JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazartesi, 01 Ekim 2018 00:09

MÜRİDİN, İHVAN İLE OLAN ADABI -2

Müridin İhvan ile Olan Adabı 2

Müridin, İhvan ile Olan Adabı -2 - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 124 - Nisan 2018

 

Müridin, İhvan ile Olan Adabı -2

 

Allahu Teâlâ’nın inayetiyle geçen ay kaldığımız yerden devam ediyoruz. 

5- Mürid, ihvanını iyi yönde etkilemeli, ona kötü örnek olmamaya özen göstermelidir. Derviş karınca gibidir, buyurmuş büyüklerimiz. Nasıl ki bir karınca bir yere gidip bir iş tuttuğunda adeta bütün koloniyi peşinden sürüklerse, derviş kısmı da birbirlerini öyle etkiler. Bu, menfi manada da müspet manada da böyledir. İnsanların birlikte vakit geçirdikleri, beraber hareket ettikleri kişilerden etkilendikleri hususunda Efendimiz’in (as): “Kişi arkadaşının dini üzeredir. (Yani onun -başta itikadi meseleler olmak üzere- inanç ve amellerinden muhakkak etkilenir.) Öyleyse kiminle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin.” hadisi şerifi hepimizin malumudur. 

Bu hususta özellikle tecrübeli ihvandan, yani mürşid ile tanışma şerefine daha önce nail olmuş, dolayısıyla çokça sohbetlerde bulunup dinini öğrenmiş, onun emir ve tavsiyeleriyle amel etmiş ve tabiatı itibarıyla kemalat kesbetmiş müridden elbette daha çok şey beklenir. Gerçi böyle bakınca bir gün evvel intisap edenin bir gün sonra intisap edene göre sorumluluğu olduğu da muhakkaktır. Evvel gelen “Yolumuz, öğrenmek ve öğretmek iledir.” sırrınca sonra gelene bildiklerini doğru bir şekilde, bozmadan aktarmaya gayret etmelidir. Bu aktarımdaki en tesirli metod ise hiç şüphesiz hâl dilidir. Yani anlatmadan ziyade yaşayıp örnek olmak hiç şüphesiz Allahımızın, Peygamberimizin ve sâdâtımızın rızasına daha uygundur.

6- Mürid, hizmette en önde bulunmaya azmetmelidir. Ehli sünnet ve’l-cemaat çatısı altındaki her oluşumun kendisine belirlediği bir alanda İslam’a hizmet gayesi güttüğü aşikârdır. İhvan, büyüklerinin belirlediği istikamette hizmet etmek için elinden geleni yapmalı, bunu yaparken de elinden gelen işlerde, kim yapacak diye etrafına bakmadan, en önde bulunmaya gayret etmelidir. Bir manada külfet söz konusu olduğunda bunu kardeşlerinden evvel kendisi üstlenmeye çalışmalı, tek başına üstesinden gelemeyeceği işlerde de birlikte çalıştığı arkadaşlarıyla uyumlu olmalı; ortamı bozmamaya ve tembellik yapmamaya özen göstermelidir.

Ortaya konan hizmet neticesinde elde edilecek olan nimete sıra gelince de -kendisi için istediğinden daha iyisini kardeşi için istemek zaten asli vazifesi olduğundan- evvela arkadaşlarının istifadesini arzulamalı, bu manada kendisini en sonda bilmelidir. 

Bu maddeye belki şu hususu da ilave etmek gerekir; şöyle ki mürid, diğer bütün ihvanını özellikle kendisinden yaşça büyük olan veya hizmete muhtaç olan kardeşlerine karşı da sorumluluklarını yerine getirmeli, bir şeye ihtiyaçları olduklarında onlara hizmeti de cana minnet bilmelidir. Unutulmamalı ki “her mürid, mürşidin bedeninde bir aza” mesabesindedir. Dolayısıyla onların memnuniyeti, mürşidinin rızasına giden en kısa yollardan biridir. 

Derviş kimse ihvanının hizmetini ve ihtiyaçlarını gidermeyi nafile ibadetlerinden hatta tarikin olmazsa olmazlarından olan evrad ve ezkarından daha efdal bilmeli; gerekirse bu hizmetlerin ifası için bunları terk edebilmelidir. çünkü vazifelerinde, manevi bile olsa, şahsi menfaati hizmette kardeşinin menfaati vardır. Yine büyüklerimizden işittik; “İhvanımızın ve tekkenin hizmeti için bazen evradımızdan vaz geçerdik.” buyurdular.

7- Müridin ihvanına karşı en mühim vazifelerinden bir tanesi de hasbel beşer arası açılan kardeşlerinin arasını düzeltmektir. Zaten ayeti kerimede Rabbimiz; “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurât 10) buyuruyor. Geçen ay, yazımızın başında da değindiğimiz gibi din kardeşliğinin yanında bir de meşrep birlikteliğinden ileri gelen hukukla ihvanımıza karşı sorumluluğumuz daha da artmaktadır. Dolayısıyla mürid, yapıcı olmaya, uzlaştırmaya, arkadaşlarının arasını bulmaya ziyadesiyle dikkat etmelidir. Allah rızası için yaptığı bu işte haddi aşanı kavli leyyin ile yumuşak sözle, güzellikle ikaz etmeli; mazlum olan kardeşine de sabrı ve merhameti, affetmeyi tavsiye etmelidir.

Mürid, ihvanı ile alakalı işlerde kalbini yoklamalı, kabahati önce kendi anlayışında bilmeli, etrafında gelişen hadiseleri önce hüsnü zan üzere tevil etmelidir. Bu tedbirine rağmen herhangi bir kardeşine karşı kalbinde kin, nefret gibi duygular var ise bunları acilen izaleye gayret etmelidir. Kardeşinin haklı olduğuna kendini ikna etmelidir. Zira haksız iken zaten elinden bir şey gelmez. Mühim olan haklı iken, elinde imkân var iken kardeşinin namı hesabına bunlardan vaz geçmektir. 

8- Mürid, ihvanlarının her halinden haberdar olmalıdır. Malumdur ki insanların hüznü dostlarıyla paylaştıkça azalır; sevinci ise onlarla paylaştıkça çoğalır. Efendimiz de müminin mümin üzerindeki haklarını sayarken bu hususa da dikkat çekmişler; “davetine icabeti” de bir vecibe olarak zikretmişler. Hastalandığında onu ziyaret etmek, ölüm hastalığına yakalanıp yüzünü Rabbine döndüğünde onu yalnız bırakmamak da Efendimiz’in hak olarak zikrettiği, ihvanın birbirlerine en mühim vazifelerindendir. Böyle zor durumda maddeten ve manen desteği, duası ile kardeşine her manada yardım etmelidir. Büyüklerimiz, böyle zamanlarda üzerine düşeni yerine getirmekle kişinin manevi kardeşlerinin hakkını bir nebze olsun ödeyebileceğini ifade buyurmuşlar. Neticede birlikte Allah’a varmayı ümid eden salikler, birbirlerinin her hallerini gözetmeli, her işlerinin Allahu Teala’nın rızasına ve Hazreti Peygamberimiz’in sünnetine ve tarikat adabına uygun olması hususunda birbirlerini teşvik etmelidir. 

9- Sadık mürid, yapıp ettiği ha-yırlı işlerinde ihvanu yaranını da unutmamalıdır. İbadet ve taatında ihvanını çokça hatırlamalı, Allahu Teala’dan isteyeceklerini kendinden evvel onlara istemelidir. Zaten böyle yapmakla yazıcı meleklerin dua edene; “Sen kardeşine nasıl dua ediyorsan bir mislini Cenabı Hak da sana ihsan etsin.” diye mukabele ettiklerini büyüklerimiz buyurmuşlar. Hatta mürşidinden son-ra kardeşlerinin hürmetine, onları ve-sile edinerek ibadetlerinin kabulünü, günahlarının mağfiret olunmasını Cenabı Hak’tan niyaz etmelidir. Yapıp ettikleri ile kendisini ihvanından üstün görmek, bunlarla onları küçümsemek şöyle dursun; kardeşlerinin uykusunu kendi ibadet ve taatından kıymetli görmelidir.

10- Bizim yolumuzda huzura varış, nailiyyet her birliktedir, buyurmuş büyüklerimiz. Adeta elde edilecek güzellikler hususunda imece usulü bir hareket söz konusudur. Ayağı tökezleyen biri beni tutup kaldırsın diye beklememeli, ayakta olan da düşen kendini toparlasın diye kardeşini kendi haline bırakmadan elinden tutup kaldırmalıdır. İhvan, bütün kardeşlerinin hem dünyevi hem de uhrevi açıdan kendisi için vaz geçemeyeceği bir nimet, bir bütünün olmazsa olmaz parçaları olduğunu idrak etmelidir.

11- Kişi ihvanı hakkında yüzüne güler yüzlü, mütevazı, hoş sohbet olmalı; gıyabında da onun iyi yönlerinden, güzel işlerinden bahsederek varsa bir hatası onu setretmeye çalışmalıdır. Hatta buyrulmuş ya dost varlığında sana Allah’tan, gıyabında da Rabbi’ne senden bahseden kimsedir, diye. Bilhassa sıkıntılı zamanlarında yahut öfkelendiği vakitlerde kendisine hâkim olup kardeşleri hakkında ileri geri konuşmamaya özen göstermelidir. Bu konuda Efendimiz’in (sav); “Öfkelendiğin vakit sus.” tavsiyesini emir telakki etmelidir. 

Olur da ihvanının bir yanlışını görürse onu bazen şaka ile karışık ikaz etmeli, bazen çekip kenara meselesini açıkça izah etmelidir. Asla toplum içerisinde rencide edecek şekilde hareket etmemelidir. Bu hususta İmam Şafii Hazretleri de; “Eğer kardeşine gizlice ve güzellikle nasihat edersen vazifeni yapmış olursun. Eğer herkesin içinde onu ikaz ederek mahcub edersen onu yıkmış olursun ve arsız edersin.” buyurmuşlardır.

Bu maddeler daha uzun uzadıya yazılabilir. Çünkü insanların aralarında geçen hadiseler sonsuzdur ve bu olayların hepsi için de şer-i şerifin ve tarikat-i aliyenin -tabiatı itibariyle- söyleyecekleri olacaktır. Ancak şu hususu gözden kaçırmamak gerekir ki insan olmanın kıymeti anlaşılacak olursa ve kişi her attığı adımda “ben Rabbimi razı mı ediyorum, yoksa O’nu rahatsız mı ediyorum” diye muhasebesini yapabilirse zaten birçok mesele kendiliğinden halloluverir. Nitekim büyüklerimiz yolumuzu “Bu yol kâmil mümin, olgun insan yetiştirme yoludur.” diye tarif ediyorlar. Demek ki insan imanın ve insan olmanın gereklerini yerine getirse hiçbir meselede -biiznillah-sıkıntı yaşamaz.

Cenabı Hak, cümlemize ihvanımızla hoş geçimi, incinmeden ve incitmeden bir hayat yaşayabilmeyi ve neticede diz dize, gönül gönüle büyüklerimizin eteğinden tutup semt-i Yâr’e vasıl olabilmeyi nasip eylesin.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

Pazartesi, 01 Ekim 2018 00:08

HÂCEGÂN DERGÂHINDA BİR GÜN

Hâcegân Dergâhında Bir Gün

Hâcegân Dergahında Bir Gün - Andelib

Sayı : 124 - Nisan 2018

 

Hâcegân Dergâhında Bir Gün

 

Gördüm saf saf oturmuş nurani yüzler,
Allah derler, bir meclise uğradım.
Buram buram vuslatıyla tutuşmuş özler,
Allah derler, bir meclise uğradım.
Zikir derler, bir meclise uğradım.
            Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

Dervişler gece kuşlarıdır, seherde uyanırlar. Seher vakti zikir için en uygun vakit… Herkes uykuda, aşıklar uyanık. Aşık maşuğunun ismini kalbi titreyerek, huşuyla zikreder. Seher vakitleri hüzünlüdür… Hâce Hazretleri (ksa), Ğavs Hazretleri’nin (ks) seher vakitlerinde hüzünlü hüzünlü Allah’a yakarışlarını anlatırlardı sohbetlerinde.

Gönül, Allah aşkıyla/zikriyle coşmuştur… Seher vakitleri dervişlerin virdlerini yaptıkları özel vakitlerdir…

Sabah namazı vakti yaklaşır artık. Namaz, kulun Rabbine yaklaştığı en müstesna zaman. Namaz zikirlerin en büyüğü, en efdali… Namazı aşkla kılar bir Hâcegân ihvanı. Namaz sonrası hatme-i Hâcegân yapılır. Hâcegân dervişi bir zikirden diğer bir zikre koşar adeta… Bir gül bahçesinden çıkar, başka bir gül bahçesine girer. Bu gül bahçeleri cennet bahçesidir. 

İşrak vakti çıkar. Biraz istirahat gerekir. Müminin uykusu da ibadetten sayılmış. Kuşluk vakti geldiğinde bir sevinç başlar. Duha namazı kılınır. Hâcegân dervişi Peygamber Efendimiz’in (sav) her sünnetine taliptir. Ya Rasulallah, bizi de ümmetinden say… Sen, bizim gönül yolculuğumuzsun. Seninle şenlenir, huzur buluruz. Sana ümmet olmak, nimetlerimizin en büyüğüdür.

Dergahta kalan misafirlerin yemek vaktidir. 

Peygamber Efendimiz (sav): “Dünyadaki nasibini de unutma.” buyurmuş. Hayırlı kazanç ümidiyle rızkını/manşetini kazanmanın gayreti başlar. Rızık endişesi yaşamadan dünyadaki nasibini arar Hâcegân dervişleri. Nasipte ne varsa o kazanılacaktır. Hâcegân dervişi dünyasını kazanmak için ahiretini mahvetmez.

Gam değildir gide dünya kala din, 
Gam odur ki kala dünya gide din.

Sohbetlere, zikirlere gelip ticaretini çok kolay yapan ihvan hikayeleri anlatmakla bitmez. Asıl darlık zikir terk edilince başa gelir.

“Her kim de zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz.” (Taha, 124) buyuruyor Yüce Mevlamız. 

Zikri, sohbeti terk edenler nefsinin ve şeytanın tuzaklarından kurtulamamışlardır. Kul Allah’tan (cc) yüz çevirirse Allah (cc) da ona kendisini unutturur. Bir bakmışsın aylar, yıllar geçmiş, ömür bitmiş, elde avuçta bir şey yok. Ahirete götürecek hiçbir şey yok. Hem bu dünya hem de ahiret mahvolmuştur.

Öğlen namazı yaklaşır… Namaza önce gönlü hazırlamak gerekir. Namazı asıl beden değil, gönül kılar ve gönülle kılınan namaz Allah’ın (cc) yanında değerlidir. Dervişin hayatı ibadetlere göre ayarlıdır. Önce ibadet, sonra diğer işler… İbadetin ekseninde şekillenir hayat. Eskiden şehirler cami merkezliydi. Medreseler, tekkeler, hastaneler, aşevleri, mezarlıklar hep camilerin etrafında yapılırdı. Doğumla başlayan hayat ölümle son buluncaya kadar hep caminin etrafında şekillenirdi.

Medresede ilim öğrenerek tekkede ahlakını güzelleştirip nefsini temizleyerek mezarlardan ibret alarak camiye gelinir, Allah’a (cc) huşu ile ibadet edilirdi. Şimdi alışveriş merkezlerinin içerisine hapsedilmiş camiler… Bedeni namazda, gönlü alışverişte Müslümanın. Mekke ve Medine de maalesef bundan etkilenmiş. Kabe Allah’ın evi, Beytullah… Yanında kocaman saatli bir otel. Artık Kabe’nin resimleri bu otelle birlikte çekilir olmuş. Kabe’den çıkan Müslümanın derdi hemen alışveriş olmuş. Ravza’ya, Peygamber Mescidi’ne giderken otellerin altı hep alışveriş merkezi. Medine’de Müslümanın beş vakit namazı camide, geri kalan vakti çarşıda. Gönül hep ağyar ile meşgul olmuş. 

Peygamber Efendimiz’in (sav) mescidinde onun misafiri gibi olmak… Orada ashabın hatıralarını yaşamak. Bir Ebu Bekir olmak, Ömer, Osman, Ali olmak. Abdullah Bin Mesud olup Peygamber Efendimiz’e (sav) Kur’an-ı Kerim okumak. Selmanı Farisi olup O’nunla özel sohbetler etmek. Bilali Habeşi olup O’na ezan okumak. Bazen de günahımızdan utanıp Vahşi gibi uzaklardan seyretmek… İnsan aşık olursa zaman ve mekan kavramı aradan çıkar. Aşık maşuğuyla beraberdir artık.

Öğlen namazı biter, ikindi namazı iple çekilir. Hâcegân dergahında sohbet vaktidir. Bazen dergaha başka vilayetlerden misafirler gelir. Namaz sonrası bir sohbet, muhabbet başlar gider… Hâcegân dergahlarının sohbetlerinde çay vazgeçilmezdir. Çay bahane asıl murad sohbettir. Sohbetle anlayışlar gelişir, muhabbetler artar.

Her dervişin gönlünde inciler vardır. Sohbetler bu incilerin birbirleriyle paylaşıldığı anlardır. Öyle ki bu inciler tesbih olur zikre dönüşür. Sohbetle akıllar şuurlanmış, gönüller muhabbetlenmiştir. Hele bir de yanık bir ilahi dinlenmişse gönül, ten kafesinden uçacak bir kuş gibi olur. İkindi namazı bu manevi iklimde kılınır.

Hâcegân dergahında ikindi na-mazı sonrası dervişlerin en sevdiği vakitlerdendir. Hâce Hazretleri çoğu zaman ikindi namazından sonra ihvanları ile sohbetleşirler. Mürşidi kamilin sohbeti ne inci ne elmasla ölçülür. Onun kıymetinin karşılığı bu dünyadan bir şey ile ölçülmez. Gönlü Allah aşkıyla dolu, Allah’a dost olmuş evliyaullahın sohbeti, insanı seyriilallah yolculuğunda bir kutlu menzilden alır, başka bir menzile ulaştırır. Kişi gayreti ve muhabbeti ölçüsünde bu nimetlerden nasiplenir.

Mürşidin gönlü, ilahi hikmetlerin kaynadığı bir pınar gibidir, bu öyle bir pınardır ki suyu hiç eksilmez. Çünkü kaynağını Hak’tan alır. Bu sudan içenlerin gönülleri imanla ve aşkla dolar, muhabbetullah ve marifetullah derdiyle yanıp tutuşur. Mürşid sohbeti kitaplardan öğrenilmez. Tasavvufu kitaplardan öğrenmeye çalışmak, içi bal dolu kavanozu dışarıdan yalamaya benzer. Balın tadını ancak yiyerek alırsın. 

Akşam namazı, yürekleri Allah aşkıyla titreyen dervişlerin oluşturduğu bir cemaatle kılınır. İnsan böyle bir topluluğun içinde bulunduğu için Rabbine ne kadar şükretse azdır. Akşam namazından sonra dergahlarda yemek ikram edilir. Aynı tastan çorba içilir, aynı kaptan yemek yenir. Kaplar bir olunca gönüller de birleşir adeta. Müslüman yemeğini önünden yer, israfa kaçmaz. Kardeşini düşünerek yer onun hakkını da gözetir. Hâce Hazretleri (ks) “Bir insan suyu doldururken önce kendi bardağını dolduruyorsa ekmeği bölüp önce kendine ayırıyorsa bencillikten kurtulamamıştır.” buyurmuştur. Nefislerinin birçok ayıbını birlikte yaşarken öğrenir dervişler.

Muhabbetle yenilen yemekler zikir olur, nur olur müminin bedeninde. Helal kazançlarla, abdestli ellerle, dualarla pişirilen yemekler gönül sofrasında ikram edilir. Yenilen yemekler karnı doyurduğu gibi gönlü de doyurur. Mümin kardeşlerinin aşkla birbirine yaptıkları hizmetler kardeşliği pekiştirir. Babanın oğuldan su isteyemediği bir zamanda, müslümanların birbirine gönülden hizmetleri imrenilecek kadar güzeldir.Yatsı namazı bütün ihvanın toplandığı vakittir. Hâcegân dervişleri mesailerini yatsı namazına göre ayarlar. İhvanlar; işlerini bitirmiş, hatmeye yetişmenin telaşındadır. Rızkı veren Allah’tır deyip ardına bakmadan Allah’ın zikrine koşar.

Yatsı namazı topluca kılınır. Sonra sohbet vaktidir. İkindi namazı sonrası sohbet biraz özel bir andır. Yatsı namazı sonrası ise genel sohbet yapılır. Bir dem gelir muhabbetten sohbet açılır bir dem gelir haşyetullahtan ürperir gönüller. Bir dem gelir takvayı öğrenir dervişler, bir dem gelir riyadan korkar… Bir dem gelir ihlası içer yudum yudum, bir dem gelir nifaktan çekinir. Bir dem gelir melekler yaren olur ona, bir dem gelir nefs canavarı ile karşılaşır. Bir dem gelir dostun sofrasına otururur, bir dem gelir şeytanın düşmanlığını görür. 

Sohbetler mümini olgunlaştırır ve kendini tanımasına vesile olur. Mümin kendini tanıdıkça Rabbini tanımaya başlar. Hakk’ın karşısında edeblenmeye başlar. Bir dönem zalim nefsiyle herkesi kırıp geçirirken, karıncayı ezemez hale gelir, dağdaki çiçeği koparamaz olur. Bilir ki her şey Rabbini zikretmektedir, gönlü merhametle dolar.

Allah’ın (cc) düşmanları karşısında aslan kesilir. Zalimin karşısına çıkar, çekinmez hiçbir şeyden, bütün dünyayı karşısına alır. Bir dem gelir zikirler yapılır, bir dem gelir cihada çıkılır. 

Sohbetlerle Hâcegân dervişleri; ayçiçeğinin güneşin karşısında olgunlaştığı gibi gelişirler, karpuz gibi içleri çok tatlı hale gelir. İslam dervişlerin bu sımsıcak gönülleri ile beldeler fethetmiştir. Gittikleri her yerde gönüller İslam’a ve müslümanlara ısınmıştır. Son zamanlarda tarikatlere açılan savaşın asıl sebebi de budur, çünkü dervişler İslam’ın gönül askerleridir. Onları öyle topla tüfekle yıkamazsın. Dervişlerin gittikleri yerler Allah’ın izniyle İslam beldesine dönüşür. Abdulkadir Geylani gibi Hasan Şazili gibi Şahı Nakşibend gibi Mevlana gibi Yunus Emre gibi müslümanların bu zamanda da yaşadığını düşünün. Dünyamız nasıl da güzelleşirdi değil mi? 

Özellikle İslam dünyasında oynanan oyun müslümanları Selefileştirmek, Vahhabileştirmek… Gönülsüz, ruhsuz, kuru bir mantıkla şiddet içeren yapılarıyla insanları İslam’dan uzaklaştırmak… Gayeleri bu… İslam’ı terör yanlısı, şiddet yanlısı göstermek… Bu oyunları ancak Allah’ın yardımıyla gerçek sufiler/ dervişler bozabilir.

Özlerindeki güzellikler /muhabbetler; bozulan, perişan olan dünyanın ihtiyaç duyduğu ilaçlardır. Bu öyle bir ilaç ki, sadece müslümanların değil bütün insanlığın çaresidir. 

Dergahlar, kamil/olgun insanlar yetiştiren gönül mektepleridir. Ne kadar da ihtiyacımız var şimdi onlara!.. Ehlisünnet çizgisini bozmayan dergah sayısı maalesef her geçen gün azalıyor. Ya Rabbi, Sen onların sayısını çoğalt. Peygamber Efendimiz’in (sav) Bedir’de yaptığı dua gibi biz de dua ediyoruz: Bu zamanda gerçek kulluğu dervişler yapıyor, onlar da kalmazsa kulluk yapan çok azalır… Sen onları muhafaza eyle, sayılarını çoğalt…

Sohbet sonrası akıllar şuurlandı, gönüller muhabbetlendi. Hâcegân dergahında şimdi zikir vaktidir… Hatme-i Hâcegân tevbe ile başlar. Günahlara, gaflete topluca gönülden tevbe edilir. İhvanlar birbirinin tevbesine şahitlik eder. Fatihalar, ihlaslar, salavatlar aşkla, muhabbetle söylenir. Bu manevi sofraya büyüklerimiz davet edilir, melekler bu cennet bahçesinin misafirleridir. 

Hep birlikte topluca Allah’ın zikriyle coşar gönüller… “La ilahe illallah” söylenir hep birden imanlar tazelenir, muhabbetler artar.

“İllallah” denir, Allah’tan (cc) gayrısı gönülden uzaklaştırılır. Gönül Hakk’ın mekanıdır. Gönül temizlenmezse oraya Hak gelmez.

Sür çıkar ağyarı dilden
Tâ tecelli ede Hak
Gelmez saraya padişah
Hane mamur olmadan demiş şair.

Gönül temizlenir ve Maşuk gönle davet edilir. “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d 28) buyurmuş Rabbimiz. Zikirlerle, dualarla Hâcegân devranı tamamlanır.

Geceler değerlendirene çok bereketlidir. Hâcegân dergahında gece bitmedi… Zikir sonrası gönül sohbeti başlar. Çaylar, zikirle oluşan harareti biraz olsun hafifletir. Bu sohbetler biraz daha özel sohbetlerdir. Uzaktan yakından gelenlerle tanışılır, kaynaşılır. Sorular sorulur, dinimiz öğrenilmeye çalışı-lır. Dervişler; gece hiç bitmesin, sohbet devam etsin isterler. Fakat vakit gecenin ilerleyen saatleridir. Ayrılık vaktidir… Dervişlerin bedenleri ayrılsa da, gönülleri mürşidlerinden ayrılmaz.

Derviş, dergahtaki muhabbetini evine taşır. Eşiyle paylaşır sohbetleri/ muhabbetleri… Bir dergah da evde yaşanır … Gece namazı kılınır, istirahate geçilir.

Ya Rabbi, bizleri sevdiklerinden ayırma… Zikrinden, sohbetinden mahrum eyleme… Canımız böyle sohbet meclislerinde, zikir meclislerinde, savaş meydanlarında çıksın… Ömrümüzün sonuna kadar dostlarının yanında marifetullaha ve muhabbetullaha ulaşmayı bizlere nasip eyle… Amin…

İhlâs, takva her işleri,
Ne güzeldir cümbüşleri,
Can fedadır dervişleri,
Hâcegânlar tekkesinde.
         Hâce Hazretleri

 

Yazar:  Andelib

 

Ey Enes Efendimizin En Çok Yaptığı Dua Nedir

Ey Enes! Efendimiz'in En Çok Yaptığı Dua Nedir? - Sâlik-i İrfan

Sayı : 124 - Nisan 2018

 

Ey Enes! Efendimiz'in En Çok Yaptığı Dua Nedir?

 

Hamdolsun alemleri yoktan var eden Allahımıza… Rahman olan, Rahim olan, Kadir-i Mutlak olan Mevlamıza… Bizi insan kıldığı ümmet-i Muhammed’e kattığı ve Hâcegân nispetine ulaştırdığı için ne kadar şükretsek azdır…

Salat ve selamlar ise ümmetine çok harîs olan, Şahidimiz-Şefaatçimiz-Sahibimiz-Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) hazretlerine olsun. O’nun her yanı nurdur. Bedeni nurdur, bakışı-sözü-fiili hasılı sünneti nurdur. O’nun nurundan nasipdar olmayı Cenabı Mevla hepimize lütfeylesin.

Elhamdulillah, ashabın güzellerinden Enes bin Mâlik (ra) hazretlerinin hayatından dersler almaya çalışıyorduk. Onları ne kadar övsek az; çünkü onlar Allah Teala’nın insanlık içinden seçip Peygamberimiz Efendimiz’e (sav) arkadaş kıldığı insanlar. Ve hakkıyla Efendimiz’e (sav) yarenlik etmişler. Cenabı Hak bizleri onlara bağışlasın. Onların imanından, ahlakından bizlere de lütfeylesin. 

Enes bin Mâlik’in (ra) bizzat Rasul-i Ekrem (sav) Efendimiz’den rivâyet ettiği hadîsi şeriflerden bir kısmı şöyledir:

“Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdele-yiniz, nefret ettirmeyiniz.”

“Herhangi biriniz kendi nefsi için istediğini, müslüman kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz.”

“Birbirinize buğzetmeyiniz, hased etmeyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz. Bir müslüman için kardeşine üç günden fazla küsmek helâl olmaz.”

“Sizden bir kimse başına gelen bir musibetten dolayı ölümü istemesin. Ölümü isteyecek kadar sıkıntılı bir durum içerisine düşmüş olanlar: ‘Yâ Rabbi! Hayat hakkımda hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat; yoksa, rûhumu kabzeyle.’ desin.”

“Kim Allah Teala’ya kavuşmak isterse, Allah Teala da ona kavuşmak ister. Kim bunu istemezse Allah Teala da istemez.” Bunun üzerine biz: “Yâ Rasulallah, hiçbirimiz ölümü istemeyiz.” dedik. Rasulullah (sav) şöyle cevap verdiler: “Bu ölümü istememek değil, mümin dünyadan ayrılacağı zaman, akıbetinin iyi olacağına dair müjdeler kendisine verilir, böylece Allah Teala’ya kavuşmak ister. Bu kavuşma, onun en çok istediği şeydir. Fakat kâfir ve fâcir son nefesinde, sonunun iyi olmadığını görür ve Cenâbı Hakk’a kavuşmayı istemez. Allah Teala da ona kavuşmayı istemez.”

“Kendisinde şu üç sıfat bulunan îmânın tadını duyar: 1)Allah ve Rasulü’nü başkalarından daha çok sevmek, 2)Sevdiğini Allah için sevmek, 3)Küfürden kurtulup hidâyete kavuştuktan sonra ateşe atılmayı ne kadar istemezse, küfre dönmeyi de o derecede kerih ve kötü görmek.”

“Kıyâmet günü bir komşu diğer komşuyu yakalar, onu salıvermez ve şöyle der: “Yâ Rabbi! Sen buna çok ihsanda bulundun. Bana ise az verdin. Ben aç idim. O tok olarak uyudu. Ona: ‘Bana kapısını niçin kapadığını, kendisine verdiğin rızıktan beni niçin mahrûm ettiğini sor!’ der.”

“Şu dört şeyin sarf edilmesinden, kul kıyâmet gününde hesaba çekilmez. Bunlar: Ana-babasına sarf ettiği, iftar için sarf ettiği, sahur için sarf ettiği, çoluk-çocuğu için sarf ettiği nafakalardır.”

“Bir kimse dünyada ipekli elbise giyerse, ahirette giyemez.”

“Mirâca çıktığım gece, dudakları makasla kırpılan bazı kimseler gördüm. Cebrâil’e bunların kimler olduğunu sordum. Cebrâil: ‘Bunlar ümmetinden, herkese iyiliği emredip kendilerini unutan ve Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup da ona uymayan, onunla amel etmeyenlerdir!’ cevabını verdi.”

Hz. Enes iyi günlerde, sıkıntılı anlarda İslâm için yapılan savaşlarda daima Efendimizle birlikte idi. Rasulullah’ın gazâları fazla olmakla beraber; savaş yapılanı dokuz tanedir: Büyük Bedir, Uhud, Hendek, Benî Kureyzâ, Benî Mustalik, Hayber, Mekke’nin Fethi, Tâif ve Huneyn Gazâları’dır. Hazreti Enes bunların çoğuna iştirak etti. Hizmetlerini, bir an için bile aksatmadı.

Zaman ilerledikçe Ümmü Süleym’in küçük oğlu Enes 20 yaşlarında bir delikanlı olur. Zekâsı, terbiyesi, ilim ve cesaretiyle yaşıtlarını geride bırakır. Hazreti Enes bu arada şâhit olduğu olayları sonraki dönemlerde âlimlere nakleder. Bedir Zaferi’nde, 12 yaşında olduğu halde, savaş alanındadır. Efendimizin vefatlarında 20 yaşındadır. 

Hazreti Enes gözyaşları arasında der ki: “Sevgili Peygamberimizin Medîne’ye geldikleri günü de vefat ettikleri günü de gördüm. Müslümanlar birincisi kadar sevinçli, ikincisi kadar elemli bir gün yaşamadılar.”

Hz. Enes, Peygamber Efendi-miz’den (sav) sonra 70-80 yıl daha yaşadı. Efendimiz’in en yakınlarında bulunduğu için O’nun bütün emir ve yasaklarını çok iyi biliyordu. Bunları olduğu gibi müslümanlara nakletti. Uzun ömrünü yalnız bu işe vakfetti. 

Peygamber Efendimiz’-den birçok hadisi şerif nakleder. Hadis rivayetinde çok titiz davranırdı. Bu durumu talebelerine de ısrarla tavsiye ederdi. Bu bakımdan hadis ilmine hizmeti büyüktür. Hadis ilminin yayılmasında önde gelenlerdendir. İlim öğrenmek gayesinde olanlar onun meclisine devam ederlerdi. O, “Kale Rasulullah - Rasulullah şöyle buyurdu...” derken meclistekiler derin bir huşû ve huzûr içinde dinlerlerdi. Birçok yerde ilim halkası kurmuştur. Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Basra, Kûfe ve Şam, ders verdiği mühim merkezlerdi. Zamanın halifesi bile onun derslerine gelmeyi gönülden arzu ederdi. Her yönden bereketli ve çok mübarek bir zat idi. Bu da, Rasul-i Ekrem’in (sav) dualarının bereketiyle idi. Onun ilim deryasından istifade edenler çoktur. Hasan-ı Basrî, Süleymân Teymî, Ebû Kulâbe, Ebû Bekir bin Abdullah el-Müzenî (ra) bunlar arasındadır.

Rasulullah hayatta iken bir an olsun yanından ayrılmayan Hz. Enes, dört halife devrinde de mühim vazifeler yaptı. Hz. Ebû Bekir (ra) zamanında Bahreyn havalisinin zekât borçlarını toplamakla vazifelendirilir ve bu vazifeyi en güzel şekilde tamamlar. Hz. Ömer (ra) devrinde kendisini fıkıh ilmine verir. Basra’da yerleşerek etrafında toplanan talebelere ilim öğretir. Bu esnada, Hz. Ömer’in meşveret meclisinde de vazife yapmaktadır.

Hz. Osman ve Hz. Ali (ra) zamanlarında münafıklar tarafından çıkarılıp körüklenen fitnelere karışmaz, halkın da karışmasına mâni olmaya çalışır. Bütün mesaisini ilim öğrenmeye ve talebe yetiştirmeye hasreder. İçlerinde devrin halifelerinin de bulunduğu yüzlerce talebe yetiştirir. Derslerine kendi çocukları da devam ederler. Onlar da itibar sahibi âlimlerden olurlar.

Çok zengin olmasına rağmen Hz. Enes’in son derece sade ve zahidane bir hayatı vardır. Lükse ve dünya malına rağbet etmez. Servetini fakirler ve bilhassa talebeleri için harcar. Namazlarını o derece dikkat ve huşu içinde kılar ki Rasulullah’ın nasıl namaz kıldığını soranlara Hz. Enes’in namazı örnek olarak gösterilir.

Onun mümtaz vasıflarından birisi de hakperestliği, zulüm ve haksızlık karşısındaki cesaret ve gayretiydi. Zalimler karşısında hakkı söylemekten asla çekinmezdi. Nitekim meşhur zalim Haccâc bile onun bu vasfını bildiği için ona zulmetmekten çekinmiş, hatta derslerine devam edip gönlünü almaya çalışmıştır.

Devam edecek...

 

Yazar: Sâlik-i İrfan

 

Pazartesi, 01 Ekim 2018 00:06

ŞABAN-I ŞERİF AYI VE BERAT KANDİLİ

Şaban ı Şerif Ayı ve Berat Kandili

Şaban-ı Şerif Ayı ve Berat Kandili - Tamer Doymuş

Sayı : 124 - Nisan 2018

 

Şaban-ı Şerif Ayı ve Berat Kandili

 

Rasulullah (sav) bir hadis-i şerifinde; “Receb Allah’ın ayı, Şaban Benim ayım ve Ramazan ümmetimin ayıdır.” buyurmuştur. 

Şaban ayına Araplar “şehrullâh-i muazzam”, “şehru’l-kerâme” ve “şehru’l-kasîr” de derler. Meyve ve sebzelerin olgunlaştığı ve bu dönemde bahçelerde gezip eğlenirler yemekler yapıp yerlerdi. Bundan dolayı bu isimlerle adlandırmışlardır.

Hz Aişe’den (r.anha) rivayet edilmiştir; dedi ki “Peygamber’in hiç bir ayda, Şaban’da tuttuğu oruçtan daha çok oruç tuttuğunu görmedim. Azı, (birkaç günü) müstesna, (Şabanın) çoğunu oruçlu geçirirdi.”

Ebu Hureyre’dan Rasulullah (sav) Efendimiz’in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: “Oruçla Ramazan ayının önünü geçmeyin! Ancak bu, sizden birinizin tutmakta olduğu bir oruca rastlarsa tutsun”.

Zeyd oğlu Üsame (ra) şöyle anlattı: “Ya Rasulallah! Sizin Şabanda tuttuğunuz oruç kadar hiçbir ayda oruç tuttuğunuzu görmüyorum, dediğimde şöyle buyurdular. “Bu, Receb ile Ramazan arasında öyle faziletli bir aydır ki, insanlar bundan gafildir. Bu ayda ameller, âlemlerin Rabbine yükseltilir. Bu nedenle Ben de amelimin oruçlu iken yükseltilmesini istiyorum.”

Ayrıca Şaban ayı içinde bazı mühim hadiseler de vukua gelmiştir: Ramazan orucu bu ayda farz kılınmıştır. Alemlerin Sultanı Efendimiz (sav) Hz. Hafza (r.anha) annemizle bu ayda evlenmişlerdir. Cennet gençlerinin efendisi Hz. Hüseyin (ra) efendimiz bu ayda dünyaya gelmişledir. Müreysi Gazvesi yine Şaban ayında meydana gelen hadiselerdendir. Teyemmüm ayeti bu ayda nazil olmuş ve ilk kez bu ayda uygulanmıştır. Hz. Peygamber Efendimiz (sav) amcası Ebu Talib’in vefatından sonra, Şaban ayının sonuna doğru, Hz. Zeyd b. Harise (ra) ile birlikte yürüyerek taife gitti. Mekkeliler Hudeybiye antlaşmasını Şaban ayında ihlal ettiler. Bu olaylar Şaban ayında meydana gelen olaylardan bazılarıdır.

Şaban ayının on dördüncü gününü on beşinci gününe bağlayan gece berat gecesidir. 

Bu gece, değişik adlarla da anılmaktadır:

Bu geceye, bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle ‘Mübarek’; kulların günahlarının affolunması ve temize çıkmaları sebebiyle ‘Beraet’; kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle ‘Rahmet’, geceyi iyi değerlendiren kulların seçilerek salih kullar arasına alınması sebebiyle ‘Berae veya Sakk’ adı da verilir.

Bu gecenin bazı özellikleri rivayet edilmiştir. Onlardan bazıları şu şekilde sıralanmıştır:

-Bu gecede önemli işlerin seçimi ve ayrımı yapılır.

-Bu geceyi ibadetle geçirenlere yardımcı olması amacıyla Allah tarafından melekler gönderilir.

-Bu gece bağışlanma ve af gecesidir.

-Bu gecede yapılan ibadetlerin fazileti çok büyüktür.

-Bu gecede Peygamberimize şefaat yetkisinin tamamı verilmiştir. Bu yetkinin üçte biri Şaban’ın on üçüncü günü, üçte biri Şaban’ın on dördüncü günü, geri kalan üçte biri de Şaban’ın on beşinci günü verilmiştir.

Anne ve babasını incitenler, büyücüler, başkalarına kin besleyenler, içki düşkünleri bu gecenin faziletinden yararlanamazlar.

Bu konuyla ilgili olarak şu hadisler rivayet edilmektedir:

Peygamber Efendimiz (sav) bu geceyi Hz. Aişe (r.anha) validemize tanıtırken şöyle buyurmuştur:

“Bu gece Şaban’ın on beşinci gecesidir. Allah Teala bu gecede Beni-Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısınca insanları cehennemden kurtarır. Ancak kendisine şirk koşanların, Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleyenlerin, akrabaları ile münasebeti kesenlerin, gururlu ve kibirlilerin, ana-babasına asi olanların ve içki içmeye devam edenlerin yüzüne bakmaz.”

Peygamber Efendimiz’in (sav) şu duayı yaptığı rivayet edilmiştir: “Azabından affına, gazabından rızana sığınır, Sen’den yine Sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamdetmekten acizim. Sen Seni sena ettiğin gibi yücesin.” Peygamber Efendimiz (sav) bizlere de şöyle buyurmuştur:

“Şaban ayının yarısı (Beraet gecesi) gelince: Gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiriniz. Cenabı Allah o gece güneşin batmasıyla dünya göğüne tecelli eder ve şöyle der: Benden af dileyen yok mu; onu affedeyim. Rızık isteyen yok mu; rızık vereyim. Şifa dileyen yok mu; şifa vereyim.”

“Allah Teala Şaban’ın on beşinci gecesi (Beraet gecesi) tecelli eder ve ana-babaya asi olanlarla Allah’a ortak koşanlar dışında bütün kullarını bağışlar.”

Kulluğun daha bilinçli bir şekilde yerine getirilmesi aksayan yönlerini tamir edilmesi için bu zaman dilimlerini insanının Hakk’ın tanıdığı bir fırsat olarak bilmesi, anlayışın bir ürünü olsa gerektir. Zaten bütün Peygamberler aleyhimusselam hazeratı kulluğu ancak Allah‘a has kılmanın eğitimini vermişlerdir. Ayetlere baktığımızda bu husus daha iyi anlaşılacaktır. Ayetlerde şöyle buyruluyor:

“Bilakis, kim muhsinlerden olarak yüzünü Allah’a döndürürse onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır, ne de üzüntü çekerler.” (Bakara, 112)

“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka İlâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir; artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin. Düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlar iseniz, bunlar sizin için daha hayırlıdır.” (Araf 85)

“Ad kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka İlâhınız yoktur. Siz yalan uyduranlardan başkası değilsiniz.” (Hud 50)

“Göklerin ve yerin gaybı yalnız Allah’a aittir. Her iş O’na döndürülür. Öyle ise Ona kulluk et ve O’na dayan! Rabbin sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Hud 123)

“Andolsun ki biz, “Allah’a kulluk edin ve Tağut’tan sakının” diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!” (Nahl 36)

Güzel davranışlar sergileyenleri Mevla hiçbir zaman karşılıksız bırakmayacağını ifade buyuruyor:

“Güzel amel edenlere daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz bulaşır ne de bir horluk. İşte onlar cennet ehlidir. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Yunus,26)

Kulluğu hakkıyla yerine getirenlerin yani müminin vasfı şöyle ifade ediliyor:

“Rahman olan Allah’ın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler kendilerine laf attığında “Selâm!” derler.” (Furkan,63)

Kulluğa zarar verici davranışlardan şiddetle kaçınmamız istenmiştir:

“Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar şeytanın taraftarıdırlar. İyi bilin ki şeytanın taraftarları mutlaka kaybedenlerdir.” (Mücadele,19)

Mübarek gün ve geceler, aylar Rabbimizin bizlere ikramıdır. Bu zamanları fırsat bilerek hayatımızda tekâmülün oluşmasına gayret etmemiz istenmektedir. önemli, hususi zamanların nazara verilmesi bunun içindir. Bir günlük kutlamalarla geçiştirilsin diye ikram edilmemiştir. Kulluğun yenilenmesi, anlayışların tashihi gibi hususları gündeme alıp bu konular üzerinde ciddi manada çalışma yapmamız için tanınmış fırsatlar olarak değerlendirmek lazım.

Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyuruyorlar: “Yaratılış gayesi hepimizin malumu. Kâinattaki her zerre illa ve illa Allah için vardır. Allah için olmanın dışındaki bütün anlayışlar ya bire bir şirktir ya şirke kapı açmaktadır. Allah esirgesin, neticesi oraya gidecektir. Bunun için insan bu gayeyi mutlak anlamada, hem inanç olarak hem anlayış olarak içine oturtmalı. Bunun amelî boyu-tunda ifade edilen “nasıl bir kulluk” için de Cenabı Hak, tek kelime ile Sultanu’l-Enbiya Aleyhi’s-Selâtu ve’s-Selâm’ın yaşayışını gösteriyor. Bu yaşayış birebir kendi yaşantısı… O’nun ifa ettiği veya yaşanılmasını istediği her türlü şey…”

İfade buyrulan bu gayeden insanın zamanla uzaklaşması sonucu tekrar aslına dönmesi için böylesi mübarek günler ve aylar ile bir fırsat verilmiş oluyor. 

Hayattaki tekâmüllerden en önemlisi olan imanın tekâmülü hususunda Hâce Hazretleri’nin (ksa) yaptıkları sohbetlerinden bir bölümünü daha, konunun iyi anlaşılması için, burada ifade etmek istiyoruz. Şöyle buyuruyorlar:

“…Dil ile ikrar meselenin zahir yönünü kapsıyor. İnanmanın gerekliliğini bize anlatıyor. Kalp ile tasdik etmek meselenin batıni yönünü; bu hem şuuru etkiliyor hem ihlâsı/samimiyeti de etkiliyor. Bunu azalarla tatbik etmek de bilgiyi gerektiriyor,  Ölçülü, prensipli bir şekilde yapılmasını gerektiriyor. Dolayısıyla da bu gerek İslâm’ın beş şartının gerek imanın altı şartının sanki tamamını kapsıyor. Malum İslâm zikirle başlıyor yani Müslüman olmak “Eşhedüellâilâhe illallah ve eşhedüenne Muhammeden abduhu ve rasuluhu” diyerek, inandığını ikrar etmek ile başlıyor. İslâm’ın şartlarının akabinde hemen namaz kılmak geliyor, bu da işi  görselliğe döküyor yani o inancını fiillerinde göster. Ondan sonrasına da bakıyoruz hep görsel ibadetler. Oruç da böyle. Oruçta aynı zamanda bir mücadele, bir terbiye var. Bu şuurun/bilincin sanki bütün azalara indirgenmesi var. Arkasından zekât geliyor... Dünyanın terki, yani kişinin bu inanç uğrunda her şeyden geçebileceğini göstermesi. “Mal canın yongası” demişler, bu yongadan geçebilmek. Akabinde hac geliyor ki çok farklı boyutları var... Kişi imanını zekâtla sosyal bir alana taşıdığı gibi hac ile siyasi bir alana da taşıyor. Aslında hac da sosyallikten öte dini siyasallaştırıyor. Çünkü hac muazzam bir kongre. Bu kongrenin amacı paylaşım, birliktelik, beraberlik, güç birliği, fikir birliği, gönül birliği, gerektiğinde savunma birliği, ekonomi birliği… Birçok güzelliği kapsıyor ve İslam’ı sanki en üst perdeye taşıyor. Ferdiyet planından alıyor toplumsal bir atmosfere taşıyor, derken onu devletleştiriyor. Hacda bunu görüyoruz. Bu üçlünün basılmış şablonu. Lisanın ikrarı, kalbin tasdiki, azaların tatbiki… 

İmanda da keza bu böyle, biraz içsel/deruni bir yakin var. İslam’ın şartlarındaki gibi değil. Bunda görsellik var, imanın şartlarında daha gaybilik, daha dimağa, ruha, kalbe, yani iç letaiflere batıni cevherlere bir yöneliş var.

Allah’a iman Azze ve celle. Hz. Allah Azze ve Celle her ne kadar kudretiyle sıfatlarıyla, ilmiyle zahir olsa da Zatı itibariyle gaip. Bu gaibe inanmamız isteniliyor. Demek ki sadece kuru bir anlatımla “Allah’a inanın” diyerek bir inanış olmaz…

Allah Teala bizi Allah’a imana davet ediyor. Gaibi bir imana bizi davet ediyor. Ama bu aslında çok kolay bir şey değil. 

Biz bu gaybiliğin bilincine, şuuruna, tadına, zevkine yakin ve şuhut makamında erebilmeliyiz. İşte bunun için İslam’daki zahir görsellikler emrediliyor. Namazdan, oruçtan, hacdan, zekâttan, zikirden kasıt Allah’a imanı pekiştirmektir. Bizi gayba yönlendiriyor. Gaybın tabiri caizse kokusunu bize getiriyor. Dolayısıyla o da bir delil, bir hüccettir. İnanmamızı kolaylaştırıyor. Allah’a imanı emrediyor, Peygamberlere imanı emrediyor...”

Rahmetin, Mağfiretin ziyadesiyle adeta yağdı bu zaman diliminde şüphesiz ki bunlardan istifade edebilmenin de belli hususiyetleri vardır. Yani bir gayretin, bir çabanın olması gerekiyor. Bu nokta da müminde olması gereken hasletler Kur’ân-ı Kerim’de birçok yerde ifade edilmiştir. Bu hasletlere her zaman dikkat edilmesi gerektiği gibi kalıcı olması bağlamında önemli zamanlarda hassaten üzerinde durulması icap etmektedir. Ayetlerde şöyle buyruluyor:

“Yarışıp öne geçenler de, öne geçmiş öncülerdir. İşte onlar, yakınlaştırılmış (mukarreb) olanlardır.” (Vakıa, 10-11)

“Ey iman edenler, Allah’tan korkup sakının ve (sizi) O’na (yaklaştıracak) vesile arayın; O’nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Maide, 35)

“Ve onların içinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola iletip yönelten önderler kıldık; onlar bizim ayetlerimize kesin bilgiyle inanıyorlardı.” (Secde, 24)

“İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler.” (Müminun, 61)

“Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmağa çağırır.” (Fatır, 6)

“Şeytan sakın sizi (Allah’ın yolundan) alıkoymasın. Gerçekten o, sizin için açıkça bir düşmandır.” (Zuhruf, 62)

Allah’ım! Receb ve Şaban’ı bize mübarek kıl! Bizi Ramazan’a ulaştır.

Âmin!...

 

Kaynak:

-Ömer Nasuhi Bilmen Tefsiri
-Sünen-i Tirmizi
-Tergib ve Terhib
-Siyer Atlası, Siyer Yayınları
-İslam Tarihi, M. Asım Köksal
-Şamil İslam Ansiklopedisi

 

Yazar: Tamer Doymuş

 

Pazartesi, 01 Ekim 2018 00:05

İLK ADIMI ATABİLMEK

İlk Adımı Atabilmek

İlk Adımı Atabilmek - Veysel Özsalman

Sayı : 124 - Nisan 2018

 

İlk Adımı Atabilmek

 

“Başlamak bitirmenin yarısıdır.” Çünkü bir işe başlamak adına sarf edilen akli ve ruhi kuvvet, çoğu zaman o işin geri kalanını halletmek için ihtiyaç duyulana denk yahut ondan daha da fazladır. Bu sebeple İlk cümleyi yazmak, ilk adımı atmak, ilk sözcükleri söylemek kendisinden sonra gelenlerden daima daha meşakkatli olmuştur. Vardığımız bu neticenin sağlamasını bir işe başlamadan evvelki bütün hazırlıkları, araştırmaları, akli ve ruhi mesaiyi işe başlama anındaki cesaretle toplayıp terazinin bir kefesine, geriye kalan bütün muameleleri de diğer kefesine koyarak yapabiliriz. 

Alelade yapılan bir başlangıçtan aşırı müspet neticeler alınamayacağı gibi bazen de ince eleyip sık dokumak hareketsizliğe ve beraberinde mevzu bahis olan işe başlamaya mâni teşkil edebilir. En az vardığı nokta kadar mühim olan bir işin başlangıcının önemi çoğu zaman hak ettiği değeri bulamamakta, göz ardı edilmektedir.

Herhangi bir işe başlamanın ehemmiyetini idrak etmemizin önündeki en büyük engel cemiyetin her türlü meseleyi “netice” odaklı ele almasıdır. Maalesef cemiyetin kıymet ölçüsüyle bir iş, nihayete erdikten sonra ondan elde edilen maddi fayda nispetinde iltifat görmektedir. “İşin sonuna bak sen” diyerek temkinli davranan cemiyet, takdiri maddi menfaatin sağlandığı ana saklamaktadır. Dolayısıyla bir işe başlamak cemiyet nazarında çok da büyük bir mesele değildir.

Cemiyet nazarında oldu-ğundan daha küçük görülen bir işe başlamak, ferdin gözünden bakıldığında ise gerçekte olduğundan kat be kat daha büyük görünebilmektedir. Fert olarak gözümüzde büyüyen işlerde ilk adımın atılmasını imkânsız hale getirmektedir. Böylece insan üstesinden gelebileceği birçok işe yanaşmamakta, başlamaya teşebbüs dahi etmemektedir.

Bir sınava çalışmaya, bir kitabı okumaya, aldığımız bir siparişi hazırlamaya, temizlik yapmaya yahut bunlara benzer birçok günlük meseleden tutun da; insan hayatının en girift ve mühim meselelerine kadar ilk adımı atamanın sıkıntısını yaşıyoruz. Her daim hayatımızı güzelleştirecek, ona renk katacak faaliyetlere meylediyor ama çoğu zaman hepsini erteliyoruz. 

İç dünyamızda, ruhi yapımızda da iş bundan çok farklı olmayıp birçok kere aldığımız kararlara uymuyor, koyduğumuz hedeflere ulaşamıyoruz. Çünkü ilk adımı atmaktaki başarısızlığımız tıpkı günlük hayatımızdaki meselelerde olduğu gibi bu sahada da bizi devamını getirmekten alıkoyuyor. 

Mesela namaz sözü veriyoruz kendimize, kılmıyorsak aksatmamaya karar veriyoruz, kılıyorsak teheccüde niyetleniyoruz. Bazen pazartesi perşem-be orucunu tutmayı arzuluyoruz, bazen de hatim yapmayı aklımızdan geçiriyoruz. Sohbet halkalarına dahil olmayı planlıyoruz. Bütün bu işler için gün ve saat belirliyoruz kendimize söz veriyoruz… Yıllar geçiyor üzerinden ve dönüp baktığımızda biz hala aynı yerdeyiz, çünkü hala ilk adımı atmadığımızı görüyoruz.

Birbirimize nereden başlamamız gerektiğini soruyor, nasıl yapacağımızı sorguluyoruz. Bir türlü beceremiyor, yaptığımız plana, programa uyamıyoruz. Zihnimizdeki projeleri hayata geçirmekte zorluk çekiyoruz. Bir fırsatını bulsak neler yapacağımızı düşünüyoruz. Arzuladığımız, kendimize hedef olarak belirlediğimiz bu dünyaya ilk adımı atmanın yollarını arıyoruz. Belki de çareyi o “ilk adım” da aramalı, kelimenin tam manasıyla ilk adımımızı hatırlamaya çalışmalıyız. 

Bir bebeğin ilk adımlarını düşünün. Her fertte farklılık arz etse bile aşağı yukarı bir yaşına doğru gerçekleşen bu hadiseye evvela bir hazırlık süreci sonunda ulaşılır. İlkin emekler, dengesini sağlamaya çalışır, bu arada kendisini sürekli koruyan ve kollayan, düştüğünde teselli eden ve cesaretlendiren ellerin varlığını hep yanında hisseder. Ardı ardına dener ve nihayet ilk adımını atar. İşte bu nihayet, aslında sayısız başlangıca gebe olan bir nihayettir. Bundan sonra yürümek de mümkündür, koşmak da, dünyaca tanınmış bir koşucu olmak da. En nihayetinde hepsi gelip o ilk adıma dayanır.

Şimdi de ilk adımı atamadığımız için başlayamadığımız mevzuları ele alalım. Her gün karar verdiğimiz ama bir türlü başlayamayarak bin pişman olduğumuz, bizim için zamanın giderek daraldığını hissettiğimiz meselelerimize dönelim. Evvela çocuğun vakti geldiğinde yürüyecek olması gibi bizde gizli halde bulunan ve henüz ortaya çıkmamış kabiliyetlerimizi sergilemek adına müsait fiziki şartlarda bulunup bulunmadığımıza bakmalıyız. Aile fertlerinin samimi, teşvik eden ve güven veren muhitinde ilk adımı atmak elbette ki bu işi tek başına yapmaktan daha basit olacaktır. Peki biz bir işe başlamaya niyetlendiğimizde etrafımızda kimler oluyor? Çevremizden teşvik mi görüyoruz yoksa bilerek veya bilmeyerek bir şekilde bize mâni mi oluyorlar?

Bir diğer husus da sürekli evladını gözeten, ona güven verip cesaretlendirdiği gibi düştüğünde kaldıran, canı yandığında bağrına basıp teselli eden annesinin şefkat elidir. Annenin uzun ve bir ömür devam edecek bu yorucu mesaisi ve fedakarlığı olmasa ne ilk ne de ondan sonraki adımlardan bahsetmek mümkün olabilir mi? Diğer taraftan ele aldığımızda biz ruhi dünyamızdaki meseleleri halletmeye çalışırken elimizden tutan, düştüğümüzde kal-dıran bir şefkat eli bulabiliyor muyuz? Annenin şefkat, destek ve gözetiminin, bebeğin adımlarının daha kolay, daha güvenli ve olması gerektiği gibi atmasına ettiği yardımın benzerini, bize manevi adımlarımızda da sağlayacak birileriyle tanışıyor muyuz?

Çevresel şartlar müsait olup, bizi gözeten ve düştüğümüzde kaldıran şefkat elinin varlığında ilk adımın atılması zaten fıtratın sağladığı kaçınılmaz bir sondur. İşin bundan sonraki kısmı yılmadan, bıkmadan tekrar tekrar denemeye kalıyor. Düşmek, yuvarlanmak, yürüme işinin doğasında var; hem de ilk adımdan son adımına kadar. Mühim olan her iki manada da düştüğümüzde bizi kaldıracak bir çift elin var olmasıdır.

O halde ilk adımın atılmasındaki türlü engel ve zorlukların ortadan kaldırılması adına buna yardımcı olacak dostlar ve düştüğümüzde bizi kaldıracak bir manevi ebeveyn, kâmil bir mürşid bulmak icap eder. Böylece insanın dünyada atacağı bütün adımlardan daha mühim olan o “ilk adımı” atması daha kolay olacaktır. 

Allah Teala Hazretleri diyor ki: “Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, Beni andıkça Ben onunla beraberim. O, Beni içinden anarsa Ben de onu içimden anarım. O, Beni bir cemaat içinde anarsa, Ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet Bana bir karış yaklaşacak olursa, Ben ona bir zira yaklaşırım. Eğer o, Bana bir zira yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim. Kim Bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, Ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.”

Maddi dünyada atılan herhangi bir adım, bizi menzilimize ancak kendisi kadar yaklaştırabilecekken, mana planında atılan bir adımın ne kadar bereketli olacağını Cenabı Mevla bu şekilde haber vermektedir.

Cenabı Hak bizleri sırat-ı müsta-kimde yürüyenlerden ayırmasın, ilk ve son bütün adımlarımızı o yol üzerinde atabilmeyi nasip eylesin. Âmin.

 

Yazar:  Veysel Özsalman

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort