JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Biz Seni Ancak Âlemlere rahmet olarak gönderdik

Biz Seni, Ancak Âlemlere Rahmet Olarak Gönderdik - Yûsuf-i Kenân

Sayı : 131 - Kasım 2018

 

Biz Seni, Ancak Âlemlere Rahmet Olarak Gönderdik

 

“Andolsun ki, içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine Kitab ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Al-i İmran, 164)

Alemlerin Sultanının, Canımız Cananımız Efendimiz’in (sav) dünyayı teşriflerini, mevlid kandilinin idarki içinde olmanın sevincini yaşıyoruz elhamdulillah. Bizlere bu sevinci yaşatan mevlamıza ne kadar hamd etsek azdır. Çünkü insanlığın onca isyanına tuğyanına rağmen yine onlara merhamet ederek habibi edibini emanet etmiştir.Bugün insanlık bu emanetin neresinde duruyor? Bu vesileyle Alemlerin Sultanı Efendimiz’in inşa ettiği insanın ayeti kerimelerde ifade buyrulan vasıflarını müzakere edeceğiz inşallah. Rabbim tesirini halk buyursun.

Müminin dostları:

“Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah O’nun elçisi rüku’ ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü’minlerdir.” (Maide, 55)

“Allah Teala inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.” (Bakara, 257)

“Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirenler ve verdikleri sözü bozmayanlardır.Onlar Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten, Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.” (Ra’d,20-21)

“Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınma(nız) başka. Allah sizi kendisinden sakındırır. Varış Allah’adır.” (Al-i İmran,28)

“Sizin dininize uyanlardan başka hiçbir kimseye inanmayın. (Rasulüm!) De ki: Doğru yol ancak Allah’ın yoludur. Yine (onlar, kendi aralarında şöyle dediler:) Size verilenin benzerinin başka herhangi bir kimseye verildiğine yahut Rabbinizin huzurunda onların size karşı deliller getireceklerine de (inanmayın). De ki: Lütuf ve ihsan Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah’ın rahmeti geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir.” (Al-i İmran,73)

“İşte bu şeytan ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın eğer mü’minlerseniz Ben’den korkun.” (Al-i İmran,175)

Mümin herhangi bir nimete nail olduğu zaman ki tavrı nasıl olmalı:

“Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır.” (Hacc,41)

“Mü’minler o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasulü’ne iman edenler onunla birlikte toplu(mu ilgilendiren) bir iş üzerinde iken ondan izin alıncaya kadar bırakıp-gitmeyenlerdir. Gerçekten senden izin alanlar işte onlar Allah‘a ve elçisine iman edenlerdir. Böylelikle senden kendi bazı işleri için izin istedikleri zaman dilediklerine izin ver ve onlar için Allah‘tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah bağışlayandır esirgeyendir.“ (Nur,62)

Müminin ahiretteki vasfı:

“Mü’min erkeklerle mü’min kadınları, önlerinden ve sağlarından nurları koşarken gördüğün günde, (onlara), bugün müjdeniz, zemininden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacağınız cennetlerdir, denilir. İşte büyük kurtuluş budur.” (Hadid,12)

Mümin geçmişini nasıl hatırlar:

“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin.” (Haşr, 10)

Mümin Hakkın emirleri karşısındaki durumu:

“Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki, bunlarla kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile tesbih ederler.” (Secde,15)

“Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.” (Secde,16)

“O kimseler, namazı kılarlar, zekâtı verirler; onlar ahirete de kesin olarak iman ederler.” (Lokman,4)

“Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Müminler ancak Allah’a güvenip dayanmalıdırlar.” (Al-i İmran,160)

Mümin her durumda Allaha güvenir ve Onun emirlerine itatt eder:

“Ey Peygamber, sana ve seni izleyen müminlere Allah yeter.” (Enfal,64)

“Allah’ın (verdiği) rengiyle boyanın. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O’na kulluk ederiz (deyin).” (Bakara,138)

“Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve elçisine çağrıldıkları zaman mü’min olanların sözü: “İşittik ve itaat ettik” demeleridir. İşte felaha kavuşanlar bunlardır.” (Nur,51)

“Hem, bize yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz, Allah’a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkülde sebat etsinler.” (İbrahim,12)

Mümin Allah için harcar:

Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.” (Bakara,274)

“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz size Allah rızası için yemek yediriyoruz; dolayısıyla, sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, sert ve belâlı bir günde Rabbimizden korkarız. (derler). İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (İnsan,8-11)

Mümin batılın karşısındaki feraseti:

“Şimdi (ey müminler!) onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysaki onlardan bir zümre, Allah’ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.” (Bakara,75)

“(Yahudiler ve Hıristiyanlar Müslümanlara:) Yahudi ya da Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim’in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.” (Bakara,135)

“İşitmedikleri halde işittik diyenler gibi olmayın. Şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal,21-22)

“Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, halbuki kalpleri (buna) karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Tevbe,8)

Batıl zaten Hakkı kabulden kaçınır:

“(Rasulüm!) Elbette sen ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp giderlerken sağırlara o daveti işittiremezsin.” (Rum,52)

“Körleri de sapıklıklarından (vazgeçirip) doğru yola iletemezsin. Ancak teslimiyet göstererek âyetlerimize iman edenlere duyurabilirsin.” (Rum,53)

“Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâla buna aklınız ermeyecek mi?” (Kasas,60)

“Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru yola getiremezsin. Ancak ayetlerimize inanıp da teslim olanlara duyurabilirsin.” (Neml,81)

Devam edecek...

 

Yazar: Tamer Doymuş

 

Çocuklarımız Kültürümüzün Geleceğidir

Çocuklarımız Kültürümüzün Geleceğidir - Yûsuf-i Kenân

Sayı : 131 - Kasım 2018

 

Çocuklarımız Kültürümüzün Geleceğidir

 

Toplumların gelecekteki huzur ve sürekliliği çocuklarını yetiştirebildiği sürece var olur. Aile içerisinde çocuk ne denli terbiye edilebilirse toplumda da edep, ahlak, saygı, sevgi, vatanperverlik gibi kavramlar yerini bulur. Bunlar büyükleri tarafından alt kuşaklara örnek davranışlar ile anlatılıp aşılanabilir. Bu kavramlar söz ile değil, pratik olarak görerek, yaşayıp, yaşatılarak öğretilebilecek kavramlardır. Fakat ne var ki bilindiği halde hala eğitim sistemimiz sloganik olmaktan öteye gidemediği için, bu değerler davranış olarak işlevsel hale dönüşememiştir. Okul eğitim yuvası olması gerekirken ne yazık ki olumsuz davranış ve ahlak dışı münasebetlerin kol gezdiği bir müessese görünümü almıştır. Bu yüzdendir ki artık bilinçli ve hassas aileler artık eğitim sistemine haklı olarak güvenememektedirler. İmkanı olanlar özel okul arayışları ile bu boşluğu kontrollü bir şekilde doldurmaya çalışırken, maddi imkanı olmayan aileler ise çocuklarını sıkı kontroller ile okulun yol açtığı ahlaki tahribatlara karşı önlem almaktadırlar.

Burada ayan beyan ortaya çıkan manzara şudur; çocuk ailede eğitilir, aile çocuğun ahlaki değer yargılarının oluşmasında en önemli müessesedir. Aile de bilinçli ve usul çerçevesinde gerçekleştirilecek bu temel vazifeyi daha iyi yapabilecek ikinci bir müessese yoktur. Temel iskelet aile içerisinde şekillendiğinde artık dışarıdan ne tür olumsuz müdahale gelirse gelsin asla bu oluşumu yıkamaz. 

Aile çocuk için, en önemli ilk sosyalleşme sürecinin gerçekleştirildiği yerdir. Çocuk ailede şekillenir. Kişiliği aile de oluşur. Hayatı aile de tanır. Yaşadığı toplumun kültürünü, değerlerini, önceliklerini ailesinden öğrenir. Bu yüzden emperyalist, devletler artık toplumları top ile tüfek ile değil, aile üzerine oynadıkları stratejik dejenerasyonlarla tahrip yoluna giderek işgal etmeye çalışmaktadırlar. Birbirinden iğrenç batı kaynaklı televizyon yayınları, internet siteleri, bilgisayar oyunları, sevgi saygıdan uzak şiddet içerikli programlar, hep türk toplumunu kültürel olarak işgal etme taktikleridir.

Bizim kültürel olarak var oluşumuz, kendimizi bu dünyada devam ettirebilmemiz, değerlerimizi yeni nesiller ile yaşatabilmemize bağlıdır. Yoksa globalleşme denilen tek kültür, tek millet akımı bizi de içine alıp darmadağınık duruma getirecektir. Eleştirdiğimiz, batı kaynaklı ahlak dışı ne varsa günümüzde bizde de hızla yayılmasının sebebi, kendi değerlerimizi çocuklarımıza aktaramadığımız içindir. Artık çocuklarımız bizi eski kafalı olarak görmektedir. Bunu sebebi kültürel güzelliklerimizi sevdiremediğimiz içindir. 

Çocuklarımızı yetiştirirken her şeyde olduğu gibi burada da temel kaynak iki cihan güneşi peygamberimiz Hz. Muhammed’in (sav) usulü ve tavsiyeleri olmalıdır. Peygamberimiz Efendimiz buyurmuşlardır ki: “Çocuklarınızın hayatta çalışkan ve başarılı olabilmeleri için onları üç şeyle yetiştiriniz.”

Önceliğimiz, “Peygamber sevgisi’ olmalıdır. Çocuklarımıza Peygamber sevgisi aşılamalıyız. Çünkü insanlığın bir peygambere muhakkak ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı anlamayanlar kendilerini bilmezler. Çocuklar peygamber sevgisini ancak yaşadığımız çağda O’nu (sav) yaşantısıyla anlatan kamil bir peygamber varisi evliyaullah ile öğrenir. İnsanı kamiller yöntemleri ile insana aşk muhabbet içerisinde çocuklarımıza en güzel ahlak olan peygamber ahlakını yaşayarak öğretir. 

Bir diğer husus ise: “Peygamber’in Ehl-i Beytini çocuklarınıza sevdiriniz.”dir. Yani, Peygamber’in mübarek hanımları, çocukları, torunları, köle ve cariyeleri, kadın-erkek bütün akrabasının hepsine saygı ve sevgi ve onların haklarına riayet telkin ederek iyi hal ve güzel amellerini benimseyip güzel adetlerini takib ettirmektir.

Son olarak: “Çocuklarınızı Kur’ân okumakla mükellef tutunuz.”. Yani, onlara Kur’ân okutunuz. Zira çocuklarına Allah (cc) Kelamını okutmak veya okutturmak anaya ve babaya vaciptir. Okutmayanlar veya okutturmayanlar, Allah (cc) katında sorumludurlar. Kur’an-ı Kerim insanları aydınlatan, itikatlarını sağlamlaştıran, imanlarını tamamlayan, amellerini düzelten, ahlaklarını güzelleştiren ve derecelerini yükselten apaçık bir mukaddes kitaptır, insanlığın dünyasını mesut, hiretlerini mamur eder.

Bir toplumu oluşturan maddi ve manevi bütün değerler kültür olarak açıklanır. Bu kültürü sürekli kılmak için kuşaktan kuşağa aktarmak ve korumak gerekir. Bunu yapma görevi ise ailelere, toplumsal kurumlara, eğitim ve eğitim kurumlarına düşmektedir. Özellikle eğitim kurumları kültürümüzü yeni nesillere aktarırken, ortaya çıkan ihtiyaç ve şartlara göre yeni kültürel değerler oluşturmalıdır. Bu da kültürümüzü zenginleştirecektir.

Geçmişten günümüze kadar gelenek, görenek, töre, örf ve adetlerimizi taşımamız, bunlara yeni değerlerin ilave edilmesi kültürü korumak ve zenginleştirmek adına yapılan en önemli icraattır. Toplumları millet yapan kültür ve kültürel değerlerdir. Çünkü kültürel değerler insanları birbirine yakınlaştırır ve kaynaştırır. Kürdüyle, Türküyle, Lazıyla, Çerkeziyle bu necip milletin de en önemli özelliği budur. Yani bizi diğer milletlerden ayıran en önemli özelliklerin başında, kendi kültürümüze ve değerlerimize bağlı kalmamız gelir. Bağlı kaldığımız değerlere örnek vermek gerekirse; edebiyat, sanat, mimari, dil, folklör, kıyafet, gelenek, görenek vb.

Şehirleşmenin artması nedeniyle insanların yaşam tarzları değişime uğramıştır. Bu nedenle kültürel değerlerin bir çoğu yavaş yavaş unutulmuş, bozulmuş ve yok olmaya başlamıştır. Büyük şehirlerde aile yapısı geniş aileden çekirdek aileye doğru dönüşmesi kültürel değerlerin kaybolmasındaki en önemli etkendir. Toplumu oluşturan ailenin değişmesi ise yavaş yavaş toplumun değişmesi anlamına gelmektedir. Artık çekirdek ailede dede, nine gibi kavramlar anlamını yitirmekle büyüğe saygı, hürmet, neredeyse yok olmuştur. Artık batı ülkelerinde olduğu gibi ihtiyarların yeri evin baş köşesi değil, huzur evleridir. Dikkat edersek toplumsal ulaşım araçlarında yaşlıya, kadına yer vermek diye bir şey neredeyse kalmamıştır.

Kültürel değerlerimiz maddi ve maddi olmayan değerler olarak ikiye ayrılır. Maddi olmayan değerlerimiz bizim davranışlarımızı düzenler. İnsanlarla ilişkiler kurmak ve paylaşımlarda bulunmak maddi olmayan değerlerimizi ortaya çıkarır. Maddi olan kültürel değerlerimiz ise çeşitli araç, gereç ve eşyalardan oluşur. Bu iki değer için verilecek en güzel örnek; manevi olan kültürel değerlerimizden olan misafirperverlik değeri için maddi olan misafir odası düzmek, çeşitli eşyalar ile evlerimizde ayrı bir bölüm oluşturmak gibi davranış şekillerini uyarlamaktır. Önemli olan misafiri rahat ettirmek, hürmet ve güleryüz göstermektir. Yoksa gösteriş içerisinde son moda oturma grupları ile misafirimizi televizyon programları ile ağırlamak bizim kültürümüzde yoktur. Kültürümüz; sevgi, saygı, güler yüz, hoş sohbet üzerine kuruludur.

Toplum tarafından milli kültürü gelecek nesillere aktarmak ve korumak görevi eğitim kurumlarına da verilmiştir. Ancak daha öncede bahsettiğimiz gibi eğitim kurumları bu görevi tam anlamıyla yerine getiremediği için güvenini kaybetmiştir. Maalesef toplumsal yapıyı koruyarak milli bilinci oluşturmak ve geliştirmek de eğitim kurumlarının sorumlulukları arasında iken bu konu boşta askıda kalmıştır.

Gelişmiş toplumlar eğitimi bir devlet politikası haline getirmiştir ancak Türkiye’de böyle bir devlet politikası söz konusu değildir. Her ne kadar bazı düzenlemeler yapılsa da her yıl değişen eğitim sistemi bunun en büyük örneğidir. İktidara gelen her siyasi parti kendi anlayışını eğitim sistemine yerleştirmeye çalışır. Oysa eğitimde bir milli modelin oluşturulması gerekiyor. Eğitim kurumlarında milli kültürü genç kuşaklara aktaracak ve öğretecek dersler ve konular yeterince bulunmuyor. İlk yapılması gereken kültürümüzü koruyup geliştirecek derslerin müfredata eklenmesidir.

Okullarda Türkçe’mizin kullanılması ve korunması yönünde gerekli bilinç oluşturulmuyor. Hatta gençler arasında yabancı kelimeler kullanarak konuşmak bir ayrıcalık olarak görülüyor. Sokaklarda Türkçe tabelaların yanında yabancı isimli tabelaları da görebiliyor. İnsan bazı yerlerde kendisini yabancı bir ülkedeymiş gibi hissedebiliyor. Bu konulara eğitim kurumlarında önem verilmeli ve özellikle öğretmenlerin buna fazlasıyla dikkat edip öğrencileri bilinçlendirmesi gerekiyor.

Öncelikle milli kültürü korumak ve geliştirmek bu ülkede yaşayan her vatandaşın görevidir. Her birey kendi bulunduğu eğitim kurumlarında bu sorumluluklarını yerine getirmelidir. Aileler de okullarla işbirliği yaparak bilinçli bir şekilde çocuklarını yetiştirmelidir. Aileler bireysel olarak gördükleri eksikliklerin giderilmesi için ilgili kurumları uyarmalı ve iş birliği içinde olmalıdır.

 

Yazar: Yûsuf-i Kenân

 

Pazartesi, 01 Nisan 2019 00:01

ŞEYTANIN KALBE MÜDAHALE YOLLARI -3

Şeytanın Kalbe Müdahale Yollarıı 3

Şeytanın Kalbe Müdahale Yolları -3 - Şeb-i Vuslat

Sayı : 131 - Kasım 2018

 

Şeytanın Kalbe Müdahale Yolları -3

 

Şeytanın definde çare nedir ve yalnız zikrullah kâfi midir? “La havle ve la kuvvete illâ billâh” demek yeter mi, dersen, bilmiş ol ki; kalbi korumanın çaresi bu yolları kapamaktır. Bu da kalbi bu kötü huylardan temizlemekle mümkündür. Bunları anlatmak ise, sözü çok uzatır. Hâlbuki bizim maksadımız, bu kısmında tehlikeli sıfatların ilaç ve çarelerini anlatmaktır. Her sıfat müstakil bir kitaba muhtaçtır. Evet, bu sıfatların kökleri kalpten kesilip kapıları kapandığı zaman da yine şeytanın kalbe giden bir takım tehlikeli yolları vardır fakat istikrarlı değildir. Allah’ı (cc) anmak, onu kalbe uğramaktan alıkoyar. Zira gerçek zikir, ancak kalbi takva ile tamir ettikten ve kalbi kötü sıfatlardan temizledikten sonra kalpte yerleşir Yoksa böyle olmazsa zikir, hadis-i nefisten ibaret kalır, kalp üzerinde bir sultası olamaz ve şeytanın sultasını önleyemez. Bunun için Allahu Teala: “Takvaya erenler (yok mu?) onlara şeytandan her hangi bir arıza iliştiği zaman, iyice düşünürler, bir de bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir bile.” (A’râf: 201) buyurdu. Bu hali muttakilere tahsis etmiştir. Şeytan, aç bir köpek gibidir. Köpek sana yaklaşır, şayet et ekmek gibi yiyecek bir madde önünde yoksa köpeğe “defol git” demekle köpek uzaklaşır gider, fakat yiyecek maddesi varsa, o yalnız kovalamakla oradan uzaklaşmaz. Şeytan da böyledir. Şayet kalpte bir kuvveti yoksa yalnız zikir ile oradan uzaklaşır. Şayet, şehvet kalbe galebe çaldı ise, zikrin hakikati kalbin kenarlarına doğru iner ve fakat ortasında yerleşemez. Bu suretle yine şeytan, kalbin merkezine hâkim olur. Fakat hevâ ve kötü sıfatlardan temizlenmiş olan muttakilerin kalbi ise, şeytanın buraya girmesi şehvet yönünden değil, zikirden hâli olması bakımındandır. Bu kalp, zikre döndüğü zaman, şeytan geri çekilir. Bunun delili ise, “Racim olan şeytândan Allah’a sığın.” (Nahl, 98) ayet-i celilesidir.

Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: “Bir gün bir mü’minin şeytanı ile bir kâfirin şeytanı karşılaşırlar. Kâfirin şeytanı yağlı, semiz, parlak ve temizdir. Mü’minin şeytanı ise zayıf, pis, kirli ve çıplaktır. Kâfirin şeytanı mü’minin şeytanına:

-Bu ne hâl, diye sorar. Mü’minin şeytanı:

-Ne yapayım, bir adama düştüm ki, adam yiyeceği zaman besmeleyi okur, ben aç kalırım. İçeceği zaman besmeleyi okur, ben susuz kalırım. Giydiği zaman elbiseyi besmele ile giyer, ben çıplak kalırım. Temizlendiği zaman besmele ile temizlenir ben de pis kalırım, dedi. Bunun üzerine kâfirin şeytanı da:

-Ben öyle bir adam ile arkadaşım ki, bunlardan hiç birine besmele getirmez. Yemesinde, içmesinde ve giymesinde ben kendisine ortak olurum, dedi.

Muhammed b. Vasi her sabah namazını müteakip şöyle dua ederdi: “Allahım, sen bize bir düşman musallat ettin ki, o ve maiyeti bizi ve kusurlarımızı görür, fakat biz onu göremeyiz. Allah’ım, onu rahmetinden mahrum ettiğin gibi bizden de mahrum et; affından ümidini kestirdiğin gibi, bizden de ümidini kestir, rahmetinle onun arasını uzaklaştırdığın gibi, bizimle de onun arasını uzaklaştır. Zira muhakkak ki, senin gücün her şeye yeter, sen her şeye kadirsin.”

Bu zât bir gün mescide giderken şeytan karşısına çıktı ve:

-Beni tanıdınız mı? diye sordu. Muhammed:

-Hayır, bilemedim, kimsiniz? dedi. İblis:

-Ben İblisim, deyince, Muhammed :

-Ne istiyorsun? diye sordu. İblis:

-Senden ricam şu, istiazeni başkasına öğretme, ben de bunun karşılığı olarak sana dokunmam, dedi. Muhammed b. Vasi:

-Ant olsun ben bunu herkese öğretirim, sen de elinden geleni yap, dedi.

Hasan-ı Basri mürsel olarak şöyle rivayet ediyor: “Bana haber verildi ki: Bir gün Cebrail aleyhisselâm Rasul-i Ekrem’e geldi ve dedi ki: “Cinlerden bir ifrit sana hile etmek istiyor. Yatağına girdiğin zaman Ayetel-Kürsi’yi oku.” Yine Rasul-i Ekrem şöyle buyuruyor: “Ömer bir yola girdi mi, şeytan o yolu bırakır başka yola gider.” Çünkü şeytanın otlağı olacak ve şeytana kuvvet verecek şehvetten kalbi temizlenmişti.

Hz. Ömer’in (ra) zikri ile şeytan kendisinden uzaklaştığı gibi, senin de mücerret zikir ile iblisin senden uzaklaşmasını istemen muhal kabildendir. Bu tıpkı, gerekli diyeti yapıp midesini temizlemeden, içtiği ilaçtan; gerekli diyeti yapıp midesini temizledikten sonra ilâç içenin bulduğu şifayı beklemesine benzer. Elbette o, onun gibi olamaz. Zikir ilâç, takva ise diyettir, yani kalbi şehvetlerden temizlemektir. Her şeyden temizlenmiş olan kalbe zikir indiği zaman, şeytan oradan uzaklaşır. Temizlenmiş olan mideye indirilmiş ilaç ile midenin şifa bulması gibi. Nitekim Allahu Teala: “Şüphesiz ki, bunda aklı olan yahut kendisi huzur içinde olarak, kulak veren kimseler için elbette bir öğüt ve vardır.” (Kâf: 37) buyurmuştur. Yine Allahu Teala şöyle buyurmuştur: “(Öyle şeytan ki) aleyhinde şu (ilahi) hüküm yazılmıştır: Kim bunu dost edinirse şüphesiz bu onu saptırır, onu o alevli ateşin (cehennemin) azabına götürür.” (Hac: 4) Kim işi ile şeytanın peşinden giderse, dili ile Allah’ı zikretse de, o, onun dostudur.

Şayet, hadis mutlaktır, yani Allah’ı (cc) zikir şeytanı uzaklaştırır, kim olursa olsun Allah (cc) zikredilince şeytan uzaklaşır der de, bu gibi mutlak olarak zikredilen umumi hükümlerin mukayyede bağlı olup, mukayyed ile meşrut olduğuna dair âlimlerin söylediklerini bilmezsen, kendine bak. Zira haber, muayene gibi değildir, yani duyduğun gördüğün gibi olamaz. Şöyle bir düşün; senin ibadetin ve zikrinin son haddi namazdır. Kalbini murakabe et, bak, nasıl sen namazda iken şeytan kalbini sokaklara götürür, âlemin hesaplarını gördürür, inatçılara cevaplar hatırlatır ve nasıl seninle ovaları, dağları dolaştırır. O dereceye kadar ki, namaz dışında unuttuklarını sana namaz kılarken hatırlatır. Şeytan bilhassa namaz kılarken kalbine hücum eder. Namaz kalbin mihenk taşıdır. Kalbin iyilik ve kötülüğü namazda belli olur. Dünya şehvetleri ile dolu olan kalplerden gelen namaz kabul olmaz. Görüyorsun ki, namazda da şeytan uzaklaşmıyor belki senin vesveselerini arttırıyor. Tıpkı, gerekli diyeti yapmadan içilen bazı ilaçların verdiği zarar gibi. Şayet şeytandan kurtulmak istersen her şeyden önce takva ile diyet et. İşte o zaman Ömer’den (ra) kaçtığı gibi, şeytan senden de kaçar. Bunun için Veheb b. Münebbih (ra): “Allah’tan kork. Gizlice itaat ve dostluk ettiğin şeytanın aleyhine aşikâre atıp tutma” demiştir. Başka bir zât da: “İyilik ve ihsanda bulunan kimsenin iyilik ve ihsanını bildikten sonra mel’una itaat etmek kadar şaşılacak ne vardır” demiştir. Allahu Teala: “Bana dua edin ben size icabet edeyim” diye buyurduğu halde, duanın şartları bulunmadığı için bazı kimselerin duaları kabul olmadığı gibi, şartları bulunmadığı için birçok kimselerin Allah’ı zikretmelerinden de şeytan kaçmaz.

İbrahim b. Ethem’e: Allahu Teala “Bana dua edin ben size icabet eder ve dualarınızı kabul ederim” buyurduğu hâlde, nasıl olur da bizim yaptığımız dualar kabul olmuyor?” diye sorarlar. İbrahim b. Ethem: “Çünkü sizin kalpleriniz sekiz haslet üzerinde ölmüştür, onun için dualarınız kabul olmaz, demiş ve bu sekiz hasleti şöyle anlatmıştır:

-Allah’ı bildiniz, fakat emirlerine itaat etmemekle, hakkını yerine getirmediniz,

-Kur’ân’ı okudunuz, fakat mucibiyle amel etmediniz,

-Peygamberi (sav) sevdiğinizi iddia ettiniz, fakat sünneti ile amel etmediniz,

-Ölümden korktuğunuzu söylediniz, fakat ölüm için hazırlanmadınız,

-Allahu Teala: “Şeytan sizin için büyük bir düşmandır, onu düşman tanıyınız” (Fâtır: 6) buyurdu, siz ise dilinizle düşman tanıdığınız hâlde işinizle tamamen ona uydunuz ve isyan ettiniz,

-Cehennemden korktuğunuzu iddia ettiğiniz hâlde bütün kuvvetinizle, işinizle kendinizi cehenneme attınız.

-Cenneti sevdi-ğinizi iddia ettiğiniz hâlde, cennet için hazırlanmadınız.

-Sabahleyin kal-kınca kendi kusurlarınızı arkaya attınız ve başkalarının kusurları ile meşgul oldunuz. Bu suretle Rabbinizi kızdırdınız, nasıl duanız kabul olsun? dedi.

Şayet, kötülüğe davet eden bir mi, bir kaç şeytan mıdır dersen, bilmiş ol ki; bu muamele kısmında onu bilmeğe pek lüzum yoktur. Senin vazifen, düşmanın sıfatını araştırmadan onu uzaklaştırmaktır. Nereden gelirse gelsin, üzümü ye, bağını sorma, fakat basiret nuru ile haber ve müşahedelerden anlaşıldığına ve açıklandığına göre, onlar birbirine yardımcı birçok askerlerdir. Her kötülüğün kendine mahsus ve o kötülüğe davet eden bir şeytanı vardır. Sebeplerin ihtilafı, müsebbiplerin ihtilafına delildir.

Allah’a (cc) emanet olun.

Selam ve dua ile…

 

Kaynak: İhyâu Ulûmi’d-Din, Hüccetü’l-İslâm İmam Gazâlî, Bedir Yayınları, 3. Cilt.

 

Yazar: Şeb-i Vuslat

 

Pazartesi, 01 Nisan 2019 00:00

BİR ANNENİN GÖNLÜNDE TAŞIDIĞI ÜMMET

Bir Annenin Gönlünde Taşıdığı Ümmet

Bir Annenin Gönlünde Taşıdığı Ümmet - Burcu Kul

Sayı : 131 - Kasım 2018

 

Bir Annenin Gönlünde Taşıdığı Ümmet

 

Ebedi hayat müjdecisi bir gün, Mescid-i Nebevi’de oturmaktaydı. En büyük sevdalıları da etrafında halka halka idi. Başta en büyük sıddıkiyet ve teslimiyet örneği Hz. Ebu Bekir. Hak ve adalet güneşi Hz. Ömer, hayâ madeni Hz. Osman, ilim hikmet kutbu Hz. Ali bulunuyordu. Müminlerin şefkatli annesi Hz. Aişe ile ince ve derin Fatıma (r.anhüma) da oradaydılar.

Bu, cihanın fazilet direkleri ve diyanetin billur çeşmeleri Allah’ın Sevgilisinin iman aynası berrak yüzüne bakıp saadetten uçuyorlardı. Bütün insanoğluna Allah ‘ın müjdesini getiren, Peygamberler Peygamberi (sav) bir ara ciddi şekilde ağlamaya başladı. Elmas elmas gözyaşı mukaddes sakalına doğru akıyordu. Bunu gören Hz. Ebu Bekir (ra) sordu:

-Ey Allah’ın Rasulü! Annam babam sana feda olsun, niçin ağlıyorsunuz?

-Ya Eba Bekir! Ben ağlamayayım da kim ağlasın? Ümmetimin önünde çok uzun ve tehlikeli bir yol vardır, hem de ümmetim boyuna kadar masiyyete, günaha dalmıştır.

Rikkat ve merhamet madeni Hazreti Ebu Bekir’in gözleri dolu dolu, gönül ocağına bir ateş düştü:

-Ey Allah’ın Rasulü, dedi. Senin mukaddes canın müsterih olsun, sen üzülme. Emin ol ki, kıyamet gününde ümmetinin günahları yüzünden işlerin sıkıştığı zaman ben ümmetinin bütün günahlarının yarısını yükleneceğim ki onların yükü hafiflesin.

Allah’ın Rasulü tebessüm buyurdular ve Hazreti Ebu Bekir’in sırtını okşayıp, onu sena ettiler.

Sonra Hazreti Ömer’e dediler:

-Ya Ömer! Söyle bakalım, Hazreti Ebu Bekir’in sözlerini işittin. Sen ümmetimin isyankarları hakkında ne yapabilirsin?

-Ey Allah’ın Rasulü! Ben Ebu Bekir’in yaptığını yapacak kudret ve takatte değilim. Fakat ben de, ümmetinin günahlarının üçte birini yüklenebilirim!

Alemin Fahri, Hazreti Ömer’i de okşadı. Sonra mukaddes gözlerini Hazreti Osman’a dikti:

-Ya Osman, dedi, ümmetim hakkında sen ne yapabilirsin?

Hz. Osman cevap verdi:

-Ey Allah’ın Rasulü! Anam babam sana feda olsun. Ben Ömer’in yaptığını yapmağa muktedir değilim. Fakat ben de, ümmetinin günahlarından dörtte birini yüklenebilirim!

İnsanlığın ve kemalatın güneşi onu da okşayıp memnun olduğunu bildirdi. Sonra bilgi güneşi Hazreti Ali’ye döndü:

-Ya Ali dedi, ümmetim hakkında sen ne yapabileceksin?

Kevser sakisi cevap verdi:

-Ey Allah’ın Rasulü! Benim elimden ancak mürüvvet çıkar. Ben de yarın kıyamet gününde sırat tarafını tutacağım ve gelen isyankârları Cehennem ateşine düşmekten alıkoymaya çalışacağım. Şayet işler çok şiddetlenir de daralırsam onlara bedel kendimi nar’a atacağım. Onların her birini Cehennemden çıkarıp Cennete göndermeğe uğraşacağım!

Allah’ın sevgilisi, Hazreti Ali’nin bu cevabına da tebessüm ettiler ve Hazreti Aişe’ye buyurdular:

-Ya Aişe! Sen de söyle, ümmetimin isyankârları hakkında ne yapacaksın? Zira sen de onların annesi bulunuyorsun. Anneyeden evladı için fedakârlık istenir.

Dirayet ve zarafet timsali Hazreti Aişe dedi ki: 

-Ey Allah’ın Rasulü! Ben Fatıma’nın huzurunda ondan önce bir şey söyleyemem!

İnce ve derin Fatıma derhal cevap verdi:

-Sen anasın, ben evladım. Evlat anasının huzurunda, anadan evvel konuşamaz!

Hazreti Aişe mukabele etti:

-Ya Fatıma! Ne diyorsun sen? Ben nasıl konuşabilirim ki o kimsenin yanında, onun hakkında Allah’ın Rasulü şöyle buyurmuştur: “Fatıma benden bir parçadır!”

Peygamber kızı cevabı yetiştirdi:

-Ben nasıl konuşurum o kimsenin yanında ki, onun hakkında Kainatın Efendisi şöyle buyurmuştur: “Beni görmediğiniz zaman, dininizin yarısı, yahut üçte birini Humeyra’dan (yani Aişe’den) alınız, öğreniniz!”

Hazreti Aişe’nin ruhu bir kuş gibi çırpındı ve dedi ki:

-Allah’a yemin ederim ki, ben senden evvel konuşmam ya Fatıma!

Müslümanlık tarlasının saadet mahsulü olan derin ve ince Fatıma konuşmak zorunda kalınca şöyle dedi:

-Ey aziz babam! Ümmetin hesap vermek için hazırlandığı sırada, sen beni mizan başında göreceksin!

-Ey babasının ruhu, ey iki gözümün nuru, orada ne yapacaksın?

Ey aziz babam! Eğer ümmetinin günahları ağır basarsa, taatleri hafif gelirse, zehirlenerek şehit edilen ciğerparem evladım Hasan’ın zehire bulanmış gömleğini sevap kefesine koyacağım. (ki o sırada Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin daha çocuk idiler) Eğer kafi gelmezse, üstümde, başımda ne varsa hepsini mizana koyacağım. Ta ki, ümmetinin sevap ve taati üstün gelsin!

Allah’ın Sevgilisi bu cevaptan pek hoşlandılar ve buyurdular:

-Ey mü’minlerin annesi! Söyle artık, ümmetimin günahkarları hakkında sen ne yapacaksın?

-Ey Allah’ın Rasulü! O günde zannetmem ki, bu hale göre bana ihtiyaç kalsın!

-Şayet lüzum ve ihtiyaç hasıl olursa nasıl yapacaksın ya Aişe?

-Söylemek istemiyorum. Ey Allah’ın Rasulü!

-Ya Aişe! Baban Eba Bekir’in hatırı için söyle!

-Söyleyemem!

-Ömer’in Hatırı için söyle!

-Söyleyemem!

-Osman’ın Hatırı için söyle!

-Söyleyemem!

-Ali’nin hatırı için söyle!

-Hayır, söylemeyeceğim!

-Öyleyse, Fatıma için söyle!

-Yine de söyleyemem!

-Ya Aişe kimin için söyleyeceksin?

-Ey Allah’ın Rasulü! Allah için söyleyeceğim!

Ve Hazreti Aişe, kendisine hayretle bakan gözler arasından süzülüp hücresine girdi. Ellerini ulvilik alemlerine kaldırdı. Öyle içten, öyle derinden yalvarıyordu ki, adeta kendisinden geçmişti. Diyordu ki:

-Ey sermayesizlere sermaye veren şanı yüce Mevlam! Zat-ı uluhiyetin hürmetine, nurun şerefine bana imdat et. Beni sen, bütün mü’minlerin anası kıldın. Kalbime hepsinin şevkatini koydun. Evet, beni mü’minlerin anası kıldın: da, kalbime hepsinin sevgisini yerleştirdin. Bir ana hiçbir zaman evladının yanmasına razı olamaz. Ya onları da benimle Cennetine koy, ya beni de onlarla beraber Cehennemine at!

Mü’minlerin temiz ve pak annesi Hazreti Aişe böyle diyerek dua ediyordu. Gözlerinden billur billur yaşlar akıyordu. O nur tanesi, mü’minlerin derdiyle bikarar olmuştu…

Bu esnada melekut aleminde bir şimşek çaktı ve Sultan Melek Cibril, Arş-ı Aladan yeryüzüne süzüldü ve bir anda yetişip Allah’ın Rasulüne hitap etti.

-Ey Allah’ın Rasulü! Cenab-ı Hak sana selam ediyor ve buyuruyor ki: “Aişe’ye söyle ey Habibim! Sen benim Rasulümün zevcesisin. Nasıl caiz olur ki, biz Azimüşşan seni cehenneme atalım? Ateşe nasıl gönderelim seni? Biz kulumuza karşı ananın evladın olan şefkatinden çok daha şefkatliyiz! Keza, evladı anasından ayırmak olmaz. Ya Aişe! Kalbin rahat olsun. Gönlünü hoş tut. Hiç şüphe etme ki, yarın kıyamet gününde bütün -mü’min- evladlarını sana kavuşturacağız! Ve seni onlarla beraber cennette koyacağız. Onların Rabbi onları tertemiz meşrubatla sulayacaktır. Altından nehirler akan cennetler onların olacaktır!”

Allah onlardan ebeden razı olsun. İnşallah bizlerde evladlarım dediği zümreden oluruz. 

Bu ümit ve dua ile yazımıza devam edelim.

Sahabe annelerimiz ve sahabe efendilerimiz Kainatın Güneşi Efendimiz’i (sav) öylesine derinden ve içten sevmişler ki! Kendi nefslerini ve tüm sevdiklerini O’nun sevgisine tercih etmişler. Feda etmişler. Adeta bu feda ediş onlar için yetmemiş. Dünyalarını değiştikten sonrada Efendimiz (sav) üzülmesin diye tüm varlıklarını feda edeceklerini bildirmişler. Kimlere?

Ümmeti ümmeti diyen Efendimiz’in (sav) ümmetine. 

Bizler bugün bu sevgiyi anlayamasak ta, yaşayanı görüyoruz. Ve aynı fedakârlıkları bu ümmet için yaptıklarına şahit oluyoruz. Yakın zaman da Hace Hazretlerinin acı ve tatlı gününe şahit olduk. Dört bir cihandan gelen ihvanlarını kendi duygu dolu buözel günlerine tercih ettiler. Ümmetin irşadı için, gece gündüz demeden sohbet ederek gönülleri ihya ettiler. Gönüllerinde taşıdıkları sevda bir babanın evladına olan sevgisinden çok daha ala. Biyolojik atamızın bize sevgisi damla ise onların bize karşı sevgileri derya misali oluyor.

Günümüzde her anne ve babanın evlatları için bir istikbal endişesi var. Çocuğum nerede okuyacak? Hangi mesleğe sahip olacak? Tüm insanlık için mutlak istikbal olan bir gerçek var ki, o da ölüm. Allah dostları ise bizim istikbalimizi anamızdan babamızdan daha çok düşünüyorlar. O güne bizi hazırlamak için kendilerini hizmete adıyorlar.

Bu duygu ve düşünce ile sahabe annelerimizin bize karşı şefkatlerini tefekkür edelim.

Hz. Fatıma annemizin: “Ey aziz babam! Eğer ümmetinin günahları ağır basarsa taatleri hafif gelirse zehirlenerek şehit edilen ciğerparem evladım Hasan’ın zehire bulanmış gömleğini sevap kefesine koyacağım. Eğer kâfi gelmezse üstümde, başımda ne varsa hepsini mizana koyacağım.” kelamı gönlümüzü dağlıyor.

Hz. Aişe annemizin “Bir ana hiçbir zaman evladının yanmasına razı olamaz. Ya onları da benimle Cennetine koy, ya beni de onlarla beraber Cehennemine at!” ifadesini duyunca içimiz yanıyor.

Onlar bizim bütün günahkârlığımıza, asiliklerimize rağmen evlat olarak görmüşler. Bizim bugünkü halimizi düşünüp üzülmüşler.Peki biz neler yapıyoruz? Biz aynı şiddetle onları sevebiliyor muyuz? 

Onlar bize evlat demişlerde, biz onlara annemizden önce Anne diyebiliyor muyuz?

Onlar bize evlat demişler de, biz birbirimize kardeşim diyebiliyor muyuz?

Acımız, derdimiz, sevincimiz bir mi? Allah teala’nın mümin kullarına buyurduğu “müminler ancak kardeştir.” fermanına ne kadar uyabildik? Aramızdaki hukuk Efendimiz’in (sav) belirlediği ölçüde mi? Ashabın yaşadığı kardeşlik duygusundan bizlerde ne kadar var?

Yazımıza gelecek sayıda devam edeceğiz.

 

Yazar: Burcu Kul

 

İnsan Merd-i Dâva Değil, Merd-i Mânâ Olmalıdır - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 131 - Kasım 2018

 

İnsan Merd-i Dâva Değil, Merd-i Mânâ Olmalıdır

 

Sual: Efendim, İmam Efendi Hazretleri Sohbetname’de: “İnsan merd-i dâva değil, merd-i mânâ olmalıdır. Âlim olsun, şeyh olsun; nefsi diri, kalbi ölü olursa, o ne âlimdir, ne de şeyhdir.” buyuruyor. İnsanın mana cephesine yönelmesi, kalbini diriltmesi nasıl olacak?

Cevap: Her şeyden önce Cenabı Hak sonsuz lütfuyla önümüzü açsın. Hakikaten bu ahir zamanda merd-i mana olmak; mana yiğidi mana adamı olmak kolay bir mesele değil. 

Bu yolun yolcusu davanın gerekliliklerini kendinde tekâmül ettirecek; buna büyüklerimiz zahir edepler demişler. Şeriatın zahirindeki adaba riayet edecek. Şu da iyi anlaşılmalı ki edep-adap denilince sanki İslami literatürün son sıralarında kullanılan bir ifade gibi anlaşılıyor. Hani fıkhın bir sıralaması vardır: Farz, vacib, sünnet, müstehab diye. Bu sıralamadan bakıldığında edep de bunlardan sonra gelen bir usulmüş gibi anlaşılmasın. Bu anlamda edep tek başına kullanıldığında yani zahirin edepleri denildiğinde mesela farz da bir edeptir, sünnet de bir edeptir. Edepten kasıt o maddeler, yapılması gereken şeyler. Çünkü bütün bunlardaki; farzlardaki, vaciplerdeki murad insanı edeplendirmektir. İnsanı terbiye etmek için, olgunlaştırmak içindir. Bu yüzden sufiler direkt şerî terimler yerine kendi ifadeleriyle meseleleri izaha çalışmışlar, edep demişler. 

Biz edep denilince salt bir ahlak kuralını anlıyoruz. Bu anlamda değil. O yüzden zahir edepler her neyi gerektiriyorsa kul önce onları talim eder. Derken kendinde tatbik eder, bunları tekâmül ettirir. Yani namazını, orucunu, abdestini, neyse yapılması gerekenler, bunları mükemmelleştirir, bunlarla birlikte bâtının edebine de azami derecede riayet eder. 

Yoksa bu zahiri edeplerle büyüklerimiz de ifade etmişler, insan belki sırf cenneti kazanabilir, cennete nail olabilir ama tek nimet cennet değil. Cennetten de öte bir murad var. İnsanın cemale erişmesi ve rıza nimetine ulaşması, Allah’ın kendisinden razı olduğunu bilmesi… İşte bu noktada bâtıni edepler devreye giriyor. Zahiri edeplerle birlikte merdi mana olmak; mana adamı, mana eri olmak devreye giriyor. 

Mana eri olabilmenin yolu; zahir edeplere ne kadar önem veriyorsan ve ne kadar hassasiyet, dikkat gösteriyorsan bâtının edeplerine de öyle hassasiyet göstereceksin. Misal namazın seni ne kadar ilgilendiriyor ve düşündürtüyorsa rabıtan da seni o kadar ilgilendirip düşündürtmeli. Rabıta ile namazı ayırmamalısın. Çünkü namazının sıhhati rabıtaya bağlı. Sen buna zahirde tadili erkân diyorsun: rükûda belin düz olacak, rükûdan kalktın mı azaların itminan bulacak, yerleşecek; secdeye gittin mi elini şöyle koyacaksın, dizini böyle koyacaksın… Bunlar güzel de bunlarla da bitmiyor, namaz bunlarla kemal bulmuyor. Bunlar bazen insanı riyaya, ucba sevk edebiliyor. 

Öyleyse sendeki bütün bu duyguları izale edecek bir filtreye ihtiyacın var. Adeta namaza durduğunda, Allah’tan başka sana bir şey hatırlatmayacak, sana kendini, kendi varlığını dahi unutturacak bir filtreye ihtiyacın var. Adeta okuduğunu, düşündüğünü, hareketini o filtreden, o süzgeçten geçirip rızaya uygun hale getireceksin. İşte bu rabıtadır. Kıldığın her namazın ideali, olması gerekeni budur. Kendimizi buna hazırlamalıyız. Bâtıni edebin gereği budur. 

Allah bu namazı farz kılmış, kiminle bunu bildirmiş: Fahri Âlem’le. Bize namazın farz olduğunu söyleyen Âlemlerin Efendisi. Bize namazın farz olduğunu söylerken bu farzın cemaatle fazilet olduğunu da söylemiş. Farz ama bunu birlikte kılarsak fazilet buyurmuş. Bakın adeta cemaatten kasıt bu. Bunu kimle birlikte kılarsak fazilet; onu sana farz diyen, farzı öğretenle. O’nunla birlikte kılarsan faziletli. 

İşte rabıta o demek ki sen bu namazı kılarken Kâinatın Efendisi’ne iktida edeceksin. O’nun arkasında namaz kılacaksın. O imam olacak, sen cemaat olacaksın. Adeta her vaktinde Medine Mescidi’nde Ravza-i Mutahhara’da veya Mekke-i Mükerreme’de Kâbe-i Muazzama’da Âlemlerin Efendisi’yle, Hazreti Ebubekir, Ömer’le saf tutacaksın. İşte rabıta bunun için. 

Şimdi bu cepheden bak ki farz kadar önemli mi, değil. Senin farzının sıhhati buna bağlı mı, değil mi? 

Sen, dünya ile namaz kılıyorsun. Sen namaz kılarken -afedersiniz- dünyanın bütün şeytanlıkları senin aklında, dünyanın bütün tilkilikleri senin kalbinde. Hiçbirini bırakamıyorsun. Dünya ile namaz kılıyorsun. Dünya ile namaz kıldığın için de bazen çabukluyorsun, çabuk bitsin. İş var, müşteri var, abdestin daraldı… Böyle namaz kılıyorsun. Kurtulamıyorsun. Bazen aklın onlara gidiyor, ne okuduğunu, ne okuyacağını da bilmiyorsun. Kaç rekât kıldığını unutuyorsun, ezber kılıyorsun. Allah kabul etsin… 

Mesele kimsenin namazını değerlendirmek, yargılamak değil ama insaf et, sana göre bu namaz oldu mu? Böyle bir şeyi sana sunsalar sen kabul eder misin? 

Demek ki merdi mana olmak için yapacağın rabıta, işte o merdi dava olmanın sıhhatini sağlayacak. O zaman hiçbir güç, kuvvet namazı senin elinden alamayacak. Seni gaflete düşüremeyecek. Çünkü sen bileceksin ki -la teşbih- Kâinatın Efendisi misal ikindi namazında seni bekliyor. Öğleyi kıldı, ikindide seni bekliyor Medine Mescidi’nde. Hiçbir şey seni ondan alıkoyamaz, hiçbir iş. Hangi işin Peygamberin arkasında namaz kadar önemli? 

Hazret-i Norşin bir köye gitmiş. Köylüyü derse, Tarikat-ı Aliyye’ye davet etmiş. Köylü demişler ki: “Bizim köyümüzde hafız bir hoca var, o bizim imamımızdır. Eğer o tarikat alırsa biz hepimiz tarikat alırız. O çok muttaki biridir. Eğer o intisap ederse hepimiz intisap ederiz, etmezse demek ki edilmesi gerekmiyor biz de etmeyiz.” Hazret, peki, gidip o hocaefendiyi ziyaret edelim, buyurmuş. Evine gitmişler, hoca karşılamış, ağırlamış; izzet ikramdan sonra bu konu açılmış. Hoca demiş ki:

- Efendim, ben geceleri iki rekât namaz kılıyorum, Allah riyaya saymasın, bir rekâtta on beş cüz, öbür rekâtta on beş cüz okuyorum. Hazreti Kur’an’ı kâmilen hatmediyorum. Senelerdir bunu usul edinmişim, böyle namaz kılıyorum, Allah kabul etsin. Şimdi siz bana Kur’an’ın tilavetinden, kıraatinden, hatminden daha yüce nasıl bir vird vereceksiniz ki bunun yerini tutsun? Ben buna devam ediyorum, o yüzden de bir tarikata, bir şeyhe ihtiyaç duymuyorum. Hazret ona buyuruyor ki:

- Peki, namazın mübarek olsun, sen bu namaza devam et. Ama benim senden bir ricam olsun: Sen bu gece namaz kılarken Hazreti Ebu Bekir-i Sıddık’ı düşün ki o imamdır sen onun arkasında cemaatsin. Namazını Hazreti Ebubekir’le kıl bakalım ki sen ne kadar Kur’ân tilavet edeceksin. 

O gece Hazreti Ebubekir’le cemaat olur. Yani hayalinde, gönlünde, muhabbetinde Hazreti Ebubekir’i imam yapar, bu arkasında cemaat olur. Gelir ertesi gün der ki, 

- Kur’an’ın üçte birini okuyabildim. Okuyamadım, ilerleyemedim, ağırlık bastı, feyiz bastı, aşk bastı; gidemedim. Hazret, 

- Sen bugün Sultanu’l-Enbiya’yı imam yap, buyurur. Bugün de Hazreti Peygamber imam olsun O’nun arkasında bir namaz kıl. 

Peygamberi düşünür, Peygamber ile cemaat olur gelir der ki,

- Ben sadece Kevser suresini okuyabildim. Daha hiçbir sure okuyamadım. Kevser suresi, Kur’an’ın en kısa suresi. 

- Peki, sen bu gece de Cenabı Hakk’ın cemaline yönel. Düşün ki sen Allah’ın cemaline karşı namaz kılıyorsun, O’nun huzurundasın, O’nun cemaline karşı namaz kılıyorsun. 

Hoca namaz durur; “اِيَّاكَ نَعْبُدُ” derken bütün letaifleri yanar, ayakta ölür, ruhunu teslim eder. 

Millet bakar ki hoca her gün namaza geldiği saatte gelmemiş. Evine gider bakarlar ki hoca ruhunu teslim etmiş… 

Kuran’ı hatmediyordu, Fatiha’da ruhunu teslim etti. 

İşte merdi mana olmak… Bâtının edeplerine riayet göstermek ki bu söylediğimiz o bâtıni edeplerden birisi... İnsan bütün hayatını bu rabıta süzgecinden geçirmelidir. Bu ne demektir: İnsan hayatının tamamını insanı kâmil ile birlikte, onun kontrolünde, onun muradına uygun yaşayacak. 

İnsan maliyede zor durumda kalmamak için bütün hesabını, kitabını muhasebecilere kontrol ettiriyor, muhasebeci tutuyor. Ufak bir yeri ağrıdığında, gribal rahatsızlığı olduğunda en yakın sağlık ocağına gidiyor, aile hekimine müracaat ediyor. Hukuksal bir problem olduğunda mahkemeye gidiyor, savcılığa müracaat ediyor, adalet istiyor. Hayatımızın her safhasına baktığımızda zahiren güzel yaşayabilme, kontrollü yaşayabilme adına, zarar etmeme adına bir sürü otokontrol noktaları var. Bu kontrollerle birlikte hayatımızı devam ettiriyoruz. 

Peki, düşünün şimdi, şu fani dünyanın her müessesesini, her meselesini bir noktadan kontrol ettirirken; bir insanın varlık sebebi, yegane gayesi, en yüce maksadı olan ukba, ahiret, Allah’a vasıl olma, Allah’ı razı etme ve ebedi âleme ait meselelerini kontrolsüz yaşaması ne kadar fütursuzluktur, ne kadar edepsizliktir, Allah’a nasıl bir başkaldırıdır… 

İnsan düşünse ki bunu ben nasıl izah ederim? Kendimize nasıl izah ederiz bunu? Ben muhasebecisiz, avukatsız, doktorsuz, savcısız yapamazken, hiç bilmediğim ahiret âlemine, o ebedi yolculuğa yalnız başıma yardımcısız, danışmansız, bilinçsiz, bilgisiz nasıl gidebilirim? 

Bunun için hayatımıza bir otokontrol gerekli. O otokontrolü sağlayacak olan şey rabıtadır. İnsanı kâmilin denetimidir rabıta. İnsanı kâmilin Allah adına senin hayatını denetlemesidir. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu sana söylemesidir. 

Evet, zahir edepler; şeriat dediğimiz müessese sana doğruyu, yanlışı söylüyor ama bazen öyle meseleler var ki onlar şeriatte doğrudur mana yoluna girdiğinde senin için doğru değildir, olmayabilir. İşte bunu ayırt etmek için kontrol gereklidir. 

Bir şey doğrudur ama o doğru sende ters tepki yapabilir. Bunu sen bilemiyorsun. Misal antibiyotik bir ilaçtır, birçok hastalığı, özellikle iltihabik rahatsızlıkları antibiyotikle doktorlar tedavi ederler. Antibiyotik bu anlamda şifadır. Şeriat bunu men etmemiş, haram dememiş, hatta yönlendirmiş; kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın buyurmuş, tedaviyi emretmiş. Ama düşün ki senin antibiyotiğe karşı alerjin var, sen antibiyotik aldığında zehirleniyorsun. Sen bunu bilmiyorsun, iyileşme adına yaptığın çabaların ölümüne sebep oluyor senin. Sen antibiyotiği iyileşeyim diye kullanıyorsun ama iyileşme çabaların senin ölümüne sebep oluyor. 

Bunu sana kim söyleyecek; bir hekim. Senin üstünde antibiyotik testi yapacak, sana iyi geliyor mu, gelmiyor mu. Ona göre verecek, yoksa farklı bir ilaç verecek. 

Farz ibadetler müstesna, insan şer-i şerifin emirlerini yerine getireceğim diye bazen kafasına göre yaptığı belli şeyler ona fayda yerine zarar verebiliyor, onu riyaya, kibre düşürebiliyor, gösterişe saptırabiliyor, evini yıkıyor. Bu yüzden kontrol gerekiyor; ne sana faydalı, ne sana zararlı. 

Misal bakıyorsun adam şöhret olsun diye hacca gitmeye niyet ediyor. Ben hacca gideceğim diyor ama şöhret için, hacı ismini almak, hacı olarak meşhur olmak için. Gidiyor bir Allah dostuna soruyor o da ona buyuruyor ki: 

-Samimi misin bu sorgulamanda, denileni yapabilecek misin? 

- Evet, efendim diyor. 

- O zaman biriktirdiğin parayı şu şu fakirlere ve şu şu hayır kurumlarına infak et, sen bu sene hac yapma, buyuruyor.

- Ama efendim ben çok heveslenmiştim, ümitlenmiştim onun için birikim yapmıştım, diyor.

- Mesele Allah’ın rızasını kazanmak değil mi? Allah’ın rızasını kazanmaksa o fakirlere de infak ettiğinde belki hacdan daha çok ecir kazanacaksın. Ama yok sen bir isme talipsen bir şey diyemiyorum. Sen dedin ki ne dersen yapacağım. Ben de samimi olarak Allah’ın gönlüme ilham ettiğini sana söyledim. Sana dedim ki, hac paranı infakta bulun. Fukaraya tasadduk et. Çünkü senin gayen, hacdaki niyetin temiz değil. Niyetin Allah’ın Beyti’ni, Allah’ı ziyaret değil; sen sana hacı desinler diye gideceksin. Oradan üç beş kişiye de takke, tespih, seccade dağıtacaksın; “Bak ben hacı oldum!” Senin derdin bu… Ama rızayı kazanmak istiyorsan işte rıza orada, git fakirlere ver. Kimse de bilmesin, görmesin; hacdan daha çok ecir al, buyuruyor.

Mesnevi’de nakledilir, birisi gelmiş Bayezid-i Bestami’ye hacca gideceğim demiş. Hazreti Bestami de, gel paranı tekkeye masraf et, tekkedeki fukaraya ver, yedi sefer de beni dön, haccı ekber yapmış olursun, buyurmuş. Sen imtihana bak. Adam gitmiş parayı fukaraya infak etmiş, gelmiş; yedi sefer Hazreti Bayezid’i tavaf etmiş. 

Sana göre bilmem, ama bana göre haccı ekber oldu. Kimsenin yapmadığı bir hac yaptı o. O İbrahim’in yapısını değil, o arş-ı alada Allah’ın yapısını tavaf etti. Kâbe’nin hakikati arş-ı alada, Allah ona orayı tavaf ettirdi. Şeyhin gönlünde, arş-ı aladaki asıl beyt-i mamuru tavaf etti. 

Adam sesini çıkarmadı, demedi ki ya böyle de hac mı olur. Hadi tamam, parayı fukaraya verelim bu ibadet, tasadduk. Ama bu seni yedi sefer dönme de neyin nesi? Yedi sefer dön dediler, adam döndü. 

İşte merdi mana böyle olunur. İtirazsız, ivazsız, garazsız, ‘olur mu’ demeksizin. Allah oldurur, O’nun kudreti sonsuz. 

İnsan bu bâtıni edeplere de riayet edebildi mi gün be gün mana adamı olma yolunda ilerler. Bir bakmışsın ki nefsinin onun üzerindeki baskısı, tasallutu, şeytanın ona verdiği iğvaat, vesvese; dünyanın onu kuşatıcılığı, sekülerleşmesi ortadan kalkmış. Dilinde daima zikrullahın rutubeti, gönlünde daima hasret ateşi, aşk ateşi; özünde daima pişmanlık gözyaşı, nedamet gözyaşları son hedefine sürekli hazırlanma gayesiyle müthiş bir çaba içinde olur insan. 

Merdi mana olan insan o Refik-i Ala’ya ulaşmak için, o maksatların en yücesine kavuşmak için; “İlâhi ente maksûdî ve rıdâke matlûbî” diye sürekli tekrarladığı, kendisine parola edindiği o şifreye ulaşmak için müthiş bir hazırlık, bir çaba, bir gayret içinde olur. İşte buna merdi mana diyorlar. 

Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı 

İçinde salınan yar olmayınca…

demiş ya âşık; gönül böyle bir saray, Cenabı Hak böyle yaratmış. Ama şimdi hepimiz kendi gönlümüze bir nazar edelim. Bizim gönlümüz de yaratılış itibariyle bir saray, Rabbimiz bizim gönlümüzü de kendisi için var etmiş. Ama gönlümüze baktığımızda bizim gönlümüz harabe, viran. Saray demeye yüz bin şahit lazım, harabe bir halde gönlümüz. Niye, içinde bir sultan yok da ondan. Metruk, terk edilmiş, örümcekler ağ bağlamış, kuşlar yuva yapmış kapılarında, kilitleri paslanmış, yıllar var belki kimse uğramamış... 

İşte mana ehli o sarayı ihya eder. O metruk halden onu kurtarır, imar eder yeniden, her yerini siler, temizler, paklar, kandillerini yakar, içeride yar salına salına dolanır. Onu var oluş hikmeti, yaratılış hikmeti üzerine; yani asli projesine, planına uygun şekilde imar eder.

Orada Rabbiyle buluşur, Peygamberiyle buluşur, ehlullah ile buluşur. İstediğini davet eder oraya, yüzü aktır. Çünkü endişesi yoktur. Çünkü sarayı pak, sarayı temiz. 

Şimdi bizde baykuşlar yuva yapmış, kimseyi davet edemiyoruz. Özümüze, içimize kimse gelip gitmiyor. Hiç bizi yoklayan yok. Bu yüzden de bizde endişe yok. Bizde hayat sevinci de yok, bunun endişesi de yok. Bir hırsa kapılmış gidiyoruz. Hırs yiyip bitiriyor bizi. 

Ama öbür türlü olsa, manaya değer versek, o manevi sarayı ihya etsek, dedik ya her namazda Peygamberimizle, ashabı kiramla birlikte cemaat oluruz. Orada her vakit ehlullah ile o ruhaniyetlerle sohbet ederiz… 

Cenabı Hak saniyede kırk sefer kalbinin kapısını çalıyor, hangi birini duydun sen? Hangi birine cevap verdin? Bu kadar sık geliyor… Şah damarından yakınım, ben seninleyim, sen kiminlesin, buyuruyor. Sor kendine bakalım, sor ki kiminlesin. Bir mazeret koy ortaya. Var mı meşru bir mazeretin? 

Misal Cenabı Hakk’a de ki; Peygamberinle beraberdim Ya Rabbi; makul. Dostlarınla beraberdim Ya Rabbi; makul… 

 

“وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ” buyuruyor Cenabı Hak. Siz nerede olursanız olun o sizinle. Sizi yokluyor, kapınızı çalıyor. Bu, “Siz kiminlesiniz?” demek. Siz nerede olursanız olun, kiminlesiniz. Namazda kiminlesiniz? Şimdi dergâhtasınız, kiminlesiniz? Hangi hayaldesiniz, neyi tefekkür ediyorsunuz? Hangi gündemden bahsediyorsunuz? İçinizi, dışınızı meşgul eden şey ne? Hikem-i Ataiyye’de buyurmuyor mu İbn Ataullah el-İskenderi; “Allah’ın yanındaki değerini öğrenmek istiyorsan bak ki Allah seni nelerle uğraştırıyor, nelerle meşgul ediyor?” Meşguliyetine bak. Özellikle içini, gönlünü, zihnini meşgul eden şeye bak. 

İşte bu merdi mana olmak, mana adamı olmak, mana ile meşgul olmak demek. Ehlullah olmak demek, Allah ehli olmak demektir. Allah ehli olan Allah ile meşguldür, başka bir şeyle meşgul olmaz. Allah ehli olabilmek için, Allah ile meşgul olacaksın. Allah’ın zikriyle, fikriyle, şükrüyle meşgul olacaksın. 

Bizim bin bir meşguliyetimiz var ve belki bu bin bir meşguliyetin içinden biri Allah ile meşgul olmak. İmanımız var: “Lâ ilâhe illallah Muhammedu’r-Rasûlullah!” bin bir meşguliyetten birisi bu. Peki diğerleri… Diğer meşguliyetler?

Ama hep bunu söylüyoruz: Her şey bir şey için var, biz Allah için varız. Peki, ne kadar? Ne kadar Allah için varız? Ne kadar Allah için vefakârız, fedakârız, cefakârız? 

Misal bir şeyden sebep canımız yanıyor “Ah! Of!” diye inliyoruz. Hasta olunca inliyoruz, bazen dayanılmaz oluyor; ağlıyoruz. Başımız ağrıyor, dişimiz ağrıyor ağlıyoruz. Anamız vefat ediyor, babamız vefat ediyor, yakınımız vefat ediyor -Allah cümlesine rahmet etsin- ağlıyoruz. Gözyaşı döküyoruz, acı veriyor içimize. 

Bazen sevinçten ağlıyoruz; çocuğumuz üniversiteyi kazanıyor, memuriyeti kazanıyor vs. sevinçten ağlıyoruz. Kurban adıyoruz; oğlum üniversiteyi bitirirse, askerden gelirse, evlenirse, sıhhat bulursa… bir kurban keseceğim… 

Peki, Allah’a vasıl olmak… 

Allah hiç canımızı yakıyor mu? Allah’ın hasreti, Allah’a karşı düştüğümüz gaflet hiç canımızı yakıyor mu? Ağladığımız oluyor mu hiç? Ya Rabbi sen beni hiç unutmazken, her an benimle iken, bana benden yakın iken; ben Sana niye bu kadar uzağım, diye hiç canımız yanıyor mu? Bu bizi ağlatıyor mu, inletiyor mu? 

Niye? Bu bir dert, bir hastalık değil mi? 

Allahsızlık bir dert değil mi? Bundan büyük bir dert, bir musibet var mı? Allah’tan gafil yaşamaktan, Allah’tan huzursuz yaşamaktan, Allah’tan uzak yaşamaktan daha büyük bir musibet var mı? Hangi depremle, hangi tsunami ile bunu kıyas edebilirsiniz. Hangi ananın babanın vefatıyla bunu mukayese edebilirsiniz? 

İçindeki, Allah’ın sana lütfettiği, o taptaze duygular, fıtrat duyguları bunlar. Seni Müslüman yarattı Cenabı Hak, Allah’a teslim bir vaziyette yarattı seni, seni kendisi için yarattı… Sen bütün bu duyguları kaybetmişsin. Bu bir dert değil mi? Merhameti, şefkati, huzuru kaybetmişsin. 

Allah denildiğinde bir şey hissetmiyorsun. Sıcak denilince hissediyorsun, soğuk denilince hissediyorsun, acı denilince, ekşi denilince hissediyorsun… Zahir âlemdeki her şeye karşı bir tepkin var. Veya birebir sana dokunan her şeye bir refleksin var. Soğuk sana vurduğunda üşüyorsun, gayri ihtiyari bir refleks, bir tepki gösteriyorsun. Soğuk suya birden girdiğinde nefesin kesiliyor, bir tepki veriyorsun. İçtiğin ilaç acı olduğunda yüzünün halini görmek lazım, tepki veriyorsun. Seni şaşırtıcı bir şey olduğunda ağzın açık kalıyor, tepki veriyorsun. 

Müslüman! Allah diyorsun… Kalbine balyoz gibi bunu vurman lazım. Allah diyorsun, buna bir tepki yok mu içeride? Bir ürperiş, bir titreyiş, bir uyanış, bir ah, iki damla gözyaşı yok mu… Ali, Veli, Hasan, Hüseyin demiyorsun; Allah diyorsun. 

İşte merdi mana olmak... 

Allah derken dahi o sözün altında binler kez ezilmek. Aman ya Rabbi, layık mıyım ben bunu söylemeye. Senin mübarek ismini söylemeye layık mıyım?.. Ölü kalpleri ihya edecek o şifreyi söylemeye layık mıyım ben? Belki onun her harfini söylerken, her harfine bir abdest alsam yetmez. Her harfine abdest alsam o kelime-i mübarekenin hukukuna riayet etmiş olamam. 

Ama bu lalettayin bir isim gibi hayatımızda. Misal çocuğumuza bir isim koyarken elli kez düşünüyoruz. Güzel bir isim olsun, herkesin beğeneceği bir isim olsun, sıradan, klasik, bilinen, modası geçmiş bir isim olmasın. Bak isim, senin için bu kadar önem arz ediyor. 

Sana kendini bu isimle tanıtıyor Cenabı Hak, Allah ismi şerifiyle sana kendini tanıtıyor. Öyleyse sen bunu söylerken başkaları gibi söylememelisin. Herhangi bir kelime gibi söylememelisin, dolayısıyla da herhangi bir kelimeye karşı takındığın tavrı takınmamalısın. 

Bu ismiyle böyle. Bunun diğer emirlerini, sıfatlarını düşün. 

Misal valiliğe gideceksin, vali ile buluşacaksın veya işadamlarının bulunduğu toplantıya gideceksin yıkanıyorsun, şampuanlanıyorsun, kokulanıyorsun, güzel elbiseler giyiyorsun… Değer veriyorsun o insanlara. 

Bir de aldığın abdeste bak. Namaz kılmadan önce aldığın abdeste bak. O abdestle Allah’ın arzına çıkacaksın. Allah ile bir toplantıya katılacaksın, peygamberler, melekler olacak o toplantıda. Yani kimseyle mukayese edemeyeceğin varlıklar olacak o toplantıda. Senin haline bak; abdestine, guslüne, üstüne başına, niyetine bak. Bak da bak… 

Çocuklarımız iyi bir insan olsun; ahlaklı, erdemli, faziletli olsun diye okul öncesi eğitime veriyoruz. Bakın üç-altı yaş arası çocuk kreşleri var, çocuklarımızı gönderiyoruz. Ondan sonra ilkokula gönderiyoruz; orta, lise, üniversite, dershane, yabancı dil kursu, ehliyet kursu, bilgisayar kursu… Hayatları kurslarda geçiyor. Ne için bunlar? Zahiri, dünyevi, fani olan bir hayatı güzel yaşama adına bu kadar kurs, bu kadar talim, bu kadar terbiye. 

Ebedi, sermedi olan bir hayatı yaşama için bir kurs yok mu, bir dershane yok mu, bir mektep yok mu, bir kreş yok mu ki çocuğumuzla birlikte gidelim. Tasavvuf, irfan mektebi. Rabıta dersi, sohbet dersi; gönül eğitimi bunlar, Hakk’ın dilini anlama eğitimi bunlar. Allah’ın kelim sıfatı var, yani Allahu Teâla konuşan bir ilah, konuşuyor. Ama sen ben dilini bilmiyoruz. Dedik ya, gönül kapımızı çaldığında duymadığımız gibi konuştuğunda da anlamıyoruz. 

Misal ezan-ı Muhammedî okunuyor saygımız var, hürmetimiz var, Allah onu da almasın bizden. Bu bir davet, Cenabı Hak bizi davet ediyor. Peki, içsel hazırlığımız ne kadar bu davette? Birazdan kalkıp kıbleye yöneleceğiz, namaz kılacağız… Kılmamız gerektiği için kılacağız, borcumuzdan kurtulmak için kılacağız, cehenneme düşmemek için kılacağız. Bakın kendimizce ürettiğimiz bahanelerden dolayı kılacağız. Allah’ın bizden istediği sebeplerden dolayı değil. Allah niçin bizim namaz kılmamızı istiyor, o sebeplerden dolayı değil, bizim kendi ürettiğimiz sebeplerden dolayı namaz kılacağız. 

Onun için sadatımız, “Namaz kılalım mı?” dediklerinde; “Sizin namazdan mı kılalım, bizim namazdan mı kılalım.” buyurmuşlar. 

Allah bize namaz kılmayı lütfetsin.

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort