JoomlaLock.com All4Share.net

‘YERYÜZÜNDE İNSAN, İLK İNSAN TOPLUMU VE TARİHÎ GELİŞİMİNE’ DÂİR DERKENAR -4-

Sonuç

İnsan düşüncesinin hayat ve medeniyet şartlarına uygun bir gelişme gösterdiğini, daha doğrusu bu şartların çerçevesi içinde şekillendiğini söylemek mümkündür. Yalnız düşüncenin ve topyekûn insan hayatının ne derecede ve nasıl bir tekâmül kaydetmiş olduğunu kat’î olarak söyleyebilmek için ilkel insanın değil, ilk insanın yaşayış ve düşünüşünü bilmemiz gerekirdi. Son asırlarda ilkel topluluklar arasında yapılan araştırmalar, insanlığın yüz binlerce sene öncesi için belki aşağı yukarı bir fikir verebilir, fakat yüzde yüz bir hüküm vermez. Çünkü ilkellik iklim şartlarının meydana getirmiş olduğu bir ortam olarak da düşünülebilir.

Acaba insan nevî Darwin’in dediği gibi çok basitten başlamak sûreti ile bir biyolojik tekâmül geçirmiş midir? Auguste Comte’ün “üç hâl kanunu” ile izah etmeye çalıştığı tekâmül, bütün devirler ve bütün cemiyetler için doğru mudur? Ve bütün beşer hayatını tek başına izah etmeye yeterli midir? Yoksa “Allah her şeyi iyi ve mükemmel yaratmıştır, her şey insan elinde bozulmuştur.” diyen J. J. Rousseau mu haklıdır? Hitler’in, neslin ıslâhı ve yetiştirilmesi konusunda ileri sürdüğü fikirlerin esaslarını Emil’de bulmak mümkündür. Hitler, “Din adamları en saf mükemmel insanın Âdem olduğunu söylerler, fakat onlara gelin Âdem gibi saf ve kusursuz bir nesil yetiştirelim diyecek olursanız buna yanaşmazlar ve dudak bükerler.” diyordu. Çünkü o, insanın, Allah’ın diğer eserleri gibi mükemmel yaratılmış, fakat sonradan bozulmuş olduğu konusunda tıpkı Rousseau gibi düşünüyordu. Öyleyse insanı da aslında olduğu gibi mükemmel hâle getirmek lâzımdır. Narenciyenin, diğer ziraat mahsullerinin, kümes hayvanlarının, hemen her şeyin cinslerinin ıslahı düşünülüyor da niçin hepsinden daha değerli ve önemli olan insan nevini sağlam bir bünyeye, dolayısıyla sağlam bir düşünce ve ahlâk yapısına sahip olması için gerekli tedbirler alınmıyor? Rousseau’nun pedegojik görüşlerinin izleri Hitler’in tatbikatında kendini işte böyle göstermişti. İlk insanın mükemmel yaratılmış olduğu fikrine Müslümanlar da katılırlar. Çünkü Âdem sadece ilk insan değil, aynı zamanda ilk peygamberdir. Peygamberlerin kusursuz yaratıldığı fikri ise İslâm’da bir postüladır. Ayrıca Âdem Safiyyullahtır. Yani Allah’ın saf ve süzülmüş olarak yarattığı, arı kıldığıdır.

P. W. Schimidt, pigmeler arasında yaptığı araştırmalara dayanarak ilk dinin tevhid dini olduğunu ileri sürdü. Çünkü teşkilatlanmış bir cemiyet hayatları, hatta kendilerine ait bir dilleri bile bulunmayan bu insanlar, sosyolojideki ilkel cemiyet fikrine en uygun düşen kimselerdir. Zira ilkel topluluk olarak gösterilen klanda toteme bağlı bir teşkilatlanma vardır. Halbuki bunlarda öyle bir teşkilatlanmadan eser bile göze çarpmıyor. Buna rağmen bu insanlar tek tanrı fikrine dayanan bir inanca sahiptirler. Öyleyse totemden ruhçuluğa, ruhçuluktan çok tanrılı dinlere, ondan da tek tanrılı dinlere geçildiği ve totem inancının bütün dinlerin esasını teşkil ettiği fikri doğru değildir. En ilkel topluluklarda bile tek tanrılı dine rastlandığından anlaşılıyor ki ilk din tek tanrı inancına dayanıyordu. Diğer dinler, bilahare tevhid dininin bozulması sonucu meydana gelmişlerdir. Totem dininde dikkati çeken bir husus vardır. Birinci derecede kutsal olan şey, totem olan hayvanın kendisi değildir. Onun resmini taşıyan şuringalardır. Burada bir nevi sembolizm ve ileri mücerret görüş vardır. Aynı şekilde putperest Arapların düşüncelerinde de buna benzer bir durumla karşılaşırız. Çünkü Araplar putlara tanrının kendisidir düşüncesiyle tapmıyorlardı. Ona Allah’a yaklaştırıcı ve yardımcı bir unsur olarak bağlanıyorlardı. Onun vasıtasıyla Allah’a tapınıyorlardı. “Allah’ı bırakıp da putları dost edinenler; ‘Biz bunlara sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.’ derler.”1 İşte bütün dinler insanlığa vasıtasız olarak doğrudan doğruya Allah’a tapmayı öğrettiler. İnsanın mükemmel yaratılmış olduğunu savunanlar ilk dinin de tek tanrı inancına dayanan mükemmel bir din olduğuna kanidirler.

Totem veya Animizm (Ruhçuluk) dinlerini ilk din olarak ele alanlar, bu din saliklerinin ilk insanlar olduklarını sandıkları içindir. İnsan da, cemiyet de onunla beraber dinler de çok basitten başlayarak durmadan terakki ve tekâmül etmiş ve bugünkü şekli almıştır. Böyle düşünen tekâmülcülere göre; cemiyeti iyi anlayabilmek için ilkel cemiyeti iyi bilmek gerekir. Çünkü şimdiki cemiyetteki sosyal kurumlar karışmış ve kaynaşmıştır. İlkel cemiyet sadedir, anlaşılması kolaydır. Dinler de öyledir. Bugünkü dinleri şimdiki durumları ile anlamak kabil değildir. Halbuki ilkel din basittir, anlaşılabilir. Bunlara göre sonraki bütün dinler, zamanla ilk dinin evrimlenmesinden meydana gelmişlerdir. Tekâmülcüler, dinin ilahi bir kaynaktan geldiğini değil de, cemiyetin ihtiyaç ve şartlarından doğduğunu, dolayısıyla o ihtiyaçlara uyarak şekil değiştirdiğini düşünürler. Çünkü cemiyet hayatı ihtiyaçları ve sosyal kurumları ile birlikte evrimlenir. İnsanlık başından sonuna kadar işte böyle bir tekâmül kanununun peşindedir.

Gerçi insanlığın hayatında zahirde böyle bir tekâmül vardır ve bu inkâr edilmez bir gerçektir. Fakat önce gelenin mutlaka daha geri, sonra gelenin de ileri olması illâ ki bir zaruret, bir kanun değildir. Sokrat, zamanımızdan iki bin beş yüz sene önce yaşamış olduğu halde bugünkü münevverlerin yüzde doksanından daha makul düşünebiliyordu. Bununla beraber Avrupa’nın en modern şehirlerinden büyüye inanan, fala bağlanan en ilkel düşüncelerle dolu bir sürü halk barınıyor. Sonra eski Hint ve eski Mısır medeniyetinde öyle taraflar var ki bugün dahi benzeri yapılamıyor. Bunlardan bir tanesi de mumyacılık sanatıdır. Tarih durmadan terakki eden bir millet ve hiç bozulmadan kalabilen bir medeniyet gösteremiyor. Yalnız, bir medeniyet sönmeye yüz tutarken, diğer bir medeniyet parlıyor. Bir sonraki medeniyet, öncekinden bazı unsurlar alarak, üzerine kendisi de yeni şeyler ekleyip, orjinal sentezler meydana getiriyor ve bazı sahalarda öncekini geçiyor. Bugünün medeniyetinin karakteristik özelliği teknolojidir. Fakat asrımız medeniyetinin bilhassa tatbikatta İslâm medeniyetinden hattâ Roma medeniyetinde daha üstün bir hak ve hukuk anlayışına sahip olduğu ve buna riayet ettiği ileri sürülemez. Çünkü bugünkü sınıf dengesizliklerini meydana getiren tek sebep de aslında yine teknolojidir.

Bunu söylemekle tekâmülün varlığını büsbütün inkâr etmek istemiyoruz. Fakat insanlığın hayatını baştan sona kadar bütün sahalarıyla sadece tekâmül kanununa dayandırmak ve başkaca tesirleri hesaba katmamak biraz gözü kapalılık olur. Dostoyevski’nin dediği gibi “Allah’ın yarattığı her şey sırdır.” İnsan da, cemiyet de, hayat da, varlık da sırlarla doludur. İnsan bünyesinde her an binlerce hücre ölürken, yine binlercesi doğmakta, ölenlerin görevlerini devralmaktadır. Bir taraftan bakılınca durmadan yenilenen ve tazelenen bu yapının ebediyen dipdiri ve taptaze kalması düşünülür, fakat insan  yine de ölmektedir. Her felsefi görüş varlıktaki bir gerçek tarafı göstermiştir. Fakat bu bakımdan nisbî ve izafî bir hakikat payı vardır. Yoksa tek başına hiç bir görüş yaratılıştaki sırrı çözmeye ve varlığı bütünüyle izah etmeye kâfi gelmez.

Bilmiyoruz ama eğer, Darwin sırf tekâmül nazariyesinde bir boşluk meydana gelmesin diye ilk insanı daha basit canlılardan tedricen tekâmül ettirerek meydana getirdi ise, tekâmül kanununun varlığının ve insanın en mütekâmil bir canlı olduğunu ispat için onun bu kadar zahmet etmesine lüzûm yoktu. İnsanın en son yaratılmış olduğunu söylemek de aynı şeyi izah ederdi. Çünkü insanın diğer canlılara olan üstünlüğü onun en son yaratılan canlı olduğunu gösterir. Gerçekten de insan basit canlılardan türemeyip, orjinal bir tür olarak yaratılmışa benzer. Fakat onun yaratılışı diğer canlılardan herhalde sonra olmuştur. Çünkü insan bünyesi ve hayatî ihtiyaçları böyle gelişmiş bir ortamın varlığına muhtaçtır. Âdem’in yaratılış kıssasına karışan yılan, tavûs ve elma gibi şeylerden, yeryüzünün sürüngenler, kuşlar, diğer canlılar ve meyve veren ağaçlarla donanmış bir ortama sahip bulunduğu anlaşılmaktadır. Âdem’in yeryüzünde yaratıldığında ittifak vardır. Çünkü âyette yeryüzü kelimesi sarih olarak geçmişti: “Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife (insan) yaratacağım.’ demişti. Melekler de; ‘Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak olanları mı var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve büyüklüğünü dile getirip tasdik ediyoruz.’ dediler. O ‘Ben hiç şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim.’ dedi ve Âdem’e her şeyin ismini öğretti, sonra o şeyleri meleklere gösterdi, ‘Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini Bana söyleyin.’ dedi. Onlar ‘Sen münezzehsin, bizim Senin öğrettiğinden başka hiç bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz bilgin de Sensin, hâkim de Sensin.’ diye cevap verdiler.”2 Elmalı’nın dediği gibi “Yeryüzünde insan nevinin ezelî ve kadim olmadığı ve kürre-i arzın bir kemal devresinden sonra bizzat harika olan bir hilkat hadisesi ile başladığıdır.”

Bununla beraber Âdem, tarih öncesinde yaşamış ve nesli inkiraz bulmuş, insana çok benzeyen neviler de dahil hepsinin atası mı, yoksa sadece bugünkü mütekâmil ve üstün insan cinsinin atası mıdır katî olarak bir şey söylenemez. Yalnız meleklerin dünyayı kana boyayacak demelerinden ve halife tabirinden daha önce insan nevine yakın, fakat belki daha yırtıcı bir takım türlerin de yaşamış olduğu İslam âlimlerince düşünülmüş ve hesaba katılmıştır.

İlk insanlar mağaralarda yaşıyor, ormanda av avlamak ve hazır meyveleri toplamakla karınlarını doyuruyorlardı. Bütün hayat av hadisesinin etrafında düğümleniyordu. Aşiret erkeklerinin ava çıkmaları dolayısı ile yapılan belirli merasimler o insanların bütün duygularını dile getirirdi. Uğurluluk ve uğursuzluk avdaki başarı ve başarısızlık ile ilgili olarak yorumlanırdı. Bu toplumda dine düşen şey bu merasimleri teşkilatlandırmak ile toplum için gerekli yasaklar ve kurallar koymaktan ibarettir. Böyle basit bir hayatı teşkilatlandıracak olan dinde derin bir mânevî taraf, yüksek bir fikir ve hikmet örgüsüne zaten lüzûm ve ihtiyaç yoktu. Çünkü öyle bir dini anlayacak ve tatbik edecek bir hayat ortamına sahip değillerdi.

İnsanlar daha sonra bazı uysal hayvanları ehlileştirmeyi ve sürü halinde üretmeyi başardılar. İnsanlık tarihindeki bu ikinci devreye “çobanlık devri” adı verilir. Daha önceki “avcılık devri”ne nisbetle bu devir, büyük bir gelişme demektir. Çünkü artık insanın, ertesi gün av bulamasa aç kalacağı korkusu ile uykusu kaçmıyordu. İnsanın açlık korkusu azalmış, fakat düşüncesi artmıştı. Çünkü artık sırf kendi yiyeceğini düşünmüyor, beslediği hayvanların yiyeceğini de düşünüyordu. Yazın kolayca tabiatta bol otlaklar bulsa bile kışın kendini ve hayvanlarını açlıktan korumak için hazırlık yapması gerekiyordu. Böylece insan toprağı işleyip ondan daha çok faydalanmanın yolunu tutarak çiftçilik (tarım) yapmaya başladı. İnsanın toprağa bağlı bir hayat düzenine kavuşması ile “şehirleşme” başlamış ve ilk “siteler” doğmuştur. Medine, şehir demektir. Medeniyet ise şehirleşme karşılığıdır. İşte medeniyet tarihi ve sosyoloji toprağa bağlanmamış olan göçebe toplulukları “ilkel”; köy, kasaba ve şehir gibi dâimi meskenlerde oturanları da “medenî” topluluklar diye iki sınıfta mütalâa eder, ilkel topluluklarda faaliyetler iş bölümü esasına göre ayarlanmıştır.

Şunu hemen söylemeliyiz ki tarih bize ilkel topluluklardan hiçbir şey bırakmamıştır. Çünkü gerek anıt, harabe yoluyla gerek yazılı belgeler yoluyla eserleri bize kadar gelenler ilk çağların şehirlerinde yaşayan toplumlardır. Bunlar da medenî toplumlardır. Göçebe hayatlardan tarihe vesika kalmış değildir. Yalnız günümüze kadar gelen ve hâlâ devam eden göçebe topluluklara bakarak geçmişteki ilkel toplumların hayatını anlıyoruz. Son üç asır içerisinde ilkel toplumlar hakkında yapılan bütün araştırmalar da hep bu yolla yapılmıştır. Çünkü insanlık bütünü ile avcılık, çobanlık ve çiftçilik devrine bir anda geçmiş değildir; kesin çizgilerle ayrılarak da geçmiş değildir. Yani insanlar çobanlık devrinde avcılık, çiftçilik yaparken de çobanlığı devam ettirmişlerdir. Fakat çobanlık eski önemini kaybetmiş ve ikinci dereceye düşmüştür. Devirlere bu ad verilmesi, o devrin ana vasfı ve karakteristik özelliği itibariyledir.

Her devrin ve her cemiyetin kendi hayat şartlarına uygun bir düşünce tarzı olmuştur. Her din geldiği devrin ve cemiyetin icaplarını ve ihtiyaçlarını gözetmiş, cemiyetlere şekil ve medeniyetlere yön vermiştir. İnsanlık kendini bildiği günden beri beşer hayatında en mühim rol oynayan temel müessese yine din olmuştur. Bir insan dindar olmayabilir, fakat dinin insan hayatındaki yerini inkâr edemez. Her din beşer hayatında yeni bir dönem açmış ve bir merhale olmuştur.3

1 Zümer: 3
2 Bakara: 30-32
3 Işık, Emin, “İlk İnsan ve İlk Din”, Fikir ve Sanatta Hareket, V. seri, Cilt 5, Sayı 51, Mart 1970, S. 7-9

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort