JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Sual: Efendim, sizden dinlediğimiz, öğrendiğimiz sünnet anlayışına göre, Müslümanların -sizin tabirinizle- “gardırop Müslümanı” olmasını istemiyorsunuz. Yani sadece dış görüntüsü itibariyle sakallı, şalvarlı olup sünneti içine sindiremeyen, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ahlâkını hayatına tatbik edemeyen kişilerin “ham/cahil sofu” olduğunu buyuruyorsunuz. Bununla birlikte her özün kendisini dış cereyanlardan muhafaza edecek bir kabuğa ihtiyacı olduğunu, durumu, konumu müsait olan Müslümanların da ellerinden geldiği kadar bu dış örtüye bürünmeleri gerektiğini ve bu bağlamda bir sünnetin Efendimiz kadar önemli olduğunu, buyruyorsunuz.

Bununla birlikte geçtiğimiz günlerde katıldığımız, imamlara yönelik yapılan seminerde bir ilahiyat profesörü, sünnet mevzusu üzerine  yaptığı bir konuşmada: “Sünnet derken hemen sakalı anlamayın, günümüzde bunların yerine, bunlardan ziyade, daha önemli sünnetler var. Sünnet Muhammedî bakıştır...” dedi. Bu söz uygun mudur, nasıl anlaşılması gerekir?
Cevap: Bu ifade çok kapsayıcı bir ifade. Ama böyle bir ifadeyi sadece sünnet çerçevesine indirgemek yanlış olur. Şöyle yanlış olur; bu ifade İslâm’ın tamamını kapsar. Yani böyle bakabilen zaten Müslümandır. Hz. Muhammed’in zaviyesinden hadiseleri değerlendirebilen, O’nun gözüyle hadiselere bakabilen Müslümandır.

Misal, bu evin camından, penceresinden baktığınızda içeride ne görebilirsiniz? Bu evin halkını görürsünüz. Pencere bu eve ait, içeriye baktığınızda bu evin halkını görürsünüz. Eğer sünnet, Muhammedî bir pencereden bakışsa bu pencereden baktığımızda Muhammed’i görmek zorundayız. Hz. Muhammed’i (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) gördüğümüzde; O sakallıydı, O cübbeliydi…

O pencere inancın, inançtan gelen, inancı besleyen sevginin penceresidir. Sünnet, o pencereden bakıldığında içeride görülecek olandır. İslâm’ı bir yapı gibi düşünürsek sünnet, o yapının içindeki ahâlidir. O yapının halkıdır. Bu da ya fiildir, ya ahlâktır, ya surettir, ya sirettir… Bunları başka bir şekilde izah etmek mümkün değil. Öyle ise bunları böyle sınıflandırıp yani sünneti kategorize edip; “Bazılarının miadı dolmuştur, bu grubu tasfiye edelim.” diyebileceğimiz bir şey olmamalı. Muhammedî anlayışla bakacaksak hadiseye, sakalın da, cübbenin de önemi vardır. Belki birebir, iman noktasında illâ böyle olmalı diyemeyiz. Bu çok iddialı olmak olur. Ama meselede eğer iman kadar sevgi de önemli ise, inanç kadar sevmek de önemli ise o zaman O’nun sakalı, O’nun cübbesi, O’nun sarığı, O’nun misvağı, O’nun esansı… en az O’nun kadar önem arz etmeli bizim için.

Cenâbı Peygamber bir gün dışarıda iken yerde rüzgârın dolandırdığı bir kâğıt görüyor. Sahabiden birine soruyor: “O nedir, o kâğıtta ne var, ne yazıyor?” Sahabi eğilip onu alıyor ve bakıyor. Kâğıdın üzerinde –Allahu âlem- Besmele-i Şerif yazdığını söylüyor Efendimiz’e. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tatlı bir şekilde celalleniyor ve “Allah’ın ism-i şerifini yazıp sonra o kâğıdı yerlere atanlara, bunu hakaret makamına düşürenlere Allah lanet etsin.” buyuruyor. Onları tel’in ediyor, lanetliyor.  Allah’ın isminden dolayı daha doğrusu Allah’tan dolayı, Sultanu’l-Enbiya bir kâğıda hürmet ediyor. Kâğıdın yerde kalmasını istemiyor ve ona hakaret edenleri tel’in ediyor.

O zaviyeden bakış bize bunu göstermeli. Hz. Muhammed’in bakışı bu Aleyhi’s-Selâtu Ve’s-Selâm. O’nun Allah’a bakışı… İşte biz Hz. Muhammed’e aynı noktadan bakmak zorundayız. İslâm bunu gerektiriyor. O üzerine Besmele’nin yazıldığı kâğıt kadar, Hz. Muhammed’in lihye-i şerifi bizim için kıymet arz etmeli.

Bunu şimdi biz örseleme, öteleme adına, “Sünnet bu değil, sünnet şu değil.” diyoruz peki, sünnet ne yahu? Bunu biz de kabul ediyoruz, müstakilen, yani Hz. Muhammed’in risaletini, nübüvvetini, kıymetini anlayamaksızın sakalı öne çıkarmak hiçbir şey değil. Tüyden ibarettir. Ama O’na ait bir şeyi de sürekli O’ndan ayırmaya çalışmak ve risaleti farklı, sakalı farklı göstermeye çalışmak; nübüvvet libasını ayrı, bu Allah’ın giydirdiği bir libastır, Nebi’nin giydiği libası ayrı düşünmek Nebi’yi anlamamaktır. Resûl’ü anlamamaktır. O risalet libasının üstüne Resûl, kendi libasını, cübbesini giymiştir. Ve o olduğu şekliyle, tabiri caizse o giyinik hâli ile, Hz. Allah buyurmuştur ki; “O’na uyun.” O’nu örnek göstermiştir. Kur’ân’da böyle bir ayrım var mı, Resûl’ün risalet libasını alın da kendi giydiği libası almayın? Hayır.

Şakku’l-Kamer hadisesini düşünün... İşaretiyle ayı ikiye bölüyor. Burada sizce önemli olan ne? Ayın ikiye bölünüşü mü, yoksa o ayı ikiye bölen parmak mı? O parmağa yüklenen kudret, enerji… Bu iki şık hakkında biz tercihte bulunabilir miyiz? Allah’ın kudreti sonsuzdur, ayı çok farklı şekillerde de ikiye bölebilirdi Cenâbı Hak ama onun vesilesi, O Habib’in kutlu parmağı olmuş. Sen şimdi bu parmağı küçümse, ayın ikiye bölünüşünü yüceltebildiğin kadar yücelt. Nasıl bir mantık yahu? Böyle olmaz.

Bunu biz de diyoruz; müstakilen, münferiden, sünnet bildiğimiz hiçbir şey tek başına Hz. Muhammed (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) değildir. O’nun insanlığa vermek istediği mesajla mukayese ettiğimizde bunlar bir şey değil. Ama bir mevzuyu anlamak için o mevzuda ana konu başlıkları, paragraf başları ne kadar önemli ise satır araları da o kadar önem arz eder. O satır aralarını atlarsanız mevzuyu anlayamazsınız. Sırf konu başlıklarıyla mevzunun geneline vakıf olamazsınız. Madem ki risalet dinde başlı başına bir konu başlığı, ana başlıktır; bu tip sünnetler, hangisi olursa olsun, risaletin satır aralarıdır. Bunları okumadan geçemeyiz. Bir yazıyı okurken bir virgülü atlasan birleştirsen, mevzu farklı anlam ifade edebilir. Mevzunun seyri değişir. Öyleyse bunu yapmaya hakkımız yok diye düşünüyorum. Hz. Muhammed’i (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) anlatmak adına, -hâşâ- O’nun ruhaniyetinden, O’nun şahsiyetinden, binler kez özür dilerim, Allah’a sığınırım, O’nu yolunmuş bir tavuk gibi insanlığın önüne sunmaya çalışırsak risaleti, nübüvveti ne anlamış oluruz ne de böyle anlatabiliriz.

Sünnet sadece sakal değil, derken derdin ne? Niye böyle söylüyorsun? Sakaldan veya sakallılardan ne zarar gördün? Veya bu anlamda sakalsızlardan ne tür bir faide gördünüz? Sakal neye engel? Şimdi sen bir ilahiyat profesörü olarak; “Sünnet sakal değil.” dersen, bir edebiyat profesörü de çıkar der ki; “Din sadece namaz değil.” Ona o hakkı vermiş olursun. Sen erkeğin yüzünü kazır, hayâ perdesini yırtarsan, o da kadının başını açar, hayâ perdesini yırtar. “Örtü teferruattır, imandan değil.” der. Şu ayeti kerime sanki buralara hep ışık tutuyor; “Siz onların putlarına sövmeyin ki onlar da sizin ilâhınıza sövmesinler.” Biz konuşmalarımıza dikkat etmek durumundayız. Biz bizim sakalımızı onların eline vermemeliyiz. Vermemeliyiz ki bizden başka şeylerimizi de almasınlar.

İslâm âdeta belli ana hükümleri, farizaları koruyabilmek adına sünnetleri, vacibleri şiarlaştırmıştır. Âdeta onları farzların, ahkâmın etrafına kale yapmıştır. Meseleye böyle bakmak zorundayız. İşte bugün için de sakal, belki bir sünnettir, -hâşâ- bunu basitleştirmek adına söylemiyorum, ama bir şiardır. İslâm’ın şiarıdır, Müslümanın kimliğidir. Benzeşmeyi engelleyen bir unsurdur. “Onlara muhalefet edin.” buyurmuştur Cenâbı Paygamber. Bu muhalefeti nasıl anlamalıyız? Bunun altını çok kalın çizgilerle çizmek zorundayız ki bunu herkes görebilsin.

“Hâlifu’l-müşrikîn-Onlara muhalefet edin.” Muhalefetin kapsamı nasıl olmalı? O sünnet değil, bu sünnet değil; o furuat, bu teferruat; bu asıl değil… Asıl olan ne yahu, diye sorduğunda “Allah vardır, birdir” diyorlar. Bu zaten böyle. Bunu senin söylemene gerek yok ki. Allah sen var dediğin için var, sen bir dediğin için bir değil hâşâ. Onu söylemekle nereye varmak istiyorsun? Sözde ana mesele bu. Ana mesele Allah’ın varlığı, birliği. Bugün hemen hemen yeryüzünde artık çok tanrılı dinler diye bir şey kalmadı. Bütün totemler tek tanrılı dine inanıyorlar…

Misal, şu masayı tutan bir cıvatayı gevşetsen bu masa oynamaya başlar. Oynadıkça da sen oynatırsın, ben oynatırım, öbürü oynatır, o cıvata düşer. Masanın dengesi bozulur. Zaman içinde öbür cıvataları da düşer. İslâm’ın biz bu anlamda belki tamamını yaşayamıyoruz, Rabbim yardımcımız olsun, ama en azından müdafaa ve muhafaza adına o bütünlüğü korumaya çalışalım. Niye illa sakalsız bir Muhammed’in hasretini çekiyoruz? Nereden bulaştı bu hastalık bize? Niye illa hep Peygamberimiz’i kravatlı hayal ediyoruz? Nasıl bu kanaate vardık? Nasıl bu zehebe saplandık? Takım elbiseli bir Peygamber. Ne kadar memnun olurduk öyle olsaydı. Kravat takan bir Peygamber. Herkesin boynuna asılıp sağa sola çekebileceği; yüzü tıraşlı, O’nun üzerinden bütün losyonlarımızı reklam yapabileceğimiz bir Peygamber. Bu hayal benliğimize nereden işledi? Niçin olduğu gibi kabullenemiyoruz, bu niye bize bu kadar zor geliyor? Hastalık buralarda…

Birine kırk gün deli deseniz, delirirmiş. Tıraş ola ola bu ruhumuza işledi yahu. Sakalsız bir Peygamber. Temelinde bunun bu arzu yatıyor. Evet, böyle bir tercih şansları olsa idi, buna emin olun, sakalsız bir Peygamber’i tercih ederlerdi. Peki, bu nasıl hakkı teslimdir, nasıl fıtrata dönme mücadelesidir? Bu hilkate müdahale, dolayısıyla gizli bir uluhiyyet arzusu değil mi? Allah O’nu öyle sevmiş, öyle yaratmış, öyle birini Peygamber kılmış.

Eğer sakalsızlık muradı olsaydı o dönemde de sakalsızlar vardı, mecusiler sakallarını kesiyordu. Onlara nübüvvet verirdi Cenâbı Hak. “Efendim, sakal örftü, o günün örfüydü de Peygamber o yüzden sakallıydı.” Hayır, bunu da kabul etmemiz mümkün değil. Meşru olmayan bütün örfleri İslâm reddetmiştir. Onlar açısından bir şiar olsaydı sakal, İslâm onu da reddedip Hz. Peygamber’e kestirecekti sakalını. Hacda saçlarımızı kestirdiği, halkı/tıraşı emrettiği gibi, sakalınızı tıraş edin, buyurmadı. Saçınızı tıraş edin ama sakalınızı tıraş edin buyurmadı.

Bunun temelinde yatan maraz Hz. Muhammed’in risaletiyle, Hz. Muhammed’in şahsiyyetini birleştirememek, bağdaştıramamak. Sıkıntı burada. Biz Hz. Muhammed’in risaletine iman ediyoruz ama şahsiyetine iman etmiyoruz. Şahsiyetini kabul etmiyoruz diyeceğim olmayacak. Problem burada. Hâlbuki o risalet o şahsiyetin üzerine bina edilmiştir. O şahsiyetteki mükemmelliğin üzerine bina edilmiştir.

Bunu saptırmışlar gerçi de, sûfilerin bir anlayışı vardır, derler ki; “Resûllerin velayeti nübüvvetlerinden üstündür.” Bunu birileri anlatırken -kasıtlı- sûfiler diyor ki; “Velayet nübüvvetten üstündür.” şeklinde çarptırarak anlatıyor. Bektaşi misali, o kadar hafız değiliz.

Sûfiler derler ki; “Evet, velayet nübüvvetten üstündür. Hangi velayet? Nebilerin velayetleri.” Çünkü onlar nebi olmadan önce veli idiler. Velayet sahibi idiler. O velayetlerinin üzerine nübüvvetleri inşa edildi. Nebi olduktan sonra veli olmadılar. Bu yüzden diyorum ki onların risaletleri, onların şahsiyetleri üzerine bina edilmiştir. Eğer o şahsiyetlerindeki kemalâtı, mükemmelliği anlayamazsak risaleti çok fazla anlayamayız. İşte o zaman ötesini berisini yolmaya başlarız, kuşa çeviririz.

Bunu adam gibi izah etsinler, arkadaş sakallılarla zorunuz nedir? Sünnet sakal değildir, sünnet cübbe değildir. Ne yapmış bu cübbeliler size? 28 Şubat’ı cübbeliler mi yaptı. Cumhuriyeti sakallılar mı ilan etti, kurdu?..

Bir insanın kendi geçmişinden, asliyetinden, özünden, ecdadından, hocalarından, geçmiş ulemasından bu denli rahatsızlık hissetmesi bir kompleks, bir hastalık. Evet, bir rahatsızlık hissediyorlar. Afedersiniz aslını inkâr edene çingene derler. Asliyeti inkârdır bu.

Hiç şöyle bir rüya bile anlatanı işittiniz mi... Misal, adam sıkıştığında, daraldığında, teselliye ihtiyaç duyduğunda, canı sıkkın, kalbi daralmış, başında bir sürü dertler olduğunda bir rüya görüyor. O rüya ona sanki bir kurtuluş reçetesi oluyor, bir yol açılıyor, ferahlıyor, rahatlıyor. Sorsan ona ne gördün; “Böyle beyaz veya yeşil sarıklı, beyaz sakallı nurani bir zât geldi...” Bu psikolojik bir hadisedir. İnsan kurtuluşu bile bu tip insanlarda ararken… Misal halkta Hızır telakkisi. Hızır’ı, ermişleri, evliyaları herkes sakallı, sarıklı olabilir diye tahayyül eder. Halkın heyulasında böyledir bunlar. Böyle kravatlı, sinekkaydı, takım elbiseli bir evliya, Hızır, pir anlayışı var mıdır insanlarda? Hiç rastlamamışız bugüne kadar, yok. Mesela savaşlarda halkın getirdiği götürdüğü, ne derece doğru bunlar tabi bilemiyoruz da, her savaşa getirmişler. Ama getirdikleri hep sarıklıdır, sakallıdır. Şu harpte sarıklılar, sakallılar geldi, bize yardım etti, diye anlatırlar. Kore’ye bile gitmiş mübarekler. Bu bir vakıadır. Kime yardım için gitmişlerse.

Bütün bunları özetle toparladığımızda o profesöre sormak lazım hangi toplumda yaşıyorsun, hangi zamanda, nerede yaşıyorsun sen? Sen bu toplumla iç içe değil misin? Bu toplumun bu anlamdaki meşru değerleri, senin değerlerin değil mi? Sen niye değerlerine bu kadar yabancı oldun?

Arada parazit çıkaran, bahsedilen fikirli kişiler, bunlar var güçleriyle halkı bozmak istemişler. Suyu bırak, yatağına ulaşır, halkı tabii haline bıraksalar, halk aslını bulacak. Ecdadını bulacak, ceddini bulacak, tasavvufu bulacak.

“Sünnet sırf sakal mı, ibadet sırf namaz mı, farz sırf örtü mü?..” Bunlar saçma sapan fikirler, nasıl sözler bunlar, nedir bunlar?.. Yuvarlak bir kelime, “Muhammedî bir bakış.” Nedir o Muhammedî bakış, nereyi gösteriyor, ne görünüyor o bakışın içinde? Kimdir Muhammed (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) nasıl biridir, nasıl bir şahsiyettir? Özellikleri, sıfatları, ahlâkı, karakteri, kişiliği, tavrı… Onu anlat. Bir sakız veriyorlar milletin ağzına çiğneyin durun; “Hz. Muhammed (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) gibi bakabilmek”. O bütün kâinata bakmış. O’na Allah adeta mercek bir göz vermiş. O bütün kâinata bakmış. O’nun gibi sen her şeye bakabilir misin?

Allah bize “Muhammedî bir bakış” emretmiyor. “Muhammed’e bakışı” emrediyor. Siz O’na bakın, buyuruyor. Muhammedî bakış oldu mu, kendimizi Muhammed’in yerine koyuyoruz bu sefer, oradan konuşuyoruz...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Genç kardeşlerim!
Bugün gençlerimizin çoğu memleketin futbolcularını, Zagorları, Ramboları, Kızıl Maskeleri ve artistleri tanıdığı kadar ashabı tanımamıştır. Peygamberimiz: “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olursanız, hidayete erişirsiniz.” buyuruyor. Şu halde sahabiye tâbi olmak ve her biriniz sahabiyi yaşamak; birer Sıddık, birer Faruk, birer Zinnur olmak zorundasınız…

Arkadaşlar!
Âlim, fadıl, profesör, başbakan… olabilirsiniz. Bunlar mümkündür. Ama bir Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali olmadıkça hayat-ı maneviyatımızın devamı mümkün değildir. Allah ile irtibat kurmamız, şu hadiselere çözüm bulmamız mümkün değildir.

Ebû Bekir olmaya gayret edeceğiz. Çünkü Resûlullah Hz. Ebû Bekir için, “Senin imanın bir kefeye, ümmetin imanı bir kefeye konsa, senin imanın ağır gelir.” buyurmuştur. O imana âşık olacağız.

-Cennetin sekiz kapısından da içeri girecek var mı ya Resûlallah? diye sorduğunda,

-O sensin, buyurmuştur Peygamber.

Cenâbı Hak bize onları dost edinmemizi emrediyor, Allah yolunda ölenlerle, şehitlerle dost olun. Yani şehadeti, sıddıkiyeti, evliyaları, salihleri arzulayın. İyi bilin ki bunlar ne güzel dosttur, ne güzel arkadaştır, buyuruyor. Âlimlerin mukallidi olacağız.

Hz. Mevlânâ bu mânâda buyuruyor ki:
Kalbi zahir olan insanın namazı beş vakittir,
Hakk’a âşık olan insan sürekli namazdadır…

O, sürekli namazdaymış gibi davranır. Cenâbı Hak’la yaptığı mukavelenin tesirindedir. Hayatını ona göre tanzim eder.

Ahlâk yapımızı dinin temel taşları olan bu insanlardan alacağız. Unutmamamız gerekir ki Peygamberimiz güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildi. Ahlâkı bozuk bir millet bedbaht bir millettir. Ahlâkımızın tesisi için gayret edeceğiz. Bu da gençliğin görevi. İmamı Âzam’a sorarlar: “Edebi kimden öğrendin?” O da “Edepsizden.” diye cevap verir. Bizim Peygamberimiz, karnı doyunca arpa ekmeğini bile yememiş. Peygamberimiz, huzurunda titreyen bir Arab’a “Gel, gel korkma. Ben ne melik ne de padişahım. Ben de senin gibi doyuncaya kadar kuru arpa ekmeğini yememiş Kureyşli bir kadının oğluyum.” demiştir.

Gençler!
İlmin, ahlâkın kemâlini Peygamberin varisleri olan sahabi, ehlibeyt, müçtehid âlimlerde görüyoruz. Malum, Peygamberimiz bize bir silsile çıkartıyor. Bizim dinimiz naklen gelmiştir. Bilhassa hadis mevzuunda duymuşsunuzdur. Atını kandırmak için boş torbayı göstererek yürüten sahabinin hadisini kabul etmemişlerdir. Nakilde şahsiyete bu denli önem vermişlerdir. Bu muşahhas şahısları örnek almalıyız.

Batının bir oyunu da bu örnek insanları elimizden almaya çalışmasıdır. 1980’den sonra bütün dünyada çok değişiklikler yaşandı. Komünizmin, sosyalizmin çökmesi, faşizmi de çökertti. Kapitalizmi de çatlattı. Bu çöküşlerle, çaresiz kalan gençlik fıtratına meyletmeye başladı. Çünkü İslam fıtrî bir hadise. Bundan rahatsızlık duyanlar gençler Müslümanlığı yaşamasınlar diye ellerinden gelen kötülüğü yaptılar. Yapılarında biraz eğlenceye ve zevke merakı olan gençleri sefahate sürüklediler. 1980’den sonra Türkiye’de birahaneler, bilardo salonları, kumarhaneler, atari salonları ve kahvehanelerin adetleri hızla artmaya başladı.

12-13 yaşındaki çocuklarımızı güya akıllarını geliştirecek diye atari salonlarında kumara sevk ettiler. Hayal oyunlarıyla ruhlara kumar illetini işlemeye çalıştılar. Annesinden babasından para alan genç, okulundan geldikten sonra boş zamanlarında atari salonlarını doldurdu. Annesi babası para vermeyince ceplerinden çalmaya başladı.

18-19 yaşındaki genç kardeşimizi bilardo salonlarında, bilardo masalarının başına esir ettiler. Veyahut meşru olan spor tutkusunu, gençlerde hastalık haline getirerek, spor salonlarına düşürdüler. Sen şu takımdan, sen bu takımdan diyerek, gençleri birbirine düşürüp, asıl gayelerinden uzaklaştırdılar.

Veyahut içkiye müptela ettiler gençleri… “İçki içmeyen erkek olmaz.” dediler. Gençler de erkek olduklarını ispat için meyhaneye gitmek suretiyle, kendini ispatlamaya çalıştı. Uyuşturucu müptelalığı Türkiye’de henüz fazla yaygın değil. Avrupa şimdi onu bize ithal ettirmeye çalışıyor. Buralarda görmezsiniz ama büyük şehirlerde surların içerisinde gençler uyuşturucu da içiyorlar. Ne hâle getirmişler bizleri. Rabbim bu kötülüklerin kökünü kazımayı nasib etsin inşaallah…

Gençliğe hocaları yanlış tanıttılar. “Camilerde hocanın çubuğu çok uzun olur. Tâ karşıda oturan kişinin kafasına vurur.” diyerek gençleri camilerden ve hocalardan soğuttular. Tv’de, sinemalarda Vurun Kahpeye vb. filmleri gösterdiler. Bu nedenle gençlik namazını terk etti. İşte bu sefahate meyletti.

Bu sefahate meyletmeyen, fıtratını bozmak istemeyen gençleri de değişik akımlarla, “İslam” adı altında değişik ideolojilerin esiri yaptılar… Müslümanları yine birbirine düşürdüler. Belki 12-14 yaşındaki bir genç kardeşimizi ilgilendiren bir mesele değil ama 17-20 yaşındaki bir genç kardeşimizi yakından ilgilendiren bir mesele bu. Bu ümmetin gençlerini karşı karşıya getirdiler… Geçmişte ehlisünnetin dışında bulunan Mutezililik akımını başka bir isimle gençliğe aşıladılar. Vehhabilik’i başka bir olguyla gençliğe yaydılar. Hariciliği, Bahaîliği, Cebriyeciliği, Kadıyaniliği, Kaderiyeciliği değişik isimlerle gençliğe aşıladılar… Gençlik şimdi müçtehitliği reddeden, ecdadını fütursuzca sorgulayan, Müslüman kardeşini basit bir hatasından dolayı tekfir eden bir hâle geldi.

“Resûlullah zamanında içtihat mı, mezhep mi vardı? Tarikat mı, meşrep mi vardı? Bunlar bi’dat…” diyorlar. Ey Müslüman, Resûlullah zamanında sen var mıydın? Hiç bunu sorguladık mı? Öyleyse sen de bid’atsın! O zamanda sen yoktun. Olmadığın için de sıhhatli inceleyemedin. Ne var ne yok bunu bilmiyorsun, bunun bilincinde değilsin. Şimdi seni kandırıyorlar. Niçin? Senin önündeki müşahhas isimleri, örnek kimlikleri almak, kaldırmak için… Şablonunu kaybettiğin an, senin kime benzeyeceğin belli değil… O zaman sana kendilerini numune gösterecekler… Bu numunenin stilini Batı çizmiş. Batının çizdiği bir insan modeli var. Seni o modele sokmak istiyorlar. Onun için önündeki önderlerden, üzerine bütün ümmetin ittifak ettiği liderlerden seni koparmak istiyorlar.

Evet, dün bunları sorguluyorlardı. Bugün sahabiyi sorguluyorlar. Muaviye ile Hz. Ali arasındaki meseleyi sorguluyorlar… Müslüman senin o hadiseye elin bulaşmadı. Sen o zamanda yoktun. Niçin dilini bulaştırıyorsun? Senin ashabın tümüne saygın ve sevgin olması gerekir. Seni ilgilendiren nokta Hz. Resûlullah’ın (sav) işaretidir ki şudur: “Ashabımdan birisine buğz edersiniz, birisi hakkında yanlış düşünürseniz, su-i zanna varırsanız o yanlışınız Benim hakkımdadır.”

Gençler!
Sahabinin eleştirilmesi kesinlikle yanlıştır. Hz. Osman’ı, Hz. Muaviye’yi şu veya bu sahabiyi eleştirmeler, içimize atılan fitne tohumlarıdır… Bu da yetmiyor bugünün kuşluk vaktinde bunu eleştiriyorlar, öğleden sonra da hadisleri eleştirmeye başlıyorlar. Resûlullah’ın hadislerini, yirmi üç senede konuştuklarını, adeta parmakla sayacak dereceye düşürdüler. Bir avuç kelime… Veya “Yalnız Allah’ın kitabı var. Biz Kur’ân ile amel ederiz. Hiç müteşabih meselelere girmeyiz. Kur’ân’da bir şey görürsek onunla amel ederiz. Bunun dışında bir şey kabul etmeyiz.” diyorlar. Üniversitelerimizi şimdi yıkan fitne budur…

Gençler!
Kur’ân sünnetsiz olmaz. Kur’ân’ın tefsiri sünnettir. Sünneti ortadan kaldırdığımızda, hele Kur’ân’ı bizim gibi ikinci-üçüncü elden dinlemeye mahkûm millet, Kur’ân’ı iyi anlayamayız. Edebiyatın en zirveye çıktığı dönemde, asrısaadette, Arapların şiirle, edebiyatla uğraştığı bu dönemde Kur’ân’ın ibaresini, ifadesini, Kur’ân’ı ortaya koyan hakikati anlamak için sahabi gelip Resûlullah’a sorardı. Onun sünneti ile Kur’ân’ı anlıyorlardı. Bugün bizler sahabiden daha beliğ bir ifadeye mi sahibiz? Arapların gramerine, onlardan daha mükemmelen mi vâkıfız?

Kur’ân sünnete muhtaçtır. Dedik ya, Kur’ân’ı sünnet tefsir eder. Sünnetin hükümlerini de bizlere müçtehidler söylemişler. Sünneti yorumlayan onlardır. Yoksa öyle hadisler var ki, açıklanmazsa, biz onlardan bir şey anlayamayız. Mesela Resûlullah (sav) bir yere giderken, görüyor ki bir kabristan başında birileri ağlıyor. Resûlullah buyuruyor ki: “Ölen ölmüş, bunlar zulmediyor.” Sahabinin bir kısmı diyor ki Resûlullah ağlamayı yasakladı, ölülere zulüm oluyor, ağlamak caiz değildir. Resûlullah’a en yakın olan sahabilerden biri olan Hz. Aişe bunu farklı yorumluyor. Çünkü Resûlullah’tan (sav) dinlemiş. Sünnetinden anlamış. Sahabinin müçtehitlerinden birisidir Hz. Aişe, yedi büyük fakihten biridir. Diyor ki: “Resûlullah (sav) buyurdu ki: Ölen ölmüş, bunlar ağlayarak kendilerine zulmediyorlar. Ağlamaları ölüye bir fayda ve zarar vermez. Ağlayarak kendilerini perişan ediyorlar.” Evet, hadiste anlatılmak istenen bu. Bakın hadis farklı yorumlanıyor. Şu halde düşünebilir misiniz ki sizler onlardan kâmil bir imana ve daha kuvvetli bir zekâya, müthiş idraka sahipsiniz, sahabinin anlayamadığı bir şeyi siz daha iyi anlayabilirsiniz? Sahabiden üstünlük iddia edebilir misiniz?

Bediüzzaman Hazretleri buyuruyor ki sahabiden sonra insanların en efdali Veysel Karani’dir. Veysel Karani gibi bir zat en son müslüman olan Hz. Vahşi’nin burnundaki kıl kadar etmedi. Çünkü sahabi Vahşi, Peygamberin rahle-i tedrisinde, sohbetinde -velev ki bir saat olsun- bulundu. Dinini O’ndan talim etti.


Bu bizim imanımız, inancımız. Sahabiyi kabul edişimiz bu… Öyleyse bunların üstünde hiçbir konuda ihtilaf edemeyiz. Cenâbı Hak, Resûlullah’a düşündüklerini, yapacaklarını, fikirlerini, niyetlerini ashabın ile istişare et, konuş, danış diyor. İstişarenin olduğu yerde, farklı düşüncelerin her biri o dönemde içtihad. Tefsirlere baktığımızda bazı ayetlerin önünde “Refakatü’l-Ömerî” yazar. Hz. Ömer’in arzusu, ittifakı ile nazil olmuş ayeti kerime. Resûlullah bir fikirde bulunuyor. Şu şöyle olsun, şu böyle olsun derken, istişare esnasında Cenâbı Hak ayet gönderiyor, Ömer’in fikrini teyid eder manada… Bu Ömer’in (ra) içtihadıdır.

Basit bir misal daha…
Bedir Muharebesi’nde çadır kurulacak. Resûlullah; “Çadırı şuraya mı, yoksa buraya mı kurduralım?” diyor ve çadırı bir yere kurduruyor. Sahabinin birisi geliyor ve diyor ki,
-Ya Resûlallah, bu çadırı vahiy ile mi kurdun? Cenâbı Allah mı bildirdi? O,
-Hayır, Ben böyle uygun gördüm, buyuruyor. Ashab,
-Öyleyse, ya Resûlallah, bu harp şekline uygun değildir. Bence her an imha edilebiliriz. Çadırı buradan söküp, filan yere kuracağız, diyor. Resûlullah (sav),
-Şu sahabi doğru söylüyor, diyor ve çadırı söktürüp o sahabinin dediği yere kurduruyor.

Bu bir içtihattır. Bakın Peygamber, Allah ile konuşan bir insan. Allah’a soralım demiyor ve bir insanın sözünü yerine getiriyor. Bu içtihada değer veriyor.

Selmân-ı Fârisî, Hendek Muharebesi’nde, “Şehrin etrafına hendek kazalım.” diyor. Hâşâ Resûlullah aciz mi? Resûlullah, onun fikriyle hendek kazıyor. Bu da bir içtihattır.

Habeşistan’a ilk hicret eden sahabilere soruyor Resûlullah; “Siz orada insanlara ne ile muamele edeceksiniz?” Cevap; “Allah’ın kitabıyla ya Resûlallah! Kitapta bulamadığımız zaman Sizin sünnetinize müracaat edeceğiz. Sünnette bulamadığımız meselede yakın arkadaşlarımızla aklımızı kullanacağız.” Allah’ın Resûlü “Siz güzel yaparsınız.” diyor. İşte bu içtihada açık bir kapıdır. Resûlullah zamanında da içtihad vardı ve içtihad yapılmıştır.

Sahabi zamanında mezhep mi vardı, müçtehid mi vardı diyen kişi, belli ki sahabi zamanını incelememiştir. Sadece kara balta reddiyeyi vazife edindiği için reddediyor… İnceleyeceğiz.

Efendim o zaman tarikat mı vardı? Vardı tabi. Resûlullah’ın bir takva hayatı vardı. Kur’ân bunlardan ebrar, mukarreb diye bahsediyordu. Seçilmiş insanlar vardı. Zikirle ciğerleri yanan bir Ebû Bekir vardı. Hayâ timsali bir Hz. Osman vardı. Velayet sahibi bir Hz. Ali vardı. Tasavvufun öngördüğü şeyler kelime olarak belki yoktu. Ama o gün zühd diye, ihsan makamı, tezkiye, tahliye, ebrar… diye bir şey vardı. Bunun için diyorum ki sahabiyi iyi tanıyın gençler.

Gençler… Zaman zaman tıkandıkları yerlerde bazı şeyler ortaya atıyorlar. İşte bu bid’at konusuna çok takılıyorlar. Hâlbuki bid’at konusuna takıldıkları kadar sünnet konusuna takılsalar kâmil olacaklar. Dillerini hep bid’at diye alıştırmışlar. Sünnet demeye alıştırmamışlar. Sünnet deyin sünnet. Sünnet sevginin, muhabbetin, kardeşliğin sebebi.

Gençler!
Kandırılıyoruz… 1923’te bütün âlimler asıldı, bu memlekette âlim kalmadı. Öyleyse ilim adına ne dersek kabul ettiririz, diye düşünüyorlar. Hayır, bu böyle değil. İlim varsa, ilim Allah’ın (cc) sıfatıdır ki kıyamete kadar da vardır, bu ilmin müminleri de vardır. Allah bunları eksik etmeyecek. Âlim de var arkadaşlar. Oturup bu işe hayatını vakfedip, sünnetleri, bid’atları tetkik eden âlimler var. Bizler onların araştırmalarına muhtacız. İşte Batı, bizi bu insanlardan koparmak için elinden ne geliyorsa yapıyor. Müşahhas kimliklerden koptuğumuz anda bocalıyoruz. Fikir perişanlığına düşüyoruz. Bir müddet fikrimizi savunuyor ve yoruluyoruz. Çünkü aslı yok. Yorgun savaşçı oluyoruz. Ondan sonra her şeye saldırıyoruz.

Biz ehlisünnetiz… Ehlisünnet içinde Hanifîyiz, Malikîyiz, Şafîyiz, Hanbelîyiz. Güzel ama bunları reddetmek için İmamı Âzam gibi Kur’ân’ı anlamak ve müthiş zekâ sahibi olmak; İmam Malik gibi fıkıhçı olmak, İmam Hanbel gibi kâmil bir veli, kutb-i âzam olmak lazım. Mezheplerin üstüne çıkmak için, ben de Kur’ân’la sünnetle amel edebilirim, diyebilmek için bu vasıflara haiz olman lazım. Eğer böyle bir kemâlâtın yoksa tâbi olmak zorundasın…

Toparlayacak olursak, genç kardeşlerim birer çekirdektir. Bu gençliği, samimi Müslümanlar gönül seralarında yetiştirmeye çalışmışlar. Bu meselenin çilesini çekenler var. Aman bir don vurmasın, ecnebi fikirler istila etmesin, ahlâksızlık girmesin, kâmil Müslüman olarak yetişsinler diye sizi himaye etmeye çalışanlar var. Size her şeyin en güzelini vermeye çalışanlar var. Bir tarafta sizin ekininizi bozmaya, mahsulünüzü talan etmeye çalışanlar var. Gerek müsbet gibi görünen akımlar, gerek menfi akımlar… İnşaallah bunların hiçbirine kapılmayacağız…

Resûlullah’ın (sav) bize bıraktığı Kur’ân ve sünnete sarılıp bu iki emaneti de elden ele bize getiren bir silsile var. Emanetleri bu silsileden alacağız.

Birinci derecede Resûl’ün ashabı…

İkincisi; ehlibeyt ki Nuh’un gemisi gibidir. Küfür zamanında bu gemiye binen halas olur.

Üçüncüsü; ümmetimin evliyası, hizmet yolu ile İsrail kavminin peygamberi gibidir.

Dördüncüsü; âlimler, nebilerin varisleridir.

Beşincisi; Müslüman Müslümanın kardeşidir.

Rabıta oluşturup emanetleri muhafaza edip, bizden sonraki nesle de kâmilen teslim etmiş olacağız inşaallah… Cenâbı Hak asrımızın her türlü menfi cereyanlarından, sapık ideolojilerinden bizleri muhafaza eylesin. Bizleri, bilgili, hamiyetperver, ahlâklı, vatansever, Müslümanlara karşı şefkatli, merhametli kılsın inşaallah.

Cenâbı Hak hepinizden razı olsun. Âmin…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Değerli Müslümanlar!
Eskiden memleketimizde sağcılarla solcular çarpışıyorlardı. Halkın zihninde de genelde sağcı, Müslümanlar dindar kesim; solcular da imansız kesim olarak yer alırdı. Bir başka İslâm ülkesine baktığımızda, mesele tamamen farklı bir şekilde karşımıza çıkıyordu. O dönemlerde Lübnan’da solcu Müslümanlarla, sağcı Hıristiyanlar çarpışıyordu. Bunlar geçmişte kaldı.

Mücadele yine devam etti. Fakat isim değiştirdi.

Memleketimizde Sünni-Alevi mücadelesi, Türk-Kürt mücadelesi yani ırk mücadelesi başlatıldı. Bunu da bütün dünyaya yaygınlaştırmaya çalıştılar. Araplar da “En iyi Arap, en kötü Arap” mücadelesini diğer ülkelere ithal etmeye çalıştılar. Arapları da birbirine düşürdüler. Dünyada oynanan bütün oyunların senaristleri aynı insanlar. Komedyenler zaman zaman farklılaşıyor.

Memleketimizde bir üçüncü cephe açmaya uğraşıyorlar. Sünni-Alevi, Türk-Kürt, Dinci-Köktendinci Müslümanlar… Bununla bütün grupları birbirine düşürmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bunlar böyle yapadursun Cenâbı Hak: “Onların bu hileleri, tuzakları, desiseleri varsa, Cenâbı Hakk’ın nusreti, kudreti, saltanatı daima onların hileleri üzerindedir. Cenâbı Hakkın gücü, onların hilelerini boşa çıkarmaya kadirdir.” (el-Âl-i İmrân: 2/54) buyuruyor.

Peki, bunca çile ne için?

Allah (cc) Kur’ân’ın birçok ayetinde: “İnnallahe mea’l-mu’minîn, mea’s-sabirîn, mea’l-muhsinîn, mea’l-muttakîn…” diyor. Allah mü’minlerle,  sabirinlerle, muhsinlerle, muttakilerle beraberdir. Amenna… Dünyada elli beş İslâm ülkesi var. Bunların ekser çoğunluğu Müslümandır. Kiminin kısmi idareleri İslâm, halkları Müslüman. Peki, mü’min, muhsin, muttaki; Allah’a yakın, Allah’tan korkan, ebrar insanlar yok mu bu memleketlerde? Bizler Türkiye’de yaşadığımız için özellikle Türkiye’nin meselelerini konuşacağız. “Eve lazım olan, camiye haramdır.” demişler. Biz uzaklara gitmeyeceğiz.

Evet, meseleler müşterek. Ama Rabbim bir sınırlama getiriyor. “Kendinizi ve ailenizi yakıtı taşlar ve insanlar olan ateşten koruyunuz.” (et-Tahrim: 66/6) Hizmeti kendi içimizden, kendi bünyemizden başlatıp daha sonra sınırları aşmak suretiyle dünyaya ulaşmayı hedefleyeceğiz. Kendi bünyemizdeki meselelerimizi halletmeden, dünyaya ulaşmak, bu bizim için çok güç olur.

Muhterem Müslümanlar!

Türkiye’de muttaki insanlar yok mu? Var elhamdulillah. Belki de teheccüdlerini bile kazaya bırakmamış insanlarımız mevcut. Sürekli Cenâbı Hakk’ın zikri, şükrü; Hakk’ı tefekkür ile meşgul. Esma-i ilâhînin tecellilerine vasi olmuş insanlar var. Binlerce sûfimiz, murşidimiz, sabirîn olan insanımız var. Bu memlekette sistem tarafından ezilmiş, çileye mahkûm edilmiş belki de bu ana kadar rahat bir nefes alamamış ama sabırdan başka çaresi olmayan, Cenâbı Hakk’ın müjdesine itimat etmiş, “İnnallâhe mea’s-sabirîn” fehvasından bir medet uman insanlar var. Muhsin, infak eden, ihsan eden, ikram eden insanlar var. İşte böyle münevver müesseseleri oluşturan sizler gibi on binlerce insan var.
Peki, niçin Allah’ın vaadi tahakkuk etmiyor?

Niçin Allah bu insanlarla değil? Ezilen, dışlanan, kanı akan, hesaba çekilen mü’minler, mü’minler, mü’minler… Niçin bu mü’minlerin çilesi dolmuyor? Niçin mü’minler bu saldırılara reva görülüyor? Ne zaman Türkiye’deki Müslümanlar korkusuzca, illa bir etiket alması şart olmadan bir araya gelecek? Hiçbir kimliğin altına girmeden, sırf Rabbi’nin rızası için ne zaman bir araya gelecekler? “Allah’dan lutuf ve rıza isterler.” (el-Fetih: 48/29)

Cihad Müslümana farz, kıbleyi belirleyen başkaları; abdest Müslümana farz, suyu getiren başkaları… Yüzümüz kalmadı her yönüyle, af buyurun, kendilerine gebe bırakmışlar…

Muhteremler!

Kainatın Efendisi, Veda Haccı’nda Kusva adlı devesinin üstünde yüz bine yakın sahabiye, gökteki yıldız gibi olan insanlara sesleniyordu: “Size iki şey bırakıyorum: ‘Kitabullah ve sünnet-i Resûlullah.’ Bu ikisine sarıldığınız müddetçe sizi hiçbir güç, hiçbir komplo, hiçbir top sindiremeyecektir.” diyor ve sahabiye soruyordu: “Ben Allah’ın Bana indirdiklerini, vahyettiklerini, bu dini hakkı ile size tebliğ ettim mi?”

Ashab-ı kiram hep bir ağızdan: “Sen en mükemmel bir şekilde görevini yerine getirdin. Sen hakkı, bütün ayrıntıları ile bize tebliğ ettin, tevhid akidesini bina ettin. Binayı tamamladın.” diye cevap veriyorlar. Yani “Biz bu emaneti üstlendik, gönlün müsterih olsun, kalbin rahat olsun, Sen’den sonra biz bu dini en mükemmel bir şekilde devam ettireceğiz” diye sahabi söz veriyordu. Resûlullah (sav) şahadet parmağını kaldırararak: “Ya Rabbi ashab ile yaptığım bu sözleşmeye şahit ol!” diye Allah’ı şahid gösteriyordu.

Efendiler!
Bizler belki ceseden orada değildik. Biz sahabi misali “Semi’na”, O’ndan işittik diyoruz. Kendilerinden asla yalan sadır olmayan sahabinin verdiği sahih habere iman ettik. “Evet, böyle olmuştur.” diye, hatta yemin bile edebiliriz, Elhamdulillah… Bizim tasdikimiz, o gün sahabiye yüklenen emaneti kabulümüzdür. “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah” diyenlerdeniz, bu sözle buna söz verdik. “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi…” (el-Ahzab: 33/72) Resûlullah’a söz verdik, emaneti yüklendik ama Allah niçin bizimle beraber değil?

Allah bunun cevabını yine kendisi veriyor.

“…Çünkü o çok zalim ve çok cahildir.” (el-Ahzab: 33/72)

O söz veren, o dinlerini hiçbir şey ile değişmeyecek, “Velel-âhiratu hayrun leke mine-l-ûlâ” Ahiretin daha hayırlı olduğuna iman eden kimseler zalim ve cahillerden olurlar. “Hocam biz mazlumuz; zalim ve cahil değiliz.” diyebilir miyiz? Acaba biz mazlum muyuz? Mazlumiyete, zulümlere rıza göstermekle korkarım ki zalimiz. Resûlullah (sav), “Hiçbir şey elinizden gelmezse, bir avuç toprak serpiniz.” buyuruyor. Belki bunu yapmamakla zalim ve cahillerden olduk. İşte bu yüzden Rabbimiz zalim ve cahillerle beraber değil.

Ben şahısları kastetmiyorum. Toplum olarak büyük zulmetin, zilletin, cehaletin içindeyiz. Kusura bakmayın. Belki de Oltu’nun en münevver insanları sizlersiniz… Ama misafir geldiği zaman bir araya geliyorsunuz. Bunun haricinde bir araya gelmiyorsunuz, bu zulümdür. Müslümanların birbirinden uzak durması zulümdür. “Birlik olduğunuz zaman rahmet, bereket var; ayrı durduğunuz zaman zulüm var, azap var, meşakkat var.”

Mezhebiniz ne olursa olsun; Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî olabilirsiniz. Meşrebiniz ne olursa olsun; Kadirî, Nakşî, Rufaî, Mevlevî, Şazelî olabilirsiniz. Allah’a giden yollar mahlûkatın nefesleri adedince… Ehli zikir, ehli fikir olabiliriniz. Bunlar asgari ihtilaflardır, güzel ihtilaflardır. Bunlar birbirlerini tamamlayan ihtilaflardır. Bunun kavgasını yapmayınız.

Hüsnü kabulumüz var. Dört mezheb ehli sünnet vel cemaatle olur. Ve hepsi haktır diyorum. Meşrepler de böyle Peygamberlerin dahi “nefsî nefsî” diyeceği bir günde bütün ümmütlerin enbiyasıyla beraber “Livâ-yi Hamd’e” seyirttiği bir günde, bütün insanlar birbirinden bir medet araken, Nakşibendiyiz misal… O mahkeme-i Kübra’da Abdulkadir Geylânî başını secdeye koymuş ümmet için Cenâbı  Hakk’a yalvarıyor: “Ya Rab! Muhammed ümmetini halas eyle. İşte bu bir yardım, çünkü biz ümmeti Muhammediz. Acaba orada “Hayır ya Rabbi! Bu duaya ‘amin’ demiyorum, bu Nakşibendidir.” diyebilir miyiz? Aynı şeyi Kadirî için de düşünün, bakın ihtilaflar rahmettir, bizim kurtuluşumuzun vesilesidir.

Söylerken “On iki tarikat haktır.” diyoruz. Farz ve sünnete muvafık olanlar tabi. Lakin ne hikmetse meşrebimizden farklı bir meşrebte bir insan gördüğümüzde aynı hüsnü kabulümüzü gösteremiyoruz. Hani Nakşilik haktı, hani kadirilik haktı? Bir nakşi kadiriyi gördü mü “Sizin yolunuz dere, bizimki nehir gibi, gel bize katıl.” diyor. Halbuki ikisi de denize gidiyor, neden ihtilaf çıkarıyorsun öyleyse. “Efendim, onların üstadı yok!” Peki onların atama memuru sen misin? var yok biliyorsun. Eğer o insanda İslâm’a muhalif bir şey görüyorsan ikaz et, tebliğ senin görevin. Silgiyi bırak kalemi eline al. Silme, yaz. Yaz ki adet çoğalsın. Çünkü Peygamber: “Sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” diyor.

“Hesap günü gelmeden kendinizi muhasebe edin”(Hadisi Şerif)

Resûlullah yahudilere, hristiyanlara ve putperestlere karşı, bizimle iftihar edecek. Şöyle bir bakalım “Lâ ilâhe illallah” sözünden başka onlardan farkımız ne? Fikir olarak, muamele olarak, icraat olarak, yahudilerden, siyonistlerden, kapitalistlerden, hristiyanlardan farkımızın ne olduğunu ortaya koyun diyor. “Gevşemeyin, üzülmeyin! Eğer (gerçekten) inanmış iseniz en üstün olan sizlersiniz.” (el-Âl-i İmrân: 2/139)

İnanıyorsanız, mü’minseniz, inancınızı yaşıyorsanız üstünsünüz. Yoksa Hz. Ömer’in buyurduğu gibi; “İnandığınızı yaşamıyorsanız, yaşadığınıza inanırsınız.”

Siz sizdekini değiştirmedikçe Mevla sizi değiştirmeyecektir. Yani zulum üzere olan bir topluluk hidayeti arzu etmedikçe, sa’yu gayret göstermedikçe Allah onlara hidayeti nasip etmeyecektir. İbrahim Hakkı Hazretleri de böyle buyuruyor:

Hak’tan olacak işler,
Boştur ğâm ü teşvişler
Hak bildiğini işler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

Hele o topluluk zalim ise “Allah dinine yardım etmeyenlere hidayet etmeyecektir” Allah galiptir ve intikam sahibidir. Üstelik intikam alacaktır. Onun için çok yalvardım ki inşaallah bu hadiseler intikam olmasın. İmtihan olsun bunlar, imtihanını neticesinde mükafat var. İntikamın neticesinde ise azab var, korku var, gazap var…

İnşaallah bunlar imtihan olsun… İmtihan neticesinde Cenâbı Hak buyuruyor; “Vebeşşiri’s-sâbirin-O zaman sabredenleri müjdele”. Bunun için dua edelim mü’minler.

Demek ki Bizler tam manasıyla mustaz’af değiliz. Mazlum değiliz. Zulümde bizim de payımız var, cehilde bizimde payımız var. Çünkü emaneti yüklendik, vazgeçemeyiz. Vazgeçelim diyelim bunu da yapamayız. Bizde bir misal vardır:

-Baba bir hırsız tuttum.
-Al getir.
-Gelmiyor.
-Bırak gel.
-Bırakmıyor.

İslâm bizim kanımıza, damarımıza iliğimize işlemiş. Bin sene bu millet Müslüman yaşadı. Bunun için bizi sıkıştırıyorlar. Yüz senedir kademe kademe dozu artırıyorlar. Çaresiz kaldıkları yerde Müslümanlarla görüşmeye gidiyorlar. İnşaallah o Müslümanlar onlara layık oldukları cevabı vermişlerdir.

Efendiler! İlk insan ve ilk Müslüman Hz. Âdem’dir (as). Hz. Âdem’den bugüne insanlar üç sınıfta toplanmışlardır: Birincisi Mü’minler. Kainatın en şerefli varlığıdırlar. Cenâbı Hak’ın muhatabıdırlar. Müjdelenmişlerdir. Yer yüzünde hak namına icraat yapmaya memurdurlar. İkincisi bunların tam zıddı, karşıtı alan kafirlerdirler. Her şey zıddıyla bilinir. Allah müstesna, gece ile gündüz, zulum ile nur , tatlı ile acı, mü’min ile kafir. Üçüncüsu bunların ortasındaki münafıklardır. Münafık, Kur’ân diliyle kafirden eşeddir. Hatta onlardan daha aşağı tabakadadırlar. Ama görünüşte Müslümanlarla beraberdirler. Onlara “Fesat çıkarmayın” dendiğinde, onlar: “Biz fesat çıkaran değiliz, biz ıslah etmek için varız.” derler. Gün gelir ezana, bayrağa, Kur’ân’a sığınırlar. Mukaddesatçı kesilirler. Bunlar dost görünen akılsızlardır. Bunlar akıllı düşman bile değillerdir.

Hz. Mevlana Mesnevisi’nde şöyle der: “Ne yılansın ne balık, ya yılan ol ya balık!” Çaresizdir bunlar. Bunlar yüz seneden beri iş başındadırlar. Yoruldular bunlar, izine ayırmak lazımdır.

Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın...

Not: Bu makale, Hâce Hazretleri’nin (ksa) 1995 yılında, Oltu’dan Selam Dergisi’nde yayınlanan sohbetinden alınmıştır...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 28 May 2014 15:08

İBADET HAYATIN GAYESİDİR

Sual: Efendim, kendini eksik gören, eksikliklerini gidermek isteyen bir Müslüman bu eksiklerini tespit ederken de bazen yanlış çıkarımlarda bulunup aksi yöne meyledebiliyor veyahut da “Ben bu eksikleri nasıl olsa tamamlayamayacağım.” deyip meşguliyetlerinden dolayı kimi kendini futbola vermiş, kimisi televizyona vermiş… Bazen de bu eksikleri tamamlayayım derken çok yorucu bir program belirliyor kendisine. Misal Kur’ân ezberlemeye başlıyor veya belki ilk sırada yapması gereken şeyleri atlayıp başka şeylere yönelebiliyor ve sonunda yoruluyor. Bu da neyi en başta yapacağını, neyi en başta durduracağını tespit edemediğinden… İnsan bunu nasıl tespit etmeli, ya da nereden başlamalı?
Cevap: Hakikat, ilk başta bir bilgi olarak bize bildirilmiştir. Hakikat, madde diyebileceğimiz anlamda mücessem bir varlık değildir. Bilgi olarak sunulmuş ve bizim bu bilgiye önce inanmamız, sonra öğrenmemiz, sonra yaşamamız istenilmiş. İnsan başta bu sıralamayı bozamayacağını bilecek. Bu sıralamayı bozduğunda hiçbir şey öğrenemez, öğrenemediği gibi inanamaz, dolayısıyla da yaşayamaz.

Bu bilgi de kişinin tek başına elde edebileceği bir şey değil. Hakikat dediğimiz bu bilgiyi biraz daha güncelleştirerek buna “hayat” diyebiliriz. Bu bilgiyi insan kendi başına öğrenemez. Mutlak bunun için kendi dışında farklı insanlara ve bir sürü yardımcı araç, gerece ihtiyaç vardır.

Bu girizgahtan sonra, sen eksik-fazla bir şeyler tespit etmişsin. Bir, senin bu tespitteki kriterlerin neler, neye göre tespit ettin? İki, kendi başına bir uygulamaya girdin bu uygulamadaki referansın, ölçün, bilgin, verin ne idi? Eksik tespitinden daha önce bunları bilmeli…

Misal bir insanın başı ağrıyor ama bu ağrının neden olduğunu bilmiyor. Şöyle diyebilir misiniz; “Ya benim tansiyonum çıkmıştır. Bu ağrı ondan oluyor, hemen tansiyon ilacı alayım.” Düşüncesiz bir şekilde baktığımızda bu bir çare gibi görünebilir, adamın başı ağrıyor, ilaç alıyor. Peki, senin baş ağrıları veya bu ağrının nedenleri hakkında bir bilgin var mı? Bu ağrı tansiyondan mı, migrenden mi? Aç adamın da başı ağrır, açlıktan olabilir, uykusuzluktan… çok farklı sebepleri olabilir. Sen bunu neye göre tespit ettin?

Böyle bir tespit ne kadar yanlışsa ve bu insanın yaptığı şey, çok özür dilerim, ne kadar aptalca bir şeyse bir insanın da kendi adına, kendi başına dini eksiklikler tespit edip “Ben bunları tamamlayacağım.” demesi ayniyle aptalca bir şey. Başı ağıran insana doktor tomografi, beyin grafiği çekecek, belli tahliller yapacak, ağrının sebebini tespit edecek ve ona diyecek ki; “Sendeki ağrı bundan. Sen şunları yeme, içme veya misal, güneşte durma,  şu ilaçları iç…”  İşte bu tamam.

Eğer insan da hem belli eksikliklerinin olduğuna inanıyor, bu eksiklikleri tamamlamak istiyor ve hem de kendi başına tespitler yapıyor sonra da boş vermişliğe düşüyor, ifade ettiğiniz futbola, televizyona vs. düşüyorsa bu insanın tespiti samimi değil demektir. İşin lafını yapan ortamda, mecliste, toplumda “Ben şunları yapamıyorum, benim noksanlarım bu.” diye sürekli gündeme getirip bu eksiklerin giderilmesi noktasında ciddi bir adım atmayan insan bu tip konularda lüks içinde bir insandır…

Kapıya bir kovan eşek arısı koyup milletin kovanından balları çalan o adamın misali…  Dostlar işbaşında görsün, arılar vın vın diyorlar, o yine gidiyor milletin kovanından balları çalıyor, getiriyor. Gelip kovana vuruyor ve “Siz vın vın deyin bal benden.” diyor…

Yukarıda bahsettiğimiz adamınki vın vın. İslâmî ıstılahlara göre başka şey de söyleriz de uygun olmaz diye endişe ediyorum, üzerine alan arkadaşlar olur, bu yüzden onu söylemiyorum. Bu bir samimiyet değil. Bu eksik tespiti değil, bu lüks. Bu adam lüks konuşuyor.

Öbürü de kendince tespit etmiş, hummalı bir çalışmaya girmiş. O da usül bilmiyor. Kaldıramayacağı bir yükün altına girmiş. O doktora gitmeyen adam gibi.

Çocukların bir şarkısı vardır,

Açmış bakmış dolabı
Şeker de sanmış ilacı
Yemiş yemiş bitirmiş
Akşama sancı başlamış

Bu hikâye o adamınki gibi… Doz bilmiyor, hastalık bilmiyor… “Eksiğim ne benim?” deyip kendince de tespit edip “Ben hemen Kur’ân-ı Kerim ezberlemeye başlayayım. Ben şu kadar hadis ezberleyeyim.” Veya yığmış önüne kitapları “Ben bunları okuyayım.” Ne kadar okursa okusun, o okuduğundan hiçbir şey anlamayacak. İki gün sonra sıkılacak, onların içinde boğulacak.

Bu adamın yapacağı, bir bilene, âlime, fâdıla gidecek. Kendini önce ona ifade edecek. Ben kendimde şu şu eksiklikleri görüyorum. Benim böyle noksanlarım var. Ben bu noksanları nasıl telafi edebilirim, nereden, nasıl başlayabilirim? O âlim/fâdıl ona bir program çıkaracak ve bu program dâhilinde hazmede ede devam edecek. Ve zaten antrenman yapan bir insan gibi eksikliklerin giderildiğini gördükçe gayrete gelecek. Ufaktan başlayıp her gün doz arttırılarak samimiyetinin, ihlasının, bilgisinin arttığını görecek. Ama bu bir program dâhilinde olursa ona fâideli olacak. Yoksa onda bir maymun iştahlılık başlar, bir sürüye saldıran kurt gibi olur. Kurdun yiyeceği belki bir tanedir ama aç olduğu için sürünün hepsine saldırır. Hiçbirini de yiyemez, boğar, bırakır. İnsan bir tefsire saldırır, bir ezbere saldırır, bir hadise saldırır… Bakarsın ki geride alabildiği hiçbir şey yok. Misal süratle giden bir arabayı düşünün, bu araba bir anda bir çakıla vursa adam da çıkayım diye habire gaza basar, bastıkça batar. Belki motoru yakar.

Bunun için insan eksik tespit ederken ve bu eksikleri giderme noktasında bir gayret içerisine girecekse mutlak program, yardım, rehberlik hizmeti diyelim biz buna, bu gerekli.

İnsanlar dünyada zarar ederim korkusuyla bütün dünyevi meselelerini ehil gördükleri insanlara danışıyorlar, istişare ediyorlar, soruyorlar. Ticaret için muhasebeci tutuyor, ekonomistlerle konuşuyor, ekonomik programlara katılıyor; hukukla alakalı ise şirketine avukat tutuyor; sağlığından endişe ediyorsa zaman zaman gidiyor check-up yaptırıyor, kendini kontrol ettiriyor; zaman zaman bakıyorsunuz sabahları kalkıyor sıhhatte, zinde kalmak için spor/antrenman yapıyor, saunaya gidiyor, vesaire… Sürekli yardım alıyor. Ama ne hikmetse insanlar dine gereken değeri vermedikleri için dini meselelerde yardım almayı düşünmüyor. Zannediyor ki bu din benim dinim, ben bunu iyi biliyorum. Hâlbuki bugünün insanının en çok cahil olduğu konu din konusu.

Biraz önce de bir arkadaşla konuşuyorduk, misal finans kurumundaki bir memura -ekonomiyle alakalı bir iş yapacak- bir şey söylüyorsun, hemen “Yok, bu İslâmî prensiplerde yok.” Yahu sen kimsin, İslâmî prensipleri ne biliyorsun sen? Senin şurada yaptığın iş hangi İslâmî prensibe uyuyor. De ki bu bizim stilimizde, çalışma programımızda yok, eyvallah, tamam. Öbür tarafta yaptıklarına bakıyorsun, “Peki, bunlar İslâmî prensibe uyuyor mu?” diye soruyorsun, o zaman “Üstler böyle emrediyorlar, yukarıdan böyle istiyorlar.” diyor. Demin niye bunu söylemiyordun? Demin de de ki; “Yukarıdan böyle istiyorlar.” İslam’ı, dini çok iyi bildiğini zannediyor. Bir şey söylediğinde de “Biz de namaz kılıyoruz hacım.” diyorlar. Sanki namaz kıldı mı her şey bitiyor, her şeyi bilmiş oluyor. “Benim de babam hacı, sakallı; annem örtülü…” diyor. Bunu niye söylüyorsun, bunun anlamı ne? Babanın sakallı olması, annenin örtülü, hacı olması veya senin namaz kılıyor olman İslam’ı çok iyi bildiğin anlamına mı geliyor?

En cahil olduğumuz konu din konusu ama en çok ahkâm kestiğimiz, hiç danışma ihtiyacı hissetmediğimiz konu da din konusu. Öyle olunca din sahasında bir arpa yolu boy alamıyoruz ve hiçbir eksiğimizi de gideremiyoruz. O çakılda saran araba gibi sarıp duruyoruz, eksiklerimizi tamamlayamıyoruz.

Geçmişte ilginçtir, bir gün Ğavs (ksa) müridandan birine şiddetle kızıyor. Niye kızıyor diye ben de merak ettim, kulak kabarttım. Adam kürt, kürtçe ona sayıyor ve ona buyuruyor ki, “Sadece farz namazlarını kılacaksın.” Namazlardan sonraki tesbihatı bile ondan men ediyor. “Subhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber demeyecek, tesbih eline almayacak, hiçbir zikir, salavat söylemeyeceksin.”

Çok ilginç geldi bana. Ğavs, bir tarikat şeyhi, adama diyor ki, hiçbir zikir, salavat, hiçbir tilavet yapmayacaksın, sadece sünnetleriyle farz namazları kılacaksın. Herhangi bir nevafil ibadet yapmayacaksın. Sertçe kızdı, bağırdı. Adam mahcup. Ğavs Hazretleri bir kaç sefer de “Anladın mı?” diye sordu. Adam, “Anladım kurban.” dedi, kalktı, gitti. O anda Ğavs’a bir şey soramadım ama bir keyifli zamanında dedim,

-Kurban o adam neciydi, kimdi, ona buyurdunuz ki; “Sade farz namazı kılacaksın, başka bir şey yapmayacaksın.”

Dedi ki; “O şeytanın maskarasıydı. Şeytan onu ibadetle kandırmış. O yüzden o ibadetleri yapma dedim. Şeytan ona ibadet yaptırıyor, adeta o şeytana ibadet ediyor.”

Şeytan ona gelip diyormuş; “Sen kalk, gece teheccüd kıl.” Bu kalkıyor gece sabahlara kadar namaz kılıyor, yatıyor sabah namazını kılamıyor. Ona diyormuş ki; “Kalk, yüz elli bin, iki yüz bin zikir çek, seni Allah yatmak için mi yarattı?” Bu tesbihi alıyor, örtünün altından çıkamıyor. Bu sefer evdir, tarladır her şey kalıyor. Buna gelip diyormuş ki; “Oruç tut.” Yazın o sıcaklarda oruç tutuyor. Geliyor; “Visal orucu tut.” diyor, bu tutuyor, yemiyor, açlıktan takatsiz düşüyor. Şeytan buna gelip diyormuş ki; “Senin hanımın senin bu hallerine itiraz ediyor. Allah’a zikrin, ibadetin münkiridir, onu cezalandır.” Sen niye bu hallere itiraz ediyorsun diye, hanımını dövüyor.

Ğavs buyurdu ki onun imanını zikir yaptırarak, nafile namazlar kıldırarak, oruç tutturarak alacak. Bu kadar tuttum, daha tutmayayım deyip farz oruçtan soğutacak, Ramazan’ı tutmayacak. Farz namazı kılmayacak. Yuvası yıkılacak, çaresiz kalınca haramlara bulaşacak.

İnsan düşünse bu adam ibadet yapıyor, namaz kılıyor, zikir çekiyor bundan daha makul bir şey olabilir mi? Şeyh de ona diyor ki kılma, çekme, yapma. Bu adam böyle haller onda başladığında gelse, bu rüyalarını paylaşsa, anlatsa bu sıkıntılara düşmeyecek.

Bunun için insanın dini meselelerde rehberlik hizmeti, gerçekten en çok ihtiyacı olan konu. Çünkü dini bilmiyor. Evet, bu toplum inandım diyen ama neye inandığını bilmeyen bir toplum. Geleneksel bir inanç var; neye, nasıl inanacak bilmiyor. Eksiğini tespit eden insan o eksikliklerini giderebilmek için dershaneye giden bir çocuk misali yardım almalı, bir program dâhilinde eksikliklerini telafi etmeli.

Sual: Günümüzdeki usül yanlışlığından kaynaklanan eksiklikler var. İnsanların meselelerde öncelik verdikleri hususlar farklılaşmış. Bazen televizyondaki programlarda büyük bir insandan bahsederken şu kadar namaz kılardı, şöyle ibadet ederdi gibi söylemler işitiyoruz. İnsanlar da sanki buna heves ediyor ve ne olacaksa böyle olacak diye zannediyor. Bu mevzuun hakikati hususunda ne buyurursunuz?

Cevap: Bu tip şeyler bir nostalji olarak anlatılıyor. İbadetin/kulluğun, hayatın maksadı, gayesi olduğu anlatılmıyor. İbadetler/kulluk hayatın gayesi olarak değil, sanki hayatın aksesuarı olarak anlatılıyor, sıkıntı burada. Nostalji, bunları yapın. Bunları da Kadir gecesi gibi gecelerde, Ramazan geceleri, cuma gecelerinde yapın. Hastanız varsa yapın.

Şimdi televizyonlardaki bütün dini programlara bakın, istisnalar kaideleri bozmaz, hep tarotçuluk. Cinlere karşı, çocuğum imtihanı kazansın diye, uyumayan çocuğa hangi dua okunmalı, geceleri uyuyamazsan şu duayı oku… İşler bunlara dönmüş, uğur abbas duaları. Asıl dertler unutturulmuş millete. İhlassızlığın, irfansızlığın, iz’ansızlığın, nifağın, fıskın, fücurun… reçeteleri sunulmuyor. Mesela koskoca profesör oturmuş program yapıyor, canlı yayın bağlantısı, kadın açıyor, rüya anlatıyor; kaynana gelin ilişkilerini anlatıyorlar, kaynanam bana şöyle yaptı, ben gelinime böyle yaptım. Ne bu? Bunları soruyorlar. Profesör de bir şeyler söylüyor. Bir profesörün anlatacağı şeyler bunlar mı? O kadın sesim televizyonda duyulsun, ben de programa katılmış olayım diye arıyor, soracağı bir şey yok. Hoca da onu kale alıp cevap veriyor. Hadi on sorudan biri böyle olsun tamam diyeyim de on soru da öyle. Dini programlar dedikodu yeri olmuş.

Programı sunan hocaefendiler her programa bir şarkıcı, türkücü alıyor, onunla konuşuyor. Niye canım, bir tane ilahiyatçı al karşına. Bir sefer de bir fıkıhçı, bir tefsirci çıkar, kelamcıyla çık. Ciddi bir konu koy ortaya, onunla müzakere et, millet dinlesin, öğrensin. Kelama dair konuları konuşmak veya fıkhın gerçekten günümüzde ihtiyaç olan meselelerini konuşmak prim yapmıyor; ama rüyalardan konuşmak, kaynana gelin ilişkilerinden konuşmak, eften püften şeylerden konuşmak, bunlar reyting yapıyor.

Günümüzde insan kime güveneceğini de bilemiyor. Şimdi Diyanet’in uygulamasına göre imamlar cuma namazlarında hutbede Türkçe dua ediyor, cemaat de âmin diyor. Arkadaşın birisi işyerinin yakınındaki camiye cumaya gidiyor ve orada da imam efendi dua ediyor, cemaat de âmin diyor. Bu arkadaş kendi imkânlarıyla araştıyor ve bu uygulamanın bid’at olduğunu öğreniyor. Gidiyor, imama söylüyor, bu yaptığın doğru bir iş değil, bu bid’at, bunu yapma. İmam da demek ki emir almış. Bir de bakıyor adam memur, diyor; “Bu senin işin mi, senin sahan mı?” Diyanet, Türkiye’de dinin sorumlusu kurum, dini kurum. Sen gelmiş bana bid’atten bahsediyorsun. İmamın tercihi belli. İmam devam ediyor. Arkadaş da bunun arkasında cuma namazı olmaz, kılınmaz diyor, gitmiyor. Bunu açıyor yine bir hocaya, resmi hoca değil ama okumuş, fıkıhla çok iştigal etmiş birisine soruyor. Camilerde cuma namazlarında dua edip âmin demek caiz mi? O da diyor ki caiz değil, bid’at. “Peki, ben bid’at işliyorlar diye cumaya gitmiyorum doğru mu yapıyorum?” diye soruyor. Arkadaş, “Çok doğru yapıyorsun, cuma kılınmaz, cumaya gitme.” diyor. Şimdi bunu nereye sığdırırsın? Öbürü hadi bilmiyor, aklınca bir bid’ate kafayı takmış, pire uğruna yorganı yakmak derler ya bir bid’at uğruna cumayı, farz olan bir ibadeti terk ediyor, haram işlemiş oluyor. Haramda ısrar küfre kapı açar, bunu düşünemiyor, Allah ile arayı bozuyor, bu cahil bir adam. Bu sana soruyor, güya sen bilen birisin, hangi akılla diyorsun ki cumaya gitme. Buna bari de ki başka bir camiye git. Orada bid’at işleniyorsa sünnetin işlendiği bir camiye git. Cuma terkedilmez, sen o bid’ate katılma, onlar sesli âmin diyorsa sen deme, sessiz kal, cumanı kıl. Ama cuma farz, cumayı terk edebilmen için çok ciddi özrün olması gerekiyor.

Şimdi insan düşünüyor bu hoca…  Bu okumuş, öbürü cahil. Cumayı neyin adına terk ettiriyor veya o hoca cumanın farziyyetini, farz oluş hikmetlerini nasıl anlamış; cumayı sakıt kılan sebeplerin neler olduğunu gerçekten biliyor mu? Sen eğer basit bir bid’at yüzünden farz olan büyük bir ibadeti terk edebiliyorsan demek ki yarın çok başka şeyleri terk eder, dinden çıkarırsın.

İnsan üzülüyor, bu yüzden diyorum ki gerçek bir rehberin elinde, mutlak bir rehberlik gerekli…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Sual: Efendim, hadisi şeriflerde Efendimiz bir toplumun ameli ne kadar çok, hatta çöller dolusu kadar bile olsa haramlardan sakınmadığı müddetçe cehennemden kurtulamayacağını buyuruyor. Bu tip hadisi şerifleri nasıl anlamamız gerekir?

Cevap: Resûlullah Efendimiz’in (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) ifadeleri çok farklı zaviyelerden değerlendirilebilir. İfade ettiğiniz gibi bir tarafta çöller dolusu bir amel var ama öbür tarafta da sanki ne kadar büyük olursa olsun ağacın içini yiyen bir kurtçuk… Buna misal olarak Hz. Süleyman’ın asasını gösterirler. Bir güve Hz. Süleyman’ın asasının içine giriyor, yüz senede o asayı yiyor. Süleyman (aleyhi’s-selâm) Mescid-i Aksa’yı yaptırırken cinlerin başında yüz sene vefat etmiş bir şekilde asasına dayalı duruyor. Cinler onu başımızda bizi gözetliyor, bize bakıyor diye zannediyor ve çalışıyorlar. Güve yüz sene sonra artık asanın başına yani Hz. Süleyman’ın çene altına gelince, asa kırılıp Hz. Süleyman yere düşüyor, o zaman vefat ettiğini anlıyorlar.

Bu misal, ağaç ne kadar büyük olursa olsun içine bir kurt, bir güve girerse ama üç senede ama beş senede, neticede onu yer bitirir. Haram yani bir mâsiyet devam ettiği sürece amel ne kadar büyük olursa olsun masiyet ameli tüketebilir. İşin bir cephesi böyle.

Bunun için, İslâm’da iki esas var: Emr-i maruf, iyilikleri yapmak, ziyadeleştirmek; nehy-i münker, o iyiliklere zarar verebilecek her türlü muhalefeti, kötülüğü terk etmek. Eğer kişi bunu kendi akidesinde, amelinde, ahlâkında tatbik etmezse marufu muhafaza edemez. Emr-i maruf, nehy-i münker sadece topluma karşı olacak bir şey değil. Kişinin nefsine karşı da bu iki esas çok mühim.

Hadisi şerifte bahsedilen bu kişiler demek ki marufu bir yandan işlerken münkere dikkat etmemiş, ondan sakınmamışlar...

Bir başka cephe, demek ki bu insanlarda ameller ibadet olmaktan çıkıp âdete dönüşmüş. Namazlarını, oruçlarını ve sair zikru fikirlerini âdet kabilinden yerine getirmişler. Bir yanda belki Allah sevgisi var ama öbür tarafa baktığımızda haramlara engel olacak olan Allah’ın korkusu yok. Allah korkusunun olmayışı bir iman zafiyetine sebebiyet verebilir. İşte bu iman zafiyeti de ibadetlerin âdetleşmesine yol açar. Bu sefer o ibadetler Allah için değil de sanki o insanların kendi günlük yaşantılarındaki örfleri olmuş olur.

Bir başka cephesi, bu insanlar ibadetleri Allah için değil de kendilerini tatmin için, “Bakın bizi ibadet edicileriz, namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz.” desinler diye yapmışlar. Cenâbı Hak Sûre-i Bakara’da bunlara örnek veriyor da: “Hem onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın.’ denildiğinde: ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. İyi bilin ki bunlar yeryüzünü ifsat edenlerdir…” (el-Bakara: 2/11-12) buyuruyor.

Bunların da hallerine baktığında bir ıslahat görünüyor; namaz var, oruç var ama helâle harama riayet, Hak korkusu, Hak için fedakârlık, helâli muhafaza için harama karşı tedbir yok… O zaman bunların Allah’ı tanımalarında, sevmelerinde, kulluk anlayışlarında ciddi eksiklik var.

Hatta İslâmî mevzularda bazen münker maruftan daha önem arz eder. Münkeri terk etmezsen marufu tahakkuk ettiremezsin. Marufu öncülesen de sana bir menfaat sağlamaz. Mesela bir insan necaseti gidermeden abdest alsa bununla namaz kılamaz. “Ya ben abdest aldım, abdest taharete kâfidir.” diyemez. Bir necaset varsa, bu insan da abdestli olmaz. Dolayısıyla ibadeti de olmaz.  Yine bir insan sarhoş olsa o sarhoşluğu ondan izale oluncaya, aklı başına gelinceye kadar namaz kılamaz. “Ben içtim ama şimdi abdest alıp namaz kılarım.” diyemez, bu olmaz. Münker de bunun gibi bazen, duruma göre marufun önüne geçebilir.

Hadisi şerifte de adeta bu işaret var, o insanlar haramı terk etmedikçe, haramdan sakınmadıkça... Haramın çok farklı şekilleri var. Haramı biz sadece ekelde, şurupta düşünmemeliyiz. Yeme içmede değil sadece haram. Yalan haramdır, gıybet haramdır, yanlış düşünce, bozuk niyet, ters bakış, sû-i zan haramdır… Haramın kapsamı geniş. Sultanu’l-Enbiya’nın (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) haber vermiş olduğu o toplum ya bunların belki hepsini, belki bir kısmını yapıyor, bunu bilemiyoruz hadis bunları izah etmiyor, “Haramdan uzak durmuyorlar.” buyuruyor. Ya yiyorlar ya haram fiiller işliyorlar ama bunların hepsi haram kapsamında. Bunlar o ibadetleri iptal ediyor. Allah Resûlü buyuruyor ya kişinin imanı, ihlâsı, kalbi bembeyaz bir örtü gibidir. Günahlar, haramlar onun üstünde leke bıraka bıraka o lekeler tamamen örtüye galib olur, örtünün beyazlığından gün gelir ki hiçbir eser kalmaz.

İşte o haramlar, mâsiyetler, günahlar insanın imanı, ihlâsı üstünde bu tip etkiler bıraktıkça o takva bozuluyor, ihlâs zayi oluyor. İnsan istikametten ayrılıyor. Ama varsın bir tarafta da çöl büyüklüğünde namazı olsun… Büyük bir depo dolusu tertemiz su olsa, afedersiniz onun içine bir damla necaset damlatsanız koskoca depoyu pis hale getirir. Fütursuzca harama bulaşan bir insanı, Allah esirgesin, o mâsiyetler şirke, küfre kadar da götürebilir. Varlıklar hakkında yalan söyleyen bir insan, Allah esirgesin, Allah hakkında da yalan söyleyebilir, Allah’a iftira edebilir. İnsanda bir korku, yani bir fren olmayınca ne yapacağı belli olmaz…

Sadece İslâm’ın güzelliklerini anlatmak yetmez bir Müslüman için; varta, hatar olabilecek tehlikeli noktalar da anlatılmalı. Aslında akaid bunun içindir. Akaid sadece Allah’a imanı tarif eden bir ilim değildir. Allah’a imanı, Cenâbı Hakk’ın zâtî, subûtî sıfatlarını tarif etmekle birlikte insanın imanını tehlikeye sokacak beyanları da akaid tarif eder. Şirki, küfrü, fıskı, nifakı tarif eder… Akaid bunun için önemlidir. Allah’a muhalefet sayılan her ameli de mümin bilmekle yükümlüdür. İnsan bunları bilmezse yanılabilir. İnsanlara sürekli cenneti anlatıp iştahlarını kabartmak, onları cehennemden habersiz bir hale getirmek, tehlikeyi onlara haber vermemek zarar olur. Misal evde çocuğunu eğitirken gösteriyorsun; “Bak, bu cama, balkona çıkma aşağı düşersin.” Bunları söylüyorsun ama tehlikeler hep evin dışına açılan cephelerde değil ki. Çocuğa evin içindeki tehlikeleri de göstermeli ve demelisin ki; “Bak, elektrik prizlerine bir şey sokma. Elektrikli aletlerle oynama, mutfağa girme, aygaza yanaşma, çakmakla, kibritle oynama…” Bunlar da tehlike. Evin içindeki tehlikeleri haber vermemek yeterli bir eğitim değildir. Tehlikelerin bütününü çocuğa göstermek ve çocuğu bunlardan uzak tutmaya çalışmak gerekir.

İnsan eğitimi de böyle. Sürekli ona cenneti anlatıp cehenneme yaklaştıracak vesileleri anlatmamak iyilik etmek değildir. Kur’ân’ın irşadına bakın, hemen hemen Kur’ân’ın tamamı bu minval üzere devam eder; sayfanın birinde iman, takva, cennet, mümin anlatılır, sayfanın öbüründe cehennem, kâfir, münafık, küfre sebep şeyler, cehenneme giden yol anlatılır. Misal “Elif-Lâm-Mîm” diye başlar müminlerin vasıfları anlatılır hemen karşı sayfaya bakarsın “İnnellezine keferû sevâun aleyhim…” diye devam eder, kâfirleri anlatır.

İnsanlara İslâm’ı anlatırken Kur’ân’ın metodunu kullanmak lazım. Belki belli bir noktada o kişinin palazlanmasını, kalbinde bir muhabbetin uyanmasını, istikametin belirmesini bekleyebiliriz, bu ayrı. Bu bir süreç meselesidir; hidayet yolu, istikamet yolu gösterilir, belli bir dönemden sonra da ona butlan yollar gösterilir, bu yolları da bilsin. Çünkü bakarsın ki bu insandır, nefis taşıyor, merak edip o yola girebilir. İnsan o yolu bilmeyince haram da işleyebiliyor. Günümüzün Müslümanlarına bakın namaz var, oruç var hatta belki sûfiler, zikir var ama faizle iştigal var, israf var, aşırı lüks var, tesettüre riayetsizlik var hatta bu o kadar ileri gidebiliyor iffetsizliğe kadar varabiliyor. Müslümanlar, hatta cemaatler haremliğe, selamlığa riayet etmiyor. Bugün bakın bütün İslâmî cemaatlerin artık televizyon kanallarında konferansları, seminerleri görebiliyorsunuz, kadın erkek iç içe oturuyor. Hatta konferans verilen platformda, kürsüde kadın hatibelerle erkek konuşmacılar yan yana oturuyorlar ve bunda bir mahzurat görmüyorlar. Bunlar melekleşmişler demek ki bir şey hissetmiyorlar, musafahalaşmada bir mahzurat görmüyorlar. O hale gelinmiş. İnsan bunu nefsinin bir oyunu kabul etse, Allah’a tevbe etse “Ben yapıyorum ama hoş değil.” dese belki bir derece, bir de bunu helâlleştirmiş, haram olduğunu da kabul etmiyor. Buna haram desen sana elli tane delil getirmeye uğraşıyor, “Sen neredesin?” diyor. Artık bugün haramlar helâl itikad edilerek işlenmeye başlanmış. Şüpheli şeylerden kaçınma kalmamış. Ama dediğim gibi bak adam öyle İslâmcı ki, mangalda kül bırakmıyor. Adı da Müslüman aydın, İslâmcı profesör vesaire ama bakıyorsun İslâmî yaşantı adına hiçbir şey yok. Ailelerine bakıyorsun cıscıbıl, Allah’a sığınır insan. Bahsettiğin hadisi şerifte bin beş yüz sene önce Fahri Âlem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) tarif etmiş olduğu insanlar bugün aynen var.

İstanbul’da İslâmî bir yayınevinden bir kitap sipariş ettik. Sözde selefiler, oldukça muttaki sayılan, ehli hadis insanlar. Bize gönderdikleri ödeme usullerine göre parayı yatıracağız. Hesapları faizle çalışan bir   bankada… Sen bir yayınevisin etin ne budun ne? Niye sen bir finans kurumuyla değil de faizle iştigal eden bir banka ile çalışıyorsun? Şimdi senin her yerin selefi olsa bana ne yazarsın.

Olmasa tamam, çaresizlik ayrı bir şey ama bugün Türkiye’nin her yerinde finans kurumları var. Niye sen bunlardan birini tercih etmiyorsun? Finans kurumları da çok meşru olduğu için söylemiyorum ama mesela bir mevduat bankasıyla bir finans kurumunu mukayese ettiğinde elbette ki bu ehven. Müslümana yakışan bunla çalışmak.

Bakıyoruz da Müslümanların belli konularda çok fazla bir endişeleri yok. Dünyaları tam yerinde olsun istiyorlar, dünyevi meseleler dünya usullerine göre devam etsin ama namaz da kılalım, oruç da tutalım, hacca da gidelim, bunlar da olsun…

Sual: O halde  şöyle söyleyebilir miyiz; Allahu Teâlâ ya hep ya hiç mi, kabul ediyor. İslâm ya hep ya hiç mi?

Cevap: İslâm ya hep ya hiç. İslâm’da insanın yapabildiği veya yapabileceği meselelerde tolerans yok. İnsanın münferiden gücünü aşan konular olabilir. Bir mesele vardır ki cemiyet, cemaat, ümmet işidir. Bunu siz tek olarak uygulayamazsınız. Misal olsun diye söylüyorum bugün hiçbir Müslüman fert İslâm’ın ukubat bölümünü, cezalarını münferiden uygulayamaz. Ben Müslümanım, diyelim sen benim telefonumu çaldın ben senin elini keseceğim. Hayır, buna hakkın yok, bunu sen yapamazsın. Muamelata dair yine belli meseleler vardır ki bunlar da ferdi aşan şeylerdir münferiden biz yapamayız. İslâm bunlarda ya hep ya hiç anlayışını bozar. O zaman şunu sana tavsiye eder, bir şeyin kemaline, tamamına ulaşamıyorsan onun azını terk etmen gerekmez.

Ama İslâm senin gücünün dâhilinde olan, senin yapabileceğin şeylerde bu anlayışla sana yaklaşmaz. Sen sabah namazını evinde kıl çık, yatsıyı da dön evinde kıl, öğleni, ikindiyi, akşamı kılmasan da olur gibi bir yaklaşımla İslâm sana gelmez. Sen iki vakti kılıyorsun diye senin işin tamam, demez.

Veya sen cumalık Müslümansın, cumadan cumaya kılıyorsun, hiç olmazsa cuma kılıyorsun ya beş vakit sana bağışlandı, demez. Bu noktada İslâm ya heptir ya hiçtir. Çünkü sen namazı yapabilecek kuvvette ve kudrettesin. Beş vakit namazı kılabilecek sıhhatte, idrakte, imkândasın. Sıhhatin elvermedi oturarak kıl, ima ile kıl. İslâm bütün bu ruhsatları, sen de bunları kullan diye, senin için kullanmış. Ama sıhhatli, âkil, bâliğ olan, imkânı olan bir insandan cebir/ikrah olmadığı sürece namazı kaldırmaz. Bu anlamda ya heptir, ya hiçtir. Ya beş vakit namazı beş vakitte kılarsın ya da sabahı, yatsıyı kıldın diye seni öbürlerini kılmış kabul etmez ve seni yargılar. Sana Ku’rân diliyle “Feveylu’l-lil musallîn” der. Kılmadığın için sana sünnet diliyle: “Men terekes-salâte müteammiden fekad kefere” der. Kasıtlı namazı terk edersen kâfir olursun der. Bu noktada sen kimseyi suçlayamazsın.

İnsangücünün, çerçevesinin içinde olan bütün konularda İslâm ya heptir ya hiçtir. Bunu biz sünnette de görüyoruz. Mesela kurbanla ilgili Cenâbı Peygamber buyuruyor:  “Kurban kesmeye muktedir olduğu halde kesmeyen bizim musallamıza yanaşmasın.” Hac ile ilgili, “Hac yapmaya sıhhaten ve malen müsait olduğu halde bunu yapmayan musallamıza yanaşmasın. İster yahudi olarak ölsün, ister nasara olarak ölsün.” Bu tip uygulamaları görüyoruz. Şimdi bu hadisleri böyle bilip dururken, bunlar bizim gözümüzün önündeyken ben size karşı çıkıp diyebilir miyim ki “Hayır canım, sen meseleyi çok daraltıyorsun, çok yokuşa sürüyorsun. İslâm’da böyle ya heplik ya hiçlik yok.”

Ameli boyut ikinci plan, evvel imanî boyut var. Daha imanî boyutun başlangıcında Cenâbı Hak ya hep ya hiç, buyuruyor: “...Fe men şâe fel yu’min ve men şâe fel yekfur...” Bizim bu şartlarımızı kabul ediyorsan, bunlara uyum sağlayabileceksen, bunlarla bütünleşeceksen buyur iman et. Yoksa bunlar sana uymuyor, zoruna gidiyorsa, ben bunları yapamam diye düşünüyorsan var inkâr et, buyuruyor Cenâbı Hak. Ki bu daha hemen iman boyutunda, isteyen iman etsin, isteyen inkâr etsin buyuruyor. Biz böyle bir kapıdan içeri giriyoruz.
Bu kapıdan girdikten sonra ameli boyuta gelince “Canım hiç olmazsa bir cuma kılıyor.” diyemeyiz. Şimdi Ramazan geliyor, beş vakit namaz kılmayanlar bakın teravihte camileri dolduracaklar. Ne lahana turşusu ne perhiz? Günlük beş vakit namaz farz, sen bunu kılmıyorsun, eğlence anlamında teravih kılıyorsun. Ben bunu nasıl değerlendireyim? Sen belki cuma namazı da kılmıyorsun ama bayram namazına geliyorsun. “Ya hiç olmazsa bu kadarını kılıyor. Bak bayramda camiye gelmiş. Bu adam Müslüman(!)”  Bayram namazı kılması neyi değiştiriyor?

Başa dönersek, dedik ya İslâm’ı anlatırken insanlara hep marufu anlattık, münkeri anlatmadık. Biz insanlara hep namaz kılmanın faziletini anlattık; namaz terkinin ziyanını, namaz kılmamanın iman üstündeki, insan üstündeki etkilerine hiç girmedik. İnsan işte bu yüzden vakit namazını, cuma namazını rahatlıkla terk edebilirken örfen bayram namazına gelmekte.

Biz selefe, ashaba baktığımızda onlarda şunu görüyoruz, namazın terkini ittifakla küfür saymışlar. Kaynaklarımız böyle söylüyor. Onlar namazın terkinin dışında, ısrarcı olmamak kaydıyla, hiçbir kebairi küfür addetmemişler. Bu, insanlara anlatılmıyor. İnsanlar bu yüzden rahatlar. Korku yok, fren sistemi yok. En basit bir işten, bir meşguliyetten dolayı namazı terk edebiliyorlar. Misal, insan ne kadar uykusuz olsa oturduğunda başını koltuğa koyup uyuklayabiliyor, uykudan fedakârlık yapmıyor. Belki düzenli yemeğe gidemiyor ama çayın yanında bir simit, bir bisküvi alıyor işinin, masasının başında midesine bir şey vuruyor, açlığını yatıştırıyor, fedakârlık yapmıyor, aç durayım, demiyor.

Ama aynı uygulamayı namaz için yapmıyor. Hiç değilse hemen kalkıp farzını kılayım, demiyor. İşim yoğun, ola ki bu yoğunlukta abdest alacak zaman bulamayabilirim, abdestimi koruyayım, namaz vakit girdi mi hemen namazımı kılayım, demiyor. İnsan acilen, çok afedersiniz, idrara rahatsız olsa ne kadar önemli bir toplantıda olursa olsun, izin isteyebiliyor, “Müsaadenizle benim lavaboya kadar gitmem gerekiyor.” deyip kalkıp gidiyor, fıtri bir hadise bu, sorun değil. Bu insanın Müslüman olduğunu düşünün, aynı insan; “Benim namazım dara girdi hemen ben iki dakikada namaz kılayım.” diyemiyor. Veya illa ben namaz kılacağım deme, ben lavaboya gideceğim de, bunu söylemiyor. Neden? Medeni cesareti yok diye mi? Hayır, afedersin tuvaleti, en pis yeri söylüyor ama Allah’ın huzuruna gitmeyi söyleyemiyor. Medeni cesareti olmadığından değil, imanın tadına varmadığından, İslâm’ın şuuruna ulaşmadığından, Allah’ın azametini müdrik olmadığından… Sorunlar burada…

Böyle bir insanı biz hangi ölçülerde değerlendirebiliriz? Bu insana hangi zaviyeden bakabiliriz? Bu insana İslâm verilerinin/ölçülerinin, Kur’ân ve sünnetin MR’ında,  ultrasonunda bakmayan ulema; tahlil, tahkik, tetkik etmeksizin sırf yüzeysel bir bakışla hastaya bakan bir doktor misalidir. Söyleyeceği şeyler ne denli sıhhatli olabilir?

İşte bu anlamda “heplik ve hiçlik” çok önemli. Bu dengeyi de ulema sağlar. Âlim toplumun gidişatına bakar, insanların imanî, ahlâki, irfanî durumlarına bakarak gerektiği/zaruret olan yerde ipi salıverir, gerektiği yerde çok sıkı tutmak zorundadır. Aslında İslâm’ın öngördüğü siyaset budur, siyaset bunu gerektirir. Siyaset maslahatlara göre menfaatleri ayarlamaktır. Bunun asliyyeti fıkıh üstünde, fıkhî kaidelerin uygulanışı üstündedir. Bugün İslâm’ın siyaseti de kalmamış, uygulamadan o da kaldırılmış. Ulemamız siyaset de bilmiyor, bilmediği için uygulayamıyor. Böyle olunca millet biraz keşmekeş, ortada.

Diyelim memurların işi varsa tanış bir doktordan gidip rahatlıkla rapor alıyor. Artık fıkhî ölçüler böyle olmuş. Tanış bir hocası, kendi kafasında bir âlimi, bilgini varsa adam gidiyor, kendi düzüyor, kuruyor, anlattığı şekliyle de istediği fetvayı alıp, eyvallah, tamam, diyor devam ediyor. Hâlbuki buna emin olun, o insanın kendi de bundan mutmain değil. Ama nefsinin zebunu olduğu, nefsinin hoşuna gittiği için öyle devam ediyor.

Bu bahsettiğimiz “heplik ve hiçlik” anlayışını çok delmişler. Buna çok geniş bir çerçevede bakıldığında, insanı aşan konularda “Ya hep ya hiç” diyemeyiz. Ama imkân dâhilinde olan meselelerde ya hep ya hiç. Bir adama diyebilir misiniz ki siz “Tamam on gün oruç tutsan yeter, otuz gün tutmana gerek yok”. Veya önemli olan adamın zekât vermesidir, deyip “Sen kırk da bir değil de seksen de bir zekât ver.” diyebilir misiniz? Bunu değiştirebilir misiniz? Veyahut hac farz olan bir adama desen ki “Ya bak şurada fukara var, sen hac değil de fukaraya yardım et, hac paranı bunlara dağıt… Önemli olan Allah’ın rızasını almak, İslâm’dan bir şey yapıyorsun ya tamam...” Bunlar yapılabilecek şeyler değil…

Adam gelip soruyor,
-Ben bir işte çalışıyorum, iş yerinde patronum namaz kılmama izin vermiyor, namaz kılabilecek bir yer de yok, ben ne yapayım? Çalışmak zorundayım, çocuklarımın maişeti de bu işe bağlı. Ne yapayım? Hoca da buna,

-Çalışmak da ibadettir. Sen orada dürüst çalış, Allah senin niyetini biliyor. Ortam müsait olsa kılacaktın değil mi?

-Evet, kılacaktım.

-Eve geldiğinde kılamadıklarını kaza edersin, diyor…

Bu tip insanlar bazen Kitab’tan, Sünnet’ten delil getiriyorlar. Bu delillerin de çok iyi incelenmesi lazım. Getirdiği deliller İslâm dini tamamlanmadan, önceki uygulamalara ait. O günün şartları bunu gerektirebilir, din henüz tamamlanmamış. Daha sonra belki o kaide neshedilmiş ki nitekim İslâm’da yerine gönderilen farklı hükümlerle ya değiştirilmiş ya kavileştirilmiş, statülerinde değişiklik olmuş birçok hüküm var. Biz o tamamlanıştan sonraki uygulamalara bakmak durumundayız. Ondan sonra bizim söylediğimiz gibi bir şeyler olmuş mu, biz bunlara bakacağız.

Misal bir dönem muta nikâhı uygulanmış, Resûlullah buna müsaade buyurmuş ama daha sonra Hz. Ömer döneminde bu neshedilmiş, muta nikâhı kaldırılmış. Resûlullah (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) döneminde, İslâm’ın ilk dönemlerinde bir maslahata binaen atlardan zekât alınmamış. Hz. Ömer döneminde bütün atlardan zekât alınmış. Sana vahiy mi geldi, Peygamber bunları zekâttan muaf tutmuştu. Sen niye bunlardan zekât alıyorsun, diye Ömer’e karşı çıkmışlar. Ama o dönemde herkes bu sefer malını, parasını zekât vermeyelim diye ata yatırmış.

Resûlullah muellefe-i kulûba zekât vermiş. Almak şöyle dursun onlara vermiş ve cizye de almamış onlardan. Hz. Ebubekir gelmiş onlara savaş ilan etmiş, siz zekâtlarınızı verinceye kadar ben sizinle savaşmaya emrolundum, buyurmuş. Daha bunun gibi birçok uygulama Resûlullah’ta yok ama din tamamlandıktan sonra Hulefa-i Raşidin döneminde var. Hüküm de ona göre veriliyor. Bakmamız gereken uygulamalar bunlar. Böyle el çabukluğu marifet hesabı ben Kitab’tan, Sünnet’ten delil getiriyorum, sorun yok, Kitab, Sünnet deyince akan sular durur, diyemeyiz. Hayır, karşındaki belki bunu bilmiyor, sen ona Kur’ân’dan, Sünnet’ten bir şey söylesen başım üstüne diyor ama bu uygulamanın geçerliliği, uygulanılırlığı ne kadar?

Misal para var ki hakikaten paradır ama tedavülden kalkmıştır. Sen şimdi illa esnafa getirip diyebilir misin ki bu para ile ben alışveriş yapacağım. Esnaf sana dese ki bu para, önceden geçiyordu ama şimdi tedavülde yok, kullanılmıyor,  ben bunu almam, sen ısrar edemezsin ki illa ben sana bunu vereceğim... Mantık biraz buna benziyor.

Böyle tedavülden kalkmış hükümler olabilir bunları kullanmak, insanlığa biz Kitab’tan, Sünnet’ten delil getiriyoruz demek çok fazla insaf işi değil…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort