Politik olsun, ekonomik olsun her sistem, insanı temel almak zorundadır. Çünkü her sistem veya düzenin muhatap kabûl ettiği ve yeryüzündeki davranışları için kurallar koyduğu, emir ve yasaklar getirdiği varlık, insandır.
Mahiyeti ve Fonksiyonuyla İnsan
Kur’ân-ı Kerim’de insanın nasıl ve neden yaratıldığını açıklayan âyetlerin sayısı bir hayli kabarıktır ve bu âyetler çeşitli sûrelere serpiştirilmiştir. Kur’ân’da ilk insanın yaratılış maddesi olarak iki şeyden söz edilir: biri toprak, diğeri “Allah’ın ruhu”. Toprak ise, tek bir şekilde olmayıp, çeşitli isimler altında geçer. Bunlar 1- Türab (toprak), 2- Tîyn (çamur), 3- Tîn-i lâzib (şekil kabul eden çamur), 4- Salsal (kuru balçık), 5- Hame-i mesnun (şekillenmiş kara balçık) olup, insanın belli tavırlardan geçirilerek yaratıldığını belirten âyete de1 dayanan Ragıp el-İsfahânî gibi bazı âlimlere göre bunlar, “Allah’ın ruhundan üflenme” ile birlikte ilk insanın altı yaratılış merhalesini ifade etmektedir2. İlk insandan sonraki insanlar için ise, yaratılış maddesi olarak menî ve nutfe gibi maddeler de nazara verilir.
İnsanın yaratılış maddelerinden olan çamur ve bilhassa “atılan su” olarak nitelenen menî, hor ve hakîr bir maddedir. Bu hususa Kur’ân-ı Kerim’de dikkat çekilmekte ve insanın neden yaratıldığına bakmadan böbürlenip, Allah’a düşman kesildiği anılmaktadır. Ama öte yandan bu çamura, ilk insandan sonraki insanlar için ise, bir hadis-i şerife göre, anne karnında altıncı haftanın bitiminde cenine “Allah’ın ruhu”ndan üflenmesinden bahsedilir3. Yani insan varlığının, Kur’ân’da “Allah’ın ruhu” olarak nitelenen çok önemli bir hususiyeti, bir boyutu daha vardır. Bunun anlamı ve niteliği burada konumuzun dışındadır. Fakat şurası inkâr kabul etmez bir gerçektir ki, çamurdan yaratılan bu insan, “Allah’ın Ruhu”ndan üflemeye bağlı büyük bir şerefe sahiptir. Tefsircilerin çoğu da, bu ruhtan kasdın, insana verilen yükseklik ve şerefi belirtmek için olduğu görüşündedir.
Bir yandan çamur, öte yandan “Allah’ın ruhu”ndan üflemeye bağlanan bir şeref ve yükseklik. Çamur, bayağılığın, durgunluk, hareketsizlik, çirkinlik gibi hususiyetlerin simgesiyken, Allah’ın ruhu ise, mutlak ve sonsuz güzelliğin, ihtişamın, kuvvetin, şuur, duygu, aşk, irade, hürriyet, bağımsızlık ve sonsuzluğun simgesi ve insanı zirvelere, yücelere, göklerin azametine taşıyan bir unsurdur. Bunu, Kur’ân’da, ulema ve mutasavvıfların eserlerinde de görürüz. Bir yanda “çamur”, öte yanda “Allah’ın ruhu”ndan üfleme; bir yanda “nefis” ve “şeytan”, öte yanda “kalb, ruh” ve “melek.”
Gerçekten insan, iki zıt kutup arasında gidip gelen bir varlıktır. Allah, insanı yarattıktan sonra, meleklerin onlara secde etmesini emretmiş ve böylece onun ne yüce bir varlık olduğunu ortaya koymuştur. Tabiî olarak, böylesine yüce bir yaratılışı olan insan başıboş bırakılacak değildir. Onun yüceliğine denk sorumluluğunu ise Kur’ân, “emanet” olarak takdim buyurur4.
Müfessirlerin bazısı, emanetin namaz, oruç gibi emirler, işlenmesi yasak edilen haramlar olduğu görüşünde ise de, Kadı Beydavî ve Seyyid Kutub, bu arada Mevlâna, onun “irade” olduğunu söyler. Bediüzzaman Said Nursi ise, çok daha farklı ve önemli bir yorumla, emanet’in insanın “ene”si, yani, beni veya egosu olduğunu beyan eder5. Şu kadar ki, irade, insan benliğinin en önemli ve temel unsurlarından biridir. İnsan, bilme veya öğrenme kabiliyeti, konuşması ve hür iradesiyle, yeryüzündeki bütün yaratıklardan farklı kılınmıştır. Cinleri istisna edersek, varlıklar içinde yalnız o, hür iradesiyle “içgüdü”lerine aykırı davranabilir. Bütün dağlar, gökler Allah’ı tanıyıp O’nun iradesine boyun eğmişler, hiçbir gayret harcamadan Allah’a itaatkâr olmayı kabullenmişler, emanetin sorumluluğundan ürpermişler, ama insan, insan olma emanetini ve bunun unsurları veya gerekleri olan irade emanetini ve bundan doğan Allah’a ibadet ve itaat emanetini, özel çalışma ve gayret isteyen dînî sorumluluklar emanetini yüklenivermiştir. Bu emanet dolayısıyla insan, yaptıklarından sorumludur. Yeryüzünde yüklendiği bu emaneti yerine getirip getirmemek konusunda imtihan edilmektedir. Bu emaneti başardığı an o, meleklerin de üstünde bir yüceliğe ermekte, başaramadığı ve emaneti yerine getirmediği zaman “aşağıların en aşağısı”na yuvarlanmaktadır. “Biz hakikat insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına yuvarladık. Ancak, iman edip de, sâlih amellerde bulunanlar başka…”6 Allah, emanetini yerine getirmesi için, yerde ve gökte ne yarattıysa insanın hizmetine vermiştir: “Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini Allah’ın muhakkak sizin için müsahhar kıldığını, açık ve gizli bir çok nimetlerini sizin üzerinizde bol bol tamamladığını görmediniz mi?”7
İnsanın Hilâfeti
Allah, insanı niçin yaratmıştır? Bir yerde “aşağıların aşağısı”na yuvarlanan, “kan dökücü, zalim, cahil, nankör, isyankâr” olduğu halde gökler, ay, güneş, yıldızlar, dağlar, bitkiler, hayvanlar, sular hizmetine verilen bu varlık, yeryüzünde niçin var edilmiştir? İnsan ki, yeryüzünü kirletmekte, fesada vermekte, kan dökmekte, zulmetmekte ve hayvanlardan daha aşağı bir derekeye düşmektedir. Yeryüzünde savaşlar çıkaran, Allah’ın toprağını paylaşamayıp O’nun nimetlerini yalnız kendine ayırmaya kalkan ve başka insanlar üzerinde taht kurmaya çalışan yine insandır. O insan olmasa, yeryüzündeki her varlık belki rahat rahat yaşayıp gidecekti. Kanlar dökülmeyecek, Allah’a karşı gururlanıp böbürlenenler, haddi aşanlar bulunmayacaktı. Ama öyle değil! İnsan olmasa belki bu bitkiler, bu hayvanlar, bu yer, bu gök, bu denizler de olmayacaktı. Bütün bu kâinat, taşıyla toprağıyla insanı meyve vermek için, insan da yeryüzünde “halife”lik fonksiyonuyla yaratıldı; yalnızca Allah’a ibadet etsin, kulluğunda O’na kimseyi ortak tanımasın diye yaratıldı: “Hani Rabbin meleklere: ‘Muhakkak ben yeryüzünde bir halife var edeceğim’ demişti. (Melekler) de: ‘Biz Seni hamd ile tesbih ve Seni takdis edip dururken, orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse mi var edeceksin?’ diye sormuşlardı. Allah (da): ‘Sizin bilemeyeceğinizi herhalde Ben bilirim’ cevabını vermişti.”8
“Hilâfet, başka birine vekillik etmek demektir: kendisine vekâlet edilen kimse ister ortada bulunsun, isterse vekil (halife) bıraktığı kişiyi ölüm sebebiyle veya aczinden ya da yüceltmek için böyle bir göreve getirmiş olsun, durum değişmez.”9 Şu halde, eğer insanın halifeliğini, bazı müfessirlere ittibaen “Allah’a halifelik” şeklinde anlayacak olursak, onun halife kılınışından gelen kıymet ve şeref, onu halife yapan Allah’ın ululuğunun derecesinden kaynaklanmakta, o, yüceliğini, kıymetini ve şerefini Allah’tan almaktadır. Melekler, ister insandan önce yeryüzünde fesat çıkaran cinlerle insanı mukayeseden, ister insanın mahiyet ve niteliğini kavramış olmaktan, isterse kendilerinden başkalarının masum ve günah işlemez olmayacaklarını hissetmelerinden veya bütün bunların hepsinden ileri gelmiş olsun, Allah’a insanın yeryüzünde halife kılınmasının hikmetini sormaktan kendilerini alamamışlar ve “orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi var edeceksin?” demişlerdi. Yaratılmaktan gaye, Allah’ı hamd ve tesbih etmek değil miydi? Bunu da melekler yapıyordu. Ama Allah, “Ben sizin bilemeyeceklerinizi bilirim” diyerek, bu icraatında meleklerin bilmediği pek çok hikmetlerin bulunduğunu beyan etti.
Ne yapacaktır bu halife yeryüzünde? Allah’ın kendine verdiği halifeliğin gerektirdiği yetkilerle donanmış olarak yeryüzünde ve oradaki yaratılmışlar üzerinde bir takım tasarruflarda bulunacak, Allah’ın adına yeryüzünde O’nun “ahkâm”ını yürürlüğe koyacaktır10. Yeryüzünü imar edecek, oradaki kuvvet ve enerji noktalarını, hammadde kaynaklarını bilip keşfederek, onları hayatın gelişip ilerlemesi için kullanacak, ama her şeyi Allah adına, O’nun adıyla ve O’nun iradesinin gerçekleşmesi için yapacak, kâinat kanunlarıyla ahenk içinde bir hayat sürecektir11. İşte, yeryüzünde halife olmanın anlamı budur. Kâinatların ruhundaki esrarı keşfedecek, dünyanın bağrındaki gizli kuvvet, kudret ve potansiyel imkânları ortaya çıkaracak, her şeyi yerli yerinde kullanarak, Allah’ın ilim, irade, kudret... gibi sıfatlarına şuurlu bir temsilci olacaktır. Ve insan, kendine verilen emaneti, Allah’a inanıp ibadet etmeden eşya ve hâdiselerin esrarına vâkıf olmaya, ondan da tabiata müdahale etmeye kadar fevkalâde geniş bir dairede cereyan edecek12 bu temel misyonu yolunda kullanacak ve bu misyonun, yani hilâfetin gereğini yerine getirdiği zaman, O’nun gerçek kulu olacaktır. Bunun adı da, yalnızca Allah’a “ibadet”tir.
Demek ki insan, yalnızca Allah’a ibadet etmek için yaratılmıştır. “İbadet”, köle olmak ve kulluk etmektir. Her ikisinin lügat anlamı da, “itaat etmek ve alçak gönüllülük göstermek”tir. Daha açık bir ifade ile, isyan etmeden, yüz çevirmeden, karşı koymadan itaat etmek ve boyun eğmektir. Kendisine boyun eğilen de boyun eğeni dilediği gibi istihdam eder. Şu halde insan, başka hiçbir şeye, meselâ nefsine, menfaatlerine, heva ve hevesine, kendi cinsinden olsun veya olmasın bir takım başka varlıklara, putlara değil, yalnızca Allah’a kul olacak, yani yalnızca O’na “ibadet” edecek, ibadetinde O’na hiçbir ortak tanımayacaktır.
Kur’ân, Firavun’un yeryüzünde gururlanıp İsrailoğulları’nı kendine kul, köle edindiğini, Nemrud’un rububiyet konusunda Allah’la çekiştiğini, Ehl-i Kitab’ın Hz. İsa’yı, Hz. Üzeyr’i ve bilginlerini, rahiplerini rabbler ve ilâhlar edindiklerini, kendilerine yanlarından çıkardıkları hükümlerle kanunlar ortaya koyan ortakları bulunduğunu, müşriklerin Allah’ı hakkıyla tanımayıp, O’nun yanısıra kendilerine yarar ve zararı olmayan birtakım putlara taptıklarını anlatır13. Ve bütün müşrik kavimlerin şirk koştukları yönleri ayrı ayrı açıkladıktan sonra, Allah’tan başka hiç bir ilâh ve rabb olmadığını, ulûhiyet ve rububiyetin parçalanma kabul edemeyeceğini, bunun kâinat için de insan için de aynı olduğunu ilân eder. Her türlü duanın, sığınmanın ve başvurunun mercii Allah’tır. O’nun, nasıl bütün kâinatı yaratırken hiçbir ortağı yoktu ise, O, kâinatın hayatı için koyduğu kurallarda da ortak kabul etmez. Saltanatında O’na denk ve ortak olacak kimse yoktur, O birdir; eşi, benzeri, ortağı olamaz; babalık ve oğulluk gibi, yaratılmışlara ait bütün hususiyetlerden mutlak manâda uzaktır. O’nun yanında, yaratılmış olmaları bakımından bütün insanlar eşittir ve bu insanların birbirlerini ilâh ve rabb edinmesi yasaktır ve şirke varan bir durumdur. O, insanların da Rabbi, Melik’i ve İlâhıdır.
Allah, sorumluluğu çerçevesinde insana “isim”leri öğretmiştir. Bu isimler, müfessirlerin kabulüne göre, bütün eşyanın isimleri olduğu gibi, Hz. Âdem’in zürriyetinden kıyamete kadar gelecek insanların da isimleridir. İsim müsemmanın aynısı olduğu için, isim koymak, isimle tanımak, ismin sahibini de tanımak ve onun üzerinde tasarrufta bulunabilmek demektir. Yani insan, kendisine öğretilen isimlerle, tasarruf sahasındaki varlıklar üzerinde, sınırlı ve sorumluluk getiren bir hâkimiyet elde etmiştir14. Daha sonra Cenabı Allah (cc), insanı, mahiyeti konusunda farklı görüşler bulunan cennete eşiyle birlikte yerleştirdi ve onu bir imtihana tâbi tuttu. Bu imtihan, esasen yeryüzünde yaşamak ve hilâfet fonksiyonunu yerine getirmek için yaratılmış bulunan insanın, yeryüzündeki hayatına uzanan süreçte geçeceği bir merhale idi. İnsan, zahiren bir sürçme ile bu merhaleyi geçti ve yeryüzündeki hayatına başladı.
1- Nuh, 71/14
2-İsfahanî 1961
3- Müslim, “Kader,” 3
4- Ahzab, 33/72
5- Sözler, “30’uncu Söz”
6- Tîn, 95/4-6
7-Lokman, 31/20
8- Bakara, 2/30
9- İsfahani, “Halife” md.
10-Yazır,1960, 1/299
11- Kutub, 1/144; 16/75
12- Gülen, Nisan 1999
13-Bakara, 2/258; Âl-i İmran, 3/64; Maide, 5/72; Tevbe, 9/30-31; Hud, 11/59; Şuara, 26/22; Şura, 42/21; Zuhruf, 43/51
14- Yazır, 1/309-310
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



