JoomlaLock.com All4Share.net

İFFET VE HÜRRİYET ALLAH NAMI HESABINA OLMAKTIR

Sual: Efendim, geçenlerde de yine bu hadis-i şerif üzerine bir sohbet olmuştu, Allahu Teâlâ’nın cennet ehline: "Razı oldunuz mu? Hoşnut musunuz?" buyurması üzerine kulların da "Ey Rabbimiz, nasıl olmayız ki, bize başka kullarından hiç birine vermediğin nimeti verdin." diye cevap vermeleri. Bunun üzerine Allahu Teâlâ’nın: “Size bundan da büyüğünü vereceğim, size Rıdvanımı helâl kılacağım ve artık size sonsuza kadar hiç gazap etmeyeceğim."buyurması. İmam Efendi de Sohbetname’sinde de aynı mevzuyu işlerken bir kelimeyi vurguluyor. “Cenâb-ı Hak bu soruyu ‘Âbidlere’ sorar. ‘Ârifler’ ise bu nimeti dünyada yaşarlar.” Bir sohbette de: “İnsanın özgürleştirilmesi, kulun her istediği şeyi yapabilmesi.” olarak açılmıştı. Peki, ârifin bunu bu dünyada yapması, bu dünyadaki özgürlüğü nasıl oluyor? Dünyada nefis/şeytan var? Bu özgürlüğü nasıl anlamamız lazım?

Cevap: Şimdi şöyle düşünün: Bir yer olsa ve sen bu yerde tek olsan, sana muhalefet edecek hiçbir kimse yok. Sen burada teksin ve müstakilsin. Böyle bir ortamda özgürlükten bahsedebilir misin? Ben özgürüm demenin bir anlamı olur mu? Neye karşı özgürsün, kime karşı özgürsün? Özgürlüğünü kısıtlayıcı bir engel mi var ki buna karşı özgürsün. Böyle bir ortamda özgürlükten söz edemezsin. İşte ârifin özgürlüğü burada: Nefsine karşı; nefsine, şeytanına, dünyasına rağmen o özgür. Orada ancak özgürlükten söz edilebilir. Onlar olmazsa özgürlükten söz edemezsin. Böyle bir ortamda, ‘ben canımın her istediğini yapıyorum’ demenin bir anlamı yok, zaten yapacak başka bir şey yok ki. Beni engelleyecek, bana ‘dur, yapma’ diyecek, kızıştıracak, başka bir alternatif üretmeme vesile olacak, beni gayrete veya şevke getirecek veya kızdıracak hiçbir şey yok... O zaman bu insan kendi ihtirasının, arzusunun kölesi olur, özgür olmaz. Ama nefis varsa, şeytan varsa tamam. Onlara rağmen ârif özgürdür. Onların muhalefetine, engellemesine, itirazına rağmen özgür olabilir, özgürlükten söz edebilir, özgürlüğün tadını çıkarabilir. Çünkü özgürlük mutlak bir hak edilişle elde edilir. Bir mücadele neticesinde elde edilir. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “İnsanlar fıtrat üzeredir.” buyururken, “Özgür yaratılıştadırlar.” buyurmuş ama yaratılış da özgürlük verilmiş nefse karşı, nefis de yaratılışla verilmiş. Şeytan da yaratılışla sana hemen musallat oluyor. İlk ağlamanın sebebi o. Onun tokadıyla ağlıyorsun. Çocuk dünyaya geldiğinde ağlar. Çünkü şeytan onu tokatlar. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) öyle buyuruyor: “ ‘Sen niye geldin, bana iş çıkardın.’ diye ona bir tokat vurur.” Çocuk o yüzden ağlar ve o ses onun hayat belirtisi olur. İşte mücadelesi o noktada başlar. Burada insanın bilmesi ve hiç unutmaması gereken şey; özgür yaratılışlı olduğu, özgürlük için yaratıldığı, fıtrat üzere olduğu… Bunları unutmasa ve onlarla mücadelesini tam yaparsa özgürlüğe ulaşır. Yani ona vaat edilen, müjdelenen özgürlüğe ulaşır. Bu ona bir müjdedir. Hemen eline verilmiş bir şey değildir. Onu hak etmesi lazımdır. Boyunduruklarından kurtulması lazımdır ki özgür olabilsin. Yoksa insan yaratılışta, doğuşta özgürdür demekle tamam olmuyor. İnsan özgürlük için yaratılmıştır. Allah için netice önemlidir. O yüzden neticeye bakarak ‘özgürdür’ denilmiştir. Ama sen o neticeye ulaşamamışsın, o senin meselen. O mânialar olmadan bahsedilen rızaya ve o rızanın getirdiği özgürlüğe ulaşmak mümkün değildir.

Sual: Peki, özgürlük mücadele sonunda elde edilir, bir mükâfattır. Ârifin şeytana, nefse karşı olan mücadelesi böyle bir lütuf doğurur. Ondan sonra Hak’la ilişkisi nasıl olur? Hz. Ali Efendimiz buyurmuş: “Köle namazı kılmayın cehennem korkusu ile tüccar namazı kılmayın dünya sevgisiyle. Özgür insanların namazını kılın.” Buradaki özgürlük nasıl anlaşılmalı?

Cevap: Bir, bedel verilmeden özgürlük olmaz. Hak’la olan ilişkisine gelince, o zaten Hakk’a meftundur, mübteladır.  Özgür insanın namazında ise, ekonomik özgürlüğünü elde etmiş, zengin/varlıklı birisi olduğunu düşün. Her istediğini alabilecek bir kudrete sahipsin. Siyasal özgürlüğünü de elde etmişsin misal en üst düzey bir bürokratsın istediğini yapabiliyorsun, dokunulmazlığın var hesap verebileceğin/senden hesap soracak kimse yok… Aklen zeki birisin, aklın çok yerinde, bu mânâda da özgürsün, birçok insanın fevkinde şeyler düşünebiliyorsun. Kimseye bir minnetin, bağımlılığın yok; kimseyle bir hesabın yok… Şöyle düşünebilir misin: Bir annen var. Annen… Seni dünyaya getiren, büyüten, yetiştiren ve belki bu özgürlüğe ulaşman için de ciddi katkıları olan annen… Anneni özgürlüğüne engel görebilir misin? Yani böyle bir anlayış taşır mısın? “Annem benim özgürlümü engelliyor, keşke annem olmasa annemden de kurtulsam…” Böyle bir anlayış özgür insanların anlayışı mıdır? Bu insan özgür değil psikolojik rahatsızdır. Aslî varlığını, minnet sebebini, velinimetini hürriyetine, özgürlüğüne engel gören insan özgür değil köledir. Belki anne zalim, asi biri olur ayrı. Ama böyle olmayan bir anneyi,  velinimetini özgürlüğüne engel gören insan hiçbir şeye doymayan, hiçbir şeyle yetinmeyen ruh hastası bir insandır. Özgür insan bu mânâda annesine minnet duyar, baş tacı yapar annesini. Annesi ile alâkalı özgürlüğümü engelliyor diye düşünmez.

Bu cepheden bakarsak ârif Rabbine bağımlılığını, kulluğunu özgürlüğüne engel düşünmez. Çünkü O’nunla yaşayabilmek için, O’na ulaşabilmek, kavuşabilmek için özgürlük mücadelesi vermiştir. O’nu özgürlüğüne engel görmez ki… Özgür olmak için verdiği mücadeleleri O’nunla baş başa olmak, O’nunla beraber olmak için vermiş. Rabbini velinimeti kabul eder. İnsan bir hedef için, bir gaye için özgür olmaya uğraşır. Tek başına bir yerde, kendi adına, ilk verdiğimiz misalde olduğu gibi, özgürlüğün bir anlamı olmaz ki. Misal Edirne’den tut İzmit’e kadar İstanbul sınırları içinde hiç kimse yok, ben tekim, ben özgürüm. Ne konuşacak kimse var ne muhabbet edecek kimse var ne alış veriş yapacak kimse var ama ben özgürüm… Her yerin özgürlük olsa ne, neyin tadını çıkarabilirsin? Hayatın bir tadı olur mu? Gördüğün rüyayı bile biri ile paylaşmak sana ne kadar zevk veriyor. Bir sıkıntını anlatmak seni ne kadar rahatlatıyor… Bunlar özgürlüğü kısıtlayan şeyler değil.

İnsanın özgürlüğünün gayesi Mevlâ’sı olunca özgürlüğe engel değil, özgürlüğün asıl gayesi, özgür olmanın sebebi. Özgürlük için mücadeleyi anlamlı/değerli kılan öge bu. O’nunla olan ilişkisinde hiçbir şey sekteye uğramaz. Düşünün mesela; firavun aleyhillane “Ben en büyük rabbinizim!” dedi.  Bunu ispatlamak için de birçok şeyler yaptı. Aklen düşününce ne kadar özgür bir insan, “Ben rabbim!” diyor -hâşâ- rab olduğunu iddia ediyor. Ne müthiş bir özgürlük. Ama aslında öyle değil. Velev ki -hâşâ- öyle düşünsek ki firavun bunu iddiadan da öteye geçirebilmiş olsaydı, Rububiyetten kendisinde belli emareler, eserler zuhur etmiş olsa hür mü olacaktı? Hayır, kendi içindeki duygu/düşünce firavunun hürriyetini engelliyordu. Bu düşünceden asla kurtulamadı firavun. “Ben rabbim!” diyordu, bunu iddia ediyordu ama kendisinin böyle olmadığını biliyordu. İşte bu bilgi onun bütün hürriyetini mahvediyordu. Bu yüzden Musa’ya kızıyordu, Musa (aleyhisselâm) ile mücadelesi bu yüzdendi. Kendi duygusu kendisini esir ediyordu. Bundan kurtulamadı. “Ben rabbim!” diyordu, “En büyük ilahınız benim!” diyordu ama şeytan gidip kapısını çaldığında “Kim o?” dedi firavun. İblis dedi ki: “Ey mel’un ben ilahım, rabbim diyorsun ama kapına geleni bilmiyor, ‘Kim o?’ diyorsun.” Firavun dedi: “Ben de biliyorum ilah olmadığımı sırf gururumu tatmin için, egomu teselli için bunu söylüyorum…” Bu duygudan kurtulamıyordu. Yani bir ilahın olduğunu biliyordu. Nasıl özgür olabilirdi?..

Özgürlük teklik değildir. Tek olma, baş olma, en büyük olma değildir. Özgürlüğe böyle bakarsak aldanmış oluruz. Bunların hepsi köleliktir. Özgürlük; çokluk içindeki, kesretteki vahdettir. Herkesin mevcut olduğu bir ortamda herkes gibi olmamaktır özgürlük. Herkes gibi olmamalıdır derken o herkes yanlışta ise onlar gibi olmamalıdır, o anlamda söylüyorum. İlla muhalefet anlamında değil. Onları yok saymadan, inkâr etmeden, reddetmeden herkes gibi olmamaktır özgürlük. Kendin gibi olmaktır, var olduğun hikmet üzere olmaktır özgürlük. Bunu ancak o kalabalığın içinde anlayabilirsin. Seni özgür kılan nesneler o kalabalıktır.

Sual: Siz Allahu Teâlâ’nın Peygamberlere verdiğiyle, Evliya’ya verdiğinin; her bir Peygambere/Veliye verilenin de ayrı ayrı olduğunu buyurmuştunuz. Bu da sanki bir özgürlük gibi. Kişiye özel bir ilişki…

Cevap: O Peygamberin özgürlüğüdür. Cenâb-ı Hak bir ayet-i kerimede Bismillah;

İsra Sûresi: 15
“Ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ” buyuruyor. Hiç kimsenin vizri/suçu kimseye yüklenmez, kimse kimsenin suçundan dolayı suçlanamaz. Bu ayet-i kerime ciddi bir devrimdir. Hukukî bir devrimdir. Cenâb-ı Hak bu ayetle suçu ferdîleştiriyor, münferit hale getiriyor. Sosyoloji toplumu incelerken belli tablolarda inceler. Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda bazı ayetlerde ‘aşiretlerden’ bahseder. Bazı ayetlerde ‘şubeler, kabileler ve milletlerden’ bahseder devre devre. Bazı ayetlerde ‘ümmetten’ bahseder. Kur’ân sanki toplumu sosyolojik olarak, belli açılımlarla, belli açılardan alır üst noktalara doğru ulaştırır, Rububiyetinin gereği. Mesela aşiret toplumu ilkel bir toplumdur. Aşirette hukuk olmaz, aşiretin hukuku örftür, an’anedir. Bugün güneydoğuda yaşadığımız hadiseler bunlardır.  Aşiretin kararları vardır. Bu kararlar ne kadar mantıklıdır ne kadar değildir tartışılmaz. Misal aşiret karar verir bu kız öldürülecek, o öldürülür. Hatta suç işleyeni de öldürmekle kalmazlar onun anasını, babasını, abisini, yedi sülalesini o bölgeden sürerler, hepsini suçlu sayarlar. Hukuk yoktur, örf hukuktur. Bu çok ilkel bir yaklaşımdır. Aslında Kur’ân biraz önce okuduğum ayetle bunu men etmiştir.

Cenâb-ı Hak “Ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ” ayetiyle suçu ferdileştirerek aşiret anlayışına son verir. Toplumu, töhmetten, zandan kurtarır. Kimse kimsenin suçunu çekmez. Oğlunun işlediği suçtan dolayı anası/babası suçlanamaz. Eğer suça iştirakleri, yardımları varsa bu tespit edilirse ayrı.

Ben buradan başka bir yere gelmek istiyorum: Hanefîler meşru örfü hukukun dayanağı olarak benimsemişlerdir ama bir yere kadar. Hukuk evrenseldir. İslam, Kur’ân suçu ferdîleştirirken, şahsa özel kılarken nimeti, in’amı haydi haydi özelleştirecektir ve gerekli gördüğü yerde gizleyecektir. Bunun için birçok ayet-i kerimede buyrulur ki: “Akılların ermeyeceği, gözlerinizin de görmediği, hiçbir şekilde idrak edemeyeceğiniz bir fevz, bir fadl Allah tarafından lütfedilecektir.” Suçu ferdîleştirdiği, münferitleştirdiği gibi nimeti de ferdîleştirir. Dolayısıyla her Peygamberin elde ettiği nimet, her velinin elde ettiği nimet nübüvvetine, velayetine, şahsiyetine has bir nimettir. Bir başkasınınki ile mukayese edilmez.

Sual: Misal yağmur rahmettir. Ama ağaca farklı bir etkisi var, dağa farklı. Denizdeki bir istiridyenin ağzını açıp damlayı inciye çevirmesi gibi. Cenâb-ı Hakk’ın kulunu özgürleştirme isteği, kulun bu isteğe katılması, o özel gelişi de farklılaştırıyor, anlaşılır hale getiriyor herhalde…

Cevap: Daha iyi anlamasını sağlıyor. Çünkü o gelişin özel oluşu kulun gayretini, Hakk’a minnetini, teveccühünü farklılaştırıyor. Bu Cenâb-ı Hakk’ın bir cilvesi mavi boncuk gibi bir şey. Herkese verdiği boncuğun rengi farklı. Herkese aynı renk boncuk verse belki o kadar makbul olmaz.  Misal insanlarda bu düşünce var; benim giydiğim elbiseden bir başkası da giyse belki o kadar memnun olmayabilirim. Bazı insanlar kendi giydikleri elbiseyi bir başkası da giysin istemezler. Böyle bir durumda gidip o elbiseyi çıkarır. Bu insanın yaratılışında var olan, fıtratla gelen bir şey.

Herkeste mavi boncuk olsa insanları çok fazla etkilemez, bu yüzden Cenâb-ı Hak onun boncuğunun rengini ayrı yapıyor benim boncuğumun rengini ayrı yapıyor. Ona mavi veriyor bana yeşil veriyor. Ben o farklılıkla avunuyorum. Rabbime daha farklı yöneliyorum. O boncuğu saklıyorum, kimseye göstermek istemiyorum. Çünkü öyle bir inancım var ki ondan kimsede yok, yalnız bana has, yalnız bana özel. Öyle olunca ilişkilerimiz farklılaşıyor. Cenâb-ı Hak böylelikle kendisi ile kulun arasını kızıştırıyor. Tatlı bir rekabet oluyor. İşte o takvadaki üstünlük, “İnne ekremeküm indellâhi etkaküm.”  o noktada doğuyor. Üstünlük yarışı başlıyor. Hayırda yarış başlıyor. Böyle olmasaydı bu yarış da olmazdı. O boncuğun rengindeki farklılık bizi hayırda yarıştırıyor. O yarışta üstünlüğü getiriyor. Yoksa Anadolu da öyle bir tabir var: “Ben vâmayon gabağı yiyen vâsın.” (Ben varmıyorum, kabağı kim yediyse o varsın.) herkes böyle der.

Sual: Nimetlerdeki bu farklılık sadece insanlar için değil, tüm canlılar için herhalde. Çünkü daha önce de sohbetlerde mahlûkatın Hakk’ı zikrediş şekli ve adedinde de farklılıklar var diye geçmişti…

Cevap: İlah olmasının gereği bütün canlılar için. Zaten Cenâb-ı Hak bir noktadan tecelli ettiğinde güneşin doğuşu gibi, teşbihte hata olmasın, güneş yeryüzüne doğduğunda insanın ondan istifade ettiği gibi toprağın zerreleri dahi, dağ, taş, kuş, böcek, ağaç, yeşil her şey istifade eder. Cenâb-ı Hakk’ın her noktadaki tecellisinden bütün canlılar hissesine göre bir nasip almakta. Öyle bir söylem var ki en az zikreden mahlûk karakaçandır, o da beş bin kere zikreder. Artık hiç Allah’ı zikretmeyen düşünsün yani.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de buyuruyor, Bismillah;
Müddessir Sûresi: 38
Bütün nefisler, bütün canlılar (kesebet) kesbettiklerinin, kazandıklarının rehinidirler, esiridirler. Eğer hürriyet de kesbedilmişse, kazanılmışsa insan onun etkisindedir. Kesbettiğin şey önemli. Kesbedeceğin/elde edeceğin şeyler de nefsine rağmen olmalı, menfî olan şeyleri menfaate dönüştürebilmeli.
-Efendim, Tanzimat döneminde Ziya Gökalp’ın yazdığı Hürriyet Kasidesi diye bir şiir var da orada şöyle bir ifade var: Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet/Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten…”

-Bir anlamda hürriyet de bir çeşit esarettir. Şunu da bilelim, şimdi özgürlük kelimesini kullanıyoruz da özgürlük hürriyeti karşılamıyor. Özgürlük dandik/uydurukça bir kelime, hürriyet farklı bir şey.

Sual: Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği, İslâm’ın temeli olan erkânda insanı adeta özgürleştirmek arzusu var. Şeriat düzleminde, kelime-i şehadet ile girilen namazla, oruçla, cihadla insanın özgürleştirilmesi var. Şöyle bir sonuca varabilir miyiz: Cenâb-ı Hakk’ın köleler ile pek işi yok, illa hürriyet istiyor sanki…

Cevap: Kölelerin çoğunu da mükellef de tutmuyor. Dikkat ederseniz İslam fıkhında köleler birçok şeyle mükellef değil. İslam’ın teklif şartlarından birisidir hürriyet. Müslim olmak, âkil olmak, bâliğ olmak, hür olmak. Teklifin ana/temel esaslarındandır.

Sual: İnsan tek başına Hakk’ın istediği şekildeki bir hürriyeti anlayamıyor. Onun için de Allahu Teâlâ Peygamberleri daha sonra da Evliyayı görevlendirmiş. Bizim gerçek mânâda hürriyeti anlayabilmemiz için en kısa yol bu insanlarla beraber yaşamak olsa gerek…

Cevap: Misal insan dünyada kodaman/nüfûzlu insanlarla beraber olsa birçok şeyden korunmuş olur. Yani onların nüfûzundan istifade ederek birçok şeyden korunur. Bunun gibi hür insanlarla/hürriyeti elde etmiş insanlarla beraber olan kişide bir imrenme/özenme başlar, hürriyeti onların üzerinde görür. Zaten dünyada birçok şeyi birbirimizde görerek öğreniyoruz, arzuluyoruz, başarıyoruz veya başaramıyoruz. Ama birbirimizden görerek yapıyoruz. Gerek aynı toplum içerisindeki fertler olarak, gerek milletler olarak. Bir millet öbür milletten görüyor. Batı ülkelerinde yenilikler, rahatlıklar, teknoloji vesaire görüyor özeniyoruz, imreniyoruz, almaya çalışıyoruz. Bu görselliğin ve birlikteliğin büyük etkisi var. Bunun için varlıklar çift yaratılmış. İnsan yaratılışta toplum olarak yaratılmış. Niye? Birbirlerini etkilesinler diye, birbirlerinin üzerinde bir etkiletişim olsun diye.
Biz de gerçek hür insanlarla beraber olursak hürriyetin önemini daha farklı anlayabiliriz ve hürriyete doğru atılan adımları kolay kavrayabiliriz. Ne tür bedeller vermemiz gerektiğini daha özgün ve düzgün bir şekilde öğrenebiliriz. Bunun için Rabbim onlarla beraber olmamızı istemiş ve bizi öğütlemiş “Ve kûnu meas sadikîn” buyurmuş. O Hakk’a sadık olanlarla yani o hür insanlarla beraber olun. Yolu açmış, işaret etmiş Cenâb-ı Hak. Beraber ol, o beraberliğin neticesinde demek bir şeyler gelecek, orasına karışma. Hep diyoruz ya netice Allah’a ait. Sen emri uygula, iyileri tercih et, iyilerle beraber ol, iyilerin arasına karış, iyilik sana bulaşacak. Derler ya “Su, taşı delmese de iz eder…”

Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) yapmış olduğu bir ev sohbetinden derlenmiştir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort