JoomlaLock.com All4Share.net

KENDİNİ BİLEN RABBİNİ BİLİR

Yeni Bir Nesil Geliyor mu?


Önce, bu mevcut nesli kurtarmak, bunu tedavi etmek lazım. Yeniden bu nesli imar etmek, inşa etmek, ihya etmek lazım ki, onlar sağlıklı nesiller üretebilsinler. 'Yeni nesil geliyor...' söylentileri tamamen bir kandırmaca. Nereden geliyor bu nesil, kim getiriyor bu nesli?  Hastalıklı bir nesil geliyor. Çünkü bu toplum hastalıklı. Toplumun imanı, toplumun inancı hastalıklı. Hurafelere, bid’atlere inanmış. -istisnalar kaideyi bozmaz- Müslümanlara baktığında birçoğu hurafelerle yaşıyor, örflerini din edinmiş. Öbürlerine bakıyorsun laikliği din edinmişler, hiçbir hakikate inanmıyor. Sentez, karışım bir nesil geliyor. Bu nesil İmam Gazali'yi, İmam Rabbani'yi, Muhyiddin Arabi'yi, Abdulkadir Geylani'yi tanımıyor.  Onlardan öncekileri zaten hiç tanımıyorlar, Hz. Ebubekir'i, Hz. Ömer'i, Hz. Osman'ı, Hz. Ali'yi (Radıyallâhu Teâlâ anhum ecmain) hiç birini tanımıyor. Peki, ne ile gıdalanacaklar? Sûn'i bir beslenişle geliyor bu nesil...

Ashabın Gençleri Nasıldı?


Bir insana ilik nakli yapmak için, böbrek nakli yapmak için ne kadar inceliyorlar. Bazen bünye uyuşmuyor, bünye kabul etmiyor nakledemiyorlar. Yani şimdi bu toplumun veya gelecek neslin Hz. Muhammed'deki (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ve O'nun saadet asrındaki hakikatleri bu nesle aktarırken, nakil meselesi gibi, bunun alt yapısını hakikaten oluşturdun mu? Bu testleri yaptın mı? Şu andaki bu nesille, Hz. Muhammed'in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yetiştirdiği nesil arasında ciddi uyuşmazlık var. Ahlâkî uyuşmazlıklar var, anlayış uyuşmazlığı var, pratik uyuşmazlığı var... Hz. Muhammed'in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yanına gelen sekiz yaşındaki Hz. Ali'yi düşünün... On beş yaşlarında gelen Sa'd b. Ebi Vakkas'ı düşünün... On sekiz yaşlarında gelen sahabeleri düşünün... Şimdi onları bu nesillerle mukayese edin. Uyuşuyor mu, bu nesiller onlara?


Sa'd b. Ebi Vakkas'ın İmtihanı

Sa'd b. Ebi Vakkas, annesine çok düşkün. O kadar düşkün ki -hâşâ- bir putuymuş gibi   kabul etmiş, tapınacak derecede annesine düşkün. Annesi, kendisine bu kadar düşkün olduğunu biliyor. Çıkıyor öğlenin sıcağında, güneşin alnında oturuyor ve Hz. Sa'd'a diyor ki: “Eğer sen Muhammed'i (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yalanlamazsan ve O'nun dinini inkâr etmezsen ne ben içeri gireceğim bu sıcakta, ne de bir lokma ekmek yiyip, bir yudum su içeceğim. Ben burada ölürsem, acımdan veya güneşten zarar görürsem, benim katilim sen olmuş olursun. Sen anneni öldürmüş olacaksın.” Hz. Sa'd çok şaşırıyor. Annesi... Aşk derecesinde tutkun, bağlı... Öbür tarafta inandığı Rabbi, dini, Peygamberi, hayatının ölçüsü, rehberi, hayatına anlam getiren varlık... Nasıl inkâr etsin, nasıl reddetsin?... Çaresiz Resûlullah Efendimiz'e gidiyor. “Ya Resûlallah, annem beni böyle tahrik ediyor. Yemiyor, içmiyor, eve girmiyor, güneşin alnında oturuyor. Diyor ki, eğer sen Muhammed'i yalanlamazsan, ben ölürsem, beni sen öldürmüş olacaksın.” Cenâb-ı Peygamber ona buyuruyor ki; “Korkma, kâfirlerde cesaret yoktur. Senin annen ölümü göze alamaz. Annen kendisini öldürmeye kıyamaz çünkü kendi davasına o kadar inanmış değil. Annen seni döndürebilir miyim diye numara yapıyor. Annene de ki, sen içeri girmedikçe ne başına bir gölgelik yaparım, sen yemedikçe ne de gelip sana bir lokma veririm. Ölürsen, sen kendi kendini öldürmüş olup murdar olursun. Kendini öldürmüş olursun, intihar etmiş olursun. Ben sana su da vermem. Zannetme ki sana acırım bir yudum su getiririm, su da vermem ekmek de vermem.”

Hz. Sa'd gidiyor annesine diyor ki: “Ey anne vallahi burada ölsen sana acımam. Ölürsen murdar olarak ölmüş olursun, kendini öldürmüş olursun. Ne senin başına bir gölgelik yaparım, ne de sana bir lokma ekmek getirir veririm. Ben Allah ve O'nun Resûlü'nden asla vazgeçmem. Değil sen, bütün akrabalarım gelse, seninle otursa hepiniz ölseniz, hiç umurumda değilsiniz.” Annesi bakıyor ki bu inanmış, samimi. Ben burada pisi pisine öleceğim, kalkıp içeri giriyor yemeye/içmeye başlıyor.

Şimdi hangi genç, Sa'd b. Ebi Vakkas gibi, Allah ve Resûlü'ne böyle bağlı olacak? Nefsinin ona teklif ettiği şeylerden geçecek, çevrenin onu davet ettiği şeylerden geçip, 'Hayır ben Allah ve Resûlü'nü hiçbir şeye değişmem' diyecek?..

Kelime-i Tevhidin İçini Doldurmak


Nesli yetiştireceksek böyle yetiştireceğiz. 'La ilâhe illallah' kelimesini söyleyen genç onun içini dolduracak. O kelimenin içini imanla, ihlâsla, Allah'a teslimiyetle, Allah'a sevgi ile  dolduracak. Yoksa boş bir kelime, bir anlam ifade etmiyor. Yani bu kelimeyi herkese  söylettiğinizi düşünün. Herkese 'Lâ ilâhe illallah' dedirttiniz. Ne müthiş ya, herkes Müslüman oluyor, La ilâhe illallah diyor... Bunun içini dolduramıyorsa nasıl olacak? Eğer bu nesil Allah korkusundan ağlayamıyorsa, sekiz yaşındaki Hz. Ali gibi, Resûlullah Efendimiz ona, “Git annene babana sor, sonra sana işkence ederler, ezâ u cefâ ederler, git onların gönlünü al!” dediğinde, sekiz yaşında bir çocuk bunu akıl edebiliyor, peygambere buyuruyor ki: “Ya Resûlallah, sen bütün bu kâinatı, zerreden küreye bütün varlığı yaratan bir ilahtan bahsediyorsun. O ilah anneme babama sordu mu beni yaratırken? Öyle ise ben O'na teslim olmak için, O'na ait olmak için niye bir başkasına soruyorum?...”

Kariyer Putu

Şimdi bugünün -arkadaşlar kusura bakmasın- üniversite mezunu veya kariyer sahibi doçent olmuş, doktor olmuş bir kişisini yani tahsilli, kültürlü, yetişkin bir kişisini al, Hz. Ali'yi, sekiz yaşındaki bir çocuğu al... O anlayışı görebilir misin acaba? Bugün adam üniversitede kariyer putundan kurtulamıyor. Kariyer putu için inancından birçok şeyini feda etmek zorunda kalıyor. Veya adam kendi nefsanî arzuları yüzünden birçok şeyini es geçiyor, arkadaşları ile oturup muhabbet ederken mesela, namazı geçiriyor. Niye? Orada diyemiyor ki “Ben namaza gideceğim, ben namaz kılacağım.” Böyle deme, bir işim var de, çık. Bunu diyemiyor. Ar kabul ediyor. Allah'ın emrini terk etmeyi suç kabul etmiyor, arkadaşlarına benim biraz işim var diyor. Affedersiniz seni abdestin sıkıştırmış olsa oturabilecek misin? İzin isteyeceksin. Abdestin daralsa ben lavaboya kadar gideceğim diyeceksin, bundan utanmıyorsun.
Demek ki ibadet senin ruhunu sıkıştırmıyor, acıkmamışsın ibadete. Senin imanın seni rahatsız etmiyor, haydi kalk namaza demiyor içinden. Onu demeyince -affedersiniz, hâşâ huzurdan- demek ki sen namaza idrarın kadar değer vermiyorsun. Veya daha başka sebepler. Ben ortadan konuşuyorum, herkes kendi durumuna göre mukayese yapsın.

Sekiz yaşındaki Hz. Ali'nin mantığını alın. İşte böyle bir nesil yetiştirebiliyorsak, diyelim ki bir nesil geliyor. Bir şey bekleyelim o zaman. Ali'ler geliyor diyelim. Sa'd bin Vakkas'lar geliyor diyelim.

İbni Revaha'nın Teslimiyeti


Veya Abdullah ibni Revaha... Yeni evlenmiş, hanımıyla o gün gerdeğe giriyor. Mute harbi için Resûlullah haber gönderiyor ona. “İbni Revaha'ya söyleyin silahını alıp gelsin...” Hanımının koynundan çıkıyor gusletmeden bakın gusletmeden gidiyor. Hanımı diyor ki,bari yıkansan. O da diyor ki, Allah-u Teâlâ ayeti kerimede buyuruyor ki: “Allah ve Resûlü sizi çağırdığında fevt etmeyin, hemen emrine icabet edin...” Asla ben, Resûlullah'ın emrinin üzerine başka bir şey yapamam, hemen gideceğim. Ve hemen gidiyor. Başına gelenleri daha evvel sohbetlerde nakletmiştim. Giderken yolda nefsi ona diyor ki, sen yeni evlisin, bu harpte ölürsen senin hanımını başkaları alır, nasıl sen buna razı olursun. Git Resûlullah'a bedel ver. Senin çok malın var, develerin var, hurmaların var... Kendi yerine bedel ver sen savaşa gitme, fidye ver. Hemen atını mahmuzluyor Resûlullah'ın yanına geliyor: “Ya Resûlallah şahit olun siz, ben bütün develerimi, bütün hurma bahçelerimi, bütün servetimi Allah'a vakfettim, benim hiç bir şeyim yok.” diyor.

Bu anlayışı verebiliyor muyuz?..


Elinden yara alıyor. Acıyor, çok canı yanıyor. Acıya dayanamayıp zaman zaman cihaddan geri kalıyor. Elim beni meşgul ediyor diye, atından inip elini ayağının altına koyuyor, basıyor ve koparıyor. O haliyle şehid oluyor.

Namazı için geldiklerinde bakıyorlar ki İbni Revaha'nın üzerinden su damlıyor. Sahabe şaşırıyor. Ya Resûlallah bu nedir diyor. Efendimiz buyuruyor ki, “O böyle savaşa katıldı. Allah'ın ve Resûlü'nün emrini fevt etmedi. Ona su lazımdı. Gecikirim endişesiyle yıkanmadan geldi, Allah da onu meleklerine yıkattı. Huzuruna temiz olarak aldı. Onu melekler yıkadı.” buyuruyor.

Bu teslimiyeti, Allah için bu anlayışı neslimize verebilirsek, o nesilden bir şeyler bekleriz ve o nesil  Allah için olmanın değerini, önemini anlarsa, Cenâb-ı Hak o nesle nusret eder. İşte o insanların isimleri hiç bir şeyle örtülemeyecek derecede, silinemeyecek derecede kâinatın adeta her zerresine, tarihin her sayfasına altın harflerle yazılmış. Bu kadar onları yücelten şey bu teslimiyetleri olmuş. İslam'a bu bağlılıkları olmuş. Evet, Resûlullah'ı görmek kadar yeryüzünde büyük bir şeref düşünülemez. Bir insanın Resûlullah'ı görmesi, inançla görmesi, ona inanarak bakması, meftun gözlerle bakması ve O'nun onu görmesi, Hz. Muhammed’in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir kişiye şefkat nazarı ile, rahmet nazarı ile, Muhammedî bir nurla, sevgi ile bakması kadar dünyada hiçbir şeref düşünülemez. Ama bu her kim olursa olsun... Her kim olursa olsun... Sevgi ile bir kez Resûlullah'a baksa ve Resûlullah da onun bakışına cevap verse... Bunun üstüne bir şeref düşünülemez, bu apayrı bir şey.

Sahabenin Yaptığı, Bizim Yapmamız Gereken

Bir de bunun üstüne insanın O'na teslim olması, O'nun izinde bulunması, O'na yaklaşmak için bir şeyler yapması... İşte sahabi büyüklüğü buradan geliyor... İnsanların bir şeyleri var olur da varlıklarından fedakârlık yaparlar. Bu insanların maddi açıdan, imkân olarak, ekonomik olarak belki hiç bir şeyleri yoktu. Geçinecek erzakları yoktu, ellerindekileri de feda ettiler.    

Bugün bizim feda etmemiz gereken şey arzularımız, isteklerimiz, tali düşüncelerimiz... bunları bırakmamız gerekiyor. Bizden istenen bu. Biz sahabi gibi yapamayız. Yani bize 'gel canını ver' demiyorlar 'gel malını ver' demiyorlar. Nefsinden, şehvetinden vazgeç, nefsinin isteklerinden vazgeç, diyorlar. Onlarla aynı dereceyi alacaksın. Bakın bir de işin bu yönü var. “Onların biri sizin elliniz” diyordu Peygamber aleyhisselâtu ve's selam. Bu zamanda bunları yapanlardan bir kişi, nefsinden feragat eden bir kişi, elli sahabeye denk oluyor. Sahabe soruyor bu nasıl olur yani? “Siz benimle berabersiniz!” buyuruyor Peygamber, onlar beni görmedikleri halde, bana yetişmedikleri/ulaşmadıkları halde beni sevecekler, benim izime devam edecekler. Onlar benim  dostlarımdır. Onlara ben aşığım, onlara selâmımı söyleyin.

Şimdi kim peygambere dost olmak istemez, o selamına mukabele etmek istemez?.. Peygamber selâm veriyor adeta. O selama mukabele etmek için bir alt yapımız olması lazım. Bunu sürekli düşünmemiz lazım arkadaşlar. Mademki ben manen Peygamberin huzurundayım, O'nun ruhaniyeti sürekli benimle. O'nun sevgisinin üzerine hiçbir sevgi koymamalıyız. Sahabe O'nu gece göremiyor diye sararıyordu... Hz. Sevban gündüz görüyor, gece göremiyor diye rengi sararıyor/soluyor adeta hasta oluyor. Sabah namazında Peygamber görüyor soruyor ona,”Hasta mısın?” “Hayır, Ya Resûlallah, hasretim var.” diyor. “Gündüz sizinleyiz” diyor, “Gece sizi göremiyoruz. Ahirette Siz mutlak farklı bir âleme gideceksiniz, biz farklı bir yerde olacağız. Ya orada siz hiç göremezsek, diye düşünüyorum. Sizi hiç göremesek biz ne yaparız...” Sahabinin düşüncesine bakın. Ben Peygamber'i göremezsem... Yani ne cennet umurunda ne cehennem umurunda... Ben Muhammed'i (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) göremezsem, O'nunla beraber olamazsam... Allah Resûlu babanın evladına sarıldığı gibi sarılıyor, kucaklıyor o sahabeyi bağrına basıyor. 'Üzülme kişi sevdiği ile beraberdir,' diyor. Sen eğer seviyorsan, kişi sevdikleri ile beraberdir.

Evet... Arkadaşlar, seviyorsak beraberiz ve sevgimizi ortaya koymalıyız, bu sevgiye bir şey karıştırmamalıyız. Allah’ı seviyorsak, Allah'ın Resûlü'nü seviyorsak, Resûlün varislerini seviyorsak, yolunu, ahlâkını, sünnetini seviyorsak bunu bir şeyle değişmemeliyiz. Elimizdeki incileri, mercanları, yakutları bırakıp, adi cam parçalarını cebimize doldurmamalıyız.

Ka'b b. Malik (Radiyallâhu Anh)

Ka'b b. Malik (Radiyallâhu Anh) gerçekten Resûlün âşıklarından biri. O'nu sevenlerden biri. Tebuk seferine gidiliyor, onun ziraatı var. Ekini göğermiş. biçilmesi lazım. O diyor ki ben ekini kaldırıp gideyim, kimim kimsem yok. Ekini bırakırsam yanar, zâyi olur. Sonra çoluk çocuğum aç kalır. Ekini toplayayım, orduya ben filan yerde yetişirim. Ekini biçiyor. Cenâb-ı Peygamber Medine'de orduyu teftiş ederken soruyor “Ka'b nerede?” -Altı kişiler bunlar. Altısının da değişik mazeretleri var. Burada peygamberin aşığı olduğu için Ka'b'ın konumu öne çıkarılmış . Kaynaklarda bu anlatılıyor.- Ka'b nerede diye soruyorlar,  Ka'b yok. “Gelecek ya Resûlallah!” diyorlar. İkinci bir konaklama yerinde Cenâb-ı Peygamber yine orduyu teftiş ediyor. 'Ka'b geldi mi' diye soruyor. Cilveye bakın. “Yok ya Resûlallah!” diyorlar. “İleride  bize yetişecek!” diyorlar. Üçüncü konaklama yerinde Cenâb-ı Peygamber yine teftiş ediyor Ka'b'ı soruyor. 'Ka'b geldi mi?' “Gelmedi ya Resûlallah!” diyorlar. Resûlullah buyuruyor ki: “Eğer Medine-i Münevvere'ye salimen dönersem, Ka'b mescidimize gelmesin ve ona kimse selam vermesin. Ailesine de söyleyin onunla beraber olmasın...” Ka'b üç gün gecikiyor. Şurada orduya yetişirim deyip gidiyor, orada yetişemiyor. Ordu ileri gitmiş. Orada yetişirim deyip gidiyor, oradan ileri gitmiş. Yetişemiyor orduya, geri dönüyor Medine'ye. Medine'de beklemeye başlıyor orduyu. Zaferle dönüyorlar. Dönerken Cenâb-ı Peygamber buyuruyor ki: “Küçük bir savaştan, küçük bir cihattan şimdi büyük cihada dönüyoruz.” Sahabe diyor ya Resûlallah yetmiş tane şehit verdik. Bundan daha büyük bir savaş mı var ileride bizi bekliyor. Buyuruyor ki: “Bu böyle bir düşmanla savaş değil. Burada düşmanımız belliydi. Adedi, silahı, cephesi belliydi, her şeyi malumdu. Şimdi bu galibiyet ve ganimetlerden dolayı nefsimizle savaşacağız” buyuruyor. Gücü belli değil, bize saldıracağı cephe belli değil, elindeki mühimmatı belli değil, yani biz bilmiyoruz bunları. Onunla savaşacağız. Asıl cihad budur. Küçük cihaddan büyük cihada geçiyoruz.

Bakın Ka'b küçük cihada katılmamış oluyor. Büyük cihad için onları Medine'de bekliyor. Ordu geliyor Medine-i Münevvere'ye, Ka'b ilk önce karşılayanlardan. Ona diyorlar ki Resûlullah'ın gözüne sakın görünme. Sürekli seni sordu. Gelmedi, denilince 'Ka'b mescidimize gelmesin.' buyurdu. Ona selam vermeyin buyurdu. Ve ailesine de gidip diyorlar ki Ka'b'a yanaşma. Hizmetini gör, yemeğini hazırla ver ama onunla beraber olma. Ka'b yıkılıyor. Sizler bilmiyor musunuz, şahit değil misiniz ben Resûlullah'ı ne kadar seviyorum. Allah'a nasıl iman etmişim. Diyorlar bizim bilmemiz bir şey ifade etmiyor. Biz biliyoruz senin ne kadar sevdiğini ama o sevdiğin kişi buyuruyor ki “Ona selam vermeyin!” Biz ne yapabiliriz? Git, Rabbine yalvar...

Ka'b artık evine kapanıyor. Hanımı ona yanaşmıyor. O da itiraz etmiyor. Hanımını teşvik ediyor, sakın Resûlullah'ın emrini çiğneme, ben bu hale o emri dinlemedim diye geldim. Vazgeçme, sabret diyor. Benden uzak dur... Elli gün odasına kapanıyor. Elli gün sürüyor bu hadise. Ağlıyor sızlıyor Allah'a yalvarıyor, tövbe ediyor. O ekinini tamamen hibe ediyor. Ona engel olan, onu kaldırayım da öyle giderim, dediği bütün hasadını hibe ediyor, fakir fukaraya dağıtıyor. Elli gün sonra Cenâb-ı Hak ayeti kerimeyi inzal ediyor. Altı kişiden üç kişinin tövbesini kabul ediyor, bunların başında Ka'b. Cenâb-ı Hak üç kişinin tövbesini kabul etmiyor, üç kişi mürted oluyor. Ka'b'ın tövbesi kabul oluyor ve Cenâb-ı Peygamber ayeti kerime nazil olur olmaz hemen müjdeci gönderiyor... Resûlullah da belki üzülüyor bir dostuna böyle bir ceza vermekten ama şartlar gereği. Öbür insanlara ölçü olsun diye. Ka'b'a hemen birini gönderiyor. “Ka'b'ı müjdeleyin, Allah tövbesini kabul etti, cemaate gelsin.” Hz. Ka'b'a dayısı gidiyor müjdeye. Evinden Mescid-i Nebi'ye gelene kadar Ka'b yüzünü kumlara süre süre, Allah'a şükrederek geliyor. Yarabbi tövbemi kabul ettin, beni sevdiğin dostun Hz. Muhammed’den (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ayrı koymadın. Tövbesi kabul olmayan üç kişiden biri de olabilirdim. Reddettiğin üçten biri de olabilirdim. Geliyor yeniden iman ediyor, nikahını tazeliyor. Pişmanlığını bildiriyor. Resûlullah'ın meclisine giriyor.

Bu şimdi küçük cihattan kaçtı.- Kaçtı da denilemez, kendince bazı şartlarından dolayı katılamadı.- Bugün insan eğer büyük cihattan kaçarsa, büyük cihadı yapmazsa, nefsi ile mücadeleyi yapmazsa, cephesi, gücü belli olmayan nefis her yerden, her şekilde saldırabilir.

Uçakta Yaşanan Bir Hadise

Mardin dönüşünde uçakta gelirken arkamızda birileri oturuyordu.  Konuşmalarından belli ki Müslümanlar. Adam sürekli 'Allah'ın izniyle, Allah'ın inayetiyle' diyerek konuşuyor. Bunu da böyle yüksek sesle söylüyor, tam bir münafık yani. Allah izin ederse, Allah inayet ederse, Allah hidayet eder-se... gibi konuşuyor, Allah'ı diline tespih dolamış, sürekli Allah'la, Peygamber'le konuşuyor. Ben de merak ettim, bakmıyorum ama hemen arkamda oturuyorlar, sesleri duyuyorum. Bu sûni Allah-Peygamber muhabbeti nereye kadar devam edecek diye merak ediyorum. Sun expres diye bir şirketle geliyoruz.. Türk Hava Yolları iç hat uçuşlarını onlara devretmişler, onlarla geliyoruz. Uçaklardaki ikramı onlar parayla satıyorlar. Bir bardak su üç milyon, bir ufak çay beş milyon. İkram da parayla ve içeride içki de satıyorlar. Sürdükleri arabada görünüyor. Viski var, şarap var, cin var. Koltuk torbalarına menüleri koymuşlar yani uçakta ne var ve kaç lira resimlerini de koymuşlar. Hostes geldi ne arzu edersiniz, diye sordu. Onlar arzu ettiler, aldılar bir şeyler. Hem de parayla. O reyondan, içkinin olduğu reyondan, yiyecek aldılar. Yiyorlar-içiyorlar. İçimden geldi, dönüp arkama diyeyim ki, “Allah'ın izni inayetiyle zokkum olsun size. Allah'ın izniyle size zokkum olsun bu. Münafıklar sizi. Sabahtan beri kafamızı şişirdiniz Allah'ı Peygamber'i dilinize tespih ettiniz, inayetiyle, hidayetiyle, izni ile buradan bir şeyler aldınız. Allah'ın bunda izni var mı?” Güya Müslüman, Allah-Peygamber muhabbeti var sözde ama yalancının mumu yatsıya kadar hesabı, yatsıda sönüverdi. Nefsine yenik düştü. Onları nefsi arzuladı. Yani acından ölmezsin belli ki uçağa binmeden bir şeyler yedin, zokkumlandın. Uçaktan en fazla iki saat sonra ineceksin evine git yine zıkkımlan. Niye oradan alıyorsun? Bir Müslüman için bunu söylüyorum. Orada bira şişelerini, içkiyi, votkayı, şarabı görerek o tezgahtan nasıl bir şey alıp yiyebiliyorsun?

Önemli Olan Mücadele

İşte bu insan büyük cihadı terk ediyor. Şimdi onun halini düşünün. Küçüğü terk edene elli gün Peygamber selam vermiyor. Hakkında Allah'tan ayet bekliyor. Ya büyük cihadı terk eden?..  Nefsiyle mücadele etmeyen?.. Mücadele ettim ama yenik düştüm. Ayağını öperim o adamın. Mücadele etti, düşmanı onu yendi, olabilir. Ona dua ederim, Allah ona nusret etsin. O, yılmaz savaşçı olmalı, düştüğü yerden kalkıp mücadelesine devam etmeli. Ama hiç mücadeleye girişmeden -yani bir söz var ya: “Yenilen güreşçi mindere doymaz” diye- hemen mindere uzanıveriyorsa o adama elli gün değil elli bin sene ben selam vermem. Ama mücadele ediyor, gücü azdır, misal silahı zayıftır, imkânı kısıtlıdır, mağlup oluyor. Bir mağlup olur, iki mağlup olur üçüncüde galip olur Allah'ın izni ile. Yeter ki azmini yitirmesin. Aşkını yitirmesin. Ama hiç mücadeleye girmiyorsa ve bu adam Allah Peygamber muhabbeti yapıyorsa, orada takkemi önüne koyarım o adamın, ben yoluma devam ederim.

Onun için arkadaşlar, bu büyük cihattan, cephesi belli olmayan, sayısı belli olmayan, muhimmatı belli olmayan bir düşmana karşı insan yalnız gitmemeli. Onun için cemaatin önemi var. Birlikteliğin/beraberliğin önemi var. Arkadaşlığın dostluğun ciddi manada önemi var. Çünkü bunlar yardım ederler bize Allah'ın izni ile. Bunların duaları, himmetleri, maneviyatları bizleri korur. Ben bir cepheyle mücadele ederken, öbür cepheyle onlar mücadele eder. En azından maçlarda bile görüyorsunuz değil mi bir alkış, bir tezahürat futbolcuya moral veriyor. Moral veriyor, konsantre oluyor, daha güzel oynuyor. İki tane şak şak yapmışlar, ona bağırmışlar, misal cimbombom deyip amigoluk yapmışlar diye adam moral buluyor. Cemaatte -lâ teşbih-  bunun gibi. Cemaat bize moral veriyor, güç veriyor. Onlardan bir manevi kuvvet alıyoruz.

Salihlerden Dua Almak

Hz. Zülkarneyn ye'cüc ve me'cüc üzerine yürürken , ayeti kerimede Cenâb-ı Hak ona haber veriyor: “Onlarla savaşa giderken kavminin Salihlerine, kavminin iyilerine, buyurdu ki: “Manevi kuvvetlerinizle beni destekleyin.” Siz kuvvetlerinizle yani manevi gücünüzle, himmetinizle bana muavenet edin, yardım edin, beni destekleyin. Ve onlarla gitti ye'cüc ve me'cüc'ü Çin Seddi'nin içine topladı, set ile onları hisara aldı. Buzullarla doldurdu, kıyamete yakın bir zamanda kurtulacaklar ve dünyayı fesada verecekler.

Şimdi bir peygamber bile -tarihteki Büyük İskender diye bilinen, Zülkarneyn (Aleyhisselâm) dır.- Bir peygamber bile iyilerin manevi kuvvetini isterken, biz kendimizi düşünelim. Öyle bir savaşın içindeyiz ki, büyük cihadın içindeyiz. Nefsaniyet, şeytaniyet, deccaliyet, süfyaniyet... Bu kadar düşmanlar var. Hepsi saldırıyor bize. İnsana hiçbir yerde rahat yok dünyada şu anda.

Bugün bir arkadaş anlattı bana; Komşuları, evlerini satıp çıksınlar diye, onlarla komşuluk yapmak istemiyor diye, onlara büyü yapmış. Yani düşünün artık. Senelerdir komşu olduğu insanlar... Her yerde düşman var. Allah lütfediyor, büyü ortaya çıkıyor, bozuluyor inşallah kurtuluyorlar. Yani bir manevi yardım olmasa insana her yerden saldırıyorlar.

İnsana evinden bile saldırıyorlar. Eğer evin senin halinden anlamıyorsa, saldırıyor sana. Bazen yaşantımızı aşırı bulabiliyorlar. Evden saldırıyorlar, çevreden saldırıyorlar, arkadaşın saldırıyor... Bu kadar saldırıya karşı bir manevi yardım olmazsa, insan hazırlıksız olursa, silahsız olursa yenilir. Silahsız gezmeyeceğiz. Yalnız gezmeyeceğiz. “Siz iki kişi olursanız üçüncüsü Allah olur!” buyuruyor ayeti kerimede. İki kişi olursanız üçüncüsü Allah'dır. Bu iki kişi kim? Biri sensin. İkincisi ise rabıtanla halleşmeye çalıştığın, yakınlaşmaya çalıştığındır. Her zaman iki kişi zahirde beraber olamaz. Her zaman yanında biri olmaz ama manen istersen onlar hep seninle olurlar. “Kişi sevdikleri ile beraberdir.” buyurmuşlar hadisi şerifte. Seversen ve sevdiğini yanında hissedersen seninledir. Bunu zaman zaman da sana hissettirirler, açıktan gösterirler.

Nereye Gittiysem Oradaydınız

Daha evvelde nakletmiştim. Bir kıssa, hisse olsun diye büyüklerimiz bunu anlatırlardı. Adamın biri  bir seyahate çıkmak için üstadından izin istemiş. O da peki, gidebilirsin demiş, izin vermiş. “Oğlum bizi unutma” buyurmuş. “Nereye gidersen, bizi hatırdan, gönülden çıkarma” demiş. Adama tembih etmiş, gez, dolaş ama kahvelere girme, oyunlu yerlere girme, oralardan çay içme. İçkili lokantalara uğrama, yemek yeme oralarda, içki satan yerlerden alış-veriş yapma.

Bir gün bir yere gitmiş, hava soğukmuş, çevreyi tanımıyormuş. Demiş ki, şu kahvenin sobası var, içeri girip biraz ısınayım. Girmiş, kahve oyunlu, sobaya doğru gitmiş bakmış ki şeyh efendi sobanın başında oturuyor. Çok utanmış, hemen çıkmış. Başka şehre gelmiş, acıkmış. Demiş şimdi bir şeyler alıp kendim hazırlasam zaman geçer, şu lokantada hazırda ne varsa bir şeyler yiyeyim demiş. Bakmamış içki var mı yok mu, lokantaya girmiş. Bir garson gelmiş. Bakmış şeyh efendi, “Ne arzu ediyorsunuz” demiş. Hemen kalkmış. Artık açlığını unutmuş. Alış-veriş yapacak bir bakkaldan, bakmış ki yine üstadı orada. Seyahatini tamamlamış dönmüş.

Şeyh Efendi arkadaşlara demiş ki, gelin filanca arkadaşınız seyahatten döndü, hoş geldine gidelim. Gitmişler, konuşmuşlar, Şeyh Efendi demiş, “Kardeşim yediğin içtiğin helal, neler gördün, neler yaşadın, anlat?” Adam demiş, “Efendim ne sorarsın ki? Nereye gittimse oradaydınız. Ben daha ne anlatayım...”

Hz. Yusuf'un (Aleyhisselâm) İmtihanı

Evet, demek ki insan manen beraber olunca, o manevi kuvvetle seni, kötülüğe -Allah'ın izniyle- bırakmıyorlar. İkaz ediyorlar. Kur'an-ı Kerim Hz. Yusufun (Aleyhisselâm) kıssası anlatılırken, -malum, Züleyha kapıları kilitledi, onunla odada baş başa kaldı, illa benimle olacaksın dedi. Yusuf'un gönlü de bir anlık  Züleyha'ya meyil etti. Yusuf (Aleyhisselâm) baktı ki, Hz. Yakub (Aleyhisselâm) karşısında. Parmağını ısırmış. Yani “Utanmıyor musun?” der gibi. Hz. Yakub'u parmağını ısırırken gördü. Babasını gördü, suretini gördü. Ve vazgeçti, kaçmaya başladı. Züleyha arkasından elbisesini yırttı. Mahkemede hakim dedi ki, elbisesine bakın önden yırtılmışsa o tecavüz etmek istedi, kadın önünü yırttı. Arkadan yırtılmışsa elbisesi, o kurtulmak istedi, kaçmak istedi, kadın askıntılık yaptı, asıldı elbisesini yırttı. Baktılar ki elbisesi arkadan yırtık ve idamdan kurtuldu Hz. Yusuf (Aleyhisselâm). İdamdan kurtuldu ama padişahın karısı olduğu için cezadan kurtulamadı. Yani 'biz suçluyuz' dedirtmeyiz, dediler zindana attılar. O ceza da meyil etmesinin cezasıydı.

Kadına meyletti, yedi sene yattı, meylinin cezası. Bir yedi sene de kendisine rüya anlatan adamlar hapisten çıkarken, onlara dedi ki: “Beni padişaha söylemeyi unutmayın. Ben boşu boşuna burada yatıyorum. Suçum yok. Beni padişaha hatırlatın.” Allah'tan başkasından medet umduğu için Allah'a halini arz etmeyip de padişaha aracı gönderdiği için Cenâb-ı Hak o adama unutturdu, yedi sene de öyle yattı. Yedi sene sonra padişah rüya gördü. Rüyasını tabir edecek birini ararken o adamın aklına geldi dedi ki, ya ceza evinde böyle biri var, benim rüyamı o tabir etmişti, dediği gibi çıktı. Onu getirelim. On dört sene sonra. Bir yedi sene kalbinin harama meyil etmesinden, bir yedi sene de Allah'tan başkasına güvenmekten dolayı yattı.

Şimdi düşünün, Yakub'un (Aleyhisselâm) o manevi ruhaniyeti olmasa, Allah esirgesin, belki Yusuf (Aleyhisselâm) böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaktı. Onun için insan yalnız olmamalı. Kendini yalnız hissetmemeli. Allah'ın dostlarına güvenmeli, manen onlarla beraber olmalı ve Hak'tan gayriye meyletmemeli... Bilmeli ki, işlediği suçların cezası bir gün karşısına çıkar, Yusuf misali... Değişik şekillerde bir gün karşısına çıkar.

Yusuf (Aleyhisselâm) bir kere aynaya baktı. Aynaya bakarken dedi 'Ben ne kadar güzelim. Bu güzelliğe paha biçilir mi hiç...' Allah-u Teâlâ köle diye çok ucuza sattırdı onu. Değerini gör, dedi ona yani. Sen bu güzelliği nereden buldun. Seni ressam mı çizdi böyle, Allah kudretiyle yapmış. Köle diye satılıverdi.

Onun için insan haktan-hakikatten gayri bir şey dememeli. Allah'a güvenmeli ve bu savaşta mücadele etmeli. Nefs savaşında mücadele etmeli. Yoksa önümüzde dar geçitler var arkadaşlar, imtihanlar var bunları yalnız başımıza başaramayız ama Allah yardım ederse, Hak dostları yardım ederse yağdan kılı çeker gibi inşallah, mesele hallolur. Yusuf gibi on dört sene yatmadan, bu dünya zindanından kurtuluruz inşallah...

Müridin İmtihanı

İmtihan var, İmtihansız olmaz. Dünyanın kıymeti olmaz.  Hasan Basri hazretlerine bir gün bir müridi gelip sormuş:

-Sultanım mürit ile mürşit arasındaki ilişki, mürşidin değeri, müridin değeri; mürşidin himmeti, tasarrufu; müridin teslimiyeti nasıl bir şeydir, nasıl olur?”
Hemen Hasan Basri Hazretleri cebinden bir mektup çıkarmış. Demiş ki,

-Al bu mektubu İstanbul'a götür. İstanbul valisi bizim ihvanımızdır. Ona bu mektubu ilet, bizim selamımızı söyle. O sana ne cevap verirse, onu da al bize getir. Döndükten sonra sana cevabını veririm.

Müridi bekletmeden hemen mektubu alıyor, şeyhin emaneti olduğu için hürmet ediyor, öpüyor başına koyuyor ve yola çıkıyor. İstanbul’a geliyor. Vali bakıyor ki, bu tekkeden, şeyhinin yanından geliyor. Çok izzet-ikramda bulunuyor. İhvan kardeşi, sarılıyor, kucaklıyor, muhabbet-sohbet ediyorlar. Akşam oluyor ona bir daire, köşk veriyor. Burada kalabildiğin kadar kal. Burası senin. Ne zaman dönersen, döneceğin zaman bana haber ver. Ben de bu mektubun cevabını seninle göndereceğim. Hizmet etsinler diye emrine cariyeler, hizmetçiler de veriyor.

Bir gün bakıyor ki körpe bir hizmetçi, taze bir hizmetçi hizmet ediyor. Gönlü düşüyor, Hz. Yusuf misali, gönlü hizmetçiye düşüyor. Köşkün kapısını kapatıyor. Hizmetçiye diyor ki, benimle bu gece beraber olur musun? Tamam diyor, cariye.
Akşam oluyor, kadın hazırlanıyor bunun yatağına geliyor, bir anda bakıyor ki Hasan Basri Hazretleri kapıyı açıyor içeri giriyor. Diyor ki: “Oğlum ben seni bunun için mi gönderdim. Hemen mektubun cevabını al geri dön!”
Çok mahcup oluyor, çok üzülüyor. Ertesi gün valiye diyor ki, o cevabı yazın, ben yarın yola çıkacağım. Vali, hayırdır kalsaydın, istirahat etseydin, daha yeni geldin, diyor. Adam diyor ki “Manen şeyh efendiyi gördüm, dedi ki 'acele gel.' Ben geri döneceğim.” Peki diyor. Emir edepten üstündür. Madem gel dedi. Hiç durma diyor. Mektubu yazıyor, buna veriyor. Adam geri dönüyor.
Hasan Basri Hazretleri adamı çağırıyor, mektubu getir, diyor. Mürid getiriyor mektubu veriyor. Diyor ki:

-Yavrum ben de sana demiştim ki git gel, sorunun cevabını vereceğim.

-Evet, efendim, diyor mürid. Hasan Basri Hazretleri de diyor ki,

-Mürit senin gibi olmalı, ben sana bir mektup verdim, dedim ki bunu İstanbul'a götür, valiye ver. Sen demedin ki İstanbul neresi Basra neresi? Ben neyle giderim, erzakım yok, param yok. ayakkabım yok,  binitim yok. Hiçbir itirazda bulunmadın, bir ön koşul söylemedin. Mektubu aldın, başım üstüne dedin yola çıktın, gittin. Allah razı olsun. Ben bu teslimiyetini, bağlılığını, samimiyetini takdir ettim.
Mürşit de benim gibi olur. Oraya gittin, olabilir, insanız, nefsine uydun. Ben de seni orada yalnız bırakamazdım. Ben de Allah'ın izniyle geldim, sana yardım ettim. Sana görevini hatırlattım. İşte sorduğun sorunun cevabı bu idi. Bu mektup ta bu işin bahanesiydi...”
Valiye ben başka yollarla da mektup gönderirdim, orada gelip seni ikaz eden insan, valinin de rüyasına girer mektubu da ona dikte ettirir. Bu mektup işin cilvesiydi diyor.

Bazen Cenâb-ı Hak böyle sûni sebeplerle de insanı imtihan eder. Hani okulda olur ya, öğretmenler daha ziyade bilirler, imtihan olmadan öğretmen talebeyi tahtaya kaldırır. Bir soruyu çözdürmek için bir şeyler sorar. O çocuk eğer onu yaparsa, onun sözlü notudur. Şimdi var mı bilmiyorum ama bizim zamanımızda üç yazılı bir sözlü vardı. O çocuk, o soruyu cevaplandırırsa öğretmen onu sözlü notu olarak geçer. Bir de var ki öğretmen sınav gününü haber verir. Filan gün sözlü imtihan yapacağım veya yazılı imtihan yapacağım der, çalışın. Bir de böyle aradan kaldırır, aslında imtihandır o ama öğretmen demez ki bu imtihan. Sorular sorar imtihan notu verir.

Şimdi bazen Allah-u Teâlâ sûni imtihanlar hazırlar. Biz bekleriz ki çok ciddi şeylerle imtihan edecek. Bazen de çok basit şeylerle imtihan eder. Biz her daim hazır olmalıyız. Biz, kul olarak kulluğumuzu yaparsak Mevlâ da bize teenni gösterecektir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 ARALIK - 2009 OCAK SAYILARINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort