JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Temmuz 2019

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin Temmuz 2019 sayısı çıktı.

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “ALLAH KULUNA KÂFİDİR” Başlıklı sohbetlerinde:

''Sual: Efendim, dinin yarısı sabır yarısı şükürdür, buyrulmuş. Hak Teala sabredenleri övüyor, şükredenleri övüyor… Bir Müslüman neye sabretmeli neye şükretmeli? Cenabı Hakk’ın nazarında sabır ve şükür nedir? 

Cevap: Her zaman ifade etmeye çalışıyoruz, sabrın en büyüğü Allah’a sabırdır. Dolayısıyla sabır kul açısından, kulun imkânının ve gücünün bittiği bir noktadan başlayan duygunun halin adıdır. Yoksa kulun kendi imkânatı dâhilinde olup da yapmadığı bir şey ve onun eksikliğini çekmek; bu sabır değildir. Bir insanın diyelim ki çaya ihtiyacı var. Ama çayı alabilecek güçte, parası var, imkânı var; piyasada çay da var. Bu adam gidip bu çayı almıyor; ben buna sabrediyorum, diyor. Bu sabır değil... Sabır, şiddetle çaya ihtiyacı var ama o çayı alma imkânı yok, onu elde etme imkânı yok, onun yokluğuna sabretmesi, o noktada Allah’a tevekkül etmesi sabırdır. Ve bu halden memnuniyet duyması yani hiçbir şeyi suçlamaması, Hakk’ı suçlamaması şükürdür. O çayın yokluğundan dolayı, o ihtiyacının giderilmemesinden dolayı olan tevekkül hali şükürdür. “Niye ben istiyorum da istediğimi vermiyor?” gibi böyle bir isyana girişmemesi, kanaat göstermesi, Hakk’ın yeterliliğine inanıyor olması onun şükür halidir. Bu ikisini birleştirirse, bu hallerin neticesinde kemal bulur. Belki nimeti eksik olur, yani çayı olmaz ama Cenabı Hak ona çok farklı bir kemal; imanda, ihlasta dereceler verebilir. Onun fadlını biz tayin edemeyiz, anlaşılsın diye örneklendiriyoruz. Sabır ve şükür budur. 

Allah’a sabır...

Yoksa insanlardan gelene de tahammül kolaydır. Çünkü onu da düzeltebilir, değiştirebilir yani imkân vardır ama Allah’ın takdirini insan bozup yapamadığı için ona sabretmesi gerekir. Sabrın efdali, sabrın büyüğü budur. Allah’tan başka birisinin yapabilecek gücü olmayan bir mevzuya sabretmek… Asıl sabır duygusu budur. 

Ve bu halden razı olmak da şükürdür. Şükür dil ile hamd etmek, teşekkür etmek değildir. Şükür gerçekten kanaat etmek, tevekkül etmek, razı olmak, teslim olmak… Şükür bunlardır, bu hal üzere olmaktır. Yoksa elhamdulillah duadır, buyuruyor Peygamber aleyhissalatu vesselam “أفضل الدعاء الحمد لله - Elhamdulillah demek duaların en faziletlisidir.” 

Şükrün aslı, onu hal ile yaşamla ortaya koymak, rıza gösterebilmek ki bu gerçekten güçtür. Onun için Hazreti Kur’an da buyurur ki “Şükredenler azdır.” 

Ve sabırda netice yani Allah ile beraberlik var. Bu büyük bir müjdedir. Tabi bu, bunu başarana. Efendimiz de zaferle müjdelemiştir: “Sabreden zafere ulaşmıştır.” Neticeye ulaşmıştır. Buradaki netice illa o istediğin şey değildir. Netice Allah’ın murad ettiği şeydir. Allah’ın ondan istediğidir. Sabırla ona ulaşabilir.'Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde Andelib; “Alaaddin Attar (ksa) Hazretleri” ve Vahdettin Şimşek; “Hâce Alauddin Attar (ksa) Hazretlerinin Menkıbeleri ve Sohbetleri -1” başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

Abdülkadir Visâlî - Ruyetullah ve Cenabı Hakk'ın Rüyada Görülmesi -3

Salik-i İrfan - Bu Çocuk Halifelerin Babasıdır

Veysel Özsalman - Kadın ve Erkeğin Toplumdaki Yeri

Tamer Doymuş - Ailede Çocuk Eğitimi

Yûsuf-i Kenân - Çocuğa Öğrenmeyi Sevdirmek

Şeb-i Vuslat - Huzura Varmanın Üçüncü Kapısı Tehzib Makamıdır -3

Burcu Kul - Kültür İstilası

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

Cehalet İlimle Taassub Sevgiyle Zaruret Gayretle İzale Olur

Cehalet İlimle, Taassub Sevgiyle, Zaruret Gayretle İzale Olur - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 131 - Kasım 2018

 

Cehalet İlimle, Taassub Sevgiyle, Zaruret Gayretle İzale Olur

 

Ahir zamanda yaşıyoruz, büyüklerimizin sohbetlerinden, dinlediklerimizden ve okuduklarımızdan bunu anlıyoruz. Tabi bu yarın kıyametin kopması manasına gelmiyor. Kıyamet, Rabbimizin takdiri, ne zaman dilerse o vakit olacak. Ahir zaman tabirinden anladığımız; kaçınılması mümkün olmayan, ayetlerin ve hadislerin işaret ettiği o sona sürekli yaklaşırken, özelde, inandığını ikrar eden biz Müslümanların acaip ve garaip halleri, genelde de insanlığın geldiği durumdur…

Her şey gelişiyor, değişiyor… Bir takım kazanımlarımız var, doğrudur; ancak bununla birlikte kaybettiğimiz değerler de azımsanamayacak kadar çok. İmkânlarımız arttıkça sanki bir taraftan da eriyoruz. Birikimlerimiz kayboluyor, değerlerimiz yitiriliyor, dün sahip olmak için çaba sarf ettiklerimizi bugün elimizden atmak için yer arıyoruz maalesef.

Teknoloji çağındayız. Arama motorları sayesinde istediğimiz her şeye anında ulaşabiliyoruz. Elde etmek istediğimiz malumata en kısa sürede ulaşmak, daha fazla depolama/biriktirme alanlarına sahip olmak için internet hızımızın geliştirilmesinden tutunda da bilgisayar ve telefonlarımızı sürekli yenilemek suretiyle zamanın gerekliliklerini(!) yerine getiriyoruz. Bilgi elimizin altında, hatta emrimize amade. Ülkemizin ve dünyanın neresinde olursa olsun kütüphanelere, telif edilmiş eserlere, yazılan makalelere, sunulan bildirimlere/tebliğlere bir tık kadar uzağız. Âlimlerimizin ilmi, aydınlarımızın birikimleri, siyasilerimizin projeleri hep bu sosyal ağa mecbur oldu adeta. 

Bilgiye ulaşmak kolaylaştıkça ilim aslî değerini yitirdi. İnsanların gözünde basitleştikçe amel edilmeye de layık görülmedi. Asırlardan beri tevarüs eden ilmi, hakikatleri bir kenara bırakarak kendi sığ anlayışlarıyla İlahi mesajları kavramaya çalışanlar kısalta kısalta kuşa çevirdikleri, kafalarına göre daraltmak suretiyle sürekli eksilttikleri iman, ibadet ve ahlak esaslarını günün birinde temelli yaşanmaz hale getirdiler. Bunlar namazı ne kadar üç vakte indirseler de kılamayacaklar, duadır deseler de yönelemeyecekler, orucu belli aylara sabitleseler de sudan sebeplerle tutamayacaklar, hac sadece belli günlere mahsus değil her zaman olur diyecek kadar sapıklaşsalar da kutsal topraklara yüz süremeyeceklerdir. Çünkü nefis istediklerini ona vermekle tatmin olacak bir varlık değildir. “Heva ve heveslerine” taptırmak suretiyle kendisine tabi kıldığı kimselere bir manada İlahlık etme cüretinde olan nefis; burada da Rabbimiz’i taklide yeltenecek ve kendisi dışında bir başkasına zerre kadar da olsa yönelmeye ve itaate razı olmayacaktır.

Onun için bu zalim insanlar ve takipçileri, kendi oluşturdukları peygambersiz, amelsiz, güya ahlaki esaslara dayandırdıkları uydurulmuş dini de yaşayamaz hale gelecekler; dün söylediklerini bugün inkâr ederek, başkalarında tenkit ettiklerini kendileri yaparak, elde etmek istedikleri makam, mansıp ve unvan için gözlerini karartarak ne kadar da kişiliksiz olduklarını göstereceklerdir. Zannedersem bugün için bu ifadelerin hedeflerinin gayet açık, adreslerinin net bir şekilde belli olduğu, derdi din olan herkes tarafından anlaşılmaktadır.

Tabi bunlar bilinçli bir şekilde cehaleti yani Hak’tan ve hakikatten uzak kalmak suretiyle karanlıklarda dünyevi güç ve imkân devşirmeyi iltizam etmiş olanlardır. Üç günlük dünyayı, ebedi saadet yurduna tercih eden bu nasipsizler, kendilerini hangi sıfatlarla tavsif ederlerse etsinler aynı mihraklar tarafından yönlendirilmekte; bazen birbirleriyle, bazen ehlisünnet Müslümanlarla, bazen de masum ve mazlum insanlarla çatışarak hep aynı kişilerin ekmeğine yağ sürmektedirler. 

Bir de bunlara bilmeden tabi olanlar var ki, işin kötüsü, bunlar bilmediklerinin de farkında değiller. Öteki şuurlu, akıllı bir fasid, kâfir iken; beriki isyanda da şuursuzdur. Bu gibileri büyüklerimiz ebleh diye tarif buyurmaktadır. Rasulullah Efendimiz ahir zamanda imanı tarif buyururlarken “kor bir ateşe teşbih etmişler ve tutanın elinin yanacağını, bunu göze alamadığı için, bırakanın ise ahiretinin mahvolacağını” beyan etmişlerdir. Bu insanlar da İslam’ı yaşamak, dinin doğru kaynaklardan öğrenilmesi ve takvaya uygun olarak tatbik edilmesi kendilerine zor geldiğinden; kor ateşi ellerinde tutma azmini gösterememişler ve nefislerinin de tazyiki ile bu fasid görüşlere tabi olup ne serden ne yardan geçmek suretiyle dünya ve ukbayı güyâ birlikte idare etmenin yolunu bulmuşlar. Hâlbuki büyüklerimiz; “Eğer Allah Azze ve Celle, kendisinden başka bir varlığa daha yönelmemize rıza gösterecek olsaydı ikinci bir gönül yaratırdı.” buyurmuşlar. Bu din ve dünya için de böyledir. İkisi bir gönülde eğlenmez. 

Hak ile batılın bir arada bulunmayacağı ilahi hükümlerle sabit iken; hakikatten uzak bu cahiller güruhunun ve onlara tabi olan şuursuz kimselerin yollarının doğru olduğuna inanmaları; daha doğrusu bu hususta inat etmeleri taassubu doğurmuştur. Yani kendileri gibi inanmayan insanları delillerini görmeden, bu deliller ışığında oluşan fikirlerini dinlemeden/değerlendirmeden dışlamayı tercih etmişler; kendi inandıklarından başka doğru bir şeyin bulunabileceğini ihtimal dâhilinde bile görmemişlerdir. 

Elbette bu durum sadece kendilerini beğenmekle kalmayıp bir müddet sonra kendilerinden olmayanları dışlamaya, dolayısıyla dini anlama ve yaşamada tek yetkili/etkili merciin kendileri oldukları inancının onlarda yerleşmesine neden olacaktır. Böylelikle diğerlerini sürekli dışlayacak ve bu belki de önü alınamayacak bir hastalığın ümmet içerisinde yerleşmesine neden olacaktır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri öyle buyurmuşlar; “Asrımızdaki marazın sebebi sadece cehalet olsa idi, izalesi kolaydı. (Yani bilmeyene öğretirsin, problem ortadan kalkar.) Fakat temel sıkıntı taassuptur. (Yani bilmiyor, bilmediğinin de farkında değil. Üstelik bir de en iyi ben biliyorum zannediyor.) Bunun da halledilmesi hakikaten zordur.”

Bu cehalet ve taassubun farkında olabilmiş biraz daha nasipli bir güruh vardır ki bunlar da hastalığın doğru teşhisini duymuş, kısmen de anlamış ama üretken bir şahsiyet olmadıkları için zaruret kılıfına sığınmaktadırlar. Üstelik bu kolaycılık, çalışmadan elde etme, sadece uhrevi meselelerle de sınırlı değil. Dünyalık olarak da böyleyiz. Özellikle bugünün toplumu her meselede hazır yiyiciliği tercih ediyor. Kimsemiz meslek sahibi olmak istemiyor. Devlete kapılanıp, oturduğu yerden hoş geçim yapmanın derdindeyiz millet olarak. 

İslami meselelerde de durum bundan ibaret. Müslümanız, İslam’dan haberimiz yok. Mezhebimiz var, o görüşlerin sahibi mezheb imamını tanımıyoruz. Babadan, dededen öğrendiğimiz bir örf var ki onu din ile aynı eksende, hatta çoğu zaman da dinin önünde telakki ediyoruz ve her şeye yettiği zannındayız. Üstelik bu aktarımda yanlış olanlarla doğrular kıyas edildiğinde, özellikle son yüzyıldan yapılan nakillere baktığımızda, büyük kütlenin olumsuz/eksik/yanlış olduğunu görürüz. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi hazır yiyiciliği kendimize adeta fıtrat haline getirmiş olduğumuzdan ve bu örfi yaşantı nefsimizin de işine geldiği için araştırma ihtiyacı bile hissetmiyoruz. 

Bu davranışların sebebi sorulduğunda ise özellikle son asırda uygulanan bazı yasaklar ve baskıcı rejim gösterilir ki bu da geçerli bir mazeret değildir. Çünkü aynı dönemde Allah’a kullukta sebat etmiş, -tamamına malik olamadıkları şeyin azını da terk etmemiş- bilebildikleri kadarıyla, belki dünyalık rahat ve imkânlarından da fedakârlıkta bulunmak suretiyle ısmarlama din anlayışını reddetmiş kimseler de yaşamışlardı. 

Burada bahsini yapmaya çalıştığımız cehalet, taassup, zaruret gibi problemler bugün ümmeti Muhammed’in en belirgin hastalıklarındandır. Bu hastalıklardan cehaletin izalesi, tedavisi, ilimle mümkündür. İlim, sadece malumat sahibi olmak değildir. Yaşanmadıktan sonra hiçbir kıymet-i harbiyyesi, yoktur; hatta böyle bir bilgi sahibine iki cihanda yüktür. Elbette nerden öğrenileceği de amel kadar önemlidir. Doğru bilgi doğru kaynaktan öğrenilir hiç şüphesiz. Bilgi kaynaklarının her birisi kıymetlidir, lakin en mühimi şüphesiz insandır. Zahiri ilim de insan eliyle, bir âlimin rahlesinin önüne diz çökmekle öğrenildiği gibi batıni ilim olan ilmibillah da yine bir insan eliyle bir ârifin sohbetinde/irşadında ahzedilir. Rabbimizin sünneti de budur. 

Taassubun ilacı ise sevgi ve muhabbettir. İnsan mayasının sevgiden oluştuğunu bilmeli. Sevmenin de sevilmenin de yolunu Rabbimiz bizlere bildirmiş. Bunun için de insana bir altyapı lazım ki kimi seveceğini kimi sevmeyeceğini iyi bilsin. Rabbimiz Hazreti Musa’ya bir hitabında Kendisi için yapılabilecek yegâne amelin “Allah için sevme, Allah için buğzetme” olduğunu haber vermiştir. Bu bir manada imanın da tarifidir. Eğer biz dini ve milli önderlerimizi, kahramanlarımızı tanır ve onlar gibi olmaya gayret edersek taassuptan da kurtuluruz. 

Zaruretten kurtulmanın yolu ise üretici bir fert ve üretken bir toplum olmaktan geçer ki zanaat sahibi kimselerden oluşan bir millet hem kendine hem de en yakınlarından başlamak üzere hâle hâle tüm insanlığa faide verir. Bu elbette ki dini ilimler için de böyledir. Mümin fertler neticede ukba saadetine erebilecekleri hayırlı bir mesleğe sülûk etmeli, boşluktan ve boş işlerle vakit geçirmekten Allah’a sığınmalıdırlar. Üstelik böyle hayırlı bir meşguliyetle vakti zayi etmeyen kimseye nefis ve şeytan da tasallut edecek bir boşluk bulmakta zorlanacak, biiznillah o kimseyi idlal etmekte muvaffak olamayacaktır.

Cenabı Hak, bizleri maddi ve manevi bütün marazlardan muhafaza eylesin. Hem kendimize hem de dini mübini İslam’ın aziz değerlerine faideli olabilme bahtiyarlığı ile bizleri mükâfatlandırsın.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

Pazartesi, 01 Nisan 2019 00:07

YENİ CAHİLİYE

Yeni Cahiliye

Yeni Cahiliye - Veysel Özsalman

Sayı : 131 - Kasım 2018

 

Yeni Cahiliye

 

Tarihi devreleri birbirinden ayırmak için verilmiş olan “ilk, orta, yakın” gibi sıfatlar basit ve sade olduğundan bazı çevreleri tatmin etmemiş olacak ki kendilerini yaşadıkları devre daha şatafatlı isimler bulmak mecburiyetinde hissetmişlerdir. Bilim ve teknikteki ilerlemeye atıfta bulunarak zaman zaman “atom çağı”, “makine çağı”, “uzay çağı” gibi farklı şekillerde nitelendirilen ve hatta en son ima yollu da değil doğrudan “bilgi çağı” olarak anılan içinde yaşadığımız zaman dilimi, dikkatlice bakıldığında kendisine yapılan güzellemeleri ne yazık ki pek hak ediyor gibi durmamaktadır. “Atom çağı” diye övündüğümüz keşifler neredeyse dünyanın sonu getirecekken, “makine çağında” bütün insani değerleri makine dişlileri arasında ezilen devrimiz insanının, uzayı fethetmişçesine yaptığı “uzay çağı” yakıştırmalarına sebep olan gelişmeler de evrenin bilinen genişliği göz önüne alındığında anlamsız kalmaktadır. Bunun yanında isteyen herkesin her alanda istediği bilgiye saniyeler içerisinde ulaşabilmesinden kaynaklanan “bilgi çağı” yakıştırması da oluşan bilgi kirliliğinin menfi tesirlerini hesaba katınca pek münasip görünmemektedir.

Aslında bilim ve teknikteki ilerlemeye dayanarak yahut bilgi birikiminin her geçen gün artmasına aldanarak içinde bulunduğumuz devreye isim vermeye çalışmak sonu gelmeyecek beyhude bir uğraştır. Evvela yaratmasının hududu olmayan Cenab-ı Mevla hazretlerinin kudret ve keremiyle, insanında gayreti nispetinde yeni keşifler ve icatlar halk olmaya devam edeceğinden, bilim ve tekniğin yöneldiği mecra ve yapılan keşiflere göre isim yetiştirmeye çalışmanın sonu yoktur. Diğer yandan da yaşadığımız zamana, içerisinde bulunduğumuz cehalet bataklığını görmezden gelip, bilgiden, bilimden, teknikten dem vurarak isim vermeye çalışmak beyhude bir uğraş olduğu da ortadadır.

Eğer bu önemli vazife(!) bize verilip içerisinde bulunduğumuz devre bir isim koymamız istense çok fazla düşünmeden “yeni cahiliye devri” teklifini sunardık. Çünkü içerisinde yaşadığımız zaman diliminde cehalet musibetinin, cemiyet ve fertlerin devrimizi nitelendirecek derecede temel bir vasfı haline geldiğini görmemek mümkün değildir. Bununla birlikte “bilgi çağı” olarak anılan bir döneme “cahiliye devri” şeklinde bir isim önerisi sunmak ilk bakışta tutarsızlık gibi görünebilir. Bu çelişkili durumun temelinde ise bizim cehalet derken kastettiğimiz şey ile yaşadığımız çağın cehalet kelimesine yüklediği anlamın farklı olması yatmaktadır.

Bugün dünya üzerindeki genel akıma kapılan cemiyetimiz de okuma yazma bilmeyenleri, umumi meselelerde bilgisi zayıf olanları, genç ve tecrübesiz olanları, çağın kendisine sunduğu bayağı yaşam tarzını sorgusuz sualsiz kabul etmeyenleri, ecdadın hatırasıyla birçok yönden barışık olanları ve daha nicelerini cahil olarak adlandırıyor. Cehaletin ise teknik gelişmelerden haberdar olmakla, bu gelişmelerin anlamasa bile kutsal kabul edilip kişiye memnuniyet vermesiyle, okuma yazma öğrenmekle, çağın sunduğu düşük zevkleri ve adi eğlence anlayışını kabul etmekle bertaraf edilebileceği düşünüldüğünden, bu anlayıştaki kişilerce cehaletle verilen savaş sona yaklaşmış ve cehalet karşısındaki zafer mutlaktır. Dolayısıyla içimizdeki cahilleri eğitip bilgi çağını yaşamak pek tabi mümkündür.

Bizim gerçek manada bahsettiğimiz cehalet ise kişinin hakikatten uzak kalması, bilmemesi ve onu hayatının bütün safhalarına aksettirememesidir. Bu anlamda bugün cemiyetimizin durumunu ifade etmek için cahil kelimesi bile kifayetsiz kalmaktadır. Çünkü “bilmeyene” cahil denilecekse eğer, bilmediğini bilmeyene farklı şekilde hitap etmek, mesela “kara cahil” demek, daha doğru olacaktır. Günümüz modern insanı tam da bu durumdadır. Fen ve teknik tahsil etmekle cehaletten kurtulduğunu sanmakta oysaki kendisini asıl cehaletten kurtaracak bilgilerden mahrum olduğundan bihaber yaşamaktadır. Bilgi namına heybeye doldurduğu çerçöple övünürken asıl bilinmesi gerekenlere sırtını dönmüş vaziyettedir.

“Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir” diyen düşünürün bu sözleri, onun cahil birisi olarak değil, bilinecek şeylerin çokluğu karşısında ne kadar az şey bildiğini ifade ettiği için, asırlardır erdemli bir şahsiyet olarak anılmasını sağlamıştır. Fakat bugünün “kara cahilleri” bu durumun tamamen tersi şekilde eşyaya ait bilgilerin kendilerini cehaletten kurtaracağını düşünüp hakikate sırtı dönük yaşadıkları için, alçak gönüllülüğün sağladığı o erdemli hayatı sürme fırsatını bile geri çevirmiş durumdadırlar.

Cehaletin asıl manası ise bilim ve teknikten değil hakikatten, dini mübin-i İslam’dan bihaber olmak, daha da genişletecek olursak haberdar olup da yokmuş gibi davranmaktır. Çünkü İslamiyet’ten hemen önceki devri nitelendirmek için kullanılan cahiliye sıfatı, o devirde yaşayanların hiçbir şey bilmediğini değil, evvela Hakk’ı bilmediğini, bilmek istemediğini anlatmaktadır. Çünkü onlar cemiyet olarak kendi devirlerinin bilim ve teknik seviyesinin altında olmayıp sanat ve düşüncede de ileri bir seviyedeydiler. Yine bu anlamda Ebu Cehil (cahillerin babası) bu unvanını, okuma yazma bilmediğinden, nerde nasıl davranacağını kestiremediğinden değil, hakikatin en büyük düşmanı olduğu için kazanmıştır. Amr bin Hişam, kabilesi tarafından fikirlerine değer verilip kendisine danışılan, bugünkü tabirle kanaat önderi bir zat iken, Hakk’a düşmanlık neticesinde, Ebu Hakem’likten Ebu Cehil’liğe düşmüştür.

İşte çağımıza yakıştırdığımız “yeni cahiliye dönemi” yaftayı, yukarıda bahsettiğimiz üzere Hakk’ın görmezden gelinmeye çalışılmasını ifade etmektedir. Bu manada “yeni cahiliye”, yahut “modern cahiliye”, asırlar boyunca performansından hiçbir şey kaybetmemiş, hatta bugün eskisinden bile tehlikeli hale gelmiştir. Çünkü bugünün Ebu Cehilleri faaliyetlerini sinsice yürütmekte olup hak ile batılı birbirinden ayırt etmek daha zor bir hale gelmiştir.

Bu manada televizyonda, radyoda, internet ortamlarında ve sair yerlerde karşımıza hoca, bilgin, alim kisvesiyle çıkanların durumunu tekrar değerlendirmek icap eder. İster fen ve teknikte isterse de din sahasında tahsil görmüş olsun hakikatin önünde perde oluyorsa unvanı nedir ne değildir bakılmaksızın “yeni cahiliyenin” temsilcisi ve destekçisi olduğunu söyleyebiliriz. Kur’an, sünnet ve hadisle problemi olan, kul ile Mevla’sını birbirinden uzaklaştıran sözde alim, bilgin ve hocalar ne yazık ki İslam’ın ölçüsüyle “cahil” olmaktan kurtulamamıştır.

Cenabı Hak modern cahiliyeden ve onun savunucusu günümüz Ebu Cehillerinden bizi korusun, bilmediklerimizi öğrenmeyi bize kolaylaştırsın, amin.

 

Yazar: Veysel Özsalman

 

Pazartesi, 01 Nisan 2019 00:06

CEHALET, ZARURET, TAASUB

Cehalet Zaruret Taasub

Cehalet, Zaruret, Taasub - İrfan Aydın

Sayı : 131 - Kasım 2018

 

Cehalet, Zaruret, Taasub

 

Bismillahirrahmanirrahim,

Salat ve selam alemlere rahmet olarak gelen Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’in, daha sonra diğer peygamberlerin, ehli beytin, ashab-ı kiramın, saadat-ı kiram efendilerimizin mübarek ruhlarına olsun. 

İslam dünyası yüzlerce yıldır Batı ile bir hesaplaşma içerisindedir. Batının fenni sanatı ve yaşam tarzı arasında bocalayıp durmaktadır. İlk başlarda fennini bilimini mi alalım yoksa sanatını ve kültürünü mü alalım tartışması hala net bir şekilde neticelenmiş değildir. Hala kendi özümüzü bulup bu özden herkesin gönlüne su serpici inandırıcı ve doyurucu bir ilim bilim ve fikir üretebilmiş değiliz. Zaman zaman çıkan fikir adamları bir anafor oluştursa da tüm toplumu etkileyecek, ona yön verecek bir seviyeye gelmekten uzak kalmaktadır.

Dönem dönem inişler ve çıkışlar yaşansa da topyekün bir çıkış yaşanmamıştır. İçinde bulunduğumuz dönem geçmiş dönemlere nazaran büyük bir ümide ve öz güvene vesile olduysa da gelinen nokta itibariyle istenen ve beklenen topyekün çıkışı sağlamaktan uzak kalmıştır. Basit günü birlik meseleler ulaşmamız gereken idealleri sürekli boğmakta ve dumanlı bulanık bir atmosfer oluşmaktadır.

Yüzelli yıldır içine düştüğümüz sığlık hastalığından bir türlü kurtulamamaktayız. Her şeyin ismi var kendi yok. Milli eğitim sistemi var içinde bir şey yok, milli kültür var içi bom boş (şimdilerde tamamen kültür deyince turizm anlaşılıyor), din işleri ve eğitimi var içinde dinden diyanetten başka her şey var, bir hukuk sistemi var her şeyiyle yabancı, milli ekonomi var içinde bir tek biz yokuz, milli finans sektörü var içinde neredeyse tamamen yabancılar var. 

Bu bir hastalık olsa gerek her şeyin adını koyup içine başka bir şey koymak, içini başka bir şeyle doldurmak.

Bütün kavramlarımız böyle. Laiklik diyoruz herkes başka bir şey anlıyor, din diyoruz herkes başka bir şey anlıyor. Medeniyet diyoruz herkes başka bir şey anlıyor. Bir musibet gibi üzerimize çöreklenmiş bu kavram kargaşasını bir türlü üzerimizden atamıyoruz. Dini bir film veya dizi yapıyoruz içine biraz da modernlik katalım diyoruz. Birazda milliyetçilik, az da Alevilik katalım diyoruz. Her şeyimiz çorba olmuş durumda. Oranları karıştırmış, kıvamları unutmuş olduğumuz için hiç kimse de memnun değil. 

Elbette ki niyette halislik, amelde katışıksızlık gerektir. Fakat döneme göre oranlar değişebilir. Burada sorun oranları tabiblerin değilde ehli olmayan na ehil kişilerin yapmasıdır. Bu da dönem dönem değişme arzetmektedir. Kimi dönemde katı laik bir anlayışa göre oranlar ayarlanmakta kimi dönem masonik ve liberal bir anlayışla biraz ondan biraz bundan denmekte. Kimi zamanda muhafazakar bir anlayışla birazda bundan denmekte.Her dönemin anlayışı değişse de çorba değişmemekte. Sadece oranları değişmektedir. 

Bizim ihtiyaç duydumuz şey bizi nereye götüreceği belli olmayan çorba bir anlayış değildir. Bizim ihtiyaç duyduğumu Allah’ın ve Rasülünün hoşnut olacağı zamanın aklını da dışlamayan fakat özüne yüzde yüz bağlı her konuda fikirleri net olan ve bu fikirlerin gerçekleşmesi için aşk ile şevk ile gece gündüz gayret eden, neticeyi de yalnız ve yalnız Allah’tan bilen insanlardır. 

Bu insanların kafası karışık değildir niyetleri sözleri ve amelleri yalnızca Allah rızasıdır. Bu insanlar kim ne der diye hareket etmez, Allah ve Rasulü ne der diye hareket ederler. Bu insanlar günü birlik hareket etmezler mahşeri düşünerek hareket ederler. 

Bu insanlar inandıkları dava için ölmeyi baştan zaten göze almışlardır. Bu insanları ne bir korku ne bir endişe sarar, yalnızca Allah korkusu ve endişesi, başka gaye ve düşünceleri yoktur.

Bu insanların işleri Mevla iledir. Mevla’dan alıp Mevla’ya verirler. Halkı Hakk’ın kapısı görürler. Kemalatın ahlakta olduğunu bilip halkı Hakk’a doğru sevkedecek amel ve projeler üretirler. Halkın Hakk’a ulaşmasını engelleyecek her türlü düşünce ve projenin önünde set olurlar. 

Evet bu düşüncede bir ömür vermiş ve bu uğurda her türlü işkenceye maruz kalmış insanlardan biri Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri de bu konuda bir teşhiste bulunmuş ve tedavisini, de söylemiştir. Düşüncesinde bulanıklık yoktur. Düşüncesi gayet nettir. Sorunları ve çözümleri içinde bulunduğu çağa göre net bir şekilde teşhis etmiş ve tedavisini de aynı netlikle söylemiştir.

Buyuruyor ki ümmetin üç temel sorunu vardır cehalet, zaruret ve taassup üç temel sorun, üç ejderha, üç problem...Çözümü de üç temel çözüm 

Cehaletin çözümü bilgi;

Müslümanlar olarak bizler ileri gittiğimiz dönemlerde bilginin kaynağını Allah ve Resülü ve ona indirilen kitabı kerimde gördüğümüz zamanlarda, yaşanan çağa uyarlanmasını da Allah adamları yani mürşidi kamiller üzerinden yaptığımız zamanlarda hep ileri gitmişiz. Ne zaman ki inandığımız değerlerden, gittiğimiz yoldan şüphe etmişiz o zaman inanç değerlerimizde ve fikir dünyamızda çorbacılığa başlamışız. Tevhidden uzaklaşmaya başlamışız. Çatal kazık yere batmaz misali kök salamayıp köklerimizden yani özümüzden uzaklaşmışız. Kök salamayan ağacında en ufak bir rüzgarda yıkılması mukadder olmuş.

Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey bilgiyi kaynağından öğrenmektir. Birkaç yüzyıldır batının peşine takılmış onların maddede gerçekleştirdiği ilerlemeyi keramet saymışız. Kendi özümüzü kaybettiğimiz gibi batılıda olamamışız. Üstü Şişhane altı Kasımpaşa pozisyonundan bir türlü kurtulamamışız. Mimar Sinan’ı, Fuzuli’yi, Yunus emre’yi, Mevlanayı, Fatih’i, Aşemseddin’i, Molla Gürani’yi, Yavuz’u, Abdülhamid’i….. çıkartmak bir yana ne idüğü belirsiz köksüz ve soysuz bir sürü, bir güruh ortaya çıkarmışız. 

Zaruretin çözümü zanaat ve kanaat;

Büyüklerimiz insanın bir zanaat sahibi olmasını önemsemişlerdir. Her kes ister ilim talebesi olsun isterse ehli tasavvuf olsun mutlaka bir sanatı olsun. 

Her meselenin olduğu gibi bu meselenin de bir ferdi bir de toplumsal yönü vardır. Bizler ferden bir sanat öğrenmemiz bir meslek sahibi olmamız ve kanaati ilke edinmemiz zaruret hastalığına karşı bir kalkan olacaktır. Fakat meseleye toplumsal açıdan bakarsak bu işe stk’lar, meslek liseleri, çıraklık okulları, üniversiteler, meslek birlikleri, ve bakanlıklar dahil olur. 

Geçmişte bütün bu işi neredeyse tek başına Ahi Evran teşkilatı üslenmişken bu gün o kadar okul, o kadar meslek birliği, odalar, borsalar, bakanlıklar, bu işi deruhte edememekte yerine geçmemektedir. Geçmediği gibi, Ahilik sadece bir mesleki örgütlenme de değildi aynı zamanda bir ilim ve ahlak eğitimi yuvasıydı. Gündüz bir ustanın elinde yetişen yamak, çırak ve kalfalar gece tasvvufi bir eğitinmden geçerek ahlakta kemale gelirlerdi. Aynı zamanda zahiri ilimlri öğrenerek ilimde belli bir noktaya gelmeleride istenişrdi. Her meslek dalının bir piri vardı manen hepsi ondan el alırdı. Ticaretin temelinde dürüst tüccar ahlaklı usta yatardı. Bundan dolayı bütünb dünyada Osmanlı ile ticaret yapmak bir üstünlük sayılırdı. Hollanda da ticaret odası seçimlerinde başkan seçilirken oylar eşit çıkarsa Osmanlı ile ticaret yapan var mı diye sorulur ve onun oyu iki oy sayılarak seçim sonuçlandırılırdı. Çünkü merkezinde ahilik yani kardeşlik anlayışının olduğu Osmanlı herkesle ticaret yapmazdı. Kimseye senet vermezdi karşı taraftan senet alırdı çünkü Osmanlının sözü senetti.

Bu gün ihtiyaç duyduğumuz, ahiliğinde özünü aldığı Kuran’a ve sünnete uygun ahlak anlayışı ile yetişmiş, dürüst tüccar ve ahlak sahibi ustalardır. Yalanı aklından bile geçirmeyen yalan söylememek için gerekirse bir çok müşteri kaybeden, gerçek kazancın Allah katında olduğunu bilen zanaat ehlidir. Bu da başka türlü olmaz. Ancak ahlakta kamil olmuş bir velinin terbiyesine girmekle ve onun terbiyesinde kemal kesbetmekle olur. 

Taasubun çözümü birlik beraberlik fütüvvet;

Taassub çağımız Müslümanlarının en büyük hastalığıdır. Cenabı Hak birkik olammızı toptan Allah’ın ipine sarılmamızı, eğer ayrılığa düşersek kuvvetimizin gideceğini buyurduğu halde, biz Müslümanlar olarak sürekli bir ayrılık içerisindeyiz. Bazıları sahabeyi kiramında ayrılığa düştüğünü hatta birbirlri ile savaştıklarını söyleyerek bu günkü durumu mazur göstermeye çalışmaktadır. Büyüğümüz bu konuda: “Halbuki sahabeyi kiramın ayrılığı ve mücadelesi daha iyi hizmet etmek içindi, bu günün Müslümanları ise aralarında ayrılığa düştüklerinde bu mesele itikadi oluyor, bir taraf kafir oluyor bir taraf Müslüman kalıyor.” Bu ise izzetimizin ve kuvvetimizin gitmesine vesile olmakta. Yaklaşık yüz elli yıldır bundan başka bir şey yaşamıyoruz. Müslümanlar sürekli daha çok zillete düşmekte ve kuvvetleri azalıp dağılıp gitmekte. 

Burada zamanımız Müslümanlarımızın üzerinde durmaları gereken en önemli nokta fütüvvet olmalıdır. Müslüman egoist bir düşünce içerisinde olamaz. Müslüman diğergamdır. Sahabeyi kiramın savaşta ölmek üzere iken diğer kardeşine suyu göndermesi ve böylece altı sahabeyi dolaşıp hepsinin şehid olası bir hikaye değildir. Yine medinenin kenar mahallesinde çok fakir bir sahabeye gelen hayvan kellesine komşum benden fakir ona götürün demesi ve diğerinin de aynı sözü söylemesi böylece altı ev dolaşıp ilk eve tekrar gelmesi de bir hikaye değildir. Bütün bunlar ve daha binlercesi yaşanmış bir gerçekliktir. 

Bu günün Müslümanları olarak kabuk tan öze geçerek inandığımız bildiğimiz degerlerin içselleştirmemiz gereklidir. Tabi bu da ancak daha önce bunu kendinde başarmış bir kamil mürşid sayesinde olabilir. Bu gün tasdavvufa ve mürşide saldırıların sebebi de budur. İnsanları kabuk ta bırakıp özüne dönmelerini engellemek. Herkes çok şey bilecek fakat nasıl tatbik edeceğini bilemeyecek. Herkes bir çok konuya vakıf olacak ama hikmet olmayacak. Bilgi hikmetsiz kalacak. Kuranı kerimde ayetlerin yanında hikmetin anılmasından murad sünnettir yani peygamber efendimizdir. Bu gün hikmet insanı kamil ile temsil edilmektedir. İnsanları evliyadan uzak tutmak için yapılan çabaların maksadı insanları hikmetten yani peygamberimizden dolayısı ile Allah’tan (cc) uzak tutma gayretidir. 

İnanıyoruz ki muaffak olamayacaklar, başaramayacaklar. Hayatımızdan ehli sünnet anlayışını, tasavvufi yaşantıyı silemeyecekler. Kur’an’ı peygamberimizden, Allah’ı Rasulü’nden, Rasulü’nü evliyasından ayıramayacaklar. Çünkü Allah Rasulü’nden, Rasulü evliyasından ayrılmaz…

 

Yazar: İrfan Aydın

 

Pazartesi, 01 Nisan 2019 00:05

BİZ, BİZİZ...

Biz Biziz

Biz, Biziz... - Sâlik-i İrfan

Sayı : 131 - Kasım 2018

 

Biz, Biziz...

 

Hamd ve senalar âlemlerin Rabbi olan, Kâdir-i Mutlak olan, Halim ama Seriyy-ul Hisâb olan Mevlamıza… Cenabı Mevlamız mutlak kudret sahibi fakat aynı zamanda Halîm/cezalandırmayı erteleyen ve nihayetinde Seriyy-ul Hisâb/hesabı çabuk görendir… 

Binler salat ve selam ise sahibimiz, şefaatçimiz, Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) hazretlerine olsun. Elhamdulillah ümmetine çok düşkün bir Efendimiz var. O’na ne kadar salatu selam getirsek az. 

Kış soğuklarının kendini hissettirdiği şu günlerde, dışımızdan daha çok içimizde esen soğuk bir rüzgar var. Bu rüzgâr kalbimizi, gönlümüzü üşütüyor. Bu milletin siyasi hayatına yön verenler arasında belli ki İslam’a bakışta modernist-reformist düşünüşlü olanlar var. Dinin güncellenmesi tartışmalarında, kadın ve aile politikalarında, Diyanet İşleri Başkanlığının cemaatlere bakışında sıkıntılı tutumlar görmekteyiz. 

Sayın Cumhurbaşkanımızın iktidarı döneminde adımları atılan devlet-millet kaynaşmasının adeta köküne kibrit suyu dökecek yaklaşımlar gözlemekteyiz. Bütün bu sorunları sınırlı bir yazıda ele almak mümkün değilse de yaklaşık bir senedir Hz. Aişe (ra) annemizin hayatından aktarımlarda bulunurken bu yazımızda günümüzde aile ve kadının konumu bağlamında bazı gerçekleri dile getirmek durumundayız.

Bugün, aile hukuku-evlilik-boşanma konularında, kadının korunması adına toplumda ifsada yol açacak kanunlar-kararlar öne çıkmakta. En son kadınların camiye davet edilmesi çağrısı da ayrı bir garabet olarak ortada duruyor. Düşünüyoruz ki sayın Erdoğan’ın etrafında, dini alanlarda kendisine danışmanlık yapacak, ehli Sünnet vel-cemaat anlayışı çerçevesinde ona bilgi verecek, yol gösterecek ilim ehli insanlar var mı? Vahyin ve sünnetin verileri ışığında, bugünkü sorunları çözmede bilgi sunacak, aktarımda bulunacak makul insanlar var mı? Bu bir, ikincisi bu alanlarda uygulanan kararların yol açtığı inlemeler, sızlanmalar, feryatlar Cumhurbaşkanına ulaşıyor mu? 

Bir yaşlı kadın demiş ya Halife Hz. Ömer’e: “Bizden haberin olmayacaktı ise ne diye Halife oldun, ey Ömer?” Çok şey mi bekliyoruz bilmiyoruz ama halkın içinden bir fert olarak, bu seslere kulak verilmezse bu sızıların yaraya, kangrene dönüşeceğini görüyoruz ve dua ediyoruz sayın Erdoğan’a ki Hakk’ın ona yardımı devam etsin, şu milletin ve ümmeti Muhammed’in duaları, evliyaların himmeti-tasarrufu devam etsin. Batı ile, bâtıl ile mücadele eden Reisimiz bu savaştan yüzünün akıyla çıksın. Fakat dost acı söyler kâbilinden eğer sadece ekonomik kalkınma önemsenir, dini-ahlâki alanlarda Peygamber Efendimizi (sav) üzecek-incitecek işler yapılırsa Hakk’ın yardımı kesilir diye korkuyoruz. Umuyoruz ki bu milletin lideri ve İslam dünyasının umudu olan Erdoğan, kalbinin sesini duyar ve yüzüne karşı eksiğini-yanlışını söyleyebilenlere kulak verir.

Kadın ve aile hukuku konularındaki mâkul seslerden bir iki aktarım yapmadan Sultan Abdulhamit Han dönemi paşalarından Yedi Sekiz Hasan Paşa ile ilgili ilginç bir rivayeti paylaşmak istiyoruz: 

Hasan Paşa; okuma yazması olmadığı için Arapça 7-8 imzası atan, erlikten paşalığa kadar yükselmiş, padişahına-devletine bağlı bir askerdir. Çırağan Vakası’nda, 150 çapulcuyla saraya saldıran baş ihtilalci Ali Suavi’nin kafasına sopayla vurup öldürerek kalkışmayı akamete uğratan cesur bir vatansever olan Hasan Paşa’yı saraydaki yağcı-iki yüzlü kimseler değişik ayak oyunlarıyla bezdirirler. Bunun üzerine paşa saraydan uzaklaşır. İzmit’te bir çiftliğe giderek bahçıvan olarak kendini gizler. Beş-altı ay kadar sonra konağın subay oğlu diplomatik bir dille yazılması gereken bir mektup üzerinde çalışırken Hasanpaşa “Şu kelime daha uygun olur, şöyle söylense daha etkili olur.” gibi yönlendirmelerle mektubu şekillendirir. Mektup taslağı padişahın önüne gelince padişah Hasan Paşa’nın üslubunu sezer. Hasan Paşa saraya davet edilir fakat bir şartı vardır: Padişah bir tabağa insan pisliği koyacak ve ileri gelen yöneticilere: “Bu benimdir, bundan birer parmak yiyin!” diyecektir. Görülür ki ikiyüzlü-yağcı tayfa hemen atılıp birer parmak yerler. Birkaç kişi: “Sultanım bizim mazur görün, yiyemeyiz!” derler. İşte o zaman Hasan Paşa ortaya çıkarak: “Padişahım, sizin aleyhinize bile olsa doğruyu söyleyecek şu yemeyen birkaç kişidir. Çünkü padişah emri bile olsa b.. yenmez!” der. 

Bu rivayet doğrudur-yanlıştır bilmiyoruz ama ibretlik bir hikâye olduğu kesindir. Bugün sayın Cumhurbaşkanımıza da doğruları söyleyecek birilerinin olması gerekmektedir. İşte bu seslerden iki alıntı yapmak istiyoruz. Birincisi Eğitimci-Yazar Ahmet Maraşlı Bey’in eşi Sema Maraşlı hanım tam bir Müslüman hanımefendi duyarlılığı ile aile hukuku-evlilik-boşanma gibi hususlarda Cumhurbaşkanına bir açık mektup yazdılar ve hepimize tercüman oldular: 

“Sayın Cumhurbaşkanım… Güzel ülkemizde maalesef ki çok kötü şeyler oluyor. Büyük zulümler var ve insanların sizden umudu var. ‘Cumhurbaşkanımız bilseydi bunlara izin vermezdi, haberi olmuyor, danışmanları haber vermiyor!’ diye düşünüp size ulaşamamanın ıstırabını yaşıyorlar. Hem onların sesi olmak hem de tarihe bir not düşülmesi için size bu mektubu yazıyorum.

Ana problem şu ki kanunlar vasıtası ile (halka) zulmediliyor. Bu kanunlar adalet temeli üzerine kurulmuş değil, bir avuç din ve devlet düşmanı insanın kışkırtması ile medyanın algı operasyonu yapması üzerine onları susturmak için yapılmış kanunlar.

Bir kısmı da biricik dostumuz görünen Avrupa Birliği’ne girebilmek için yapılmış kanunlar.

Biz, aile kurumu bitmiş, eşcinsel evliliklerin yaygınlaştığı, intiharların normal sayıldığı bunalıma girmiş Avrupa ülkelerinden biri olmak istemiyoruz.

‘Bu kanunlar onun döneminde çıkmış ve imzası olan bir lider bunun hesabını Allah’a nasıl verir?’ diye muhasebe yapmanızı istirham ediyorum.” diyen Maraşlı;evlilik, boşanma, nafaka, çocuk haczi, taciz, cinsel istismar, tek taraflı kadın beyanı ve bunun yasal cezaları gibi hususlarda görüş beyan ederek şu cümlelerle çağrıda bulunuyor: 

“Sayın Cumhurbaşkanım!

Seçim döneminde özgürlük ve adalet vaat etmiştiniz. Özgürlük hakkımı kullanarak size bu mektubu yazdım. Şimdi de mağdurlar adına adalet bekliyorum.”

Sema Maraşlı hanımefendinin Cumhurbaşkanına açık mektubunu büyüğümüz Hâce Hazretleri de çok beğendiler ve okumayı herkese tavsiye ettiler.

İkinci olarak Haber 7’nin değerli yazarı Ferman Karaçam Bey “Anneyi kaybediyoruz!”başlıklı yazısında “Aileyi, ailenin her şeyi olan anneyi kaybediyoruz. Aile bakanımız (da) hala (bu) çözülmeyi teşvik etme yolundalar.” diyerek yazısına giriyor.

Yazısının devamında çalışan anneler, kreş çocukları, kadınların çalışmaya özendirilmesi, evde bakım için para alan anneanne-babaanne çatışmaları, kadının evden-çocuktan-mahalleden-komşu ve akrabadan koparılıp kapitalizmin azgın dişleri arasına bırakılışı, dede ve ninelerin evden kovuluşundan sonra anne-babanın çalışmaya, çocukların ise bakıcıya-kreşe veya okula gönderilip evlerin otelleşmesi, çalışan kadın lehine sürekli yasa-yönetmelik çıkarılırken fedakâr ev hanımı annelerin görmezden gelinmesi… gibi tutumları tespit edip hepimizin altına imza atacağımız şu sözleri söylüyor: 

“Evvela genç kızlarımızı, yani anneyi, yani aileyi kurtarmalıyız.

Vakit geç olmadan, Batılılar gibi iyice uyuşturucu bataklığına saplanmadan, aileler dağılmadan, cinnet ve cinayetler çoğalmadan kadın, aile, çocuk ve gençlik üzerine dini, ahlâki, ilmi çalışmalar yapmalı, uygulamalıyız.

Biz, biziz.

Bizim aile yapımızı, Batılıların uyguladığı ve aileyi iyice çözdüğü gibi yasa ve yönetmeliklerle koruyamazsınız.

Bizi, Peygamberi metodlar ve öğretim kurtarır.

Şu anda gidilen bu yol, yol değildir.

Bu yol ve yöntemlerle aileyi iyice çözüyor ve parçalıyoruz.

Biz bize, kendimize dönmeliyiz.

Geç kalıyoruz.”

Cenabı Mevlamız şu topluma merhamet eylesin… Başta Cumhurbaşkanımıza ve tüm idarecilerimize basiret, firaset, hidayet ve istikâmet lütfeylesin… Şu milletin ve ümmetin liderliğini hakkıyla yapabilmeyi nasip eylesin… Cümlemize, ahirete razı olunmuş halde göçebilmeyi lütfeylesin. (Amin velhamdu lillahi Rabbil âlemin.)

 

Yazar: Sâlik-i İrfan

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort