JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cuma, 01 Şubat 2019 00:03

SÂDÂTI KİRAM

Sâdâtı Kiram

Sâdâtı Kiram - Vahdettin Şimşek

Sayı : 129 - Eylül 2018

 

Sâdâtı Kiram

 

“Uyan! Allah dostlarına ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar! Onlar ki Allah’a iman edip, takva ile kötülüklerden korunur dururlar.” (Yunus 62, 63)

“Allah’ın öyle kulları vardır ki, peygamber olmadıkları, şehid olmadıkları halde, kıyamet günü Allah’ın katındaki dereceleri sebebiyle; peygamberler de, şehidler de onlara imrenirler. Bunlar öyle insanlardır ki aralarında ne bir akrabalık ve ne de bir menfaat alışverişi olmadığı halde, sırf Allah rızası için birbirilerini severler. Allah’a kasem ederim ki; yüzleri nur kaplıdır ve kendileri nurdan bir minber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman onlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman onlar mahzun olmazlar.” (Ebu Davud)

Rabbimiz celle ve âla hazretlerinin kendisine veli-dost olarak yakınlaştırdığı, dünyada da ahirette de kendilerinden korkuyu ve hüznü kaldırdığı evliyaullah hazeratına derin bir hürmet ve sevgi duygularıyla yazımıza başlayalım.

Evliyaullahın tamamı insanlar içerisinde müstesna bir yere sahiptir. Bunların içerisinde de yine müstesna veliler ve bunların oluşturduğu silsileler vardır. Biz burada silsiletü’z-zeheb yani altın silsile denilen Nakşibendi-Hâcegân silsilesinin sâdâtını yâd etmeye çalışacağız.

Malum olduğu üzere Hâcegân yolu Efendimiz’in (sav) Sevr mağarasında Sıddık-ı Âzam efendimize talim etmiş olduğu usule nisbet edilmiştir. Sıddık-ı Âzam efendimizden sonra Selman-ı Fârisi (ra), ardından yine Hazreti Sıddık’ın (ra) torunu Kasım bin Muhammed (ra) hazretleri, onun ardından ehlibeytten Cafer-i Sadık’tan (ra) ilâ ahir devam eden bir mukarrebûn silsilesi günümüze kadar gelmiş ve bu günde mürşidimiz, canımız cananımız Mevlânâ Hâce Yakub Hâşimî (ksa) hazretleri ile devam etmektedir.

Elbetteki onlardan bahsetmek, onları tanıtmak bizim gibi nefsin esiri olmuşların haddine değildir. Onları “dostum” buyurarak Cenabı Hak (cc) medhetmiştir. Zatına varis kılan Habibullah (sav) taltif buyurmuştur. O kübera, ilâhi bir cezbe ile zaman zaman kendilerini tarif ve ta’zim buyurmuşlardır. Biz de genel olarak sâdâtımızın kelamından tarif etmeye gayret edeceğiz.

Reşahat Ayne’l-Hayat’ın son kısmındaki beyitlerden bazılarında Şeyh Sâfi (ksa) şöyle buyurmaktadır:

“Seyahatları vatan dahilindedir. Tıpkı hâle içinde oturmakta olan ay gibi. Bedenen durmakta olmalarına rağmen, yürekleri itibarı ile sa’y ve harekettedirler. Bu hızlı yürüyenlerin durumu, baş döndürücü bir hızla hareket etmesine rağmen yerinde sabit sandığın dağların, yerin durumuna benzer. Demek yürekleri dönük kimseler bu zatları da kendileri gibi dönük sanırlar.

Ehlüllâh, aşk kâbesine doğru yol alan bir kafiledir. O kafileye kumandanlık edenler de bu kahraman nakşîlerdir. Bu zatlar, aşka susamış kimselerin dudağında cana can katan aşk şarabıdırlar. Vesveseli insanların elinde ise, avuçta sıkılan altınlardır.

Tertemiz gözlere sahiptirler. Hatta, saf ve temiz gözlerin nurlarıdırlar. Dindarların önderi, dinin de tacıdırlar.”

Onlar yeryüzünde Hak namına bulunurlar. Beyitte de buyurdukları gibi ihtişamla karşımızda duran, yeryüzünü dengede tutan dağlar gibidirler. Dışarıdan hareketsiz gibi dururlar. Fakat içeride hiç bir beşerin fehmedemeyeceği bir hareketlilik içindedirler. Bizler onların huzurundayken onlar bize göre bizimle olurlar ki bu Rabbimizin bize sunduğu en büyük nimettir, hakikatte onlar Rablerinin izni ve emriyle âleme nizamat verirler.

Gün gelir, Hakk’ın azameti ilahiyesi karşısında mahfiyet elbisesine bürünüp, Bayezid-i Bistâmi (ksa) hazretleri olur, bütün amelini iki ekmeğe satıp deveye yedirir ve “Elhamdulillah şimdi Rabbimle başbaşa kaldım.” buyururlar.

Gün gelir, Hasan Harakâni (ksa)hazretleri gibi aslanı kendisine binek ederler ve “Biz insanların ezasına sabrettik, Allah da aslanları bize hizmet ettiriyor.” buyururlar. 

Gün gelir Abdulhalık Gucdevânî (ksa)hazretleri gibi ahlakının güzelliğinden ve makamının yüceliğinden melekler huzuruna gelir, onunla sohbet eder ve ondan dua talebinde bulunurlar.

Gün gelir Mevlâna Bahâuddin Şahı Nakşibend (ksa) hazretleri gibi mahlukata şefkatinden yıllarca yaralı hayvanları tedavi eder ve insanlara eza veren şeyleri sokaklardan temizler. Bunun sonucunda da Maklukatın Halıkı (cc) tarafından mübarek ismi şerifi ve yolu kıyamete kadar aziz kılınır.

Gün gelir Ubeydullah-ı Ahrar (ksa)hazretleri gibi Semerkand’dan İstanbul’a tayyi mekan yoluyla ulaşıp, İstanbul’un fethinde bulunur. Sorduklarında da “Kardaşım Sultan Fatih savaş zorlaştığında bizden yardım istedi. Biz de onun yardımına koştuk.” buyururlar.

Yine gün gelir İmamı Rabbani (ksa)hazretleri gibi İslam itikadının bozulmaya çalışıldığı bir dönemde zamanın firavunu Ekber Şah ve yönetimine karşı eşine az rastlanır bir mücadele ile insanların itikadlarını kurtarır. Bunun sonucunda da Müceddidi Elf-i Sâni (İkinci bin yılın yenileyicisi) olur.

Yine ümmetin fesada gitmeye başladığı bir dönemde kendi döneminde ilimde yekta olan fakat bununla yetinmeyip mana denizinden de kana kan içen ve asrının manevi kıblesi olan Mevlâna Halid-i Bağdadi (ksa) hazretlerini görüyoruz. İslam coğrafyasında ilmi ile tanınmış alimleri, hilafeti ayakta tutmak için gayret eden siyasileri, Müslüman olduğunu söyleyen fakat İslam dininden bîhaber yaşayan garipleri hep birlikte irşad edip âdeta bozulmaya başlayan İslam akaidini tasavvuf muhabbetiyle yeniden canlandırmıştır. Yetiştirdiği dört yüz küsur halifesi ile yepyeni bir çağ açmıştır. Bugün elân cari olan ve ehlisünnet itikadının yayılmasına kaynak olan yolu devam etmektedir.

Konumuza inşallah gelecek sayılarda devam edeceğiz...

 

Yazar: Vahdettin Şimşek

 

Cuma, 01 Şubat 2019 00:02

ŞEYTANIN KALBE MÜDAHALE YOLLARI

Şeytanın Kalbe Müdahale Yolları 2

Şeytanın Kalbe Müdahale Yolları - Şeb-i Vuslat

Sayı : 129 - Eylül 2018

 

Şeytanın Kalbe Müdahale Yolları

 

Şeytanın kalbe hulul eden büyük kapılarından biri de mezhep taassubu ve şehvet arzuları ile hasımlara kin tutmak, onları küçümsemek ve onlara hakaretle bakmaktır. Bu hal, fasıkları olduğu gibi, abidleri de helake götürür. Zira insanlara hakaret edip onlara kusur aramakla uğraşmak, insanda bulunan kötü bir haslettir.

Şeytan bu tabiatta olan kimsenin hayaline, bunun güzel bir şey olduğunu yerleştirir. Bu da adamın kalbine yerleşir ve adam da bütün gayretini bu yola sarf eder. Adam, bu hareketi ile din namına gayret sarf ettiğini sanarak kendisini sevinç ve neşe içinde bulur. Halbuki doğrudan şeytan yolundadır. Mesela, biri kalkar Hz. Ebu Bekir (ra) için taassub gösterir, onu bütün ashap üzerine tercih eder ve hepsinden fazla sever. Öte yandan haram yemekten çekinmez, boş ve yalan sözlerden kaçınmaz, çeşitli fesat yollarına girer; yalnız Ebu Bekir’i üstün tutmada ısrar eder ve bununla dindarlık yaptığını zanneder. Halbuki bu hali ile Ebu Bekir kendisini görse, ilk düşmanı o olurdu. Çünkü Ebu Bekir’in (ra) dostu, onun yoluna düşüp, onun istikametini takip eden, ağız ve dilini koruyan kimsedir. Ebu Bekir’in (ra) ahlakı şöyle anlaşılır: O, lüzumsuz söz sarf etmemek için ağzında taş saklardı. Böyle alabildiğine fuzuli işlerle uğraşan kimse, Ebu Bekir’e nasıl dost olabilir?

Öte taraftan Hz. Ali’yi (ra) tercih eden başka bir mütassıb görürüz. Onu diğerleri üzerine tercih eder ve bunu bir ibadet sayar. Halbuki onun yolundan gitmez. Hz. Ali (ra) halife olduğu halde üç dirheme bir gömlek almış ve uzun gelen kollarını makasla kesmiş ve öyle mütevâzı bir şekilde giymiştir. O, böyle bir zahid iken, onun aşığı olduğunu iddia eden kimse, ipek elbiseleri giymekten kaçınmaz ve haramdan kazandığı servet ile süslenmekten çekinmez. Buna rağmen Hz. Ali’yi (ra) sevdiğini iddia eder. Bilmez ki kıyamet gününde ilk hasmı Hz. Ali’dir.

Büyük bir insanın ciğerparesi, gönül meyvesi ve iki gözünün nuru olan bir oğlunu, bir başkası dövse, parçalasa, tüylerini yolsa, makasla dilim dilim kesse ve sonra da bu çocuğun babasını çok sevdiğini iddia etse, acaba o babanın yanında bu adamın bir değeri olur muydu? Bilinen bir gerçektir ki, din ve şeriat Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve diğer sahabenin -Allah onlardan razı olsun- evlatlarından, aile ve nefislerinden de daha fazla sevdikleri şeylerdir. Şeriata isyan edenler, onu şehvet makası ile kesip parçalayanlardır. Bununla beraber Allah’ın (cc) dostlarına düşmanlık ve düşmanı olan İblis’e dostluk etmiş olurlar. Kıyamet gününde sahâbe-i kiram ve Allah velileri huzurunda bunların alacağı manzara meydandadır. Şayet şu anda perde ortadan kalksa da sahabe-i kirâm’ın, Rasul-i Ekrem’in (sav) diğer ümmetlerinden neler beklediklerini görseler, onların bu kötü davranışları karşısında sahabeyi ağızlarına almaktan utanırlardı.

Ne yazık ki, şeytan bunları aldatır ve bir kısmına Hz. Ebu Bekir ve Ömer’i sevenlerin etrafına ateş yaklaşamaz diye vesvese verirken, diğerlerini de Hz. Ali’yi severek ölen kimse için korku yoktur, diyerek aldatır. Halbuki Rasul-i Ekrem (sav) kendisinden bir parça olan Hz. Fatıma’ya: “Amel et; zira ben Allah katında senden bir şey kaldıramam!” buyurmuştur.

Mezhep imamları olan Şafii, Maliki, Hanefi, Hanbeli ve diğerleri hakkında taassup gösterenlerin vaziyeti de böyledir. Bir imamın mezhebinden olduğunu iddia edip onun ahlakı ile ahlaklanmayanın kıyamet gününde hasmı o imamdır. Zira o zat bu adama: “Benim mezhebim yalnız dil ile konuşmaktan ibaret değil, belki ameldir. Konuşmak, hezeyan yapmak için değil, amel yapmak içindi. Benim mesleğim ve mezhebim olan amel babında, bana neden muhalefet ettin? Sonra da yalancı olarak ‘Ben falanın mezhebindenim!’ diye ortaya çıktın?” diyerek yakasına yapışır.

İşte bu da şeytanın giriş kapılarının büyüklerindendir. Alimlerin çoğu bu noktada helak olmuştur. Medreseler, Allah’tan az korkan, dinde basiretleri zayıf, dünyaya rağbetleri kuvvetli ve metbu olma ihtirasları şiddetli olan kimselere teslim edildi. Bunlar da mevki ve emellerine ancak mezhep taassubu ile ulaşabildiler. Şeytanın hilelerinden kimse onları ikaz etmedi, belki bunlar şeytanın hilelerini infaz edip yerine getirmekte şeytana vekalet ettiler. İnsanları bu yolda tuttular ve böylece dinlerinin esaslarını unuttular. Kendileri helak olduğu gibi, başkalarını da helake sürüklediler. Allah (cc) onları ve bizi affetsin, amin.

Hasan-ı Basri anlatıyor: İblis “Ben Muhammed’in ümmetine isyanı söyledim, onlar onu süslü gördü ve yaptılar. Fakat akabinde tevbe etmekle benim belimi kırdılar. Buna karşılık ben de onlara öyle günahlar süsledim ki, onlar onu ibadet sandılar ve tevbe etmek hatırlarına bile gelmedi. O da hevâ-i nefislerine uymaktır.” dedi ve bunu doğru söyledi. Çünkü onlar bu hareketlerinin isyan olduğunu bilmezler ki, ondan tevbe etsinler.

Şeytanın büyük aldatma yollarından biri de kulu, insanlar arasındaki mezhep ihtilafları ve bu husustaki dedikodularla meşgul edip kendisini unutturmaktır.

Abdullah b. Mes’ud (ra) şöyle anlatıyor: “Bir cemaat, Allah’ı zikretmek üzere bir yere toplandılar. Şeytan bunları dağıtmak ve aralarını bozmak için ne kadar çalıştı ise, muvaffak olamadı. Bu defa bunlara yakın başka bir cemaate gitti. Bunlar da dünya işlerini konuşuyorlardı. Şeytan kolaylıkla bunların arasına fesat tohumu ekti ve bunları birbirine düşürdü. Bunlar da yekdiğerini öldürmeye kalktılar. Şeytanın maksadı bunlar değil, ötede zikir ile meşgul olanları dağıtmaktı ve buna da muvaffak oldu. Şöyle ki, bu döğüş ve kavgayı gören zikir erbabı, bunları ayırmak için hemen oraya koştular ve ayırdıktan sonra da dağılıp gittiler, işte şeytanın istediği de bu idi, yani onları dağıtmak idi.”

Şeytanın kalbe giriş kapılarından biri de, cehaletleri sebebiyle akılları ermeyen bazı kimseleri, Allahu Teala’nın (cc) zat ve sıfatı üzerinde ve akıllarının alamadığı bu gibi meselelerde düşünceye sevk eder, şüpheye düşürür ve onları dinin esasında şaşırtır. Allahu Teala (cc) hakkında bazı hayali şeyler hatırlarına getirir ki, bu gibi hayaller ile ya bidat sahibi olur veya küfre giderler. Adam da bilmeyerek sevinir, güya bir şey buldum zanneder. Akıl ve zekası ile bir şey anladığını sanır. İnsanların en ahmağı, zekasına en çok güvenendir. İnsanların en akıllısı da kendini en fazla töhmetleyen ve durmadan âlimlerden soran kimsedir.

Hz. Aişe (ra) diyor ki: Rasul-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Şeytan birinize gider hulul eder ve vesvese yolu ile:

-Seni kim yarattı, diye sorar. Adam:

-Allah yarattı, deyince, şeytan:

-Ya Allah’ı kim yarattı, der. Sizden biriniz içinizde böyle bir sual ile karşılaştığı zaman, Allah ve Rasulü’ne iman ettim, desin. Zira bu vesveseyi giderir.”

Rasul-i Ekrem bu vesvesenin ilacından bahsetmeyi emretmedi. Zira bu vesveseyi alimler değil, insanların avamı bulur. Avamın hakkı ise, kalpleri ile tasdik ve vücutları ile inkıyat olup, ibadetle ve aralarında geçimle meşgul olarak, ilmi, ulemaya terk etmektir. Avamdan olan bir kimsenin ilim hakkında konuşması, onun zina ve hırsızlık etmesinden daha kötüdür. Zira ilmi olmadan, Allahu Teala ve dini hakkında konuşanlar, bilmediği yerden küfre gidebilirler. Bu tıpkı yüzmeyi bilmeyen kimsenin denize girmesine benzer. İtikad ile alakalı olan şeytanın hile ve yolları sayılamayacak kadar çoktur.

Şeytanın kalbe hulul eden kapılarından biri de suizandır (kötü zan). Allahu Teala: “Ey iman edenler, zanların çoğundan sakının, zira zanların bazısı günahtır.” (Hucurât 12) buyurmuştur.

Kim, bir zan ile başkasının kötülüğüne hükmederse, şeytan bu kimseyi o adamın aleyhinde dil uzatmaya ve gıybet etmeye sevk eder de bu sebeple helaka gider yahut o adamın hakkına riayet edemez, ikramda kusur eder, ona hakaretle bakar ve kendini ondan hayırlı görür. Bunların hepsi tehlikelidir. Bunun için şeriat töhmet yerlerinden menetmiştir. Nitekim Rasul-i Ekrem (sav): “Töhmet yerlerinden kaçınınız.” buyurmuştur. Hatta bizzat Rasul-i Ekrem töhmet yerlerinden uzaklaşmıştır.

Ali b. Hüseyin’den (ra) rivayet edildiğine göre; “Safiyye bint-i Hayy b. Ahtab, Rasul-i Ekrem’in mescidde itikafta olduğunu öğrendi ve Rasul-i Ekrem’i ziyarete gittiğini söyledi: Bir müddet Rasul-i Ekrem ile konuştuktan sonra ayrılmak üzere kalktım ve Rasul-i Ekrem de kapıya kadar beni yolcu etti. Tam o sırada ensardan iki genç oradan geçiyordu. Hemen Rasul-i Ekrem onlara seslendi ve: ‘Bu, Safiyye bint-i Hayy’dır!’ buyurdu. Onlar da:

-Ya Rasulallah, biz senin hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem:

-Kanın bedende cereyanı gibi şeytan da insana hulul eder. Size vesvese vereceğinden korktum da onun için vaziyeti izah ettim, buyurdu. 

İnsafla bak ki, Rasul-i Ekrem (sav) onları din ve diyanetlerinde nasıl korudu. Çünkü Rasul-i Ekrem onlara, suizannın insanı küfre kadar götürdüğünü, ümmetinin töhmet yerlerinden uzaklaşmalarını öğretti. Hatta en muttaki bir alimin bile bu hususta tesahül göstermeyecek halde olduğunu ve bu gibi alimin bile “Benim hakkımda hüsnü zandan başka ne yapılabilir?” demesinin doğru olmadığını bildirdi. Zira en muttaki ve şüpheli şeylerden çekinen alim bir zata dahi herkes aynı nazarla bakmaz. Bazıları her yönden rıza gözü ile bakarsa, bazıları da kem gözle bakarlar. Nitekim şair: 

“Rıza gözü, bütün ayıplara karşı kördür / Fakat hışım gözü bütün kötülükleri açıklar.” demiştir.

Onun için kötü zanlardan ve kötülerin töhmetinden uzaklaşmak gerekir. Zira kötüler, herkesi kötü bilirler. İnsanlara suizanda bulunan ve kusur araştıran bir kimseyi gördün mü? Bilmiş ol ki, bu adam kötü bir insandır, o hal, kendisinden taşan pisliğidir. O, başkasını kendisi gibi görür. Zira mümin, mazeretler arar ve kabul eder. Münafık ise kusur arar durur. Mümin, bütün insanlar hakkında kalbi temiz olup iyilikten başka bir şey düşünmeyen kimsedir.

Şu anlattıklarımız, şeytanın kalbe giden yollarının bazılarıdır. Hepsini saymak istesem, ona güç yetiremem. Yalnız bu kadarı diğerlerine de işarettir. Ademoğlu’nda bulunan her kötü huy, şeytanın bir silahı ve kalbe hulul eden yollarından biridir.

Devam edeceğiz inşallah,

Selam ve dua ile...

Kaynak:
İhyâu Ulûmi’d-Din, Hüccetü’l-İslam İmam Gazâlî, Bedir Yayınları, 3. Cilt

 

Yazar: Şeb-i Vuslat

 

Cuma, 01 Şubat 2019 00:01

BİR KALP İKİ DÜNYA

Bir Kalp İki Dünya

Bir Kalp İki Dünya - Burcu Kul

Sayı : 129 - Eylül 2018

 

Bir Kalp İki Dünya

 

Fahri Kainat Efendimiz (sav) buyuruyor ki;

“Helal de bellidir, haram da. Bu ikisi arasında insanlardan çoğunun bilmediği şüpheli şeyler vardır. Kim şüphelilerden korunursa dinini ve ırzını korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşer. Bu kişi koruluğun etrafında koyun güden ve koyunların her an koruluğa girme ihtimali bulunan bir çoban gibidir, dikkat edin! Her kralın bir koruluğu vardır. Dikkat edin! Allah’ın yeryüzündeki koruluğu haram kıldığı şeylerdir. Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o düzgün olursa bütün vücut düzgün olur, o bozuk olursa bütün vücut bozuk olur. Dikkat edin! Bu et parçası kalptir.” 

Maneviyat denilince aklımıza kalp gelir. Bedenin merkezi olan kalbe birçok damar girer ve çıkar. Bunların her birinin ayrı bir görevi vardır. Bazı damarlar kalbe kirli kanı taşır. Kalp bu kirli kanı içerisine alır, temizler ve diğer damardan dışarı temizlenmiş kanı pompalar. Her kalp atışında bir temizlik, bir yenilenme oluyor. Kalp çalıştığı sürece bu durum değişmez.

Peki, bizim gönlümüz de böyle çalışıyor mu? Biz bugüne kadar kötü alışkanlıklarla kalbimizi mahvetmişiz. Ona yeterli gıdasını, zikri vermeyince süzülmüş. Kalbimiz hastalanmış düzgün çalışmıyor. Aklımıza gelen kötü duygular, havatırlar, haram bakışlar, fena sözler, günahlar gönlümüzde temizlenemiyor. İstediğimiz bu temizlenme ancak sağlam bir gönül ile olur.

Biz gönlümüzü nelerle besliyoruz?

Günümüzdeki doktorların hemen hemen hepsi yediğimiz içtiğimiz gıdaların zararlarından bahsediyor. Kötü beslenme alışkanlıkları, hareketsizlik ve düzensiz yaşam tarzı başta obezite olmak üzere birçok hastalığı ortaya çıkarıyor. Ya nemelazımcılık yapıp “Aman canım can boğazdan gelir. Boş ver, bu dünyaya bir daha mı geleceğiz, ye iç oyna.” ya da aşırıya kaçıp hiç yemek yemeden zafiyet hastalığına yakalanıp hayati fonksiyonlarımızı iflas ettiriyoruz. Şimdi bir kişiye sorsak sağlıklı olmak için;

-Neler içiyorsun?

-Ya ben sigara içmiyorum. Alkol kullanmıyorum. Katkılı yemiyorum. Kızartmalardan uzak duruyorum.

-Ya yediklerin?

-Sağlıklı olmak için hiç yemiyorum.

Bu ne kadar anlamsız bir cevap olur değil mi? Bu insan sadece zararlı gıdalardan uzak durmakla sağlıklı olmaz. Bu insanın temel besin öğelerine ihtiyacı var. Protein almalı, vitamin, karbonhidrat almalı. Su içmeli.

Kötü yaşam tarzından uzak durduğu gibi sağlıklı beslenmeli. Yoksa hayati fonksiyonları yavaş yavaş bozulup iflas eder.

İşte kalbimizi de günahlardan haramlardan koruduğumuz gibi ona lazım olanı vermeliyiz. Zikri, istikameti, takvayı, tefekkürü, kanaati vermeliyiz. Bunun için elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Bizi diğer canlılardan ayıracak şey kalbimizin manevi hasletleri. Yoksa, çok affedersiniz, hayvanatta da aynı kalp var. Onu değerli kılacak şey hakiki bir iman.

Bizler nasıl ki rahatsızlandığımızda kendimizi tedavi edemiyorsak, bir doktora ihtiyaç duyup gidiyorsak, kalbi hastalıklarımızı da bir doktor yardımı ile tedavi etmeliyiz. Bizler manevi hastalıklarımızın adlarını dahi bilemiyoruz. Bize nasıl tesir ediyorlar bilmiyoruz. İnim inim inleyen hasta yatağında nasıl ki şifa bekler; kendisini iyileştirecek, tekrar hayata döndürecek bir ilaç ister. Ne derseniz iyi olmak için yapar. İşte biz de bugün o hasta gibiyiz. İmanımız öyle inliyor ki. Manevi bir doktora ihtiyacımız var. Sahte doktorlar var diye bizler doktora gitmeyi bırakmıyoruz. En iyisini arayıp buluyoruz. İste bugünün manevi doktorları da öyle tesirli ki. Arayıp, bulmamız gerekiyor. Kalbimizi ellerine teslim etmemiz lazım.

Kalbin düşmanları çok. Şeytan hiç durmadan bizim imanımızı mahvetmek için çalışıyor. Nefs türlü oyunlarla kalbimizi perdelemeye çalıyor. Dünya süslenmiş püslenmiş kalbimize girmeye bizi meşgul etmeye çalışıyor. Kalbimizi düzeltecek, imanımızı kuvvetlendirecek, kamilleştirecek şifayı almamız lazım. Bizi ibadetten, huşudan alı koyan halleri öğrenmeliyiz. Nefsin desiselerini, şeytanın vesveselerini bizler maalesef ki anlayamıyoruz. Kamil bir hale gelinceye kadar o terbiyeye muhtacız. Gönülden bihaber olunca imtihanların ağırlığı altında da eziliyoruz. 

Kur’an-ı Kerim’de, dünya bizler için bir imtihan yeri olarak anılmış;

“Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.” (Bakara 155)

“İnsanlar, (sadece) iman ettik diyerek sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebut 2)

Hz. Musa, Tur-i Sina’ya giderken yolu üzerinde bir şahısla karşılaştı. O şahıs Hz. Musa’ya:

-Ey Kelimullah! Bir ihtiyacım var; ne olur, Tur-i Sina’da Rabbime niyaz eyle de kabul buyursun, dedi. Hz. Musa;

-İhtiyacın nedir, söyle de ona göre dua edeyim, deyince o kişi;

-Ey Allah’ın Peygamberi! Bu benimle Rabbim arasında bir sırdır, dedi.

Hz. Musa (as), Tur-i Sina’ya vardı, Allah Teala ile konuştu ve o kişinin de haceti için dua etti. Cenab-ı Hak da bu duayı kabul buyurduğunu kendisine bildirdi. Buna sevinen Hz. Musa, bu müjdeyi vermek için dönüşte o kişiye karşılaştığı yere uğradı. Bir de baktı ki, canavarlar onu öldürüp parçalamış! Bu hale son derece hayret eden Hz. Musa (as);

-Ya Rab! Bu nasıl bir sırdır? Onun hacetini kabul etmiştin, diye niyazda bulundu.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak, kendisine şöyle buyurdu: 

-Ey Musa! O kulum benden öyle bir manevi makam istedi ki, kendi gayret ve amelleriyle arzusuna nail olması mümkün değildi. Bunun için ona görmüş olduğun belayı verdim. Böylece onu, bu iptila ile katımda arzu ettiği makama yükselttim.

Mühim olan, bu imtihanlardan tam not alabilmek. Fahri Kâinat Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Öyle manevi dereceler vardır ki kul kendi çalışmasıyla onlara kavuşamaz. Allah Teala kulunu sevimsiz sıkıntılara müptela ederek kendisini o derecelere ulaştırır.” 

Bizi bizden çok düşünen ve her daim güzel makamda görmek isteyen bir Rabbimiz var. Bu duygu biz Müslümanları şaha kaldıracak bir duygu. Aşkla şevkle elimizden gelen gayreti göstermeliyiz. Gayret edeceğiz ki Hakk’ın rahmeti üzerimize yağsın. Allah’ın rahmetinin üzerimize sağnak sağnak yağdığı şu günlerde, ne olur bizler tembellik şemsiyesiyle bunu engellemeyelim. Yarıncılardan olmayalım. Her bir mümin Allah’ın üzerindeki nimetini sergilemek için yarışmalı. 

Alimler şu üç makamdan hangisinin daha üstün olduğu hususunda ihtilafa düşmüşlerdir: 

Birincisi, Allah Teala’ya kavuşma arzusu ile ölümü arzulayan kulun makamı.

İkincisi, Rabbine hizmet etmek ve onun yolunda çile çekmek için uzun yaşamayı isteyen kulun makamı.

Üçüncüsü ise, “Hiçbir şeyi tercih etmiyorum, Rabbim’in benim için razı olduğuna rıza gösteriyorum. Beni ister ebediyete kadar yaşatsın, isterse yarın canımı alsın!” diyen kulun makamı.

Yarınımızı bu-gün belirler. Biz bu-gün maneviyatımızı yüceltmeliyiz. Onun için gönlümüzü bir bilene bağlamalıyız. İşte o zaman kalbimiz iyileşmeye başlar. Asliyetine kavuşmak için elini taşın altına koymaktan çekinmez.

Kalp sağlıklı çalışmaya başladı mı, mutmain olur. Kalp mutmain olunca özüne döner. Mevlaya yakınlık kesbeder. Artık dışarıdan gelen fenalıklar işlemez. Nefs ölümü hatırlar ve dünyadan yüz çevirir. İhlas sırrına erdik mi, Allah’ın şeytana onlara dokunamazsın dediği kimselerden olunur. İmtihanlar bize Allah’ı hatırlatır. Mevlaya döndürür bizi.

Rabbim o son anımızı düğün günü eylesin. Hak namına ayrıldığımız her şeyin nihayeti ona olsun. Yar ile kavuşmanın adı olsun, ayrılık.

Amin.

 

Yazar: Burcu Kul

 

Cuma, 01 Şubat 2019 00:00

ALLAH'IN VELİ KULLARI -6

Allahın Veli Kulları 6

Allah'ın Veli Kulları -6 - Mine Şimşek

Sayı : 129 - Eylül 2018

 

Allah'ın Veli Kulları -6

 

Alemlerin Rabbi olan, eşi benzeri olmayan yüce Allahu Teala’ya binlerce hamdu sena olsun. Habibi Kibriya Muhammed Mustafa’ya (sav) zerreler adedince salat, selam olsun. Bu ayki yazımızda Allah dostlarının kısa hayatlarını yazmaya devam edeceğiz inşallah.

İmamı Rabbani Hazretleri ve Kısa Hayatı:

İmamı Rabbani ismiyle meşhur olan Ahmed Faruk Serhendi (ks) hazretleri Hindistan’da yetişen en büyük veli ve alim. Silsileyi aliyeye mensub İslam alimlerinin yirmi üçüncüsüdür. Babasının adı Abdülehad’dır. 1563/971 senesinde Hindistan’da yetişmiş olmasına rağmen irşadı ve etkisi dünyanın birçok bölgesine ulaşmıştır.

Bu zatlar güneş gibidir, parlar ışık verir ve haliyle onlara yönelenler istifade ederler. “Rabbani” alim demek olup kendisine ilim ve hikmet verilmiştir. İlmi ile amel eden, amel bakımından eksiksiz, kamil, olgun alim demektir. İşte o hakiki yol göstericilerden biri de “Müceddid-i Elfissani - İkinci Bin Yılın Yenileyicisi” ünvanıyla anılan İmamı Rabbani’dir. Baba tarafından soyu hazreti Ömer efendimize dayanmaktadır, onun için “Faruki” nisbesiyle anılmıştır.

Talebelerinin meşhurlarından olan Bedretttin Serhendi (ks) İmamı Rabbani hazretlerinin mübarek suretini şöyle tarif etmişlerdir: Onun mübarek suretini şöyle beyan edelim ki sevenleri ve yolunda bulunanları onun mübarek yüzünü ve sohbetlerini düşünerek feyz alıp nasiplensinler. Beyaza yakın buğday tenli ve açık alınlı idi alnında ve mübarek yüzünde öyle bir nur parlardı ki ona bakacak takat kalmazdı. Kaşlarının arası açık idi dişleri sık birbirine bitişik olup inci gibi parlardı, sakalları sık, heybetli yuvarlak olup yanaklarından taşmazdı. Uzun boylu ve ince yapılı idi, ondan her saat ve her dakika feyz zuhur ederdi.” 

Sevenleri onun için: “En yükseklerden feyz saçan rahmet bulutu / Senden yağıyor bereketli nisan yağmuru / Bekliyoruz seni ancak senin, senin feyzinle kurtuluruz.” diye şiirler yazmışlar.

İmamı Rabbani (ks) az bir nimete şükrederdi. Yaz olsun kış olsun gecenin üçte ikisini geçirdikten sonra kalkar o vakitte okunması gereken duaları okur, Mükemmel bir abdest alır. Abdest suyunu başkasına döktürmezdi…. Kur’an-ı Kerim okurken dinleyenler okumasından ve simasından Kur’an-ı Kerim’in esrarının ve bereketlerinin ona akıp geldiğini anlarlardı. Muhammed Haşimi Keşmiş şöyle anlatır: Bir gün Kur’an-ı Kerim okuma esnasında bu fakire dönüp: “Kur’an-ı Kerim’de Allahu Teala ile habibi arasında öyle sırlar var ki onları ancak alimler anlar.” buyurdu.

İmamı Rabbani (ks) ilk tahsiline babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapça’yı öğrendi, küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i ezberledi, sesi güzel olduğundan Kur’an-ı Kerim’i bülbül gibi okurdu. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanın meşhur alimlerinden öğrenmiştir. Babasından aldığı dersler tamamlanınca Siyalkut şehrine gidip oradan da Mevlana Kemalettin Keşmiri’den ilim öğrenmiştir. Edebiyata çok meraklı olup zekasının şiddeti herkesi hayrete bırakıyordu. İmamı Rabbani hazretleri (ks) memleketinde ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeye, yükseltmeye, başladı. Şöhreti her yerde yayılıp her tarafta aşıkları onun ilminden feyzinden faydalanmaya geliyordu.

Talebelerini mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sık sık emreder buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile doldururdu. Peygamberimiz’in (sav) sünnetlerini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Çok alim ve veli yetiştiriyordu.

Hikmetli Sözleri ve Mübarek Öğütleri:

İnsanın yaratılışındaki maksat, kendisine emredilen ibadetleri yerine getirmektir. İbadetlerin edasından maksat da imanın hakikati demek olan yakini elde etmektir.

Kalp temizliği, Kur’an ve sünnete uymak bidatlerden kaçmak ve nefsin kötü arzularından sakınmakla olur.

Şu üç şeyden mahrum kalmanız yakışmaz: Kur’an-ı Kerim okumak, çok Kur’an okuyarak namazı eda etmek, “Lailahe illallah” kelime-i tayyibesini çok tekrar etmek.

Allahu Teala’nın sizi imtihan ettiği vakitlerde ona hamd etmelisiniz. Nefsinize bir lahza dahi boşluk bırakmadan bu işlerinize devam etmelisiniz. Çokca tekrar ediyoruz ki bu kıymetli vakitleri hiçbir işe yaramayan boş şeylerle harcamayınız.

Dünyada namaz mertebesi, ahirette ruyet mertebesidir. Dünyada yakınlığın mahiyeti namazdadır. Allah’ın yakınlığının sonucu ise Allah’ı görmektir. İbadetlerin en güzeli namazdır ki dinin direğidir. Müminlerin miracıdır, onun edası için tam itminan gösterip onda dikkatli olmak gereklidir. İtminan denilen kalbin sükuneti de bulunmalıdır. İnsanların çoğunun itminanı ve tadili erkanı zayi etmek suretiyle namazı boşa gidermektedir.

Zikir kalbin amelidir ve yüce Allah’ın Kur’an’da emrettiği vazifelerden biridir. Zikir Allah bilinci içinde olmaktır. Zikir bir amel çeşidi olduğu gibi aynı zamanda ibadetlerin içinde, ruhunda bulunan bir öz, bir cevherdir. Zikrin en önemli neticelerinden biri kalbi itminana kavuşturmasıdır. Kalbin itminanı demek gönülden tasdik etmek ve insanın iman edilecek, gaybi şeylere gözüyle görürmüşcesine inanması ve böylece kalbin mutmain olup rahata kavuşmasıdır. İman zayıf olunca itminan hasıl olmaz ama iman kuvvetlenince insan ateşin yakıcılığına, suyun boğuculuğuna, zehrin içeni öldüreceğine inandığı gibi sonra dirileceğine mahşere ve hesaba da inanır. Ateşin yakıcılığına inanan insan kendini ateşe atmayacağı gibi; ahirete, haşra, hesaba, mizana, cennete ve cehenneme iman hususunda kalbi itminan bulan kimse de kendini ahirette tehlikeye sokacak şeylerden korumaya çalışır.

Allahu Teala buyurdu: “Haberiniz olsun ki Allah’ın zikri ile kalpler itminana kavuşur.” Ayeti kerimenin ifade ettiği mana gibi, kalbin Hakk’ın zatı ile münasebet kazancı vardır. Zikirden muhabbet hasıl olur, zikirden kimseye muhabbet gelince bundan sonra artık kalbin yatışması meydana gelir. Kalp itminana varınca elde edilen kazanç ebedi bir saadeti devlet olur. Allahu Teala buyurdu: “Çok zikrediniz felah bulursunuz.” Ahiretteki felah çokça zikretmeye bağlıdır. (Mektubât, 70. ve 382. Mektuplar)

Allah’a hamd olsun Rasuluna salat ve selam olsun. İyi biliniz ki bizim gibi acizlere lazım olan şey şunlardır: Küçüklük düşüncesi içinde olmak, yüce Hakk’a karşı yalvarıcı, kalbi kırık ve ona sığınıcı halde olmak. Kulluk vazifelerini eda etmek suretiyle sünneti seniyyeye tabi olmak. Bütün saadetlerin başı ve aslı Peygamber’in yoluna tabi olmaktır. Bütün fesatların aslı da ona ve İslam’a muhalefettir. Hep doğru söyleyici Rasulullah Efendimiz (sav) her neyi haber vermiş ise hepsi doğrudur. İşin özüne mutabıktır, onda yanlış yoktur. (Mektubât, 23. 36. 157. Mektuplar)

Mübarek Duaları:

Allahım bize hakkı hak olarak göster, ona tabi olmayı bize tabi eyle; batılı batıl olarak göster, ondan sakınmayı nasip eyle. Rabbimiz nurumuzu tamamla, günahlarımızı bağışla. Sen her şeye kadirsin! Allahım bizi mübarek kelime-i tevhid cümlesinin bereketlerinden mahrum eyleme, onda bize sebat ver. Onun tasdiki üzere bizi öldür, ona tasdik edenlerle bizi dirilt. Onun hürmetine ve onu tebliğ edenler hürmetine bizi cennete idhal eyle. Allahu Teala bizleri razı olduğu işleri yapmaya muvaffak eylesin. Yüce rabbimiz bize ve size razı olmadığı şeylerden necat ihsan eylesin.

Allahım bizlere hakikatları olduğu gibi göster, oyuncak sayılan işler ile uğraşmaktan bizi uzaklaştır. Allahım mağfiretin günahlarımdan çoktur, rahmetin amelimden çok daha ümit vermektedir.

Bizleri razı olduğun işlerde başarılı eyle, sana taatte bize sebat ver. Seyyidü’l-mürselin hürmetine. Ona ve aline salat ve selam olsun, Rabbimiz nurumuzu tamamla günahlarımızı bağışla sen her şeye kadirsin. (Mektubât, 427. 350. 366. Mektuplar)

Allahu Teala ona öyle manevi ilimler ihsan etmiş ki hocası Baki Billah (ks) bu yeni ilimlere kavuşabilmek için huzuruna gelir hürmetle otururdu. İmamı Rabbani hocasının geldiğini görünce kapıya koşup tevazu ile karşılardı. İmamı Rabbani (ks) benzeri az yetişen müstesna bir İslam alimi ve bir mürşidi kamildir.

Son Günleri ve Vefatı:

İmamı Rabbani (ks) 1032 hicri senesinde vefat etmenin yakın olduğuna dair işaretler ve alametler görünce Serhend’de bulunan kıymetli oğullarına bir mektup yazıp gönderir: “Kıymetli oğullarım! Bu dünyada hiçbir şekilde bağlılığım ve nazarım kalmadı. Öbür dünyaya gitmek icap ediyor. Ömrümüzün sona ermesi yakındır, yolculuk alametleri görülmeye başladı. Bir daha kavuşmamız mümkün olur ya da olmaz, kadere razı olmak lazım...” buyurdu.

Babalarının hasreti ile yanan gözlerinin nuru oğulları, bu mektubu alınca babalarının bulunduğu yere hareket ederler. 

Vefatı 1034 hicri senesi sefer ayının 28’inde kuşluk vakti olur. Lafza-i Celal’i Allah’ın has ismini zikirden başka hiçbir şey söylemez. Kısa zaman sonra canı cananına teslim eyler. Vefat haberi sevenlerini ve talebelerini çok üzüp günlerce ağlatır. İmamı Rabbani hazretlerine zerreler adedince rahmet olsun himmetleri bol olsun.

Yazımızı vefatından önce buyurduğu bir şiir ile bitirelim: “Vuslat günüdür sırdaşım, aleme kucak açayım / Bu devletin bu nimetin, sevinçlerini saçayım.”

Kaynakça:
İslam Ansiklopedisi
İmamı Rabbanin Hayatı, Yasin Yayın Evi

 

Yazar: Mine Şimşek

 

Cihadın En Büyüğü Nefse Karşı Yapılan Cihaddır - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 129 - Eylül 2018

 

Cihadın En Büyüğü Nefse Karşı Yapılan Cihaddır

 

Efendimiz (sav) ashabı ile giderken yolun kenarında kabirler gördü, o kabirlere okumak için uğradı. Kabirlere baktı ağladı… Ashabı kiramdan kuru dal istedi. Bana bir dal bulun, buyurdu; bir kuru dal getirdiler. Onu kırdı kabirlerin üzerine işaret olarak bıraktı. Anadolu’da bazı mezarlara uzunca bir çubuk koyarlar, bu sünnettir buradan gelir…

Sahabi sordu: “Ya Rasulallah niye ağladınız, kim var burada?” Efendimiz buyurdu ki: “Bunlar sizin arkadaşlarınızdandı, mescide gelen dinleyen insanlar idi. Şimdi gördüm ki bunlar kabirlerinde azap görüyorlar. Allahu Teala bunlara azap ediyor. Meleklere sebebini sordum, dediler ki birisi küçük abdestini ayakta bozuyordu, üstüne sıçrıyordu öyle ibadet ediyordu. Temiz olmayan bir elbise ile ibadet ettiği için Allah ibadetlerini kabul etmedi. İkincisi de nemmam idi, laf taşıyordu. Ondan bir şey duyuyor gidiyor ona söylüyor, ondan duyuyor ona söylüyor ortalığı karıştırıyordu. Laf taşıyordu o da ondan azap görüyor.”

Kabir azabının ilk sebebi ayakta bevletmektir-abdest bozmaktır buyuruyor Cenabı Peygamber. Allahu Teala böyle alışkanlığı olan Müslümanları kurtarsın bu alışkanlıklarından. Cenabı Hak camilerimizi de bu anlamda şuurlu insanların yönetiminde kılsın. Bunu camilerden çıkaramadık. Camilerde pisuar denilen tuvaletler var, İslam’ın merkezi cami olması gerekirken camilerde insanları kabir azabına duçar edecek ortamlar var. Halbuki hiçbir camide pisuar olmamalı, orası olunca herkes orayı tercih ediyor, gidip orada abdest bozuyor… 

O dalları işaret bıraktı Cenabı Peygamber. Dönüşte aynı yoldan geçerken baktılar ki o dallar yeşermiş, yaprağa dönüşmüş. Efendimiz tebessüm buyurdular, başlarında oturdular okudular. Çok keyiflendiler…

Sahabe bu sefer sordu: “Ya Rasulallah geçerken ağladınız üzüldünüz, azapları olduğunu buyurdunuz. Şimdi çok neşelisiniz. Sonra ilginçtir toprağın içine de sokmadığınız, mezarın üstüne uzattığınız kuru dallar yeşermiş. Bu manzarayı nasıl okumalıyız?” Efendimiz buyurdu ki: “O azap gören arkadaşlarınızdan birinin geride yetim bir çocuğu kaldı. O çocuk bu günlerde Medine-i Münevvere’de mescide gelmiş. Kur’an okumayı öğrenmek için Mescid’de besmele-i şerifi, Bismillahirrahmanirrahim demeyi öğrenmiş. Allahu Teala, o besmele söyledi diye onun usulünden yani dedelerinden yukarıya doğru yedi kuşağı mağfiret etti. Babasını da ona bağışladı, babasının azabı kalktı. Babası da yedi kuşak dedeleri de beraat etti…” 

Şimdi düşünün… Misal bir adam ağaç dikiyor, meyvesi olmasa bile insanlar gölgesinden istifade ediyor. Erozyona karşı toprağı koruyor. Kurt kuş o ağaçtan istifade ediyor; kuşlar gelip onun üstüne konuyor. Karıncalar, böcekler onun dibine yuva yapıyor o ağaçtan rızıklanıyorlar. Adeta bütün mahlukat o ağaçtan faideleniyor. İnsan baktığında insanın içine bir hoşluk veriyor. Tabiat, göze hoş geliyor rahatlatıyor insanı. Ağacın, bakana bile bir hizmeti var.

İşte insan ders yaptığında ecdadına bir faidesi oluyor. Evine bereket oluyor. Yaptığı alana bir rahmet oluyor, mağfiret sebebi oluyor. Basit bir şey değil. 

Bu yüzden büyüklerimiz bu mesele üstünde bu kadar duruyor. Dersimize sadık olmamızı, büyük zaruretlerimiz olmadıkça dersimizi terk etmemizi; yapamadığımız şartlarda hiç değil fatihalarımızı okumamızı büyükler ile irtibatımızı kesmememizi; ezkar-ı nebeviyyeyi yapmamızı, yolda giderken tesbihimizi cebimize indirip o zikri yapmamızı istiyorlar… 

Aslında istediğimizde zaman ayırabiliyoruz. Dostlar, hayatımızdaki zaman israflarını bıraksak, zaman israflarından vazgeçsek değil beş bin yüz bir bini yapacak zaman bile çıkarırız. 

Çünkü bunu içimizde birçok arkadaşımız yapmış ki bu insanlar bu işleri yaparken esnaf idiler, memur idiler; zaman buldular yaptılar. Devletin üst kademelerinde çalışan bir arkadaşımız vardı. Ciddi bir görevde. Düzenli de ders yapıyor. Tabi düzenli yapınca dersi durduğu gibi durmuyor, yükselmesi gerekiyor. Bu arkadaşımız yüz bir binlere geldi. Gece oturuyor sabah namazına kadar yapıyor, uykusuz bir halde kalkıyor dairesine, görevine gidiyor. Görevi de önemli, uykusuzluk bu sefer onun enerjisini etkiliyor gereği gibi belki orada bir hizmet veremiyor, yapması gereken şeyi yapamıyor. Onun için istihare yapmaya başladım. Yani ya Rabbi buna bir kolaylık olur mu, farklı bir lütfun olur mu? Özetle, bir kolaylığın olmayacağını onun tamamlaması gerektiğini, benim endişe etmemem gerektiğini Allah’ın ona yardım ettiğini, söylediler.

Ona da dersini yaparken: “Hocan senin için çok üzülüyor ona söyle gönlünü ferah tutsun sen Allah’ın izni ile bu işi başaracaksın.” demişler. O gün geldi bana dedi ki, ya derste böyle bir hal oldu, bana dediler ki hocan çok üzülüyor sana bu kadar üzülmesin. Sen Allah’ın izni ile başaracaksın, Allah sana yardım edecek. Dedim ki gördüğün el hak doğrudur, devam et. Ve devam etti, tamamladı. 

Hani gözünüzü korkutmak için de söylemiyorum o biraz da dikkatli bir arkadaştı, ne kadar sürede yapıyorsun, diyordum sekiz saat sürüyor, diyordu. Düşünün, sekiz saat örtünün altında Allah’ı zikrediyor. Ondan sonra da kalkıyor göreve gidiyor. Böyle tamamladı, sülûkunu ikmal etti… 

Bu yüzden hayatımızdaki israfları bir tarafa bıraksak zikir yapacak çok zaman buluruz. Bir de nefsimizin üzerine iyi basabilsek… Bizi engelleyen birinci şık nefis. Nefis örtünün altına girmek istemez. Örtünün altına girdin mi sıkılıyor. Ama saatlerce o telefona bakıyor hiç sıkılmıyor. Ona buna mesaj atıyor, yazı yazıyor, haberlere bakıyor… ondan sıkılmıyor. Dedikodudan sıkılmıyor, Allah ile baş başa kalmaktan sıkılıyor. İki tane tesbih döndürmekten sıkılıyor. O zaman işte bilsin ki ben doğru yoldayım. “Cihadın en büyüğü nefse karşı yapılan cihaddır.” buyuruyor Rasulullah (sav) Tebük seferinden dönerken bunu buyurmuşlar. Efendimiz buyuyor ki şimdi bizi bundan daha büyük bir savaş bekliyor, cihadın büyüğü önümüzde… Sahabi diyor ki 

-Ya Rasulallah önümüzde düşman mı var, bir savaştan çıkıp hemen bir savaşa mı gireceğiz? 

-Evet, buyuruyor Efendimiz. Küçük cihadı bitirdik şimdi büyük cihadı yapacağız. 

-Nasıl büyük cihad? 

-Burada düşmanın kim olduğu, adedi belli idi. Yani ordusu mühimmatı, kullandığı silahlar belli idi. Onların bütün stratejilerini, cephelerini öğrendik. 

-Evet ya Rasulallah. 

-Şimdi öyle bir düşman ile karşı karşıyayız ki ordusu ne kadar ve kimler bunu bilmiyoruz. Bize kimlerle saldıracak bunu bilmiyoruz. Elindeki silahlar mühimmatlar neler, bunu bilmiyoruz. Cephesi neresi, nerelere mevzi kurmuş bunu bilmiyoruz. Hakkında hiçbir bilgiye malumata sahip olmadığımız bir düşman ile karşılaşacağız. 

-Bu nasıl bir düşman ya Rasulallah? 

-Bu nefsimizdir. İşte şimdi nefsimizle cihad edeceğiz, küçük cihattan büyük cihada geçiyoruz. 

Allah bunda bizi muvaffak kılsın. 

İşte böyle bir cihadı yapabilmek, başarabilmek her babayiğidin harcı olmuyor. Öbürü kolay, orada okuyorsun yazıyorsun nefsin bir haz duyuyor, tatlanıyor, keyifleniyor. O vaktini Allah’a harcasan, o anda ihsanı düşünsen; düşünsen ki Allah beni müşahede ediyor, Allahu Teala bana bakıyor, ben ne hal üzereyim? Cenabı Hak soruyor: “Ey kulum biz seninleyiz… Her hal ve kârda biz seninleyiz. Sen kiminlesin?” 24 saat boyunca kiminlesin, bunu kendine sormalısın. 

“Ama ben Allah’a inanıyorum, ben Allah’ı seviyorum…” Tamam. Sevdiğin insanlar için neler yapıyorsun, bunu görüyoruz. Arkadaşın için eşin için çocukların için elinden geleni yapıyorsun, Allah razı olsun, güzel şeyler yapmada cümlemizi muvaffak buyursun. Allah’ı da seviyorsan Allah için de bir şeyler yap…

Ailene evlilik yıl dönümünde veya onun doğum gününde çiçek getiriyorsun, bir güzellik olsun diye. Çocuklarına doğum gününde bir hediye alıyorsun gönlü hoş olsun diye, güzel… Cenabı Hakk’a da bir çiçek götür… Her gün yapacağın zikri bir çiçek demeti gibi düşün. Sevginin nişanesi olarak onu Cenabı Hakk’a sun. Gönlümün ta derinliklerinden ya Rabbi senin ismi şerifini anmak, sana sevgimi sunmak için bu zikri yapıyorum. Ben acizim, elimden gelen bu, de. 

3 yaşında, 2 yaşındaki çocuğun yerden bir ot koparsa, getirse sana verse vallahi senin için bir gül demetinden daha makbule geçer. Kıymet bilen biri isen çocuğun bir otu koparıp getirip sana vermesini gül demetlerine değişmezsin. O çocuk aklı ile onu fehmedip sana bir ikramda bulunuyor. 

Varsın senin zikrin o ot nevinden olsun, Cenabı Hak onu gül demeti sunmuş gibi kabul eder. Aczini ortaya koyarsan, ben bu kadar yapabildim ya Rabbi, bunu yapabiliyorum, elimden bu geliyor… Rabbimize karşı bu hal üzere olmalıyız: Benim adım hıdır, elimden gelen budur. 

Ben bu kadar yapabiliyorum ya Rabbi, senin lütfun geniş, senin merhametin sınırsız, senin hüsnü kabulün bîpayan… Ben gafletle, zorlanarak iki üç tesbih döndürdüm, Allah demeye gayret ettim, sen bunu evliyaların zikri gibi kabul edebilirsin, onlara sayabilirsin, meleklerin zikri gibi kabul edebilirsin. Ben öyle zikredemedim bunun bilincindeyim ama senin şanın yüce, neyin eksilir ki benim zikrimi de meleklerin zikrine katıversen. Benim zikrimi de salihlerin zikrine katıversen, gerçek dervişlerin zikrine bulaştırsan neyin eksilir…

*Dergimizde geçen ay yayınlanan “Hayatı Zikirleştirmek” başlıklı sohbetin devamıdır.

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort