. Bu manada en yetkili kimse olan Efendimiz’in şahs-i manevisinden elde edebildiği nur nispetinde kendisini takip edenlerin yolunu aydınlatır.

İnsanî Ehliyet:

İnsanın fiziki varlığı ile birlikte sahip olduğu melekelerini, duygu ve düşüncelerinin dünyaya bakan yönünü bu kısımda değerlendirmek gerekir. Çünkü insan sahip olduğu varlığı, duygu ve düşünceleriyle diğer mahlûkattan ayrılmış; hilkat açısından Hâlık’ın en mükemmel bir eseri olmuştur. Fakat insan taşıdığı bu fazilet bozmadığı sürece, daha doğru bir ifade ile kendisine eşref olması hasebiyle verilen nimetleri yerli yerinde kullanmasıyla insanlığını muhafaza eder. 

Tabi mevzu burada otomatikman bizi yukarıdaki başlığa (kulluk ehliyetine) sevk eder. Çünkü insanlığın, modern(!) dünyanın en ilkel şartlarına göre belirlediği ve halen kendisini güncelleyemediği anlayışı, ben merkezli yaşamıyla bu eşrefiyetini muhafazası mümkün değildir. Böyle bir insan yeme-içme, çocuk edinme için yaşar ki bunu diğer canlıların da kusursuz icra ettikleri ortadadır. Onun için kulluk şuurunu ilk sırada zikrettik.

İnsani ehliyetin elde edilmesi, başka bir ifadeyle muhafaza edilmesi özellikle üç hususiyetin mutedil olmasıyla mümkündür. Bunlardan ilki akıldır ki insanı diğer canlılardan ayıran en mühim hassasıdır. İnsanda akıl az olursa zahiri pek çok rahatsızlıkla birlikte ruhi ve psikolojik birçok probleme de elverişli hale gelir. Bu durumda olanlara insani ve İslami vazifemiz, merhametle birlikte tedavileri için imkânlarımızı serdetmek olmalıdır.

İkincisi; insanın öfkesini orta düzeyde tutmayı başarabilmesidir. Çünkü öfkesine sahip olan kişi nice zorlukların üstesinden kolayca gelebilecekken; bu otokontrolü sağlamayanlar ise sıradan hadiseleri bile aleyhlerine döndürebilecek hatta haklı iken haksız duruma düşebilecek kadar işlerini zora sokarlar. Silsilemizin büyüklerinden Yûsuf Hemedânî Hazretleri (ks) bu konuda; “Öfke öyle bir sıfattır ki ne idareci akıl ne de emredici kalp ona karşı gelmeye güç yetiremez. Şeytan öfke ateşini gafil ve aklı karışık insanlara atar.” buyururlar. Öfkenin hiç olmaması da problemdir. Çünkü insanın nefsi adına öfkelenmesi ne kadar kötü bir durumsa; yer geldiğinde Hak ve hakikat için öfkelenememesi de (ki buna celal diyoruz) en az o kadar sıkıntılı bir tutumdur.

Üçüncüsü ise insanın şehvetini vasat bir düzeyde tutmasıdır. Bu da ciddi bir meseledir ki; bu hususiyetinden tamamen mahrum olan insan pek muteber sayılamaz. Bu sadece örf ile alakalı da değildir. Eşlerin karşılıklı hukuku açısından da, bir hastalık belirtisi olması açısından da problemdir. Bununla birlikte bu duygunun her çeşidinin (ki şehvet sadece cinsî kuvvet belirgisi değildir, gayrimeşru bütün arzu ve istekler bu kapsamda değerlendirilmelidir) fazlaca öne çıkması da başlı başına bir problemdir. Yine Yûsuf Hemedânî Hazretleri (ks); “Şehvet ateşine tutulan kimse dört ayaklılar gibidir. Bu duygu insana galebe çaldığında kalpte nur kalmaz ve aklın emrediciliği kaybolur.” buyurdular.

Dünyevî Ehliyet:

Bu da insanın karşılaştığı dünya işlerinde sahip olduğu bilgi ve birikimi ifade eder. Bu husus daha ziyade ehliyet kelimesinin sözlük manasını ihtiva eden kısmıdır. Yapılacak işte belli bir safhayı geride bırakmış, belki başkalarına o hususta rehberlik yapabilecek bilgi/birikimini aktarabilecek bir duruma gelmiş ise ona “ehliyetli kimse, işin ehli, ustası” denilir. Ancak takdir edilecektir ki hangi alanda olursa olsun kişilerin karşısındakilere her yönüyle faideli olabilmesi ancak ahlâk ve maneviyat açısından kendisini geliştirmesiyle olur. Bu da “kulluk ehliyetini ve insanî ehliyeti” elde etmekle olur. Yoksa meşhur kıssada anlatıldığı gibi; “Vali olur ama adam olamaz.” Avukat olur yalan söyler, doktor olur parasız tedavi etmez, siyasetçi olur menfaatini düşünür, usta olur işini düzgün yapmaz vesaire vesaire…

Bugün her meslek grubundan insanın sahip oldukları bilmem hangi üniversitelerden diplomalarına rağmen; ellerindeki maddi imkânlara, teknolojik gelişmişliklere rağmen muhataplarını kandırmaya, aldatmaya çalıştıkları hemen herkesin şahit olduğu bir meseledir. İşte bu da yapıp edilen işlerde sadece bir takım kıstasları yerine getirmenin yeterli olmadığını bize gösterir. Dünyevi ehliyet de ancak ve ancak o zahir malumatların yanında işin ahlaki/maneviyat yönüne de ihtimam göstermekle elde edilir. 

Meselemizi daha iyi anlayabilmek için sahabe döneminden nakledilen şu örneği paylaşmakta fayda var: 

Abdullah ibn Ömer (ra), arkadaşlarıyla birlikte Medine civarında bir yere çıkmıştı. Onun için bir sofra kurdular. Bu sırada yanlarına bir koyun çobanı uğradı ve selâm verdi. İbn Ömer çobanı denemek için; “Şu sürüden bize bir koyun satsan, parasını da sana ödesek olmaz mı?” teklifinde bulundu. Çoban; “Sürü benim değil, bu koyunlar efendimindir.” cevabını verdi. İbn Ömer yine çobanı denemek için; “Kayboldu dersin, efendin nereden bilecek ki?” deyince, çoban ondan yüzünü çevirdi ve parmağını semaya kaldırarak; “Allah nerede?!” dedi. İbn Ömer, çobanın bu takva ve ihsan şuurundan çok duygulandı. Bu düşünceler içinde, bir müddet kendi kendine; “Çoban dedi ki: Allah nerede? Çoban dedi ki: Allah nerede?” deyip durdu. 

Şimdi, bugün diplomalı fakat gönülleri boş, ahlaki zaafları fazla; dolayısıyla -ne kadar aksini iddia etseler de- dünya işlerinin de ehliyetsizleri/beceriksizleri ile; İslam’ın aziz, Müslümanların izzetli oldukları bir devirde çobanlık yapan insanı mukayese ediniz. O çoban ki kulluğunun ve insanlığının fakında olmakla elde ettiği nimetleri de yaptığı işin bilgisine katarak hakiki ehliyete sahip olmuştur.

Cenabı Hak, bize evvela kullukta ve insanlıkta sonra da diğer meselelerde ehil olmayı nasip etsin. Her konuda olduğu gibi bu hususta da bize örnek olan büyüklerimizin izinden kıl kadar ayırmasın.

Âmin, ve’l-hamdulillahi Rabbi’l-âlemîn...

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

Salı, 01 Ocak 2019 00:08

MÜMİNİN FİRASETİ

Müminin Firaseti

Müminin Firaseti - Veysel Özsalman

Sayı : 127 - Temmuz 2018

 

Müminin Firaseti

 

Aynı yerde durup aynı manzarayı seyretsek de gördüklerimizin birbirinin aynı olma ihtimali yok denecek kadar azdır. Arzularımızın, alakalarımızın, beklentilerimizin, ihtiyaçlarımızın yanında fiziki ve ruhi yapımız, içerisinde yetiştiğimiz kültür, aldığımız eğitim gibi aslında bizi biz yapan sayısız âmilin tesiriyle etrafı idrak ve anlamada birbirimizden farklılık gösteririz. Sabit olduğuna adımız kadar emin olduğumuz eşya dünyasında hal böyleyken şahsi ve içtimai mevzuların idrak edilmesindeki farklılık daha derin ve kesindir.

“Bakmak ve görmek arasındaki fark” olarak da ifade edebileceğimiz bu durum bizim eşya ve hadiselere yüklediğimiz manayı, hayatı nasıl idrak ettiğimizi, meselelere nasıl yaklaştığımızı ortaya koyar. Herkesle birlikte baktığımız eşya, manzarada yahut hadiselerde dikkatimizi çeken unsurlar, yakaladığımız detaylar aslında bizim kim olduğumuzu da söyler.

Kendimizi tarif etmemiz istenilse yahut kim olduğumuz sorulsa, en basit şekliyle gördüklerimizi, işittiklerimizi, aldığımız koku ve tatları, bunlar içerisinde hafızamızdan uçup gidenlerin ardından bizde kalanları düşünerek cevap versek, herhalde hata etmiş sayılmayız. Hatta bu ölçüyle sadece kendimizi tanıyıp bilmekle kalmaz Cenabı Mevla’nın nazarındaki durumumuz hakkında da bir fikre ulaşabiliriz. Nitekim bir hadis-i kudside mealen; “Kulumu sevince gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür.” buyrulmuştur. O halde benim gözüm neyi görüyor, kulağım neyi işitiyor, ayağım beni nereye götürüyorsa ben onla-rın bir toplamıyım ve bu faaliyetlerimde Hakk’ın rızası ne boyuttaysa O’nun ile aramdaki münasebette ve yakınlık da o düzeyde olacak demektir.

Cenabı Hak bir kulun gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olunca artık o gözün, kulağın, elin, ayağın hileyle, hurdayla, haramla, malayaniyle alakası, teması mümkün olur mu? Bu işlerle irtibatı kalır mı? Elbette ki hayır. Zaten kulluktan maksat da bu neticenin meydana gelmesini sağlamak, Mevla ile birlikte bir hayat sürmek, O’nun müsaade ettiğini görmek, duymak, konuşmak ve düşünmek demek değil midir?

Başka bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz (sav): “Müminin firasetinden korkun! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” buyurmaktadır. Peki, nedir müminin bakışındaki firaset? Teleskop gibi yıldızlarda olup bitenleri seyredebilmesi midir? Röntgen cihazı gibi insanların içini görebilmesi veya sonar sistemler gibi yerin altındakileri bilebilmesi midir? Yahut da birçoğunun kafayı takmış olduğu akıllardan ve kalplerden geçenleri okuyabilmek midir?

Cenabı Hak nasip eder ve izin verirse elbette ki görünmez olanı görmek de ve bilinmez olanı bilmek de mümkündür. Nitekim “Allah dostunun yanında kalbinize sahip çıkın” denilmiştir. Bu ikaz olur da içimizden uygunsuz bir şey geçer, Allah bunu o kuluna bildirir ve mahcup oluruz diyedir. Fakat müminin bakışındaki firaset sadece bu dar çerçeve içerisinde düşünülmemelidir. Bu firasetten ka-sıt sadece yerin altındakileri, gök yüzündekileri, duvarların arkasındakileri yahut kalplerde gizli olanın bilinmesi olmasa gerektir. Bu firaset, evvela insanın burnunun dibinde gerçekleşen ve herkese ayan olan hadiselerin doğru kavranabilmesini, her türlü meselede önce Hakk’ın rızasının gözetilmesini ifade etmektedir.

Bugün meselelerimizin tamamının bir çıkmaza girmesinin temelinde yatan sebep bu firasetli bakışa sahip olamamamızdır. Hem ferdi hem de ümmet olarak muzdarip olduğumuz meselelerimizde Cenabı Hakk’ın asıl muradını gözetecek, bizi çözüme ulaştıracak, bütün hayatı kuşatacak firasetli bakışlara ulaşılamamış yahut var olanlar görmezden gelinmiştir.

Ferdi meselelerde modernlik, aklilik, dünyevilik, menfaatçilik canımıza okurken ümmet meselelerinde kavmiyetçilik, batı hayranlığı ve teslimiyetçilik meselelere sağlıklı bakmamızın önündeki engellerdir. Bütün bunlar Hakk’ın nuruyla bakmaya engel olan birer perde mesabesindedir.

Bugün Müslümanlar ümmetin ve kendi şahsi meselelerine batının gözün-den bakıp çözüm üretmeye, sorunlarını bu vasıtalarla aşmaya azmediyorlar. Hayatı onlar gibi yaşayıp anlamaya, meselelere onların yöntemleriyle çözüm bulmaya çalışıyorlar. Müslümanlar meselelerine artık firasetle, Allah’ın nuruyla değil “batı gözlüğüyle” bakmaya gayret ediyorlar. Eğer aksi olsaydı günlük şahsi meselelerden tutun da Müslüman coğrafyadaki acı ve zulmün çözümü için, asıl müsebbibi onlar olmasına rağmen, batı dünyasından medet ummazdık.

Eğer Allah’ın (cc) nuruyla bakıyor olabilseydik Kur’an’a, hadislere, peygambere bakış açımız şimdiki gibi olmazdı. Kur’an herkesin gönlüne göre anlam yüklediği bir mesaj, peygamber görevi sadece mesajı iletmek olan bir insan olarak algılanmaz ve hadisler inkar edilmezdi. Bu hayati mevzular batılı müsteşriklerin bakış açısıyla okunup anlaşılmaya çalışılmazdı.

Eğer firasetle bakılabilseydi meselelere tescilli Allah ve din düşmanlarıyla aynı safta duran, onların yaptıklarını hoş görebilmek için türlü bahaneler üreten Müslümanların türememesi gerekirdi. Allah’ın nuruyla bakılmış olunsaydı yanlışın yanlış olduğunu en başından kabul eden ve söyleyen, menfaati için hakikati çarpıtmayan Müslümanların sayısı daha fazla olurdu.

Görmek, işitmek, tatmak ve diğer bütün hissi sağlayacak organların sağ-lam ve hakikatin tamamen gözler önünde olmasının mevcut durumun doğru bir şekilde anlaşılması için yeterli olmadığını görüyoruz. Devrin her türlü illüzyon ve halüsinasyonundan kendimizi korumak mecburiyetindeyiz. Hakikatin bilgisine en saf ve katışıksız haliyle ulaşabilmek için onu kabul ve idrak edecek bir kalbe sahip olmaya yahut İmam Gazali’nin tabiriyle “kalp gözünün” açık olmasına ihtiyaç vardır.

Gafillerden olmamak, ayan beyan ortada olan hakikati bırakarak başka yollara sapmamak için mümin firasetine sahip olmak ve Allah’ın nuruyla bakabilmek gerekmektedir. Her meselede örneğimiz, “gökteki yıldız” diye övgüye mazhar olmuş sahabe-i güzin hazeratı bu hususta da bize önderlik etmiş ve yolu göstermiştir. Onlar (ra) ayakkabılarının bağcıklarına kadar Peygamber Efendimiz’e (sav) sormuş ve hayatlarını bu doğrultuda yaşamışlardır. 

Biz de en basit haliyle bu yolu takip ederek yani Efendimiz’e (sav) ittiba ederek meselelerimizi Hakk’ın (cc) rızasına uygun şekilde halledebiliriz. Bu sebeple onun izinden gidenleri, salihleri, Allah dostlarını arayıp bulmalı, onların meclisinde bulunmaya gayret etmeli meselelerimizi onlarla birlikte halletmeliyiz. 

Cenabı Hak bizleri kendi rızasından ayırmasın. (Âmin)

 

Yazar: Veysel Özsalman

 

Salı, 01 Ocak 2019 00:07

HADİSİ ŞERİFLERDEN BİR DEMET

Hadisi Şeriflerden Bir Demet

Hadisi Şeriflerden Bir Demet - Tamer Doymuş

Sayı : 127 - Temmuz 2018

 

Hadisi Şeriflerden Bir Demet

 

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam Efendimiz’e, ehlibeytine, ashabına ve etbaına olsun.

Sünnet-i seniyyenin, hadisi şeriflerin Müslümanların anlayışlarından, yaşantılarından çıkarılma gayretinin olduğu bir dönemde sünnet-i seniyyeye adeta azı dişlerimizle sarılmamız gerekmektedir. İslam toplumu yüzyıllarca sünnet-i seniyye sayesinde bir arada bulunmuş, her ne surette olursa olsun batıla karşı yekvücut olarak durmuştur. Sünnet-i seniyye ile ümmet olma bilincini şuurunu her zaman taşımıştır. Hiç şüphesiz ki İslam’ın en doğru bir şekilde anlaşılması ve yaşanması ancak sünnet-i seniyye ile olur. Bundan dolayı Efendimiz’in (sav) hadisi şeriflerinden bir kaçını burada müzakere edelim:

1- İbn Şihab ez- Zühri’dan rivayetle Rasulullah (sav) şöyle buyurdular: “Her gelecek yakındır. Gelecek olana uzaklık yoktur. Allah kimsenin acelesi için acele etmez. İnsanların işini de hafife almaz. İnsanların dilediği değil, Allah’ın dilediği olur. Allah bir şey irade eder, insanlar başka bir şey. İnsanların hoşuna gitmese de Allah’ın dilediği olur. Allah’ın yakınlaştırdığını uzaklaştıracak, uzaklaştırdığını da yakınlaştıracak hiçbir güç yoktur. Allah’ın (cc) izni olmaksızın hiçbir şey olmaz.”

Kur’an-ı Kerim’i okumak ezberlemek ve onunla amel etme konusunda:

2- Muaz’dan (ra), dedi ki: “Kur’an inanlara açılacak. Öyle ki, kadın, çoluk çocuk (herkes rahatlıkla) Kur’an okuyacak. Sonra kişi kalkıp: “Ben Kur’an okudum. Yine de bana uyulmadı!” diyecek. Sonra namaz kıldıracak, ama yine uyulmayacak. Sonra evinde bir mescit edinecek, ama yine uyulmayacak. Diyecek ki: “Kur’an okudum, bana uyulmadı; onunla namaz kıldırdım, yine bana uyulmadı, evimde mescit edindim, yine uyulmadı. Vallahi onlara Allah’ın kitabında bulamadıkları Rasulü’nden duymadıkları bir hadis getireceğim, belki uyarlar.”

Muaz şöyle dedi “Sakın onun getirdiğine uymayın, çünkü onun getireceği ancak sapıklıktır.”

3- Amr b. Şuayb’dan (ra), o da babasından o da kendi babasından riva-yetle:

Ben ve kardeşim geldik. Bir kapının yanında Rasulullah’ın ashabından yaşlılardan bir grup oturuyordu. Onların arasını ayırmayı hoş görmedik ve bir kenara oturduk sırada Kur’an’dan bir ayet okuyup onun hakkında tartışmaya başladılar ve sonunda sesleri de yükseldi. Bunun üzerine Rasulullah (sav) öfkeli bir halde çıktı. Öfkesinden yüzü kızarmıştı. Onlara toprak attı ve şöyle buyurdu:

“Yavaş olunuz ey insanlar! Sizden önceki ümmetler Peygamberlerine muhalefet etmeleri ve kitapların bir kısmını diğer kısmına çarpıştırmaları yüzünden helak edildiler. Şüphesiz Kur’an bir kısmı diğerini yalanlamak üzere inmemiştir. Bilakis bir kısmı diğerini doğrular şekilde inmiştir. Artık ondan ne bilirseniz onunla amel edin, ondan neyi de bilmezseniz onu bilenine bırakın.”

Günümüzde özellikle İslami alanda yazılan eserlerde bilimsellik(!) adına yabancı (batılı) kaynaklar referans olarak gösterilmektedir. Hadisi şeriflerde şöyle ifade buyruluyor:

4- Halid b. Urfuta’dan (ra) rivayetle: Ömer’in (ra) yanında oturuyordum. Sus şehrinde ikamet eden Abdulkays’tan bir adam geldi. Ömer adama dedi ki: “Sen falanca oğlu falanca el-Abdi misin? Adam “Evet” diye cevap vermesi üzerine Ömer yanındaki sopayla adama vurdu. Adam “Bana neden vuruyorsun ey müminlerin emiri?” diye sordu Ömer (ra) adama “Otur!” dedi. Adam oturunca Ömer (ra) ona şu ayetleri okumaya başladı:

“Elif, lam, ra. İşte bunlar sana apaçık kitabın ayetleridir. Biz Onu bir Kur’an olmak üzere Arapça olarak indirdik. Gerekir ki akıl edersiniz. Sana bu Kur’an’ı vahyetmemizle biz, bir kıssa anlatıyoruz ki en güzel kıssa. Sen ise, doğrusu, bundan daha önce hiç haberdar değildin.” (Yusuf 1-3)

Bunu üç kere okudu, her defasında da adama bir kere vurdu. Ancak adam yine “Bana neden vuruyorsun ey müminlerin emiri?” diye sordu.

Ömer (ra) dedi ki: “Sen Danyal’ın kitabını yazıyormuşsun?” O zaman Adam: “Bana ne emrederseniz onu yapacağım!” dedi. Ömer (ra) dedi ki: “O halde git ve yazdıklarını sıcak su ve beyaz yünle sil. Bundan böyle de ne sen oku ne de bir başkasına okuttur. Eğer senin bunlardan okuduğuna ya da başkasına okuttuğuna dair bir haber bana ulaşırsa seni çok şiddetli bir şekilde cezalandırırım.”

Sonra adama: “Otur!” dedi, adam da önüne oturdu. Şunları söyledi: “Bir keresinde ben de ehli kitabın bilginlerinin yanına gittim ve bir deri üzerine onlara ait bir kitabı yazdım. Sonra bununla Rasululah’a geldim. Rasulullah (sav) bana “Elindeki de nedir ey Ömer?” diye sordu. “Ya Rasulullah, ilmimize ilim katmak için yazdığım bir kitaptır.” diye cevapladım.

Rasulullah (sav) çok öfkelendi hatta yanakları öfkesinden kızardı. Ardından insanlar namaza çağrıldı. Ensar kendi aralarında: “Peygamber öfkelendi, savaş için silahlarınızı hazırlayın.” diye konuştu. Silahlarına kuşanmış olarak geldiler. Rasululah (sav) minbere çıktı şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! Bana Cevamiu’l-kelim (az sözle çok şey anlatan) ve sözlerin hatmi (sonu ve derleyici kelimeler) verilmiştir. Ben onları sizlere temiz ve lekesiz olarak getirdim. Sakın şüpheye düşmeyiniz ve şüpheye düşenlere de aldanmayınız!” 

Rasullullah’ın bu sözlerini duyunca ayağa kalktım ve şöyle dedim: “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, Rasul olarak da senden razı oldum.”

Sonra da Rasulullah (sav) minberden indi.

Sünnete uymak ve bidatlerden sakınmak konusuyla ilgili olarak:

5- İrbad b.Sariye‘den: Abdurrahman b. Amr es-Sülemi ile Hucr b. Hucr dediler ki: Hakkında “Binek vermek için sana geldiklerinde ‘Size binek bulamıyorum!’ dediğin zaman, harcayacakları bir şey bulamadıkları için üzüntüden göz yaşı dökerek geri dönenlere de sorumluluk yoktur” (Tevbe 92) ayeti nazil olunca İrbad’a giderek dedik ki: “Ziyaret maksadıyla sana geldik, alacağımızı alıp geri döneceğiz!” Şöyle dedi: “Bir gün Allah Rasulü (sav) bize namaz kıldırdı, sonra mübarek yüzünü bize çevirerek, gözleri yaşartan, kalpleri yerinen oynatan son derece güzel ve tesirli bir öğüt verdi. İçimizden biri dedi ki: “Ey Allah Rasulü! Sanki bu bize veda eden birinin öğüdü gibi geldi. Bize tavsiyen nedir?” Şöyle dedi: “Size Allah’tan korkmanızı, dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Habeşli bir köle bile başınıza geçse ona itaat etmelisiniz. Çünkü benden sonra yaşayanlar birçok ihtilaf görecekler. Onun için benim sünnetime, hidayete ermiş doğru yolda olan raşit halifelerin sünnetine sarılın. Ona sımsıkı sarılın, azı dişleriyle ısırıp bırakmayın. Sonradan icad edilmiş (İslam’a aykırı) işlerden uzak durun. Çünkü sonradan icad edilmiş her şey bid’attir. Her bidat de dalalettir, sapıklıktır.”

6- Hz. Ali’den (kv): Allah Rasulü (sav) buyurdu: “Kim, benden sonra unutulan sünnetimi diriltirse, beni sevmiş olur. Kim de beni severse benimle beraber olur.”

7- Ebu Musa’dan, Allah Rasulü (sav) buyurdu: “Allah’ın beni hidayet ve ilim ihsan ederek göndermesi şuna benzer: Bir yağmur ki yere yağmıştır; yerin bir kısmı verimli toprak olduğu için o yağmur suyunu kabul edip emmiştir. Otlar ve çayır-çimen bitirmiştir. Bir kısım toprak ise su emmeyen sert toprak olduğu için suyu tutmuştur ve biriktirmiştir de insanlar yararlanıp içmişlerdir, hayvanlarını ve arazilerini sulamışlardır. Bir kısmı da ne suyu tutan, ne de ot bitiren düz yerlerdir. Aynı şekilde; Allah’ın dinini anlayan ve onu uygulayan ve uygulamaları için benim gönderildiğim ilmi yayan kimse ile, kibirlenip Allah’ın benimle gönderdiği hidayeti bir türlü kabullenmeyen kimseler de böyledir.”

8- Ebu Hureyre’dan (ra) rivayetle Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Kaçınanlar hariç ümmetimin hepsi cennete girecektir.” Denildi ki: “Ya Rasulullah! Kim (cennete) girmekten kaçınır ki?”

Buyurdular ki: “Bana uyan cennete girer; Bana uymayıp isyan eden cennete girmekten kaçınmış demektir.”

Emri bil maruf nehyi anıl münker konusuyla ilgili olarak:

9- Enes ibn Malik’den: Rasulullah’a; “Ya Rasulallah! İyi şeyleri emretme fena şeyleri menetme görevini ne zaman bırakırız?” denildi.

Rasulü Ekrem (sav): “Sizden önceki ümmetlerde ortaya çıkan şey içinizde de ortaya çıktığı zaman” buyurdu. Biz: “Ya Rasulallah! Bizden önceki ümmetlerde ortaya çıkan şey nedir”? diye sorduk. Rasulullah (sav): “Hükümdarlık (yaşça) küçük (ve tecrübesiz) olanlarınızda olur. Zina, fuhuş (yaygınlaşarak) büyük yaşta olanlarınızda (bile) olur. Ve ilim karaktersiz ve aşağılık olanlarınızda olur.” buyurdu.

Dünyalıklar karşısındaki davranış-larımızın adeta fotoğrafı gösterilmiş:

10- Abdullah b. Amr b. El-As’dan rivayetle: Rasuli Ekrem (sav) bir gün: “Faris ve Rum hazineleri size fethedileceği zaman sizler nasıl bir kavim olacaksınız?” diye sordu. Abdurrahman b. Avf (ra): “Allah’ın bize emrettiği gibi söyleriz (Yani, hamd, şükür ederek nimetlerini artırmasını dileriz).” dedi. Rasululah: “Veya başka şeyler (söylersiniz yaparsınız) birbirinize (maddiyat için) rekabet edersiniz, sonra hasetleşirsiniz (çekememezlik yaparsınız) sonra birbirinize sırt çevirip ayrılırsınız, sonra birbirinize kin tutarsınız Yahut buna benzer hale düşersiniz…” buyurdu.

Hadisi şeriflere karşı bakışların geldiği nokta:

11-ibn Ma’di Kerb’den: Allah Rasulü (sav) buyurdu; “Yakındır ki; sedirine (koltuğuna) yaslanıp oturan bir adama benim hadisim ulaşacak ve o, şöyle diyecek: ‘Aramızda Allah’ın Kitab’ı vardır. Onun içinde helal olarak bulduğumuzu helal sayar, haram olarak gördüğümüzü de haram sayarız.’ Oysa (zavallı bilmiyor ki) Allah Rasulü’nün haram kıldığı şey de, Allah’ın haram kıldığı şey gibidir.”

Oysaki ayeti kerimelerde ise şöyle buyruluyor:

“…İşte o peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar.” (Araf 157)

“Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Peygamber’e çağrıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler.” (Nur 48)

“(Hala) bilmediler mi ki, kim Allah ve Rasulü’ne karşı koyarsa elbette onun için, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük rüsvalıktır.” (Tevbe 63)

“(Rasulüm) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmran 31)

 

Kaynakça:
-Riyazu’s Salihin
-Rasulullah’ın Hutbeleri, Siyer yay.
-Sünen-i İbn Mace
-Cem’ul-Fevaid, er-Rudani

 

Yazar: Tamer Doymuş

 

Daha Muhteşem ve Güzel Söz Duymadım

... Daha Muhteşem ve Güzel Söz Duymadım - Sâlik-i İrfan

Sayı : 127 - Temmuz 2018

 

... Daha Muhteşem ve Güzel Söz Duymadım

 

Hamdolsun alemlerin Rabbi olan, Azîz olan, Kâdir olan Mevlayı Müteal Allahımıza (cc)…

Mevlamızın yarattığı şu kainattaki zerreler adedince sahibimiz, şefaatçimiz Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz Hazretleri’ne de salat ve selam olsun… 

Tekrar hamd ve senalar olsun ki Mevlamız bizleri oruca ve bayrama eriştirdi. Umuyoruz ramazan günleri yarın ahirette bizden şikayetçi olmaz. Günlerin de üzerimizde hakkı vardır. Hele on bir ayın sultanı deyip de orucun her bir gününün, her bir dakikasının üzerimizdeki hakkını fark etmezsek bu da gafletimizin tescili olsa gerek. Tasavvuftaki ibnü’l-vakt (vaktin oğlu) kavramı o ânın, o nefesin gereği olarak hayırlı bir işle meşgul olmak sair zamanlardan çok oruç vakitlerinin hakkı olduğu gerçeğini görmemek olmaz. Cenabı Mevlamız bizleri, yaşadığı dakikaların hakkını veren büyüklerimize bağışlasın. Oruçlarımızı onların oruçlarına katsın. Hem dünyada hem ukbâda onlarla bayram etmeyi bizlere lütfeylesin. 

Milletçe huzurla kutladığımız şu bayramı gördüğümüz gibi ümmetçe huzurla kutladığımız bayramları da görürüz inşaallah. Bu yazıyı yazdığımız günlerde 24 Haziran seçimlerine birkaç gün daha vardı. Türkiye’nin lideri, ümmetin umudu Erdoğan’ın seçilmesinde sıkıntı görülmüyordu fakat milletvekili sayısında olabilecek düşüş sonraki süreç için sıkıntıya dönüşebilir yorumları dile getiriliyordu. Hâce Hazretleri (ksa) “CHP nefsiniz, HDP şeytanınız.” buyurmuşlardı. Biz de dua ediyoruz; ahmak nefsle bir ömür mücadele devam edecek de bari şeytan meclis dışında kalırsa işimiz kolaylaşır. Ya Rabbi, hem birey olarak hem millet olarak doğru tercihler yapabilmeyi nasip eyle. Seçimi hayırla sonuçlandır. Kimi yapılan yanlış uygulamalar nedeniyle büyük fotoğrafı göremeyen, Nijerya’dan Endonezya’ya ümmetin beklentisini fark edemeyenlere basiret-firaset lütfeyle. Ümmet ile Senin aranı düzeltmek için gayret eden, ömrünü bu hedefe vakfeden büyüklerimizin gayretini boşa çıkarma ya Rabbi!

Evet, önceki yazılarımızda muk-sirûndan Hz. Aişe (ra) annemizin hayatından kimi kesitler paylaşmaya, dersler-ibretler almaya ve teberrük-lenmeye çalışıyorduk. Cenabı Mevlamız, Aişe annemizin himmet ve şefaatlerini üzerimizden esirgemesin.

Hz. Peygamber (sav) 632 yılında vefat ettiğinde 200 bin kadar olduğu tahmin edilen sahabilerin, ancak 1.000-1.500 kadarının hadis rivayetleri tespit edilmiştir. Hadis rivayet eden bu sahabiler, rivayetlerinin azlığı ve çokluğu açısından hadis alimlerince iki gruba ayrılmış; az hadis rivayet edenler için “mukıllûn”, çok hadis rivayet edenler için ise “muksirûn” tabiri kullanılmıştır. 

İbnü’l-Cevzî ve Ahmed b. Hanbel’e göre en çok hadis rivayet eden sahabilerin rivayet ettikleri hadislerin sayısı şöyledir:

1. Ebû Hureyre (ra): İbnu’l-Cevzî’ye göre 5374, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde 3848.

2. Abdullah b. Ömer (ra): İbnu’l-Cevzî’ye göre 2630, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde 2019.

3. Enes b. Malik (ra): İbnu’l-Cevzî’ye göre 2286, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde 2178.

4. Hz. Aişe (ra): İbnu’l-Cevzî’ye göre 2210, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde 2403.

5. Abdullah b. Abbas (ra): İbnu’l-Cevzî’ye göre 1660, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde 1696.

6. Cabir b. Abdullah (ra): İbnu’l-Cevzî’ye göre 1540, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde 1206.

7. Ebû Said el-Hudrî (ra): İbnu’l-Cevzî’ye göre 1170, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde 958.

8. Abdullah b. Mesud (ra): İbnu’l-Cevzî’ye göre 848, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde 892.

9. Abdullah b. Amr b. el-As (ra): İbnu’l-Cevzî’ye göre 700, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde 722.

Bu güzide ashaptan ilk üçünü önceki yazılarımızda işlemeye çalışmıştık. Aişe annemizden sonra da bu sırayı takip edeceğiz inşaallah.

Hz. Âişe annemiz ince yapılı, büyükçe gözlü, dalgalı saçlı, beyaz tenli ve güzel yüzlü bir hanımdır. (Âişe, Abdurrahman, s. 251; Kazıcı, s. 153)

Hz. Âişe annemiz güzel giyinmeyi severdi. Üzerinde ince siyah deriden bir elbise, kollu başka bir elbisesi vardı, başörtüsü ve peçe takardı. Elbisesi yalancı safran ile boyalıydı. (İbn Sa’d, c. 8, s. 55)

Hz. Âişe: Bir defasında Rasulullah ile beraber dışarı çıkıp da Kaha mevkiine varınca saçlarıma sürdüğüm sarı boya yüzüme akıverdi. Rasulullah bunun üzerine “Ey kumral saçlı, şimdi rengin daha güzel.” dedi. (İbn Sa’d, c.8, s.57)

Hz. Âişe annemizin hâfızası, yaşanan her hadise münasebetiyle bir şiir okuyabilecek kadar kuvvetli idi. (M. Seligsohn, Âişe, İA, 13.cilt)

Hâfızasında yüzlerce şiir bulunan Hz. Âişe annemiz yüz altmış beyitlik bir kasideyi ezbere okuyabiliyordu. Hz. Âişe annemiz güçlü hâfızası ve ezberindeki şiirler sayesinde Arap toplumunun gözde edebî ifade tarzını yakalayabilecek belâğatli ve etkili konuşmalar yapardı. Bu konuşmalar dinleyenlerde hayranlık uyandırırdı. Şüphesiz çok büyük bir şöhrete sahip oluşunda, etkili ve güzel söz söyleme sanatında güçlü hâfızasının etkisi büyüktü. (M. Seligsohn, Âişe, İA, 13.cilt)

Hemen bu meyanda Aişe annemizin “Çocuklarınıza şiir ezberletin; zekaları gelişir, dilleri tatlılaşır.” sözünü çocuk eğitiminde çok önemli bir unsur olarak bir yere not edelim.

Hz. Âişe annemiz edebî yönü, fesâhat ve belâgatıyla ünlü bir hatipti. Bu yüzden konuşması insanlara çok tesir ederdi. Babasının vefatı üzerine kabri başında yaptığı dua (Dua için bkz. Zerkeşî, s. 151-152), Cemel Savaşı’ndaki hutbesi ve bazı mektupları onun edebî kabiliyetini gösteren şaheser örneklerdir. Ayrıca Arap tarihi, ensâb ilmi, câhiliye çağının içtimaî vaziyeti, örf ve âdetleri hakkında geniş bilgi sahibi idi. Şiir, edebiyat, tarih ve ensâbı (soy bilim) bu konularda ihtisas derecesinde bilgi sahibi olan babası Hz. Ebu Bekir’den öğrenmişti. (Mustafa Fayda, Âişe, DİA)

Hz. Âişe annemiz son derece fasih ve beliğ konuşurdu. Öğrencilerinden Mûsa b. Talhâ: “Hz. Âişe’den daha fasih konuşan bir kimse görmedim.” demiştir. Hz. Ömer’in Doğu’nun Efendisi dediği Ahnef b. Kays ise, “Hz. Âişe’nin ağzından duyduğum söz kadar muhteşem ve güzel bir söz duymadım.” demiştir. (Nedvî, s. 306)

Hz. Âişe annemiz, Hz. Peygamber (sav) vefat ettiği zaman çok genç olmasına rağmen Kur’an-ı Kerim’i ve Hz. Peygamber’in (sav) sünnetini en iyi bilen, anlayan ve muhafaza eden sahâbîlerin arasında yer almaktaydı. O, hem baba evinde hem Hz. Peygamber’in (sav) yanında zekâsı, anlayış kabiliyeti, öğrenme arzusu, kuvvetli hâfızası, aşk ve imanı sayesinde en iyi şekilde yetişti ve başkalarına nasip olmayan bilgiler edindi. Hz. Peygamber’den (sav) aldığı feyiz sayesinde İslam esaslarının en mümtaz öğreticisi oldu. Hz. Âişe’nin elde ettiği bilgiler sadece dini ilimlerle sınırlı değildi. Onun bilgisi Tarih, Tıp, Edebiyat, Hitâbet, Arabistan Tarihi ve Ensâb gibi alanlarda da ileri seviyedeydi. (İslam Peygamberi, s. 638)

Aişe annemiz ilminin büyük kısmını babasından almıştır. Hz. Âişe’nin bazı tıbbî bilgileri öğrenmesi ise Rasulullah’a gelerek ona bu hususta tedavinin nasıl yapılacağını anlatan Arap heyetleri vasıtasıyla olmuştur. Urve ona: “Tıp ilmini nereden ve nasıl öğrendin?” diye sorduğunda şöyle cevap vermiştir: “Ömrünün sonlarında Rasulullah hastalanınca her taraftan kendisine heyetler gelir ve tedaviyle alakalı tariflerde bulunurlardı ve ben de o şekilde tedavi ederdim, işte buradan biliyorum.” (Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ’, c.3, s.161)

Hz. Âişe annemiz tabiplerin verdiği ilaçları öğrenip bunları Rasulullah’a hazırladığı gibi katıldığı savaşlarda da yaralıları tedavi eder ve yaralarını sarardı. (Nedvî, s. 302-303)

(Devam Edecek)

 

Yazar: Sâlik-i İrfan

 

Salı, 01 Ocak 2019 00:05

MUTLU ÇOCUK YETİŞTİRMEK

Mutlu Çocuk Yetiştirmek

Mutlu Çocuk Yetiştirmek - Yûsuf-i Kenân

Sayı : 127 - Temmuz 2018

 

Mutlu Çocuk Yetiştirmek

 

Çocukluk dönemi insan hayatının en özel ve güzel kısmını oluşturur. İnsanın en büyük nasibi şüphesiz ki bilinçli bir ebeveynin elinde terbiye edilerek mutlu bir çocukluk geçirebilmektir. Çocuklar dünyanın en temiz ve masum varlıklarıdır. Sırf bu yönleriyle bile mutlu olmayı en çok onlar hak eder. Ebeveynler birer emanetçidir. Allah’ın bahşettiği, miski amber kokan, değeri paha biçilmez elmas misali bu kutsal canları mutlu etmek en büyük vazifedir. İşte bu mübarek vazifeye anne babalık denir. Anne baba çocuğun gönlüne hitap ederek onu eğitip, yetiştirendir. Ruhunu doyurabilendir. Yoksa zaten Rabbimiz Allah (cc) rızka kefildir. Herkes vakti saati geldiğinde ömrü varsa büyür, gelişir, serpilir. Fakat ya ruhu…

Mutlu çocuk gönlü tok, ruhu pak, içindeki güzelliği hep diri tutmaya muktedir, bedenleri minik ama manada kocaman insan demektir. İnsan zaten asliyetinde hangi döneminde olursa olsun hep özeldir. Yaşı kaç olursa olsun o dünyaya kocaman olarak gelmiştir. O kadar büyük bir emaneti üzerinde taşır ki heybetli dağlar, taşlar bile karşısında dayanamayıp tarumar olmuştur. Dünyaya yeni gelen her bebek bir Hazreti insandır. Allah’ın (cc) bir emanetini üzerinde taşır. İşte bizler için bu kadar kıymetli olan çocuklar asla ziyan edilmemelidir. Bunun vebali çok büyüktür. Bu sorumluluk bizim en temel vazifemizdir. Yavrularımızın huzurlu ve mutlu bir ömür sürmeleri için aile içinde özellikle ilk çocukluk dönemi dediğimiz 0-6 yaş arası çok hassas bir dönemdir. İnsan kişiliğinin temelleri bu dönemde atılır. Temel ne kadar sağlamsa sonraki dönemlerde de kişilik gelişimi aynı sağlamlıkta şekillenir. Bunun akabinde ortaya koskocaman bir eser; Hazreti İnsan ortaya çıkar.

Ebeveynleri olarak herhangi birimize; “Çocuklarınız için ne istersiniz?” sorusunu yöneltseler, şüphesiz hepimizin vereceği cevap; “Onların mutluluğu.” şeklinde olacaktır. Aslına baktığınızda gerçekten de anne babalar çocuklarının mutlu olması için ellerinden geleni, hatta daha fazlasını yapma çabası içindedirler. Çocukların mutlu olmaları için olabildiğince sevgi, hoşgörü gösterilir; çocuğun her isteği karşılanmaya çalışılır; “hayır” sözcüğü pek kullanılmaz, büyük özveri gösterilir. Ancak çoğu zaman anne babaların zihninde; “Acaba çocuğumun mutlu olması için her şeyi yeterince yapıyor muyum, eksik bir şey kalıyor mu?” gibi sorular oluşabilir. Bunun nedeni mutluluk kavramının göreceli bir kavram olmasıdır ve her birimizin mutluluktan farklı şeyler anlamasıdır. Fakat asıl mesele burada başlar. Onları mutlu etmekten kasıt nedir? Gerçek mutluluk nedir, biz mutluluğun neresindeyiz ki onların mutluluğunu da sağlayabilelim. Bunlar cevaplanması gereken çok mühim sorulardır. Her şeyden önce mutlu etmek için mutlu olmak gerekir. Stres nasıl bulaşıcı ise, mutluluk da aynı şekilde bulaşıcıdır.

Mutlu çocuklar yetiştirmek için ebeveynler çocuklarını tanımalıdır, onu keşfetmek, mutluluğu için atılacak ilk adımdır. Çocuğumuz nasıl bir çocuk, nelerden keyif alır, neleri sever, hangi özelliklere sahip, hangi yönleri gelişmeye açık? Tüm bu özellikleri fark edip tanımlayabilmek için, çocuklarımızla sık vakit geçirmeli, onları gözlemlemeli, içinde bulundukları yaş döneminin özelliklerini bilmeli, çocukluk dönemi ile ilgili yazılmış yayınları okumalı ve takip etmeliyiz. 

Çocuk Gelişim Enstitüsü’ne göre aileyle düzenli zaman geçirmek beş temel fayda sağlar: Çocuk sevildiğini ve önemli olduğunu hisseder; çocuk olumlu yetişkin özelliklerini gözlemler; yetişkinler çocuğa daha iyi rehberlik etmek için onun zayıflıkları hakkında daha çok şey öğrenir; çocuk düşüncelerini ve duygularını söze dökebilir ve ebeveyn ve çocuk daha güçlü bir bağ kurar. 

Mutlu aile, mutlu çocuklar demektir. Biri diğerini beraberinde getirir. Ailelerin mutluluğu, çocukların mutluluğu için önemli bir koşuldur. Bu mutluluğu sağlayabilmek için; Aile bireyleri birlikte yapmaktan haz aldıkları aktiviteleri belirlemek, bu aktivitelere aile olarak zaman ayırmak, birlikte geçirdikleri zaman diliminin kaliteli ve içeriğinin duygusal açıdan doyurucu olmasını sağlamak, birlikte vakit geçirirken başka şeylerle meşgul olmamak, kendimizi sadece ailemize vermek, birlikte olduğumuz zamanlarda duygularımızı sık sık ifade etmek, yapmasını beklediğimiz davranışlar için çocuğumuza model olmak, bu aktiviteleri belirli zamanlarda tekrar etmek; aile içi huzur ve mutluluğumuz için en önemli hususlardır. 

Mutlu çocuklar, sorumluluk sahibi olan ve bireyselleşen çocuklardır: Çocuklarımıza yaş dönemi özelliklerine ve beceri düzeylerine uygun olarak, düzenli bir şekilde yapabilecekleri görev ve sorumluluklar vermek, hem çocuklarımızın beceri gelişimine, hem görev alma ve uygulama bilincine varmalarına hem de bir görevi başa-rabilmenin gurur ve mutluluk hissini yaşamalarına katkıda bulunacaktır. Örneğin basit gibi gözükse de; çocuklarımıza, oyuncaklarını toplamak, okul çantalarını toplamak, sofra kurarken çatalları getirmek, eve ekmek almak, çiçek sulamak, balıklara yem vermek gibi sorumluluklar verebiliriz. Verilen sorumluluklar yerine getirildikçe, bunu fark ettiğimizi ve beğendiğimizi dile getirmek çok önemlidir.

Ayrıca, sorumluluklarını yerine getiren çocuklar bir işi tek başına ve başarıyla yapabildiklerini gördükçe, bireyselleşme yolunda büyük ilerlemeler kaydedecek ve kendilerini mutlu hissedeceklerdir. 

Mutlu çocuklar, kendine güvenen çocuklardır: Bir görevi başarabilen, kendine verilen sorumlulukları yerine getirebilen, kendini ve isteklerini ifade edebilen, hakkını savunabilen çocuklar, kendilerine olan güven düzeyleri yüksek olan çocuklar olacağı için; ebeveynler çocukların kendilerini ifade etmelerine fırsat vermeli ve onları bu yönde destekleyici bir tutum sergilemelidir. Örneğin en basit şekliyle alışveriş yaparken bile çocuklarımızın fikirlerini almakla, çocuklarımıza onların fikirlerini önemsediğimizi hissettirerek hem kendilerini mutlu hissetmelerini hem de kendilerine güvenildiğini fark ettirerek kendilerine olan güven düzeylerinin artmasına katkıda bulunmakla işe başlayabiliriz.

Mutlu çocuklar, duygularını ifade edebilen ve empatik olabilen çocuklardır: Durumlar karşısında hissettiklerimizin farkında olmak ve duygularımızı ifade edebilmek, kendimizi karşımızdaki kişinin yerine koyup onun ne hissettiğini anlayabilmek, yetişkinlik hayatında olduğu kadar çocukluk döneminde de çok önemli olan noktalardır, hatta sağlam temelleri ancak çocukluk döneminde atılmaktadır.

Bu nedenle, olaylar karşısında ne hissettiğimizi fark etmek, fark ettiğimiz duyguları ifade etmek, örnek olaylar üzerinden bu durum karşısında neler hissedilebilir noktası üzerinde çocuğumuzla konuşmak, çocuklarımızı durumlar karşısında hissettikleri hakkında konuşmaları noktasında teşvik etmek ve onlara model olmak çok önemlidir.

Mutlu çocuklar, karşılaştıkları problemleri çözebilen çocuklardır: Hayatımızın her döneminde çözmemiz gereken problemler, baş etmemiz gerek sıkıntılı durumlar ile karşılaşıyoruz. Bunu sadece biz yetişkinler değil, çocuklarımız da yaşamaktadır.

Arkadaşı ile oyuncak paylaşımında sorun yaşamak, sırada en önde olmak istemek, oyuna hep birinci başlamayı istemek; hepimizin çocukken yaşadığı durumlardan bazıları. Bu gibi durumlarda çocuklar, kendilerini ifade ederek, içinde bulundukları durumu analiz ederek, bu durumda ne yapılabileceği hakkında fikirler ve çözüm önerileri üretebilmeli ve en uygun çözüm yolunu belirleyerek hayata geçirebilmelidirler. Yaşadıkları problemleri çözebilen çocuklar, kendilerini mutlu hissedecek ve bir problemi ortadan kaldırmanın gururunu ve bu durum ile tekrar karşılaştıklarında ne yapacaklarını bilmenin keyfini yaşayacaklardır.

Bu nedenle çocuklarımıza ev ortamında veya sosyal ortamlarda karşılaştıkları problemleri çözmeleri noktasında örnek olarak yol göstermek ve bu durumları yaşamalarına fırsat ve destek vermek, çok önemlidir.

Kuşkusuz her anne-baba çocuğunu çok sever. Önemli olan bunu doğru biçimde göstermek ve sevginin koşulsuz olduğunu öğretmektir. Koşullar ve istekler üzerine kurulmuş sevgi ilişkileri, hem karşılıklı güven sorgulamasına açıktır hem de temel olarak değersizlik hissi yaşatır. Her birey koşulsuz sevildiği zaman mutludur ve koşulsuz sevmeyi öğrendiği zaman huzurludur.

Çocuklar, yaşadıkları dünyanın kurallarını anlamak isterler ve buna ihtiyaçları vardır. Onlardan ne beklendiğini, diğer insanlarla birlikteyken nasıl davranmaları gerektiğini, sınırlarını ne kadar zorlayabileceklerini, sınırlarını aştıklarında neler olacağını bilmek isterler. Büyüdükçe artan beceri ve kapasitelerini ölçebilmek, denemek, kendi dünyalarını keşfetmek ihtiyacındadırlar. Ancak bu keşiflerini yönlendirecek, ihtiyaç duyduklarında tıpkı bir merdivenin tırabzanları gibi onları tehlikelerden koruyacak sınırlara gereksinimleri vardır.

Sonuç olarak; ne yaparsa yapsın, çocuğuna ne verirse versin çocuğunu mutlu etmeyi bir türlü başaramayan ebeveynlerin sorunu aslında çocuğun gerçek ihtiyaçlarını gözden kaçırıp, çok da gerekli olmayan materyallerle çocuğun etrafını donatmasıdır. Bir bebeğin ve çocuğun en çok ihtiyacı olan şeyler; yemek ve içmenin ardından sevgi ve güvendir.

Doğduğu andan itibaren bebek kendisini güvende hissetmeli ve sevildiğinin farkına varıp huzur duymalıdır. Bu ihtiyaçlar 10 yaşındaki çocuk için de geçerlidir. Çocuklar, ebeveynlerinin onları gözlerinin içine bakarak dinlediğini gördüğünde “ben değerliyim” hissi yaşarlar ve o andan itibaren anne, babaların onlara söylediği sözler daha önemli hale gelir. Daha çok söz dinlerler.

Bunun yanında annesi ve babası tarafından sıkça kucaklanan çocukların kendisini daha çok güvende hissettikleri de bilinmektedir. Çocukların anne babaya seslenişi; “sev beni, besle beni, dinle beni, asla terk etme beni” şeklindedir.

 

Yazar: Yûsuf-i Kenân

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort