JoomlaLock.com All4Share.net

NAMAZIN GÜCÜ

Genel olarak kitleler, içinde yaşadıkları İslâm dışı düzene uyum sağlama çabası içindedir. Bir bakıma farkında olmaksızın İslâm dışı hayat tarzıyla İslâmî olanı uzlaştırma kaygısına düşmüşlerdir. Oysaki İslâm, başka toplum düzenleriyle bağdaşmayı reddeder. Bu noktada Müslümanın görevi ve gâyesi, kendine yabancı bir ortamda bir başına rahatça yaşamak değildir. İçinde bulunduğu toplumda bir sığıntı olarak yaşamayı düşünmeden Allâh’ın hükümlerini yine O’nun rızâsı için hayata hâkim kılmak gayretinde olan Müslüman, küfür düzenlerinin lütuf ve ihsânı hâlinde kendisine bağışlanabilecek rahatlığı da reddeder.1

Asr-ı Saâdet Müslümanları, putperest düzene karşı fiilen savaş hâlindeydiler. İçinde yaşadıkları düzeni, İslâmî esaslar doğrultusunda değiştirmek istiyorlardı. İslâm, o toplum düzeni için tamamen yeni bir hâdise olduğundan, Müslümanların namazları bile tehlikeli görünüyordu. Çünkü her namaz mevcut düzene karşı bir meydan okuma, bir tebliğ ve tavır niteliğinde idi. Peygamber (as) ve ashabı namazlarını sadece vicdanlarına hasretmediler. Namazlarının tesiri kendileriyle Allâh arasında kalmadı. Aksine, toplumdaki güç ve kötülük odaklarını tehdit ediyordu. Ebû Cehil, Peygamberimiz’in (as) namazına tahammül edemediğinden mübârek başlarına deve işkembesini koyuyordu. Çünkü O’nun namazı onların düzenlerinin temellerine dinamit bırakıyordu âdeta. O, namazıyla onların putlarına saygı göstermediğini, onların büyüklüğünü tanımadığını ifade ediyordu.2

Günümüz Müslümanlarının kıldıkları namazın dîn düşmanlarını tedirgin etmemesi, paniklendirmemesi, bu namazın hakkının verilip verilmediği, yani içeriği ile olduğu kadar, İslâm’ın varlığı ile yokluğunu bir tutup onu ölü bir kültür, âtıl bir organizma, geleneksel bir miras ve statik bir müessese olarak görmekle de ilişkilidir. Bugün kılınan namazlar rûhtan uzak, şekilden ibaret olduğu için sapık ideolojilerin suratına şırak diye inen bir şamar, zotlu bir darbe niteliğini kazanamamaktadır.

Asr-ı Saâdet’te tek tek bireylerin her birinde ayrıca güçlü bir cemaat olma bilinci, toplumsal dayanışma anlayışı mevcuttu. Onlar, birey olarak Müslüman olmanın gerekli fakat yeterli olmadığının farkında idiler. Onlar, namazı alenî ve hem de cemaatla kılarken onların bu cesur çıkışları İslâm’ın küfre karşı hem tebliği, hem protestosu, hem meydan okuma niteliği taşıyordu.3


Asr-ı Saâdet’te kılınan namazlar yegâne güç ve kuvvet kaynağıydı. O namazla tebliğe hazırlanılıyor, enerji tazeleniliyor, bir tür şarj olunuyordu. O devrin insanları namazı, mü’mini pasifize eden, toplumsal olaylardan uzaklaştıran bir ibâdet değil, aksine onu toplumun inkârlarına, sapmalarına kötülüklerine cephe alan bir güç olarak biliyor ve öyle telâkki ediyorlardı.4

Bu bağlamda, son olarak, şunları da ilave edelim ki, ibâdetler bir nevi eğitim işidir. Yani ibâdetlerin hem didaktik ve hem de pedagojik yönü vardır. Her devletin, her toplumun ayakta kalabilmesi için eğitilmiş askere, polise, jandarmaya, özetle iç ve dış âsayiş elemanlarına ihtiyaç vardır. Bunların hepsi gerekli eğitimi gördükten sonra görevlerine tâyin edilirler. Namaz, oruç gibi ibâdetler de birer askerî kışla mahiyetindedir. Her mü’min, o kışlada ömrünün bütün ânını ibâdetle eşitlemenin eğitimini yapar. Her ân için savaşa hazır bir asker gibi idmanlı olan mü’min de ibâdetlerle ömrünün her ânında şeytan ve nefisle mücadele verirken Allâh’la başbaşa olmanın (ihsân mertebesi) pratiğini yapar. İşte, Allâh’ın dîninin ayakta kalması için Müslümanların eğitime ihtiyacı vardır. Bu eğitim, ibâdetler sâyesinde olur. Hayatını îman ve ibâdet bilinci içerisinde düzenleyen her mü’min, patlamaya hazır birer hidrojen bombasından daha etkilidir. Böyle bir mü’minin pısırık, uyuşuk ve tepkisiz kalması, kötülük ve haksızlıklara sessiz durması düşünülemez. Aksine böyle bir mü’minin ibâdetlerle disipline olmuş hayatı, bütün küf ve küfür kokan beşerî ve haşerî ideolojilere bir meydan okuma, bir tehdit, bir protesto ve gerektiğinde bir aktif direniş niteliğinde kendini gösterir.

İbâdetler, İslâm’da bu dünyaya ilişkin faaliyetler olarak da kabul edildiği içindir ki, onların ihmâli cezâyı gerektirmektedir. Başka deyişle, İslâm Hukuku, ibâdetlerin ihmâlini kamu düzenini bozan bir davranış saymakta ve bu ihmâli işte bu yüzden cezalandırmaktadır.5 Oysa dîn ve devlet ikiliğinin yürürlükte olduğu bir toplum düzeninde, ibâdetlerin ihmâl edilmesi hâlinde, devletin, bu ihmâli cezalandırmasını haklı çıkaracak bir mantık olamaz.

İnsanları ibâdet etmeyen bir toplum düşünülemez. Böyle bir toplum tasavvur edilebiliyorsa şayet, orada İslâm düzeninin olmadığı varsayılıyor demektir. İslâm’da hayatla ibâdet iç içedir. Başka hiçbir dînde, hiçbir toplum düzeninde ibâdetle hayatı, hayatla öte âlemi, mâsiva ile maverâyı böylesine kaynaştırmış, böylesine biri diğeri için varlığı farz kılınmış bir yaklaşım tarzına ulaşılamamıştır.6  Çünkü tek Allâh’a inanma, yani tevhîd esası, İslâm’ın her alanında hâkim olan temel ilkedir. Tevhîd esası, ilimle dînin, dünya ile dînin, siyâsetle dînin ayrılmalarını reddetmekte ve bütün toplumsal alanları dîn olgusu altında bütünleştirmektedir.7

Hıristiyan misyonerin itirafı:
İslâm Dîni’nde Müslüman olmak için îman şart, fakat yeterli değildir. Müslüman kalmak, îmanı olgun bir hâle getirmek ve Allâh’ın va’dettiği nimetlere kavuşmak için ibâdet ve amel-i sâlih gerekir.

Vaktiyle Türkiye’de Hıristiyanlığı yaymaya çalışmış bir misyoner, yürüttüğü faaliyetin gerekçesini şu cümlelerle açıklar:

“Benim maksadım İslâmiyet’e düşmanlık değildir. Fakat Türkiye’de birçok Müslüman’ın dînini bilmediğini, ibâdetlerini yapmadığını gördüm. Hem Müslüman görünmeleri hem de dînin emirlerini yapmamaları bir tarafa; yasaklardan da kaçmıyorlar, hatta dînce yasaklanan şeyleri büyük bir övünçle yapmaktan ve bunu da anlatmaktan zevk alıyorlar.

Düşündüm ki, Türkler İslâmiyet’ten uzaklaşmışlar, üstelik onu öğrenip yaşamak da istemiyorlar. Öyleyse dînsiz ve ibâdetsiz yaşayacaklarına, hiç değilse Hıristiyan olsalar, belki Hıristiyanlığa ısınırlar.8 Çünkü bir insanın inançsız ve ibâdetsiz olarak normal bir ömür süremeyeceğine inanıyorum.9”

“Bir elde kadeh, bir elde Kur’ân
Bir helâldir işimiz, bir haram.
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz ne tam Müslüman. 10”  

Avrupa ülkelerinde her gün ateistleşen/dînsizleşen onlarca gencin imdadına niye koşmadıklarını sormayı bir yana bırakıp, misyonerin bize dönük bu çarpıcı itiraflarından hareketle diyoruz ki, ilahî bir kaynaktan beslenmemiş, amel ve ibâdetlerden mahrum kupkuru bir îman, ateş böceğinin birden bire parlayıp söndüğü gibi sönmeye mahkumdur. Bunun için insana insanlık değerini veren, dünya ve âhiret mutluluğuna sebep olan îman cevherinin, amel ve ibâdetlerle desteklenmesi ve beslenmesi lazımdır. Bu nitelikteki bir mü’min de mensubu bulunduğu dîne niçin inandığının, yani niçin Müslüman olduğunun bilinciyle mutluluk yolunda daha emin adımlarla yürümeli ve mutluluğunu insanlıkla paylaşmalıdır.

KAYNAKLAR:
1- Rasim Özdenören, Müslümanca Yaşamak, s. 134
2- İhsan Kebir, Namaz Bilinci, s. 35.
3- Özdenören, age., s. 139
4- Kebir, age., s. 36
5-Bak. Vecdi Akyüz, Mukayeseli İbadetler İlmihali, c. 1, s. 101
6- Özdenören, Kafa Karıştıran Kelimeler,  s. 99
7- Ali Bulaç, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, s.73
8-  Geçmişte büyükler bu sözü şöyle formüle etmişlerdi: ‘Edyân-ı bâtıla dînsizlikten ehvendir’.
9-  Vehbi Vakkasoğlu, Öğretmenin Not Defteri, c. 2, s. 85-86
10-  Ömer Hayyam, Rübailer.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort