JoomlaLock.com All4Share.net

EMR-İ MARUF, NEHY-İ MÜNKER ÖNCE KİŞİNİN NEFSİ İÇİNDİR

Sual: Efendim, hadisi şeriflerde Efendimiz bir toplumun ameli ne kadar çok, hatta çöller dolusu kadar bile olsa haramlardan sakınmadığı müddetçe cehennemden kurtulamayacağını buyuruyor. Bu tip hadisi şerifleri nasıl anlamamız gerekir?

Cevap: Resûlullah Efendimiz’in (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) ifadeleri çok farklı zaviyelerden değerlendirilebilir. İfade ettiğiniz gibi bir tarafta çöller dolusu bir amel var ama öbür tarafta da sanki ne kadar büyük olursa olsun ağacın içini yiyen bir kurtçuk… Buna misal olarak Hz. Süleyman’ın asasını gösterirler. Bir güve Hz. Süleyman’ın asasının içine giriyor, yüz senede o asayı yiyor. Süleyman (aleyhi’s-selâm) Mescid-i Aksa’yı yaptırırken cinlerin başında yüz sene vefat etmiş bir şekilde asasına dayalı duruyor. Cinler onu başımızda bizi gözetliyor, bize bakıyor diye zannediyor ve çalışıyorlar. Güve yüz sene sonra artık asanın başına yani Hz. Süleyman’ın çene altına gelince, asa kırılıp Hz. Süleyman yere düşüyor, o zaman vefat ettiğini anlıyorlar.

Bu misal, ağaç ne kadar büyük olursa olsun içine bir kurt, bir güve girerse ama üç senede ama beş senede, neticede onu yer bitirir. Haram yani bir mâsiyet devam ettiği sürece amel ne kadar büyük olursa olsun masiyet ameli tüketebilir. İşin bir cephesi böyle.

Bunun için, İslâm’da iki esas var: Emr-i maruf, iyilikleri yapmak, ziyadeleştirmek; nehy-i münker, o iyiliklere zarar verebilecek her türlü muhalefeti, kötülüğü terk etmek. Eğer kişi bunu kendi akidesinde, amelinde, ahlâkında tatbik etmezse marufu muhafaza edemez. Emr-i maruf, nehy-i münker sadece topluma karşı olacak bir şey değil. Kişinin nefsine karşı da bu iki esas çok mühim.

Hadisi şerifte bahsedilen bu kişiler demek ki marufu bir yandan işlerken münkere dikkat etmemiş, ondan sakınmamışlar...

Bir başka cephe, demek ki bu insanlarda ameller ibadet olmaktan çıkıp âdete dönüşmüş. Namazlarını, oruçlarını ve sair zikru fikirlerini âdet kabilinden yerine getirmişler. Bir yanda belki Allah sevgisi var ama öbür tarafa baktığımızda haramlara engel olacak olan Allah’ın korkusu yok. Allah korkusunun olmayışı bir iman zafiyetine sebebiyet verebilir. İşte bu iman zafiyeti de ibadetlerin âdetleşmesine yol açar. Bu sefer o ibadetler Allah için değil de sanki o insanların kendi günlük yaşantılarındaki örfleri olmuş olur.

Bir başka cephesi, bu insanlar ibadetleri Allah için değil de kendilerini tatmin için, “Bakın bizi ibadet edicileriz, namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz.” desinler diye yapmışlar. Cenâbı Hak Sûre-i Bakara’da bunlara örnek veriyor da: “Hem onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın.’ denildiğinde: ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. İyi bilin ki bunlar yeryüzünü ifsat edenlerdir…” (el-Bakara: 2/11-12) buyuruyor.

Bunların da hallerine baktığında bir ıslahat görünüyor; namaz var, oruç var ama helâle harama riayet, Hak korkusu, Hak için fedakârlık, helâli muhafaza için harama karşı tedbir yok… O zaman bunların Allah’ı tanımalarında, sevmelerinde, kulluk anlayışlarında ciddi eksiklik var.

Hatta İslâmî mevzularda bazen münker maruftan daha önem arz eder. Münkeri terk etmezsen marufu tahakkuk ettiremezsin. Marufu öncülesen de sana bir menfaat sağlamaz. Mesela bir insan necaseti gidermeden abdest alsa bununla namaz kılamaz. “Ya ben abdest aldım, abdest taharete kâfidir.” diyemez. Bir necaset varsa, bu insan da abdestli olmaz. Dolayısıyla ibadeti de olmaz.  Yine bir insan sarhoş olsa o sarhoşluğu ondan izale oluncaya, aklı başına gelinceye kadar namaz kılamaz. “Ben içtim ama şimdi abdest alıp namaz kılarım.” diyemez, bu olmaz. Münker de bunun gibi bazen, duruma göre marufun önüne geçebilir.

Hadisi şerifte de adeta bu işaret var, o insanlar haramı terk etmedikçe, haramdan sakınmadıkça... Haramın çok farklı şekilleri var. Haramı biz sadece ekelde, şurupta düşünmemeliyiz. Yeme içmede değil sadece haram. Yalan haramdır, gıybet haramdır, yanlış düşünce, bozuk niyet, ters bakış, sû-i zan haramdır… Haramın kapsamı geniş. Sultanu’l-Enbiya’nın (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) haber vermiş olduğu o toplum ya bunların belki hepsini, belki bir kısmını yapıyor, bunu bilemiyoruz hadis bunları izah etmiyor, “Haramdan uzak durmuyorlar.” buyuruyor. Ya yiyorlar ya haram fiiller işliyorlar ama bunların hepsi haram kapsamında. Bunlar o ibadetleri iptal ediyor. Allah Resûlü buyuruyor ya kişinin imanı, ihlâsı, kalbi bembeyaz bir örtü gibidir. Günahlar, haramlar onun üstünde leke bıraka bıraka o lekeler tamamen örtüye galib olur, örtünün beyazlığından gün gelir ki hiçbir eser kalmaz.

İşte o haramlar, mâsiyetler, günahlar insanın imanı, ihlâsı üstünde bu tip etkiler bıraktıkça o takva bozuluyor, ihlâs zayi oluyor. İnsan istikametten ayrılıyor. Ama varsın bir tarafta da çöl büyüklüğünde namazı olsun… Büyük bir depo dolusu tertemiz su olsa, afedersiniz onun içine bir damla necaset damlatsanız koskoca depoyu pis hale getirir. Fütursuzca harama bulaşan bir insanı, Allah esirgesin, o mâsiyetler şirke, küfre kadar da götürebilir. Varlıklar hakkında yalan söyleyen bir insan, Allah esirgesin, Allah hakkında da yalan söyleyebilir, Allah’a iftira edebilir. İnsanda bir korku, yani bir fren olmayınca ne yapacağı belli olmaz…

Sadece İslâm’ın güzelliklerini anlatmak yetmez bir Müslüman için; varta, hatar olabilecek tehlikeli noktalar da anlatılmalı. Aslında akaid bunun içindir. Akaid sadece Allah’a imanı tarif eden bir ilim değildir. Allah’a imanı, Cenâbı Hakk’ın zâtî, subûtî sıfatlarını tarif etmekle birlikte insanın imanını tehlikeye sokacak beyanları da akaid tarif eder. Şirki, küfrü, fıskı, nifakı tarif eder… Akaid bunun için önemlidir. Allah’a muhalefet sayılan her ameli de mümin bilmekle yükümlüdür. İnsan bunları bilmezse yanılabilir. İnsanlara sürekli cenneti anlatıp iştahlarını kabartmak, onları cehennemden habersiz bir hale getirmek, tehlikeyi onlara haber vermemek zarar olur. Misal evde çocuğunu eğitirken gösteriyorsun; “Bak, bu cama, balkona çıkma aşağı düşersin.” Bunları söylüyorsun ama tehlikeler hep evin dışına açılan cephelerde değil ki. Çocuğa evin içindeki tehlikeleri de göstermeli ve demelisin ki; “Bak, elektrik prizlerine bir şey sokma. Elektrikli aletlerle oynama, mutfağa girme, aygaza yanaşma, çakmakla, kibritle oynama…” Bunlar da tehlike. Evin içindeki tehlikeleri haber vermemek yeterli bir eğitim değildir. Tehlikelerin bütününü çocuğa göstermek ve çocuğu bunlardan uzak tutmaya çalışmak gerekir.

İnsan eğitimi de böyle. Sürekli ona cenneti anlatıp cehenneme yaklaştıracak vesileleri anlatmamak iyilik etmek değildir. Kur’ân’ın irşadına bakın, hemen hemen Kur’ân’ın tamamı bu minval üzere devam eder; sayfanın birinde iman, takva, cennet, mümin anlatılır, sayfanın öbüründe cehennem, kâfir, münafık, küfre sebep şeyler, cehenneme giden yol anlatılır. Misal “Elif-Lâm-Mîm” diye başlar müminlerin vasıfları anlatılır hemen karşı sayfaya bakarsın “İnnellezine keferû sevâun aleyhim…” diye devam eder, kâfirleri anlatır.

İnsanlara İslâm’ı anlatırken Kur’ân’ın metodunu kullanmak lazım. Belki belli bir noktada o kişinin palazlanmasını, kalbinde bir muhabbetin uyanmasını, istikametin belirmesini bekleyebiliriz, bu ayrı. Bu bir süreç meselesidir; hidayet yolu, istikamet yolu gösterilir, belli bir dönemden sonra da ona butlan yollar gösterilir, bu yolları da bilsin. Çünkü bakarsın ki bu insandır, nefis taşıyor, merak edip o yola girebilir. İnsan o yolu bilmeyince haram da işleyebiliyor. Günümüzün Müslümanlarına bakın namaz var, oruç var hatta belki sûfiler, zikir var ama faizle iştigal var, israf var, aşırı lüks var, tesettüre riayetsizlik var hatta bu o kadar ileri gidebiliyor iffetsizliğe kadar varabiliyor. Müslümanlar, hatta cemaatler haremliğe, selamlığa riayet etmiyor. Bugün bakın bütün İslâmî cemaatlerin artık televizyon kanallarında konferansları, seminerleri görebiliyorsunuz, kadın erkek iç içe oturuyor. Hatta konferans verilen platformda, kürsüde kadın hatibelerle erkek konuşmacılar yan yana oturuyorlar ve bunda bir mahzurat görmüyorlar. Bunlar melekleşmişler demek ki bir şey hissetmiyorlar, musafahalaşmada bir mahzurat görmüyorlar. O hale gelinmiş. İnsan bunu nefsinin bir oyunu kabul etse, Allah’a tevbe etse “Ben yapıyorum ama hoş değil.” dese belki bir derece, bir de bunu helâlleştirmiş, haram olduğunu da kabul etmiyor. Buna haram desen sana elli tane delil getirmeye uğraşıyor, “Sen neredesin?” diyor. Artık bugün haramlar helâl itikad edilerek işlenmeye başlanmış. Şüpheli şeylerden kaçınma kalmamış. Ama dediğim gibi bak adam öyle İslâmcı ki, mangalda kül bırakmıyor. Adı da Müslüman aydın, İslâmcı profesör vesaire ama bakıyorsun İslâmî yaşantı adına hiçbir şey yok. Ailelerine bakıyorsun cıscıbıl, Allah’a sığınır insan. Bahsettiğin hadisi şerifte bin beş yüz sene önce Fahri Âlem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) tarif etmiş olduğu insanlar bugün aynen var.

İstanbul’da İslâmî bir yayınevinden bir kitap sipariş ettik. Sözde selefiler, oldukça muttaki sayılan, ehli hadis insanlar. Bize gönderdikleri ödeme usullerine göre parayı yatıracağız. Hesapları faizle çalışan bir   bankada… Sen bir yayınevisin etin ne budun ne? Niye sen bir finans kurumuyla değil de faizle iştigal eden bir banka ile çalışıyorsun? Şimdi senin her yerin selefi olsa bana ne yazarsın.

Olmasa tamam, çaresizlik ayrı bir şey ama bugün Türkiye’nin her yerinde finans kurumları var. Niye sen bunlardan birini tercih etmiyorsun? Finans kurumları da çok meşru olduğu için söylemiyorum ama mesela bir mevduat bankasıyla bir finans kurumunu mukayese ettiğinde elbette ki bu ehven. Müslümana yakışan bunla çalışmak.

Bakıyoruz da Müslümanların belli konularda çok fazla bir endişeleri yok. Dünyaları tam yerinde olsun istiyorlar, dünyevi meseleler dünya usullerine göre devam etsin ama namaz da kılalım, oruç da tutalım, hacca da gidelim, bunlar da olsun…

Sual: O halde  şöyle söyleyebilir miyiz; Allahu Teâlâ ya hep ya hiç mi, kabul ediyor. İslâm ya hep ya hiç mi?

Cevap: İslâm ya hep ya hiç. İslâm’da insanın yapabildiği veya yapabileceği meselelerde tolerans yok. İnsanın münferiden gücünü aşan konular olabilir. Bir mesele vardır ki cemiyet, cemaat, ümmet işidir. Bunu siz tek olarak uygulayamazsınız. Misal olsun diye söylüyorum bugün hiçbir Müslüman fert İslâm’ın ukubat bölümünü, cezalarını münferiden uygulayamaz. Ben Müslümanım, diyelim sen benim telefonumu çaldın ben senin elini keseceğim. Hayır, buna hakkın yok, bunu sen yapamazsın. Muamelata dair yine belli meseleler vardır ki bunlar da ferdi aşan şeylerdir münferiden biz yapamayız. İslâm bunlarda ya hep ya hiç anlayışını bozar. O zaman şunu sana tavsiye eder, bir şeyin kemaline, tamamına ulaşamıyorsan onun azını terk etmen gerekmez.

Ama İslâm senin gücünün dâhilinde olan, senin yapabileceğin şeylerde bu anlayışla sana yaklaşmaz. Sen sabah namazını evinde kıl çık, yatsıyı da dön evinde kıl, öğleni, ikindiyi, akşamı kılmasan da olur gibi bir yaklaşımla İslâm sana gelmez. Sen iki vakti kılıyorsun diye senin işin tamam, demez.

Veya sen cumalık Müslümansın, cumadan cumaya kılıyorsun, hiç olmazsa cuma kılıyorsun ya beş vakit sana bağışlandı, demez. Bu noktada İslâm ya heptir ya hiçtir. Çünkü sen namazı yapabilecek kuvvette ve kudrettesin. Beş vakit namazı kılabilecek sıhhatte, idrakte, imkândasın. Sıhhatin elvermedi oturarak kıl, ima ile kıl. İslâm bütün bu ruhsatları, sen de bunları kullan diye, senin için kullanmış. Ama sıhhatli, âkil, bâliğ olan, imkânı olan bir insandan cebir/ikrah olmadığı sürece namazı kaldırmaz. Bu anlamda ya heptir, ya hiçtir. Ya beş vakit namazı beş vakitte kılarsın ya da sabahı, yatsıyı kıldın diye seni öbürlerini kılmış kabul etmez ve seni yargılar. Sana Ku’rân diliyle “Feveylu’l-lil musallîn” der. Kılmadığın için sana sünnet diliyle: “Men terekes-salâte müteammiden fekad kefere” der. Kasıtlı namazı terk edersen kâfir olursun der. Bu noktada sen kimseyi suçlayamazsın.

İnsangücünün, çerçevesinin içinde olan bütün konularda İslâm ya heptir ya hiçtir. Bunu biz sünnette de görüyoruz. Mesela kurbanla ilgili Cenâbı Peygamber buyuruyor:  “Kurban kesmeye muktedir olduğu halde kesmeyen bizim musallamıza yanaşmasın.” Hac ile ilgili, “Hac yapmaya sıhhaten ve malen müsait olduğu halde bunu yapmayan musallamıza yanaşmasın. İster yahudi olarak ölsün, ister nasara olarak ölsün.” Bu tip uygulamaları görüyoruz. Şimdi bu hadisleri böyle bilip dururken, bunlar bizim gözümüzün önündeyken ben size karşı çıkıp diyebilir miyim ki “Hayır canım, sen meseleyi çok daraltıyorsun, çok yokuşa sürüyorsun. İslâm’da böyle ya heplik ya hiçlik yok.”

Ameli boyut ikinci plan, evvel imanî boyut var. Daha imanî boyutun başlangıcında Cenâbı Hak ya hep ya hiç, buyuruyor: “...Fe men şâe fel yu’min ve men şâe fel yekfur...” Bizim bu şartlarımızı kabul ediyorsan, bunlara uyum sağlayabileceksen, bunlarla bütünleşeceksen buyur iman et. Yoksa bunlar sana uymuyor, zoruna gidiyorsa, ben bunları yapamam diye düşünüyorsan var inkâr et, buyuruyor Cenâbı Hak. Ki bu daha hemen iman boyutunda, isteyen iman etsin, isteyen inkâr etsin buyuruyor. Biz böyle bir kapıdan içeri giriyoruz.
Bu kapıdan girdikten sonra ameli boyuta gelince “Canım hiç olmazsa bir cuma kılıyor.” diyemeyiz. Şimdi Ramazan geliyor, beş vakit namaz kılmayanlar bakın teravihte camileri dolduracaklar. Ne lahana turşusu ne perhiz? Günlük beş vakit namaz farz, sen bunu kılmıyorsun, eğlence anlamında teravih kılıyorsun. Ben bunu nasıl değerlendireyim? Sen belki cuma namazı da kılmıyorsun ama bayram namazına geliyorsun. “Ya hiç olmazsa bu kadarını kılıyor. Bak bayramda camiye gelmiş. Bu adam Müslüman(!)”  Bayram namazı kılması neyi değiştiriyor?

Başa dönersek, dedik ya İslâm’ı anlatırken insanlara hep marufu anlattık, münkeri anlatmadık. Biz insanlara hep namaz kılmanın faziletini anlattık; namaz terkinin ziyanını, namaz kılmamanın iman üstündeki, insan üstündeki etkilerine hiç girmedik. İnsan işte bu yüzden vakit namazını, cuma namazını rahatlıkla terk edebilirken örfen bayram namazına gelmekte.

Biz selefe, ashaba baktığımızda onlarda şunu görüyoruz, namazın terkini ittifakla küfür saymışlar. Kaynaklarımız böyle söylüyor. Onlar namazın terkinin dışında, ısrarcı olmamak kaydıyla, hiçbir kebairi küfür addetmemişler. Bu, insanlara anlatılmıyor. İnsanlar bu yüzden rahatlar. Korku yok, fren sistemi yok. En basit bir işten, bir meşguliyetten dolayı namazı terk edebiliyorlar. Misal, insan ne kadar uykusuz olsa oturduğunda başını koltuğa koyup uyuklayabiliyor, uykudan fedakârlık yapmıyor. Belki düzenli yemeğe gidemiyor ama çayın yanında bir simit, bir bisküvi alıyor işinin, masasının başında midesine bir şey vuruyor, açlığını yatıştırıyor, fedakârlık yapmıyor, aç durayım, demiyor.

Ama aynı uygulamayı namaz için yapmıyor. Hiç değilse hemen kalkıp farzını kılayım, demiyor. İşim yoğun, ola ki bu yoğunlukta abdest alacak zaman bulamayabilirim, abdestimi koruyayım, namaz vakit girdi mi hemen namazımı kılayım, demiyor. İnsan acilen, çok afedersiniz, idrara rahatsız olsa ne kadar önemli bir toplantıda olursa olsun, izin isteyebiliyor, “Müsaadenizle benim lavaboya kadar gitmem gerekiyor.” deyip kalkıp gidiyor, fıtri bir hadise bu, sorun değil. Bu insanın Müslüman olduğunu düşünün, aynı insan; “Benim namazım dara girdi hemen ben iki dakikada namaz kılayım.” diyemiyor. Veya illa ben namaz kılacağım deme, ben lavaboya gideceğim de, bunu söylemiyor. Neden? Medeni cesareti yok diye mi? Hayır, afedersin tuvaleti, en pis yeri söylüyor ama Allah’ın huzuruna gitmeyi söyleyemiyor. Medeni cesareti olmadığından değil, imanın tadına varmadığından, İslâm’ın şuuruna ulaşmadığından, Allah’ın azametini müdrik olmadığından… Sorunlar burada…

Böyle bir insanı biz hangi ölçülerde değerlendirebiliriz? Bu insana hangi zaviyeden bakabiliriz? Bu insana İslâm verilerinin/ölçülerinin, Kur’ân ve sünnetin MR’ında,  ultrasonunda bakmayan ulema; tahlil, tahkik, tetkik etmeksizin sırf yüzeysel bir bakışla hastaya bakan bir doktor misalidir. Söyleyeceği şeyler ne denli sıhhatli olabilir?

İşte bu anlamda “heplik ve hiçlik” çok önemli. Bu dengeyi de ulema sağlar. Âlim toplumun gidişatına bakar, insanların imanî, ahlâki, irfanî durumlarına bakarak gerektiği/zaruret olan yerde ipi salıverir, gerektiği yerde çok sıkı tutmak zorundadır. Aslında İslâm’ın öngördüğü siyaset budur, siyaset bunu gerektirir. Siyaset maslahatlara göre menfaatleri ayarlamaktır. Bunun asliyyeti fıkıh üstünde, fıkhî kaidelerin uygulanışı üstündedir. Bugün İslâm’ın siyaseti de kalmamış, uygulamadan o da kaldırılmış. Ulemamız siyaset de bilmiyor, bilmediği için uygulayamıyor. Böyle olunca millet biraz keşmekeş, ortada.

Diyelim memurların işi varsa tanış bir doktordan gidip rahatlıkla rapor alıyor. Artık fıkhî ölçüler böyle olmuş. Tanış bir hocası, kendi kafasında bir âlimi, bilgini varsa adam gidiyor, kendi düzüyor, kuruyor, anlattığı şekliyle de istediği fetvayı alıp, eyvallah, tamam, diyor devam ediyor. Hâlbuki buna emin olun, o insanın kendi de bundan mutmain değil. Ama nefsinin zebunu olduğu, nefsinin hoşuna gittiği için öyle devam ediyor.

Bu bahsettiğimiz “heplik ve hiçlik” anlayışını çok delmişler. Buna çok geniş bir çerçevede bakıldığında, insanı aşan konularda “Ya hep ya hiç” diyemeyiz. Ama imkân dâhilinde olan meselelerde ya hep ya hiç. Bir adama diyebilir misiniz ki siz “Tamam on gün oruç tutsan yeter, otuz gün tutmana gerek yok”. Veya önemli olan adamın zekât vermesidir, deyip “Sen kırk da bir değil de seksen de bir zekât ver.” diyebilir misiniz? Bunu değiştirebilir misiniz? Veyahut hac farz olan bir adama desen ki “Ya bak şurada fukara var, sen hac değil de fukaraya yardım et, hac paranı bunlara dağıt… Önemli olan Allah’ın rızasını almak, İslâm’dan bir şey yapıyorsun ya tamam...” Bunlar yapılabilecek şeyler değil…

Adam gelip soruyor,
-Ben bir işte çalışıyorum, iş yerinde patronum namaz kılmama izin vermiyor, namaz kılabilecek bir yer de yok, ben ne yapayım? Çalışmak zorundayım, çocuklarımın maişeti de bu işe bağlı. Ne yapayım? Hoca da buna,

-Çalışmak da ibadettir. Sen orada dürüst çalış, Allah senin niyetini biliyor. Ortam müsait olsa kılacaktın değil mi?

-Evet, kılacaktım.

-Eve geldiğinde kılamadıklarını kaza edersin, diyor…

Bu tip insanlar bazen Kitab’tan, Sünnet’ten delil getiriyorlar. Bu delillerin de çok iyi incelenmesi lazım. Getirdiği deliller İslâm dini tamamlanmadan, önceki uygulamalara ait. O günün şartları bunu gerektirebilir, din henüz tamamlanmamış. Daha sonra belki o kaide neshedilmiş ki nitekim İslâm’da yerine gönderilen farklı hükümlerle ya değiştirilmiş ya kavileştirilmiş, statülerinde değişiklik olmuş birçok hüküm var. Biz o tamamlanıştan sonraki uygulamalara bakmak durumundayız. Ondan sonra bizim söylediğimiz gibi bir şeyler olmuş mu, biz bunlara bakacağız.

Misal bir dönem muta nikâhı uygulanmış, Resûlullah buna müsaade buyurmuş ama daha sonra Hz. Ömer döneminde bu neshedilmiş, muta nikâhı kaldırılmış. Resûlullah (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) döneminde, İslâm’ın ilk dönemlerinde bir maslahata binaen atlardan zekât alınmamış. Hz. Ömer döneminde bütün atlardan zekât alınmış. Sana vahiy mi geldi, Peygamber bunları zekâttan muaf tutmuştu. Sen niye bunlardan zekât alıyorsun, diye Ömer’e karşı çıkmışlar. Ama o dönemde herkes bu sefer malını, parasını zekât vermeyelim diye ata yatırmış.

Resûlullah muellefe-i kulûba zekât vermiş. Almak şöyle dursun onlara vermiş ve cizye de almamış onlardan. Hz. Ebubekir gelmiş onlara savaş ilan etmiş, siz zekâtlarınızı verinceye kadar ben sizinle savaşmaya emrolundum, buyurmuş. Daha bunun gibi birçok uygulama Resûlullah’ta yok ama din tamamlandıktan sonra Hulefa-i Raşidin döneminde var. Hüküm de ona göre veriliyor. Bakmamız gereken uygulamalar bunlar. Böyle el çabukluğu marifet hesabı ben Kitab’tan, Sünnet’ten delil getiriyorum, sorun yok, Kitab, Sünnet deyince akan sular durur, diyemeyiz. Hayır, karşındaki belki bunu bilmiyor, sen ona Kur’ân’dan, Sünnet’ten bir şey söylesen başım üstüne diyor ama bu uygulamanın geçerliliği, uygulanılırlığı ne kadar?

Misal para var ki hakikaten paradır ama tedavülden kalkmıştır. Sen şimdi illa esnafa getirip diyebilir misin ki bu para ile ben alışveriş yapacağım. Esnaf sana dese ki bu para, önceden geçiyordu ama şimdi tedavülde yok, kullanılmıyor,  ben bunu almam, sen ısrar edemezsin ki illa ben sana bunu vereceğim... Mantık biraz buna benziyor.

Böyle tedavülden kalkmış hükümler olabilir bunları kullanmak, insanlığa biz Kitab’tan, Sünnet’ten delil getiriyoruz demek çok fazla insaf işi değil…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort