JoomlaLock.com All4Share.net

DİNİMİZİN GEREĞİ VERADIR

Mekke-i Mükerreme’nin büyük alim ve velilerinden Vuheyb bin Verd (v.153/770) buyurmuştur ki: “(İç dünyanı) bina etmek istediğinde onu üç temel üzerine inşa et:
Zühd
Vera
Niyet
Bunlar olmaksızın inşa edecek olursan bina yıkılır.”1
Gülzâr-ı Hâcegân olarak dergimizde üstadımızın rehberliğiyle “nas”ı “insan”laştırmaya, “insan”ı “Hazreti insan” kılmaya giden yolun temel yapı taşlarını işlemeye çalışıyoruz. Huzur, ahlâk zühd, takva… hallerinden sonra verayı paylaşacağız.

Bu bahsedilen haller lâ teşbih, insan adı verilen yapının temelinde olması gereken malzemeler. Bir bina inşa etmenin en zor ve en zahmetli bölümü başlangıcı olan temel kısmıdır. Temelin kuvveti ölçüsünde binamız sağlam; aynı şekilde aleladeliği nisbetinde de zayıf ve yıkılmasını bekleyen bir yapı olacaktır.

İnsan için va’z edilen bir din olan İslâmiyet’in inşası da aynı şekilde olmuştur. Mekke döneminde yapılan –gizli değil- özel tebliğle İslam binasının temeli mesabesinde olan “insan”lar yetiştirilmiştir. Hz. Ebubekir’ler, Ali’ler, Ömer’ler, Osman’lar, Bilal’ler, Sa’d’lar… hep bu dönemde irşad edilmiş ve çok sağlam bir şekilde kurulan İslâm binasının lâ teşbih sütunları olmuşlardır. Bu kişiler Mürşid-i Âzam olan Efendimiz’in (sav) tasarrufu altında kemale geldikten sonra ihtiyaç hissedilen her alanda kendilerini Efendimiz’in hizmetine sunmuş ve tevdi edilen vazifeyi bihakkın yerine getirmişlerdir. İslâm binası bu kişiler üzerine kurulmuş ve onların bu dirayeti sebebiyle günümüze değin çok sağlam bir şekilde gelmiştir.

Özellikle ehli ilim olduklarını zanneden insanlar tarafından tasavvufun bid’at olduğu çokça konuşulur. Ve bu kişiler Efendimiz’in “Her bid’at dalalettir ve her dalalet (sahibi) ateştedir.” hadisi şerifinden yola çıkarak bu bid’at ile iştigal eden ehli tasavvufun varacağı yerin cehennem olduğunu da sözlerine ilave ederler. Hatta daha da ileri gidip İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin bid’atlere karşı bu kadar mücadele verdiği halde tasavvuf gibi kurumsal bir bid’atin içinde olduğunu anlayamadıklarını söylerler.

Ama ne yazık ki bu kişiler tasavvufun Efendimiz’in (asv) ve ashabının hayatının tamamı olduğunu bir türlü anlayamıyorlar. Evet, Efendimiz bir mürşid-i kâmildi ashabı da O’nun müritleriydi. Daru’l-Erkam, Şi’b-i Ebî Tâlib, Sevr Mağarası, Mescid-i Nebevi… bir mürşidin müridlerini sevgisiyle, ilmiyle, nazarıyla, sohbetiyle terbiye ettiği tekkelerdi. Onlar yaşadıklarına sadece tasavvuf ismini verilmemişti. Yoksa tasavvuf Efendimiz’in hayatında “demonte” olarak vardı. Bu pâk nesilden sonra gelen salih insanlar ayrık/dağınık olan bu parçaları birleştirerek tasavvufu “monte” hale getirdiler. Tasavvufun günümüzdeki şekliyle sistemleştirilmesi, usullerinin/kaidelerinin belirlenmesi aynen fıkıh, tefsir, hadis… ilimleri gibi ilerleyen yüzyıllarda selefin sulehası tarafından belirlendi.

Bir müessesede nasıl ki yapılan bir yanlış bütün bir kurumu suçlama hakkını bize vermezse tasavvuf müessesesi adına hareket ettiklerini söyleyen şeytan maskaralarının bed amelleri sufilerin bütününü reddetme hakkını bize vermez. İtikadî açıdan sapık mezhepler zuhur ettiği gibi tasavvufî alanda da şer-i şerifin dışında işler yapan tarikatler ortaya çıktı. Ama mesela bir “Harici” fitnesi çıktı diye biz bütün itikadi mezhepleri yok sayamayacak ve “ehl-i sünnet” inanışının/anlayışının olmazsa olmazlığını belirteceksek aynı şekilde halini, tavrını, sözünü, yaşantısını, düşüncesinin kaynağını, ölçüsünü Allahu Teâlâ’dan ve Efendimiz’den alan kişilerin oluşturdukları tasavvufî cemaatlerin de ümmeti Muhammed’e hava gibi, su gibi elzem oldukları hakikatini göz ardı edemeyiz.

Dışını şeriatın emirlerine ittiba ile özünü ise aktarmaya çalıştığımız ahlâk-ı/ahvâl-i hamide ile süslemeye gayret eden bir cemaat elbette yaşadıkları asrı, saadetli kılacaktır. Bu insanların nihayeti “kendileri Hak’tan, Hakk’ın da kendilerinden razı olacağı” bir cemaat olacaktır.

İşte biz, bu cemaatin bireylerinin yapı taşları olan halleri, Efendimiz’in hayatında gerek halen, gerekse hem halen hem ismen yaşanan bu hakikatleri sizlere aktarmaya çalışıyoruz.

Bu ayki konumuz olan “vera” kelime olarak Kur’ân-ı Kerim’de geçmez. Fakat bu halin lafzen de belirtildiği hadisi şerifler ashab tarafından rivayet edilmiştir. Mesela Efendimiz (sav) bir hadisi şeriflerinde: “Dîninizin direği vera’dır” buyurdukları rivayet edilir.

Veranın tarifi sadedinde büyüklerimizin ifadelerini “Değil haramlardan, şüphelilerden bile sakınmak” şeklinde özetleyebiliriz. Bu sakınma yasak edilmiş hususlardan değil mubah olan yeme, içme, uyuma, konuşma vb. eylemler içindir.

Resûlullah Efendimiz (sav): “Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:
-Kulum, sana farz ettiğimi eda et; insanların en âbidi olursun. Sana yasak ettiklerimden sakın; insanların en verâı olursun. Sana verdiğim rızıkla kanaat et; insanların en zengini olursun.” buyurmuşlardır.

Hâcegân anlayışı sülûkunda afâkî değil enfûsî seyri esas almış bir yoldur. Bu iki seyri Hâce Hâzretleri (ksa): “Âfâkî seyir insanın kendi dışındaki işaret taşlarını takip ederek Hakk’a vusûlü; enfûsî seyir ise insanın kendi içinde kendini tanıyarak, anlayarak Hakk’a seyri” şeklinde tarif buyurmuşlardır.

Enfûsî seyirde arızanın sebep olduğu olumsuz sonuçları bertaraf etmek için direkt sorunun kaynağıyla mücadele edilir. Lâ teşbih sivrisineklerle değil, bataklıkla savaşılıp kurutulmaya çalışılır. Ve bu seyir esnasında negatif varlıklar değil aksine hep pozitif varlıklar muhatap alınır. Mesela ayeti kerimede Cenâbı Hak: “De ki Hak geldi batıl zâil oldu. Şüphesiz ki batıl zâil olmaya/kaybolmaya mahkûmdu.” buyuruyor. Bu fermanı ilahide batılın/zulmün/nefsaniyetin ortadan kalkması Hakk’ın teşrifine, tenezzülüne bağlı kılınmış. Âfakî seyirde batıllar ortadan kaldırılarak Hakk’ın gelişi hedeflenirken enfûsî seyirde Hakk’ın teşrifi ön plana çıkarılarak batılın yok oluşu gaye edinilir. Örneğin zifiri karanlık bir odada siz bu karanlığı yok etmeye ışık yakmadıkça ne kadar uğraşırsanız uğraşın muvaffak olamazsınız. İşte enfûsî seyirde kastedilen Hakk’ın celbi karanlığı yok eden o ışık gibidir. Eğer ışık olursa karanlık da olmaz. Kul hasenât üzerine yoğunlaşırsa seyyiat otomatikman kaybolacaktır.

Yukarıda naklettiğimiz hadisi şerifte de Efendimiz’in dilinden Cenâbı Hak: “Sana yasak ettiklerimden sakın; insanların en verâı olursun.” buyuruyor. Burada yasak edilenin ne olduğunu anlamak ve ondan ictinab etmek bizi maksudumuza daha çabuk ulaştıracaktır. Yasak edilenleri hemen helaller, haramlar şeklinde tasnife tabi tutup bunları yapmamaya çalışmak işimizi, yolumuzu uzatır. Peki, asıl yasak edilen şey ne o zaman?

Cenâbı Hak kullarının “Kendisini unutmasını” yasak etmiştir. İnsanın Hak’tan gafil olması en büyük günahtır. Günah kabul edilen fiillerin işlenmesi, sonuçtur, bataklığın ürettiği sivrisinek gibidir. Hatanın kaynağı/bataklığı yukarıda bahsedilen gaflettir.

Hâce Hazretleri’nin (ksa) bizlere anlatmak istediği vera işte bu uyanıklık halidir. İnsanlar “Şüphesiz ki Allah sizleri murakabe eder, gözetir” ayeti kerimesini fehmederek yaşasa isteseler bile yanlış yapamazlar. Hz. Ebubekir Sıddık efendimiz (ra) Hakk’ın kendisini sürekli gördüğünü, gözetlediğini o kadar hissedermiş ki -afedersiniz- abdestini bile bozamazmış. Allah’ın yakınlığını bu denli idrak eden bir kişinin şüpheli bir fiile yaklaşması düşünülebilir mi? Böyle bir şahıs bile bile hata işler mi? İşte bu veranın özüdür. Soruna çıkış kaynağından müdahale ederek olması muhtemel en küçük bir aksaklığa, bir şüpheliye bile mahal vermemek. İşte bu ihsan halidir. Allahu Teâlâ’yı göremiyoruz ama O’nun (cc) bizi sürekli gördüğünü hissetmeye, anlamaya ve buna göre şekillenmeye, yaşamaya çalışıyoruz.

Eğer vera ehli olacağız diye az yemek yiyip daha sonra sürekli yemeklerin hayali ile yaşayacaksak biz verayı anlamamışız demektir.
Eğer vera ehli olacağız diye uykumuzu azaltıp sonra akşama kadar esneyeceksek biz verayı anlamamışız demektir.
Eğer vera ehli olacağız diye konuşmamız gereken yerde konuşmayıp dilsiz şeytan olacaksak biz verayı anlamamışız demektir.

Yemek yerken kastımız karnımızı doyurmak, güzel, leziz yemekler yemek olmamalı. Yediğimiz yemeği “Allah’ım bu nimetlerle vücudumun enerjisi yerine gelsin, Sana daha güzel ibadet edeyim kastıyla yediğimizde ne kadar yersek yiyelim veramıza bir halel gelmez.

Hâce Hazretleri (ksa) “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” ayeti kerimesini, “Yerken de, içerken de Hakk’ı unutmayın, Hak’sız (cc) yemeyin.” şeklinde tefsir buyururlar. Hakk’ı unutmadıktan sonra istediğin kadar ye istediğin kadar iç.

Uyurken ki kastımız dinlenip Hakk’a daha güzel kulluk etmek olursa uykudaki geçen zamanımız ibadet sayılır. Bu yüzden âlimin uykusu cahilin ibadetinden hayırlı sayılmış.

Konuşmalarımızda mâleyâniyi terk etmek bizim için en büyük veradır. Kişinin mâleyâniyi terk etmesi dininin güzelliğindendir, buyurmuş büyüklerimiz. Sen Hakk’ı konuşmaya gayret et, konuşmanı azaltmaya değil. Ashab efendilerimiz “Gelin biraz Hakk’ı gıybet edelim” derlermiş birbirlerine. Onun bunun dedikodusunu yapmayı bırak Hakk’ın gıybetini, yap. Bu şekilde yirmi dört saat konuşsan verandan bir zerre eksilmez.

İşte bu şekilde “Hak’tan gafil olmamak” şeklinde anlaşılan vera Ebu Hureyre’nin (ra) buyurduğu üzere ehlini ahiret gününde Allahu Teâlâ ile beraber kılacaktır. Bu uyanıklıkla yapılan zerre miskal bir amel Hasan Basri’nin (rh.a) buyurduğu üzere verasız yapılan bin kat daha fazla oruç ve namazdan hayırlı olacak. Yine bu idrak ile yapılan kulluk Allahu Teâlâ’nın Hz. Musa’ya vahyettiği üzere başka hiçbir halle yaklaşamayacağı kadar kulu Hakk’a mukarreb kılar.

Vallahu’l-‘â’lem…

Cenâbı Hak hatada ısrardan cümlemizi muhafaza eylesin. Hata işleyip, nedametle tevbe ederek af dilemeyi ve Rabbimizin affı ile mükafatlandırılmayı bizlere nasip etsin.

1 İmam Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort