JoomlaLock.com All4Share.net

“VE İYİ BİLİN Kİ MALLARINIZ, EVLÂDLARINIZ BİR FİTNEDEN İBARETTİR...”

Sual: Efendim, Cenabı Hak Sûre-i Enfâl’de “Ve iyi bilin ki mallarınız, evlâdlarınız bir fitneden ibarettir, Allah yanında ise azîm ecirler vardır.” buyurmaktadır. Ayeti kerimede bahsi geçen fitne kelimesinden çıkarılacak anlamlara göre ayetin bütün olarak ihtiva ettiği mana da farklılaşıyor. Buradaki “fitne” kelimesinden ne anlamalıyız?

Cevap: Bu ayette geçen fitne kavramı Türkçemizde anladığımız manadaki fitne değil. Türkçemizde fitne denildiğinde anladığımız şey; bir kargaşa/karmaşa, ortalığın karışması, insanların birbirine düşmesi, hiç kimsenin emniyet içinde olmaması, her şeyin aslî mecraından sapmış/çıkmış olması, her şeyin tehlike arz etmesi. Gerçeklerin yerine yalan dolanın hâkim olması… Fitne deyince biz bunları anlıyoruz. Daha özet, ifadelerle kaos ve kargaşayı anlıyoruz biz.

Ayeti kerimelerdeki belli yerlerde ve bu ayeti kerimedeki fitne kavramından “imtihan” kastediliyor. Mallarınız, mülkleriniz, evlatlarınız veya Allah tarafından size verilen her şey; güzellik olarak, nimet olarak bilinen, Allahu Teâlâ’nın size verdiği her şey sizin için bir imtihan vesilesidir. Siz onlarla imtihan edileceksiniz. Nasıl? Onları Allah yolunda, Allah için kullanıyor musunuz? Yoksa onları Allah ile aranıza mı sokuyorsunuz? Onlar sizi Allah’a yaklaştırıcı vesileler mi oluyorlar? Yoksa size ibadeti terk ettiren, zikri, fikri unutturan, sizi doğrudan saptıran, sizi Allah’tan uzaklaştıran vesileler mi oluyorlar? Bunun için bunlarla imtihan edileceksiniz.

Cenâbı Hak bizi ikaz ediyor. Demek ki biz bu ikazı iyi dinleyip onları Allah’ın razı olduğu şekilde değerlendirirsek; evladımızı Kur’ân ahlakına, ahkâmına göre, İslam fıtratı üzerine yetiştirirsek, malımızı mülkümüzü de Allah için elimizde tutarsak; zekâtı varsa zekâtını verirsek, içinden infakta bulunursak, tasadduk edersek, mümin kardeşlerimizin ihtiyacına kullanırsak, onun hırsına tamahına kapılmazsak, sürekli aklımızı, kalbimizi o meşgul etmezse sorun yok. O zaman onlar bizim için ibadetten, güzelliklerden sayılır. Bu anlamda biz, onlar ile imtihandayız.

Eğer bu imtihanı kazanamazsak bunlar bizim için tehlike olur, bizim için fitne olur. En büyük fitnelikleri ne? Bizi Allah’tan uzaklaştırırlar. Biz onlarla oyalanırken ömür biter, ömür sermayesini kaybederiz. Oğlum, kızım diyene; malım mülküm diyene bakmışız ki kabrin kapısına yaklaşmışız, elde avuçta bir şey yok. İşte o zaman tehlike olur. İnsan elindeki her nimeti, her imkânı halis niyetle Allah için kullanırsa bu faide; Allah için kullanamazsa bu fitne/tehlike olur, zarar verir.

Misal cebinde bir silahın olsa, bunu sen düşmana karşı kullansan, savaşta kullansan, o silah senin için Allah’ı zikrettiğin tesbihden daha mühimdir, Allah yolunda kullanırsan. Aynı silahı sen cinayet amaçlı kullanırsan senin için fitnedir, başına gelen felaketlerin en büyüğüdür. Kullanmakta olduğumuz her şey böyle, sadece evlat için de değil. Dünyada sahip olduğumuz her şey bizim niyetimizle neticelenecektir. Niyetimiz güzelse o şey güzel, niyetimiz bozuksa o şey bozuk. Misal niyet güzel olunca evdeki üzümü şurup/şerbet/sirke/pekmez yapar, konu komşuya ikram edersin, sadaka hükmünde. Ama niyetin bozuk oldu mu aynı üzümü içki/şarap yapar, fitneye bulaşmış olursun. Her şey niyetle… Evladını âlim olsun diye, kahraman olsun diye, insanlığa faideli biri olsun diye yetiştirirsen, Allah’ın peygamberini ona tanıtırsan, insanlığı ona sevdirirsen bu Allah’ın hoşuna gider.  Bunlar sana mükâfat olur ve topluma da bir insanı kâmil yetiştirmiş olursun. Ama sen aynı evladını hırsla/tamahla yetiştirirsen, soyguncu olarak yetiştirirsen, onun bunun malında, iffetinde, ırzında, gözü olan biri olarak yetiştirirsen… “Sen benim oğlumsun, sana kimse dokunamaz, sen ne yapsan yeridir…” gibi bir gangster yetiştirirsen bu senin için fitne olur. Onun yapacağı her kötülükten, vereceği her zarardan sen, Allah’ın yanında mes’ulsün.

Misal çocuğun, çocukken top oynayıp topu atsa, birinin camını kırsa sen mes’ulsün. Niye? Sen onu eğitmedin ki. Zararlı oyunlar oynama, oynadığın oyunun içinde kimseye bir zarar olmasın, kimsenin canı yanmasın. Birisinin bahçesinden izinsiz bir çiçek koparsa baba olarak sen mes’ulsün. O çocuk bilmez, gider birinin bahçesinde güzel bir çiçek görür, ağacında güzel bir meyve görür, koparır. Baba bundan mes’ul olur. Niye? O çocuğa bunun zararlı olduğunu öğretmedin.

Eğer evladını iyi bir insan olarak yetiştirirsen o zaman Allah bu işe razı olur. Sana o çocuğa karşı şefkat/ilgi/sevgi vermiş, çocuğu o kadar sevecen kılmış ama adeta sana tembih etmiş ki; “Hiçbir şey sana Allah ve Resûlü’nden daha sevimli olmasın.”

Sual: Rum Sûresi’nde; “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” buyruluyor. Sûfîler huzuru, Allah’la karşı karşıya olmak, beraber olmak şeklinde anlamışlar. Bu ayette geçen “huzur”dan kasdı ve sûfîlerin huzur tarifini nasıl anlamalıyız? Bunlar aynı mıdırlar yoksa farklı mı? Huzuru nasıl anlamalıyız?

Cevap: Aynı huzurun devamıdır. Cenâbı Hak helal dairesini, helalin sınırlarını bize bildirerek ve o helal sınırları içinde bize kendimizi meşgul edeceğimiz, kendimizi tatmin edeceğimiz nimetler vererek Allah’a karşı olan kulluk duygumuzu muhafaza ettirmiştir. Çünkü haram bu huzuru bozacaktır. Haram fitnenin, fesadın, tehlikenin kendisidir.

Dolayısıyla Allah ile olan rabıtamızı/ilişkimizi, kalbimizdeki ihlâsımızı/muhabbetimizi bozacaktır. Huzuru devam ettiren şeyler bunlardır. Aynı huzurun devamı olduğu için, Cenâbı Hak beşerî ilişkilerde harama bulaşmamamız için evliliği bize meşru kılmıştır ve biyolojik olarak aynen bizim gibi olan, bize benzeyen varlıkları bize eş olarak lütfetmiştir ki helal dairesinde bunlarla beraber olun, yani nikâhlanın, ihtiyaçlarınızı giderin, Allah’a karşı olan ahdinizi bozmayın. Bu da yine sûfilerin huzur diye bahsettiği şeyin muhafazası ve devam ettirilişidir. Çünkü yanlış yaptığında kalb karışacak, ihlâs bozulacaktır. Yanlış yaptığında o manevi iksir bozulacaktır. Gözünle bile harama baksan -Bırak fiili zinayı, Allah esirgesin!- bu kalbini berbat edecektir. Cenâbı Hak bunun için ayeti kerimede “Gözlerini haramdan sakınsınlar.” buyuruyor. Tehlikeyi ta başından haber veriyor. Niye? O huzur bozulmasın diye. Kalpteki huzur, Allah sevgisi, Allah korkusu, mes’uliyet duygusu bozulmasın. Mümin içsel olarak bütün mesaisini bu konuya harcamalıdır. Bir şey yaparım, bir yanlışta bulunurum da Allah ile olan huzurum, Allah ile olan ahdim bozulur diye azami derecede dikkat etmeli. Gözüne bu yüzden sahip olmalı, kulağına, zihnine, bütün âzâ ve cevârihlerine, bütün duygu ve düşüncelerine sahip olmalı. Bunların netiesinde o istenilen huzur ve agâhiyet hali elde edilir. Bu yüzden Cenâbı Hak helal dairesini bize bildiriyor. İzdivacı, nikâhı meşru görüyor.

Gerçi bugün sınırları çok fazla genişletmişler, artık helal haram birbirine karışmış. Allahu Teâlâ; “Mümin erkeklere ve mümin kadınlara söyle gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar.” buyuruyor. Yabancı bir kadına bakmaktan gözlerini sakınsınlar. Niye? Göz baktığında ola ki gönül karışabilir, zihne farklı bir düşünce gelebilir, arzu ateşi içeride alevlenebilir ve o arzu ateşi insanın Allah’a karşı olan korku duygusunu yakar da yanlış fiiller yapar. Cenâbı Hak bunun tedbirini baştan alıyor: “Mümin erkek ve kadınlara söyle gözünü haramdan sakınsınlar.” Ama bugün diyanet reisi çıkıp diyebiliyor ki; “Gönlünde farklı bir düşünce yoksa kadınlarla toka/musâfaha yapabilirsin.” Hâlbuki bu aynı ayetle haram edilmiştir. Gözünü sakınması gereken bir insan; bakışla temas nerede, bedenin birbirine teması, sıcaklığı hissetmek nerede…

Sanki biz istiyoruz ki; Allah her şeyi harfi harfine, noktası noktasına söylesin. “Gözünü sakın!” buyurdu,  “Elini de sakın!” buyursun. Musâfaha yapabilirsin, derken delil olarak da diyorlar ki: “Kur’ân’da tokalaşma hakkında bir şey yok.” Ama Kur’ân’da mana bütünlüğü var. Gözün sakınılmasındaki hikmet ne ise, elin sakınılmasındaki hikmet de o… Gözünle baktığında ne hissedeceksen, elinle tutuğunda bunu fazlasıyla hissedersin. Nasıl cahilane bir ifade ile çıkıp Kur’ân-ı Kerim’de “tokalaşmayın” diye bir emir yok diyebilirsiniz. “Tokalaşın” diye bir emir var mı peki? Aksi var mı bunun? Ama “Gözünü sakın!” diye emir var. Bundan ne anlıyorsun sen? Öyle bir tehlikeye kapı açılabilir. Öyleyse bu elle de açılır. Musâfaha ile de açılır ki gözden daha yakın temas var. Bu çok acı bir şey… Müslümanların lideri olduğunu söyleyen insan, Müslümanları zinaya teşvik edecek ve Allah’ın emrini görmezden gelecek. Meseleyi sanki bu memlekette kimse okumamış, yazmamış; bu meseleler hiç bilinmiyor, konuşulmamış havasına büründürecekler.

Allah helal dairesini geniş kılmış ve buyurmuş ki: -Hepinizden özür dilerim, mevzu açıldığı için bunları söylüyorum.– “Aileleriniz sizin tarlalarınızdır. Dilediğiniz gibi ekim, dikim yapabilirisiniz.” Bu helal dairesinin sınırlarını gösteriyor. Ama ulema ayeti incelemiş, üstünde ince ince düşünmüş ve buyurmuş ki: “İnsan tarlanın yüzünü eker. Yüzünde istediğin ekim, biçim yaparsın…” Cenâbı Hak helal dairesini bu kadar genişletmiş. Niçin daha elle tokalaşmaya tevessül edesin? Sana ailenle, belli ölçüler/şartlar hariç, her türlü şey serbest edilmiş, sınırlandırmamış Cenâbı Hak.  

Umuma karşı “Gözünü sakın!” buyurmuş. O zaman gözünü sakındırman gereken şeyden her yerini sakındıracaksın: Gözünü de sakındıracaksın, dilini de sakındıracaksın, zihnini sakındıracaksın… Bütün azalarına sahip olacaksın. Yoksa Cenâbı Hak buyurabilirdi: “Kötü bir niyetin yoksa istediğin kadar bakabilirsin.” Ama “Bir bakış helal.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Tanıma kastiyle: Bu ağaç mı, insan mı; kadın mı, erkek mi… “Bir bakış helaldir, ikinci bakış ateştir.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Baktın gördün ki kadın, daha bakmayacaksın. İkinci kez bakarsan bu senin ilgindir. Yani için karıştı. Bir bakış helal, ikinci bakış ateştir. Bakmayacaksın...

Hz. Abbas’ın oğlu Abdullah ile Cenâbı Peygamber (asv) bir Hac döneminde Arafat’tan Müzdelife’ye doğru veyahut bir rivayette sabahleyin Müzdelife’den Mina’ya doğru geliyorlar. Amcaoğlu ile Efendimiz’in kendisi aynı ata binmişler. Halk da, hüccac da yaya yürüyor; biniti olan biniti ile,  olmayan yaya yürüyor. Tabi o günün şartlarında insanların çok fazla örtünebilecekleri imkânları da yok. Bir de yeni Müslüman olmuş toplumlar, henüz İslam’ı kavrayamamış, İslam’ın meselelerini tam özümseyememişler. Elbiseleri rüzgârdan ve saireden açılan bayanlar oluyor, mahrem yerleri görünebiliyor. Yani başörtüsü uçuyor, gerdanları görünüyor, elbiseler çok fazla muhafazalı değil, elini-kolunu kaldırdı mı koltuk altları vs. görülebiliniyor. Allah Resûlu kadınların o halde olduğunu görünce -İbni Abbas’ın gözleri tutmaya başlamış, genç bir sahabi- bakmasın diye gözünü tutuyor. O da Efendimiz’e buyuruyor ki: “Ya Resûlallah! Yorulmayın, siz zahmet buyurmayın.” Yani elinizi gözüme tutmayın. Efendimiz buyuruyor ki:
“Senin benim yanımda bir yanlış yapman beni daha çok yorar ya İbni Abbas!” Ben böyle yorulmuyorum. Senin yanlış yapman, yani bir kadına bakman beni daha çok yorar. Ve Müzdelife’ye gelene veya Mina’ya inene kadar İbni Abbas’ın gözlerini tutmuşlar…

Peygamber (sav) yanındaki insana böyle bir muamelede bulunuyor. Onun gözünün temiz olduğundan emin değil mi? Onun için “Gökteki yıldız gibi” buyurmuş. Ümmete hidayetin imamı olarak gösteriyor ama gözünü tutuyor… Düşünün artık. Bu zamandaki Müslümanlar yenip içilen bunca haram mal ve şüpheli şeylerle vücudunun her yerlerini tutmak zorundalar, ellerini de tutmak, kadınlardan sakındırmak zorundalar…

Şimdi bunun daha önüne geçmek çok zor. Reis Bey böyle açıklama yaptı diye artık elini veren verene. Gerekçe ne? Kur’ân’da bunun yapılmamasına dair bir hüküm yok… İşte hüküm bu: “Gözünü haramdan sakınsınlar.” Tehlikeye kapı açacak şeye yanaşmayın. Onun belirlediği helal sınırları içinde olursan o huzur bozuluyor. Ve kalpteki o ilahi maya bozulmasın, iman, ihlas bozulmasın, muhabbet sarsılmasın. “İman denilen şey beyaz bir çarşaf gibidir.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. İşlenilen suçlar, gafletler, masiyetler o çarşafın üstüne konan siyah lekeler gibi zamanla çarşafın beyazını görünmez hale getirir, çarşafın tamamını kaplayabilir. Bembeyaz çarşaf simsiyah olabilir. Masivalar kalbi kapatır.

“Kesin delillerle helal de belli haram da belli. Ama her ikisinin arasında bir cihetiyle/görünüş olarak helale yakın ama insanı harama bulaştıracak şüpheli şeyler var. Ben size bunlardan sakınmazını emrederim.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Ve buna misal olarak da buyuruyor ki: “Bir çoban, sürüsünü başka bir kardeşinin arazisinin sınırında otlatırsa, ihtimaldir ki koyunlar sınırı geçip diğer tarladan, bahçeden otlayabilirler. O kardeşinin hakkına tecavüz etmiş olabilir, onun ekinini yiyebilir. Bu duruma düşmemek için, böyle bir tehlikenin meydana gelmemesi için ne yapacak? Hayvanı sınırdan uzakta otlatacak, sınıra yanaştırmayacak.” “Şüpheliden sizi men ederim.” buyuruyor. Bazı şeyler şüpheli hükmünde. Belki hakkında açık bir beyyine/delil yok ama şüpheden de tamamen salim değil, şüphe ihtimali var.

İşte o şüphe ihtimali olan şey ne? Musâfaha… Ne o? Haremliğe selamlığa riayet etmeme… “Biz akrabayız, bayanlar örtülü, bizim de kalbimizde kötülük yok.” Beraber/maaile birlikte oturmak şüpheli. Öyleyse ondan uzak duracağız. Kimsenin imanını, amelini riske atma gibi bir lüksü olamaz. Bunlar riskli işler. “Ya bir şey olmaz.” diyebilirsin ama ya olursa?.. Böyle bir riske kendimizi atma lüksümüz yok… Sormuş olduğunuz “Onlarla huzur bulasınız diye...” ayeti kerimesinde geçen huzur da bu. Huzur aynı huzur. O huzurun korunması, o huzura bir halelin/zararın gelmemesi için Cenâbı Hak bu işi helal dairesinde yapmamızı emir buyuruyor.

Sual: Bu huzurun eksikliği insanın ibadetten alacağı manevi hazzı zevki, iştahı etkiliyor herhalde. Çünkü insanları görüyoruz. Bir ara güzel, camiye cemaate devam ediyorlar. Daha sonra istikrarlı olamıyorlar… Yani, huzur eksikliği, Müslümanların salih amellere devam edememelerinde önemli bir etken değil mi?

Cevap: Misal insan bedenen tam bir sıhhate sahip değilse hayatta yaşayacağı birçok şeyden zevk almaz. Rahatsız olduğu için hiçbir şey onu memnun etmeyebilir. Ne yemeklerin öyle çok lezzetini alabilir, iştahsızdır; onu güzel bir manzaraya götürmek istesen hemen üşütür, hasta olur o yüzden oralara gidemez, akçık havaya çıkamaz, tabiatla baş başa kalamaz. Bir yol yürüyemez, nefesi daralır, kesilir… Yapmak istese de sıhhati el vermediği için birçok güzellikten, nimetten kendini mahrum eder. İnsanın ruhanî yönü de böyle. Eğer insanın ahlakı mükemmel değilse, imanı kâmil değilse, ameli salih değilse Allah’a sevgisi, Allah’tan korkusu tam değilse istikrar gösteremez, sağlıklı düşünemez, tefekkür edemez. Sağlıklı düşünemeyince kendisinde ameli salih yapma azmi, gayreti olmaz. Bir vakti kılarsa öbür vakti daldırır, terk eder. Misal öğlen işin yoğun saatlerine denk geldi, kalabalık oldu, müşteri geldi, alışveriş oldu diye namazı düşünemez. Belki bunun üzüntüsünü de çekmez ki “Ben bugün öğle namazını kılmadım.” Sıhhatli düşünemez. Tabi bu sefer ikindinin de önemini anlamaz, ikindi de böyle gidebilir. Allah’ın heybeti içinde olmadığı için hep: “Allah büyüktür, Kerim’dir, Rahim’dir, Gafur’dur…” diye düşünerek geçiştirir. Namaza önem vermediği gibi helale harama da önem vermez. Ekonomik olarak başı dara girdiği yerde harama başvurabilir. Gider faizli borç alır, kredi alır. Benim bu yaptığım işler temiz mi değil mi? diye bakmaz. Bunlar hep ona bir külfet getirir. Sonra ziyan olarak ona geri dönecek. Bu ziyanı sadece ahirette beklememeli. Bu insanın dünyası da hüsran olur. Cenâbı Hak, o kişi için: “Maişeten dankâ-Dünyada da dar bir geçim olur.” buyuruyor. Allah’ın hükümlerinden yüz çevirirse, ahiretteki çilesi ayrı, dünyada da zorlanır, dünyası da kararır. Dar bir maişet, zor/sıkıntılı bir geçim vardır onun için. İşte sıkıntı ne? Biz zannediyoruz ki sıkıntı ekonomik olarak daralır, yani alım gücü olmaz. İlla bu değil. Hak seni terk etmiş ve seni haramla baş başa bırakmışsa bu tehlike, senin için dar bir geçim. Sonra bunun hesabını nasıl vereceksin? Belki milyonlar kazandın ama bak ki bunlar nereden geldi. Milyon kazandın, görünüşte ekonomik durumun çok iyi ama geliş yeri neresi? Geliş yeri önemli. Bu sıkıntı. Dar geçim bu. Dar geçim illa maddenin az olması anlamında değil, çokluğu da imtihan. Nereden geldiği, nasıl geldiği… Bunlar önemli.

İbn Ataullah İskenderî Hazretleri Hikem-i Atâiyye’de buyurmuş ya; “Sen, Allah’ın yanındaki kadru kıymetini, değerini anlamak istiyorsan bak ki Allah seni nerelerde istihdam ediyor, ne işlerde kullanıyor.” Bu senin Allah yanındaki değerin. Allah yanında bir kıymetin varsa seni makul işlerde kullanacak. Yok, yarın seni bedbaht edecek, berbat edecekse serbestsin.

Yine buyuruyor İbn Ataullah Hazretleri: “Allah'a isyanın devam ederken O’nun hâlâ sana nimet vermesi sana büyük imtihan olarak yeter.” Sen isyan ederken, gafletteyken O hâlâ sana ikram ediyor. Çünkü yarın seni cidden borçlu çıkaracak. Ödeyemeyeceğin bir borcun altına gireceksin. O’nun hazinesinde tükenme yok, O’nun hazinesinin sınırı yok, sonsuz veriyor.

Misal toptancı mal satıyor, adamda mal çok, satıyor. Sen toptancı satıyor diye habire gidip alacak mısın? Ödeme gücüne göre alacaksın. “Ben bunun ne kadarını ödeyebilirim?” Ona göre mal alman lazım. Adam satıyor ama babasının hayrına vermiyor sana. Satıyor diye habire gittin çekleri imzaladın. Ödeme günü geldiğinde bir şey yok… Kulla Allah arasındaki ilişki de bu misalde olduğu gibi. Allah sana ikram ediyor ama otur sen bir düşün. Niye bana bu kadar ikram ediyor Cenâbı Hak? Bunların benden karşılığını; şükrünü, zikrini, fikrini    istediğinde verebiliyor muyum? Burada muhâsebemi iyi yapmak durumundayım. “Senin Allah'a isyanın devam ederken Allah’ın sana ikram etmesi, senin için en büyük musibet, en büyük felaket!” buyruluyor.

İnsan bu sebeple, bir şeyler oturmadığı için, Hucûrat Sûresi’nde buyrulmuş olduğu gibi bazı kavimler, bazı insanlar nimetlere meylettikleri için gelip Müslüman oluyorlar. Cenâbı Hak Efendimiz’e buyuruyor, hadiseyi önden haber veriyor. Onların grup grup Müslüman olmaları seni şaşırtmasın, onlar henüz mümin olmadılar, yani Allah'a tam inanmadı, Allah'a tam teslim olmadılar. “Biz mümin olduk demesinler, iman henüz onların kalplerine girmedi.” buyuruyor Cenâbı Hak. Biz tam inandık, mutmain olduk demesinler, henüz olmadılar iman kalblerine girmedi. Onlar savaş ganimetlerinden, o ganimetlerden hisse almak için teslim oldular, Müslüman oldular. “Biz Müslüman olduk, biz teslim oluyoruz.” desinler. Yani size müdahale etmeyeceğiz, sizinle savaşmayacağız, size karşı gelmeyeceğiz… Teslim oluyoruz, desinler.

Şimdi düşün, ya bugünün Müslümanı. Bahsetmiş olduğun namazını bir kılıp bir kılamayan, bir müddet devam edip istikrar gösteremeyen Müslümanların farklı beklentileri var. Allah o beklentilerine, kendince, cevap vermeyince Allah ile ahdini, anlaşmayı bozuyor. İnsanın bunun için ciddi bir tedavi görmesi lazım. Kalbini, kafasını, ruhunu, sırrını tedavi ettirmesi lazım. İman kalbine girip otursun diye.

Günümüzdeki yaşam “Müslüman olmuşum yeter.” Mümin olma çabası, imanın tam kalbe nüfuz etme, kalbe yerleşme gayreti, istisnalar kaideyi bozmaz, genel olarak Müslümanlarda yok. Müslüman ol, teslim ol, tamam… Bugün Müslümanlara imanın ruhanî yönü, takva yönü çok lüks olarak gösterilmiş, o cephesine kimse talip değil. Takva aşırı lüks Müslümanlara göre. Talip değiller. İslam ne? Sen beş vakit namazını kıl, etliye sütlüye karışma, kimsenin malında, ırzında gözün olmasın, yalan söyleme tamam. Suya sabuna dokunma hikâyesi var ya, suya sabuna dokunma, etliye sütlüye karışma, beş vakit namazını kılıyorsan Allah kabul etsin, senden iyisi yok… Bu kadar mı?..

Sual: “Tüm insanlar toplansa, Allah’a yalvarsa Allah tek bir kulundan vazgeçmez.” buyurmuştunuz. Allah’ın kendisini böyle sevdiğini bilen bir kul ne yapacağını bilemez, nasıl davranacağını bilmez herhalde değil mi?

Cevap: İşte insan bunu düşünse, Allah tarafından ne kadar sevildiğini ve  ne için yaratıldığını düşünse eli ayağı birbirine dolaşır ki ben bu sevgini karşılığını nasıl verebilirim?..

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort