JoomlaLock.com All4Share.net

“EHİL OLMAK” ANCAK KULLUĞUNUN VE İNSANLIĞININ KIYMETİNİ BİLMEKLE OLUR

Ehil Olmak Ancak Kulluğunun ve İnsanlığının Kıymetini Bilmekle Olur

''Ehil Olmak'' Ancak Kulluğunun ve İnsanlığının Kıymetini Bilmekle Olur - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 127 - Temmuz 2018

 

''Ehil Olmak'' Ancak Kulluğunun ve İnsanlığının Kıymetini Bilmekle Olur

 

Bu ayki dosya konumuz olan “Emanet ve Ehliyet” mevzuunun “ehliyet” kısmını birlikte mütalaa etmeye gayret edeceğiz. Gayret bizden, tevfik ve inayet Yüce Rabbimizdendir.

Ehliyet kelimesi sözlükte işe yarar halde bulunma, bir işi hak edebilecek durumda bulunma, selahiyet, yetki, mahirlik, kifayet, mensubiyet, iktidar, kabiliyet ve liyakat vesikası, ustalık, uzluk, yeterlilik gibi manalara gelmektedir. 

İslami bir terim olarak ise ehliyet; kişinin dinî ve hukukî hükme konu olmaya elverişli oluşunu ifade eden bir sıfattır. Kur’an’da, yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti insanın yüklendiği belirtilerek (el-Ahzâb 33/72) diğer bütün varlıklar arasında sadece insanın ehliyet ve sorumluluk taşıdığına işaret edilir (el-A‘râf 7/172; el-İsrâ 17/13). Hadislerde de bu konu çokça işlenir; bir hadiste hayvan, kuyu, maden gibi canlı ve cansız varlıklara sorumluluk yüklenmeyeceğinin belirtilmesi (Buhârî, “Zekât”, 66; Müslim, “Hudûd”, 45-46), ancak insanın sorumluluk taşımaya elverişli olduğu anlamındadır. 

İnsanın ise şer‘î hitaba ehil ve muhatap oluşu, kısaca akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine sahip bulunması sebebiyledir. Bundan da maksat, insanın dinin davetini anlayacak konum ve kıvamda olmasıdır. Bu bağlamda tartışılan dinî sorumluluk için aklın tek başına yeterli olup olmadığı veya ne gibi ilâve şartlar arandığı gibi hususlar adı geçen ehliyetin mahiyet ve kapsamını açıklamayı amaçlar. Kişinin hak ve borçlarının sabit olması, dinî ödevlerle mükellef tutulması, hukukî işlem ve davranışlarının geçerliliği, toplumsal ve cezaî sorumluluk taşıyabilmesi gibi farklı seviyedeki hak ve yükümlülükler onun şer‘î hitabın konusu olmasının değişik görünümleridir. Bunların her bir türünün farklı seviyede aklî ve bedenî yetişkinliği gerektirdiği açıktır. Bunun için de ehliyet kişinin anlama, düşünme ve yapabilme kabiliyetinin inkişaf seyrine bağlı olarak tedrîcen gelişme gösteren itibarî bir sıfat konumundadır. (TDV, cilt: 10, sayfa: 533-539)

İslami ilimler içerisinde daha çok fıkıh ile irtibatlandırılan “ehliyet”in bir başka tanımı ise şöyledir; “İnsanoğlunun, Allahu Teâlâ’nın Kitabı’nda ve Rasul-i Ekrem’in sünnetinde muhkem ve müfesser olarak belirtilen; gizlenmesi, tahrip edilmesi veyahut değiştirilmesi mümkün olmayan lehindeki ve aleyhindeki haklarına sahip olabilmesine ehliyet denir. Rabbimizin biz kullarına teklifleri de bu ehliyete dayanır.” (Emanet ve Ehliyet, Delilleriyle İslam İlmihali, cilt:1, sayfa: 25-26)

Ülkemizin yoğun bir siyasi gündemden çıktığı, getirilen yeni sistemin memleketimiz ve ümmet için avantajlarının/dezavantajlarının yoğun olarak tartışıldığı, kendilerine yasama ve yürütme görevleri tevdi edilen devlet adamlarının sahip oldukları koltuklarda İslam’a, Müslümanlara, memleketimize hizmet edip edemeyeceklerinin çokça konuşulacağı şu günlerde elbette ki ehil olmanın, ehliyetin de sıkça göz önünde tutulması gerekir. Aslında bu hususun seçimlerden önce milletimiz tarafından ince elenip sık dokunması gerekirdi fakat vatandaşımız hizmet değerlendirmesini yaparken ekseriyetle dünyevi saiklere göre hareket ettiğinden meselenin bu cihetinin gözden kaçtığını propaganda safhasından ve seçim sonuçlarından okumak hiç de zor olmasa gerek. Kendilerini muhafazakâr kimlikleriyle tanıtan aslında heva ve heveslerinin doğrultusunda adım atan, şahsi çıkarları ve dünyevi umutlarından başka hiçbir gayesi olmayanların yaptıkları gayri İslami ve gayri insani tercihleri ile kimlerin ekmeğine yağ sürdükleri seçim sonuçlarıyla alenen ortaya çıktı. Bu sebeple bu iş, yani emanet edilecek vazifelerde liyakat-ehliyet-ihlas faktörünü göz önünde bulundurmak zarureti %52.5 oy alarak ilk turda seçilen ve mecliste neredeyse diğer dört partinin toplamı kadar sandalye alan partinin başında bulunması hasebiyle en büyük sorumluluğun da kendisinde bulunduğu cumhurbaşkanımıza düşmek-tedir.

Bizler Müslümanız elhamdülillah. Bu sebeple her meseleyi evvela İslami açıdan ele almak durumundayız. Bu nokta -tabiri caizse- ak ile karanın birbirinden ayrıldığı, dananın kuyruğunun koptuğu yerdir. Eğer insan içerisinde olduğu bu durumda Allah’a ve peygamberine itaati anlayamaz, bu itaat çerçevesinde kendi mesuliyetlerinin bilincinde olamaz, hududullahı ve hukuk-u Rasulillahı kavrayamaz ise karşılaştığı herhangi bir yol ayrımında doğruya isabet etmesi, Allah’ı ve Rasulü’nü razı edip müminleri sevindirecek bir adım atması mümkün değildir. Onun için kişiler, her şeyden evvel İslami konumunu, durumunu iyiden iyiye tahlil etmeli; sonra atması gereken adımları atmalıdır. Aksi takdirde dünyevi işlerini kafasına göre ahiret işlerini güya inandığı şekilde düzenlemeye kalkışır ki bu kişinin haliyle; “Caminin Allah’ı ayrı, çarşının Allah’ı ayrı.” demesinden ibarettir. Böyle bir duruma düşmekten Allah’a sığınırız.

Evet, bu ağır bir ifade fakat meselenin ciddiyeti iyi anlaşılmalı. Teşbihte hata olmasın, iman canlı bir şeydir, yaşatıcı bir şeydir. Yani insanın dünyaya ve ukbaya ait bütün tercihlerinde görülür, bu tercihlere yön verir. Daha doğru ifadesiyle dünyadaki tercihlerine göre ahiret yurdunu hazırlar. İşlerin bu noktaya gelmesi, yani din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması ile ebedi bir hüsrana düçar olmamak için Müslümanların kendilerini ciddi sığaya çekmeleri; kendi konumlarını ve Rablerine karşı sorumluluklarını iyi bilmeleri gerek-mektedir.

Kulluk Ehliyeti:

Bizler Cenabı Hakk’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet!” (el-A‘râf 7/172) cevabını verdikten sonra adeta kulluk sözleşmesine, İslam’ın ahkâm ve şeraitine göre hayatımızı yaşayacağımıza dair, adına “din” buyrulan sözleşmeye peşinen imza attık. Şu halde hakikati bulma yolunda Allahımızın bize en büyük lütfu olan ve Rabbimize ulaşmak hususunda önderimiz, rehberimiz konumunda bulunan peygamberlerin ve ehlullah hazeratının en bariz vasıfları kulluk ehliyetine sahip olmalarıdır. Çünkü Efendimiz’e kadar nübüvvet müessesesi ile devam edegelen, O’nun (as) irtihalinden sonra da velayet silsilesi ile bugünlere ulaşan İlâhî nizam; içeresinde bulunduğumuz her türlü buhrandan kurtulmanın, dünya ve ahiret saadetini temin etmenin en tabii yoludur. 

Kulluk ehliyetine sahip kimse hem Allah’ın hâkimiyetini ve rızasını gözeten hem de insanların haklarını muhafaza etme gayretinde olan kimsedir. Başka bir deyişle Rabbü’l-âlemin’in muradını nasibi nispetinde idrak etmiş, Peygamber Efendimiz’in manevi rahlesinden nasip-lenmiş, aynı zamanda kendi nefsini de bilmek hususunda gayreti elden bırakmamış; böylelikle Hakk’a vuslat yolunda kemâl basamaklarını çıkan kimsedir.

Böyle bir anlayışa sahip kimse, Rabbimizin emirlerine ittiba ve nehiy-lerinden içtinab ile zahirini tezyin ederken; azalarında ibadetin nurani nişanelerinin zuhur etmesiyle birlikte batınını da imar etmeye başlar ki bu ilâhi seyirde artık kendisine takdir olunan menziline günbegün kavuşmanın yolundadır. Şahsi istifadesi nispetinde en yakınlarından başlamak üzere hale hale etrafındakilere de ziyade faidesi olur. Ehliyet sahibi olduğu bu hususta onların da istenilen düzeye gelmeleri, bu manadaki imtihanları başarıyla verebilmeleri için onlara emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker ile yol gösterir. Bu manada en yetkili kimse olan Efendimiz’in şahs-i manevisinden elde edebildiği nur nispetinde kendisini takip edenlerin yolunu aydınlatır.

İnsanî Ehliyet:

İnsanın fiziki varlığı ile birlikte sahip olduğu melekelerini, duygu ve düşüncelerinin dünyaya bakan yönünü bu kısımda değerlendirmek gerekir. Çünkü insan sahip olduğu varlığı, duygu ve düşünceleriyle diğer mahlûkattan ayrılmış; hilkat açısından Hâlık’ın en mükemmel bir eseri olmuştur. Fakat insan taşıdığı bu fazilet bozmadığı sürece, daha doğru bir ifade ile kendisine eşref olması hasebiyle verilen nimetleri yerli yerinde kullanmasıyla insanlığını muhafaza eder. 

Tabi mevzu burada otomatikman bizi yukarıdaki başlığa (kulluk ehliyetine) sevk eder. Çünkü insanlığın, modern(!) dünyanın en ilkel şartlarına göre belirlediği ve halen kendisini güncelleyemediği anlayışı, ben merkezli yaşamıyla bu eşrefiyetini muhafazası mümkün değildir. Böyle bir insan yeme-içme, çocuk edinme için yaşar ki bunu diğer canlıların da kusursuz icra ettikleri ortadadır. Onun için kulluk şuurunu ilk sırada zikrettik.

İnsani ehliyetin elde edilmesi, başka bir ifadeyle muhafaza edilmesi özellikle üç hususiyetin mutedil olmasıyla mümkündür. Bunlardan ilki akıldır ki insanı diğer canlılardan ayıran en mühim hassasıdır. İnsanda akıl az olursa zahiri pek çok rahatsızlıkla birlikte ruhi ve psikolojik birçok probleme de elverişli hale gelir. Bu durumda olanlara insani ve İslami vazifemiz, merhametle birlikte tedavileri için imkânlarımızı serdetmek olmalıdır.

İkincisi; insanın öfkesini orta düzeyde tutmayı başarabilmesidir. Çünkü öfkesine sahip olan kişi nice zorlukların üstesinden kolayca gelebilecekken; bu otokontrolü sağlamayanlar ise sıradan hadiseleri bile aleyhlerine döndürebilecek hatta haklı iken haksız duruma düşebilecek kadar işlerini zora sokarlar. Silsilemizin büyüklerinden Yûsuf Hemedânî Hazretleri (ks) bu konuda; “Öfke öyle bir sıfattır ki ne idareci akıl ne de emredici kalp ona karşı gelmeye güç yetiremez. Şeytan öfke ateşini gafil ve aklı karışık insanlara atar.” buyururlar. Öfkenin hiç olmaması da problemdir. Çünkü insanın nefsi adına öfkelenmesi ne kadar kötü bir durumsa; yer geldiğinde Hak ve hakikat için öfkelenememesi de (ki buna celal diyoruz) en az o kadar sıkıntılı bir tutumdur.

Üçüncüsü ise insanın şehvetini vasat bir düzeyde tutmasıdır. Bu da ciddi bir meseledir ki; bu hususiyetinden tamamen mahrum olan insan pek muteber sayılamaz. Bu sadece örf ile alakalı da değildir. Eşlerin karşılıklı hukuku açısından da, bir hastalık belirtisi olması açısından da problemdir. Bununla birlikte bu duygunun her çeşidinin (ki şehvet sadece cinsî kuvvet belirgisi değildir, gayrimeşru bütün arzu ve istekler bu kapsamda değerlendirilmelidir) fazlaca öne çıkması da başlı başına bir problemdir. Yine Yûsuf Hemedânî Hazretleri (ks); “Şehvet ateşine tutulan kimse dört ayaklılar gibidir. Bu duygu insana galebe çaldığında kalpte nur kalmaz ve aklın emrediciliği kaybolur.” buyurdular.

Dünyevî Ehliyet:

Bu da insanın karşılaştığı dünya işlerinde sahip olduğu bilgi ve birikimi ifade eder. Bu husus daha ziyade ehliyet kelimesinin sözlük manasını ihtiva eden kısmıdır. Yapılacak işte belli bir safhayı geride bırakmış, belki başkalarına o hususta rehberlik yapabilecek bilgi/birikimini aktarabilecek bir duruma gelmiş ise ona “ehliyetli kimse, işin ehli, ustası” denilir. Ancak takdir edilecektir ki hangi alanda olursa olsun kişilerin karşısındakilere her yönüyle faideli olabilmesi ancak ahlâk ve maneviyat açısından kendisini geliştirmesiyle olur. Bu da “kulluk ehliyetini ve insanî ehliyeti” elde etmekle olur. Yoksa meşhur kıssada anlatıldığı gibi; “Vali olur ama adam olamaz.” Avukat olur yalan söyler, doktor olur parasız tedavi etmez, siyasetçi olur menfaatini düşünür, usta olur işini düzgün yapmaz vesaire vesaire…

Bugün her meslek grubundan insanın sahip oldukları bilmem hangi üniversitelerden diplomalarına rağmen; ellerindeki maddi imkânlara, teknolojik gelişmişliklere rağmen muhataplarını kandırmaya, aldatmaya çalıştıkları hemen herkesin şahit olduğu bir meseledir. İşte bu da yapıp edilen işlerde sadece bir takım kıstasları yerine getirmenin yeterli olmadığını bize gösterir. Dünyevi ehliyet de ancak ve ancak o zahir malumatların yanında işin ahlaki/maneviyat yönüne de ihtimam göstermekle elde edilir. 

Meselemizi daha iyi anlayabilmek için sahabe döneminden nakledilen şu örneği paylaşmakta fayda var: 

Abdullah ibn Ömer (ra), arkadaşlarıyla birlikte Medine civarında bir yere çıkmıştı. Onun için bir sofra kurdular. Bu sırada yanlarına bir koyun çobanı uğradı ve selâm verdi. İbn Ömer çobanı denemek için; “Şu sürüden bize bir koyun satsan, parasını da sana ödesek olmaz mı?” teklifinde bulundu. Çoban; “Sürü benim değil, bu koyunlar efendimindir.” cevabını verdi. İbn Ömer yine çobanı denemek için; “Kayboldu dersin, efendin nereden bilecek ki?” deyince, çoban ondan yüzünü çevirdi ve parmağını semaya kaldırarak; “Allah nerede?!” dedi. İbn Ömer, çobanın bu takva ve ihsan şuurundan çok duygulandı. Bu düşünceler içinde, bir müddet kendi kendine; “Çoban dedi ki: Allah nerede? Çoban dedi ki: Allah nerede?” deyip durdu. 

Şimdi, bugün diplomalı fakat gönülleri boş, ahlaki zaafları fazla; dolayısıyla -ne kadar aksini iddia etseler de- dünya işlerinin de ehliyetsizleri/beceriksizleri ile; İslam’ın aziz, Müslümanların izzetli oldukları bir devirde çobanlık yapan insanı mukayese ediniz. O çoban ki kulluğunun ve insanlığının fakında olmakla elde ettiği nimetleri de yaptığı işin bilgisine katarak hakiki ehliyete sahip olmuştur.

Cenabı Hak, bize evvela kullukta ve insanlıkta sonra da diğer meselelerde ehil olmayı nasip etsin. Her konuda olduğu gibi bu hususta da bize örnek olan büyüklerimizin izinden kıl kadar ayırmasın.

Âmin, ve’l-hamdulillahi Rabbi’l-âlemîn...

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort