JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Sual: Erzurum’da ki gençleri halen daha bir ergenlik var. Bu ergenlik fiziksel olarak değil düşünce olarak yapabiliti olarak insanın bir ergenlikteyiz. Yine bununda geliştirilmesi için yine bir vasıta gerekli.

Cevap: Aslında hayatı boyunca lazım olabilecek bütün mevzuatın ipuçlarını, kalıpları, formatları, şemaları insana verilmiş. Başka hiçbir vasıta olmasa bile insan bu ipuçlarını, bu kalıpları takip ederek hakikate ulaşabilir. Ve kendisine lazım olacak, onu hakikate ulaştıracak vasıtaları bulup bir araya getirebilir.

İnsanı diğer varlıklardan ayıran en üstün özelliklerden birisi düşünce yetisidir. İnsan düşünen bir varlıktır. İnsan ciddi olarak düşündüğünde, fıtrata uygun düşündüğünde doğruluk moduna ayarlanmıştır. Yaradılışı böyledir. Çünkü Hz. Allah kimse hakkında şerri murad etmemiş, yarattıkları hakkında daima hayır murad etmiştir. Bu yüzden de insanın bütün genlerini, kromozomlarını hayır üzere yönlendirmiştir. İnsan fıtratına uygun düşündüğünde veya düşünce yapısını geliştirdiğinde o lüzumlu araç ve gereci temin edecektir. Misal bir kuşu düşün. Kuş yavrusu, serçecik… Allah onu uçması için yaratmıştır. Dünyaya geldiğinde ona birisi uçmayı öğretmez. Belli bir kemale geldiğinde kanatlarını çırpmaya başlar. Bir ördek yavrusu hemen suya doğru gider. Bu yaradılışlının gereğidir. Allah o yüzme kabiliyetini onun genlerine yerleştirmiştir. İnsan konuşan bir varlıktır bu yüzden dünyaya geldiğinde belki kelime olarak telaffuzda bulunamaz ama ses çıkarır. Bu onun konuşan bir varlık olduğunu gösterir. Bunlar fıtrîdir.

İnsanın zahirinde ki veya mahlûkatta olan bu haller nasıl fıtrî ise insanın asıl yaradılış gayesi olan o gayeye ulaşması da bu denli tabiidir. Yeter ki insan düşünebilsin. Yoksa hiç kimseye Cenâbı Hak gadretmemiştir. Birilerine lütfedip, onlara bir şeyler ikram edip birilerini de kasıtlı mahrum etmemiştir. İnsanın mahrumiyeti yine kendi eliyledir. İnsan kendi kendisini mahrum etmektedir. Fıtratı ile bütünleşemediği, düşünemediği, kendisine lazım olacak araç ve gereci birleştiremediği için mahrumdur.

Bunu bir çerçeve olarak çizmeye çalıştım. Şimdi bu çerçevenin içini dolduralım. Bu çerçeveden meseleye baktığımızda Cenâbı Hak bir insan yaratıyor. Buna Âdem diyor. Bir insan yaratıyor adeta o insanı yine kendisine, var olan bir insana rehber kılıyor; onu peygamber yapıyor. İnsan yok bir Âdem var. Ve Cenâbı Hak o Âdeme buyuruyor ki “Sen peygambersin. Âdemiyetin rehberisin.” Buradan anlıyoruz ki Cenâbı Hak önce altyapıyı oluşturuyor. Sonra üstyapıya devam ediyor. Rehberi belirliyor, nübüvveti veriyor ve ona -bunu inanç anlamında söylüyorum- teknik konularda lazım olacak bütün bilgileri veriyor: Hz. Âdem’e otuz suhuf veriyor. Bir katalog veriyor Âdem’e. Ondan sonra Âdem’den diğer insanları var ediyor. Bakın insanların ihtiyaç duyacağı her şey hazır. Lider, teknik donanım, bilgi… her şey var. İnsana düşen ne? Hani halk arasında bir söz vardır. Un var, şeker var, yağ var buyur helva yap… Bu Allah’ın kadim olan bir âdeti ve bu kadim âdet değişmeyecek. Değişmemiş de. Dolayısıyla her zaman dilimi için Cenâbı Hak kâinatın farklı farklı bölgelerinde peygamberler ve suhuflar, kitaplar göndermiş. Bu anlamda Son Rehber “Sultanu’l-Enbiya aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm” geldikten sonra Cenâbı Hak asaleten bir rehber daha göndermeyecek ama o rehbere vekâleten kıyamete kadar o kadrolar devam edecek. Ve isteyen her insanı, doğruluğu arzulayan, iyiye niyet eden, iyi olma gayreti içinde olan her insanı Cenâbı Hak belki en yakınındaki o rehbere ulaştıracak. Yeter ki buna ihtiyaç hissetsin.

Ama insan rehber olarak nefsini gördüğünde, teknik donanım olarak kendi aklını ve cüz’i, zayıf bilgisini kabul ettiğinde kendi kendini kilitliyor. Bir telefonu düşünün yanlış girişler yaptığında telefon kilitleniyor. İnsan kendi yaptığı şeylerle Hakk’ın huzurunda kendisini kilitliyor ve iptal hale getiriyor.

Bu düzen Allah’ın düzeni. İnsanın bu düzeni kabul etmesi gerekiyor. Çünkü insan kendi kendine yeterli değildir. Ben nasıl ki zahir hayatımda, yaşantımın gereği kendi kendime yeterli değilsem, misal benim terziye, marangoza ihtiyacım var. Şu içinde oturduğumuz bir odaya bakın. Kaç insanın, kaç meslek erbabının bir araya gelişiyle meydana gelmiştir. Bakın burada marangoz çalışmış, kapılarını, doğramalarını yapmış. Burada kalıpçı, duvarcı, sıvacı, boyacı çalışmış. Burada mefruşatçı çalışmış, perdelerini yapmış. Burada döşemeci yerin döşemesini yapmış. Cilacı burayı cilalamış… Kaç meslek erbabı bir oda yapmış.

Bir insan zahirde böyle bir odaya başını sokabilmesi için nasıl ki bütün bu insanlara ihtiyacı varsa, Allah’ın rahmet dairesine, izzet sarayına, has odaya, yakınlığına erişebilmesi için birilerine ihtiyacı var. Aklın yolu birdir.

İnsan bunu reddettiğinde nefsi ile baş başa kalıyor. O zaman adeta Cenâbı Hak eşyanın dilinden ona buyuruyor ki “hadi yap bakalım böyle bir oda.” Ama derme çatma bir dam değil, mükemmel bir oda yapacaksın.

Bu anlamda insan fani olan şeylerde yekdiğerine muhtaç iken, baki olan ve hiç bilmediği, tamamen yabancısı olduğu mes’elelerde nasıl olur da eğitimi, rehberi veya o anlamdaki eğitim kurumlarını kabul etmez. Bu ne akılla ne inanç ve irfanla bağdaşacak bir şey.

İnsan Âdemi, yaradılışını, vazifelendirilişini düşünse demek ki her zamanda bir Âdem var. Allah’ın âdeti böyle. O Âdemi bulmalı. Kendisi için o Âdemi bulursa adam olabilir. İşte bu adam oluş bahsettiğin süreçte, ergenlik, reşit olup rüştünü ispat etme, fikir, amel, ahlak, anlayış olarak orada kemale gelir. Yoksa hep kişiliksiz, karaktersiz, kimliksiz, benliksiz, belleksiz, köksüz bir ot misali hayatını devam ettirir. Olgun, kalifiye insan olmanın yolu buralardan geçiyor. Bu bahsedilen kişiliksiz, kimliksiz, karaktersiz, şahsiyetsiz insanlara üç beş tane üniversite bitirttir, o karakteri kazanamaz, o kişiliği bulamaz, erişemez. Bu tip insanların elindeki bilgi teröristin elindeki silah gibidir. Bilgisiyle zarar verir. Kötüye kullanır.
Konunun başına dönersek insanın hazreti insan olması için bu bir süreç. Altyapısıyla, üstyapısıyla bu süreci yaşayıp tamamlaması lazım.

Her sanat ehlinden öğrenilir. Bir insan doktor olmak istiyorsa tıp fakültesine gider. Bir insan mühendis olmak istiyorsa mühendislik fakültesine gider. Öğretmen olmak istiyorsa eğitim fakültelerine devam eder. Din adamı olmak istiyorsa ilahiyat fakültesine gider. O mesleği nerde öğrenecekse oraya gider. “İnsan” olmak istiyorsa ve çıtayı daha yukarı koyup “hazreti insan” olmak istiyorsa “hazreti insana” gidecek. Buna ihtiyaç var.

Yoksa insan olamaz, nas olur. Bugün yeryüzünde gördükleriniz nas sınıfındandır. İnsan ayrıdır. Kelimeleri de farklıdır. Kelimeler hakikatlerin elbiseleridir. Çok şey ifade ederler. Nas Arapça bir kelimedir. Kur’ân-ı Kerim umuma hitab ederken “eyyuhennas” diye hitab eder. Bakın Nas sûresinde hep sonlar nasla biter. “Kul euzubirabbinnas melikinnas ilahinnas”. Umuma nas diye hitab eder Cenâbı Hak. Nas n-s-y kökeninden gelir. Nisyan, unutkan, gafil, aldanmış, vazife-i asliyyesini unutmuş, nereden gelip gittiğini bilmeyen, amiyane tabirle kuru kalabalık demektir. İnsan ise, insan ü-n-s kökeninden gelir. Enis, arkadaş, dost, yaklaşmış, yakın olmuş, ulaşmış, kavuşmuş anlamlarına gelir.

İnsanın serüveni “nas” olmaktan çıkıp “insan” olmaya gayret etmektir. Ve insanın da en had safhası, tekâmül etmiş hali “hazreti insan” olmaktır. Bu da “hazreti insan”dan öğrenilir. Tıp fakültesinde bunu öğrenemezsin. Hukukta, hendese bilimlerinde coğrafyada, tarihte, ilahiyatta bunları öğrenemezsin. İnsandan öğreneceksin.

Bunun için Cenâbı Hak Efendimiz’e “insanlara söyle, onlara öğret ki ey insanlar, insan olmak istiyorsanız, Allah sizi sevsin istiyorsanız, Allah’a sevimli olmak istiyorsanız bize gelin, O hakikatleri bizden öğrenin” buyuruyor. Onun için insana ihtiyaç var. İnsan olmak için insana ihtiyaç var.

Biz her şeyi bir isimle tanıyoruz. Mesela şu görünen bir cisim, buna bardak diyoruz. Bu isimle tanıyınca bu cismin neye yaradığını, ne amaçla kullanıldığını, vazifesini anlıyoruz. Mesela önümüzde durana sehpa/masa. İsmi söyleyince bunun amacını anlıyoruz. Ama yeryüzündeki bütün cisimlere bilimsel olarak madde diyoruz. Bunların hepsi birer madde. İslâm ıstılahında, şer’i olarak eşya diyoruz. Eşya, şey kökenindendir, şeyin çoğuldur. Şey, ismi söylenilmeyen, kullanılmayan, bilinmeyen, ayrıntısına girilmeyen cisimler, varlıklar, maddeler demektir. Bunların tamamına birden İslâm cemi’/çoğul olarak eşya der. Ama eşya deyince neyin kastedildiğini anlamayabilirsin. Çünkü bu anlamda insan da bir eşya. İnsan da bir madde, bir varlıktır. Bu da eşya cinsindendir. Ayırt etmek için insan diyoruz.

Bunun gibi her varlığın ismi ile bütünleşmesi gibi bize “hazreti insan” olmanın ilmini, tekniğini, teorisini öğreten ilmin dalı bu branşın adı tasavvuftur. Bu rehberin adı, bunun pratiğini yapan, uygulayıcısı, muallimi, öğreticisine “mürşidi kâmil” diyoruz, insanı kâmil. Bu isimle tanınıyor. Demek ki o ilim ve o muallim; öğrenilmesi gereken ve öğretecek olan olmazsa biz bu hakikatlerden mahrum oluruz...

Zihni geliştirme, tefekkür jimnastiği adına insanlar  tasavvuftan bahsederek, tasavvufu konuşarak bu konu hakkında bir fikir, bir anlayış sahibi olabilir, bir noktaya belki gelebilir. Ama mutasavvıf olmaz. Konuşarak sûfi olmaz. Düşünün bir insan tıp fakültesini çok üstün dereceyle bitirmiş olsa. Yüksek ihtisas da yapsa; bir hastaneye görevlendirilse doktor olsa bu insan pratisyen hekimdir. Niye? O bilgisini tecrübeye dönüştürmemiştir. Teoride mükemmeldir ama pratiği hiç yoktur. Hastalar üzerinde adeta pratik yapa yapa, tetkikler, teşhisler, tedavilerle bu insan uzman olur. Mütehassıs olur, profesör olur… Ama bunları pratikle elde eder.

Tasavvuf da yaşanılacak, uygulanılacak bir ilimdir. Sadece bilinecek bir şey değildir. Sadece teknik bir bilgiden ibaret değildir. Tasavvufta pratiksiz bir teori çok fazla bir şey getirmez. Seven olarak kalırsın hep. Dıştan, uzaktan bakan kalırsın. Bir şeyi tarif etmeye kalksan, misal şeker/çikolata tatlıdır diyebilirsin. Şeker çok tatlı. Tatlıyı tarif edebilir misin? Yok. Tatlıyı bana tarif edebilmen için bana şekeri yedirmen lazım ki ben o tadı anlayabileyim.

Sûfi olamazsan ancak şekerin tatlılığını bilirsin. Tadını bilemezsin, anlayamazsın. Tatlı olduğunu duymuşsun, tahmin edebiliyorsun, “bu şekerleme tatlı olur” diyebiliyorsun. Tahminler yürütebilirsin. Nazariyat. Sûfi ıstılahında buna İlme’l-yakîn denilir. Bilgi ile bir şeye yaklaşmak. Ayne’l-yakîn onu görmek. Ayn - göz. Görerek ona yaklaşmak. Hakke’l-yakîn onunla bütünleşerek ona yaklaşmak. Yani onu yiyerek damağında ve dimağında onu hissetmek. O zaman senin söyleyeceğin şey şekerin, çikolatanın tarifidir. Ve söylediğin şey sahihtir. Çünkü sen onu tecrübe ile, yiyerek tescil etmişsin, sabitleştirmişsin. Yoksa senin oradan bakarak “tatlıdır” demen bir zandır. Zandan öteye geçmez. Teori olabilir, varsayım olabilir veya bizim medrese tabiriyle “faraza” olur.

O yüzden bu hakikatleri anlayabilmek için tasavvufun içine dalmak lazım. O rehberle hemhal olmak lazım. Hazreti insana bulaşmak, karışmak, kavuşmak, ulaşmak; onunla buluşmak, sonra hazreti insanlaşmak… Adeta bu insan için gerçek doğumdur. Sonsuzluğa doğar insan. Şu anda biz fani âleme doğmuşuz. Ölümümüzü bekliyoruz. Her aldığımız nefes ömür takviminden bir yaprak koparıyor. Hızla sona doğru gidiyoruz. Ama sûfi tekâmül doğumunu gerçekleştirdiğinde gözlerini sonsuzluğa açar. Onun için son yoktur.
Sual: Efendim, bunun vukua gelmesi, “hazreti insan” olabilmesi için Allahu Teâlâ bizden bedel istiyor diyebilir miyiz?

Cevap: Diyebiliriz. İnsanın vereceği bu bedel de evre evredir. İnsan önce ikrar verir. Bu sözlü bedeldir. Bu işi kabul eder, böyle bir yola girer. Buna ikrar denir. Ondan sonra iş gerçekleşeceği zaman ondan ne isteniliyorsa onu verir. Ama artık o kemale gelmiştir. Onun gözünde hiçbir şeyin kıymeti yoktur. O elde edeceği şeyi görmüştür artık. O yüzden ondan ne isterlerse verir. Hiç çekinmez canını verir.

Bunun en büyük örneği Hz. Ebubekir’dir. Müteaddit kereler adeta canını Allah Resûlü’nün yerine, yoluna sunmuştur. Hicrette O’na arkadaş olmuştur. Onları millet fellik fellik ararken yakalansa öldürüleceğini bildiği halde ölüm pahasına O’nun yanından ayrılmıyor. Hâlbuki Hz. Ebubekir’e karşı kimsenin bir düşmanlığı yok. Bahse konu olan Sultanu’l-Enbiya aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm. O’na varlığını bedel veriyor. Mağaraya saklanıyorlar, O’na bir zarar gelmesin, akrep yılan gibi zarar verebilecek haşerat gelmesin diye üstündeki cübbesini, başındaki sarığını vesairesini yırtıp mağaradaki deliklere öteye beriye kapatıyor. En son bir delik kalıyor oraya tıkayacağı bir şey kalmamış. Oraya da ayağını/topuğunu dayıyor. Âlemlerin Efendisi dizine yatmış uyuyor, istirahat ediyor. O da ayağını uzatmış bir deliği tıkamış. Oradan gelen bir yılan bunun topuğunu ısırıyor. Canı öyle yanıyor ki. Yılan ısırdığı için canı yanan insan feryad eder. O ben kıpırdarım da Resulûllah uyanır diye kıpırdayamıyor da. Benim başıma devlet kuşu konmuş nasıl kıpırdarım ben. Hareketlenemiyor, canlanamıyor. Ama o kadar canı yanıyor göz yaşlarına hâkim olamıyor ve gözünden akan yaş Fahri âlemin yüzüne damlıyor. O yaşa uyanıyor Cenâbı Peygamber. Hz. Ebubekir niye ağladım da yaşım O’nun üzerine düştü, O uyandı diye elinden gelse o anda gözlerini de çıkaracak. Allah Resûlü ağlamasının sebebini sorduğunda önce bir şey söylemek istemiyor ama canının yandığını gören Cenâbı Peygamber “Ne oldu?” deyince “Herhalde ayağımı bir şey soktu Ya Resûlallah” diyor. Cenâbı Peygamber ayağına bakıyor ki yılan ısırmış. Ağzından bir parça balı yarasına sürüyor, tedavi oluyor.

Ama o anda canını koymuş oraya, bedelini vermiş. İşte o teslimiyeti, onun o bedel verişi kıyamete kadar gelecek insanlığa onu tanıtıyor. İsmi Kur’ân’da zikrediliyor Kur’ân’a geçiyor. Cenâbı Hak ayeti kerimede o mağaranın içinde iki kişi ve o “İki kişinin ikincisi” diye ondan bahsediyor. Varlık âleminde ikinci sıraya yer alıyor. Kâinatın efdali, eşrefi Hz. Muhammed (aleyhi’s-selâm), “ikinin ikincisi” diye Cenâbı Hak ikinci sıraya Hz. Ebubekir’i koyuyor. “Yâr-i gâr” oluyor. Mağara dostu, mağara arkadaşı oluyor. Hz. Ebubekir hakikat levhalarına böyle nakşedildi adeta.

Hz. Ali bedel veriyor. İkrar vermiş Müslüman olmuş, şahadeti söylemiş. Hicrette ölüm pahasına Resûlullah’ın yatağına yatıyor. Odaya girenler yatakta Peygamber var zannediyorlar. Tam kılıçlarını kaldırıyorlar öldürecekleri anda diyorlar ki “yahu bakalım yataktaki kim” Bakıyorlar ki Hz. Ali. O anda vursalar kimvurduya gidecek. Kaç tane kılıç kalkıyor. Ama hiç gam değil Hz. Ali için. İkrarını vermiş ondan sonra da canını istemişler, “yatağımıza yat” demişler hiç tereddütsüz yatmış. O bedel o zaman insanın gözüne gelmiyor. Karşılığı görmüş ya hiçbir şeyin kıymeti kalmıyor o zaman.

Ama bu önce anlayışla/ikrarla başlıyor ondan sonra da senden ne isterse ister. Canını ver canını, malını ver malını. Allahu Teâlâ “Onlar canlarıyla ve mallarıyla Allah yolunda mücadelede hizmet ederler, Allah için gayret ederler” buyuruyor. Bedelsiz hiçbir şey olmaz. Dünyada ücretsiz bir şey yok. Misal annen baban seni büyütüyor. Belki bakıyorsun bunu meccanen yapıyorlar ama senden bir beklentileri var. Sana yaptıklarının karşılığını senden bekliyorlar. Sen büyüyüp onlar hizmete muhtaç olduğunda onlara hizmet etmeni istiyorlar. Bunu bekliyorlar. Senin gölgende oturacaklarına, düştüklerinde onları düştüğü yerden kaldıracağına, ellerinden tutacağına, gerektiğinde her şeyini onlar için feda edeceğine inanıyorlar. Bunlar onların beklentileri. Annen yemiyor, seni yediriyor, giymiyor giydiriyor, uyumuyor, sabaha kadar başında bekliyor. İnsan düşünüyor ki bu ne şefkat, bu ne merhamet. Gelecekleri için senin üzerinden yatırım yapıyorlar. Yani dünyada ücretsiz bedelsiz hiçbir şey yok.

Sual: Efendim, bu sohbetlerin nasihatlerin daha güzel anlaşılması, hayata daha kolay yansıtılmasında helal lokmanın etkisinden bahsedebilir misiniz?

Cevap: Siz marangozsunuz… Şu yüzeye bir kaplama yapacağınız zaman bu kaplamanın buraya yapışabilmesi için altını iyice zımparalamalısınız. Hiçbir toz, kir, pürüz kalmamalı. Yoksa bu yapışmaz veyahut altındaki o şeyler hava kabarcıkları oluşturur, kabarır. İnsanın yediği haramlar da yüzeyin üstündeki o çer çöp, pürüzler gibi. Bunlar üstümüzde var olduğu sürece güzel kaplamalar yani nasihattir, zikirdir, fikirdir, vesaire bunlar yapışmaz. Kapatmaz.

Bunun için o zımpara misali çokça tevbe istiğfar edip Allah’ı zikretmeliyiz. Gözyaşı ile adeta gönlümüzü yıkamalıyız. Zemini tesviye etmeli, düzeltmeliyiz. Güzel işlere devam etmeliyiz. Pişmanlık duyduğumuz şeyleri tekrarlamamalıyız. Bu zemini böyle tahliye, tesviye ettikten sonra istediğimiz güzelliği üstüne kaplayabiliriz Allah’ın izniyle, oda altındaki bütün çirkinlikleri örter siler götürür. Tevbe istiğfar, Allah’ı zikir, iyiliklere Allah’ın razı olduğu işlere devam etmeli ve o yanlışları tekrar etmemeliyiz.

Bu nasihatlerin faide vermemesinin sebebi bulunduğumuz konuma göre fark edebilir. Bu kimine göre haram olabilir, kimine göre gıybet olabilir. İnsanların ayaklarını kaydıran şeyler farklı farklı olabilir. İlla herkes muz kabuğuna basmaz. Kimini muz kabuğu kaydırır, kimini başka bir kabuk kaydırır.

Ama zamanımız bu anlamda ayak kaymasına müsait bir zaman. Bu yüzden insanın çok dikkatli olması lazım. İyileri tercih etmesi, iyilerin meclisine devam etmesi lazım. Yalnız kaldıkça nefsi onu günaha sevk eder. Yanlışları ona güzel gösterir. Çünkü insan yalnız yaşayabilecek bir varlık değil, toplumsal bir varlıktır. Arkadaşa, çevreye, cemiyete muhtaçtır. İnsan bunu iyilerden belirlemeli. Misal cami cemaatiyle arkadaş olmazsa kahve cemaati ile arkadaş olacak. Bunun için insan iyileri tercih etmeli.

Sual: Bazen çevremizde ki eşimiz dostumuz diyor ki bir yere intisap etmeden de Allah’a ibadet edebilirsin.

Cevap: Olmaz diye bir şey yok olurda. Yine marangozluk mesleği üstünden rahat anlaşılabilsin diye örnek vereyim. Bir insan şu masayı eliyle de yapabilir. Belki bir keserle veyahut bir keskiyle belki bir masa yapabilir. Ama bunu bir ayda mı yapar bir senede mi yapar…

Bir de alet edevatı; hızarı, planyası, testeresi olsa, bu aletlerle şu masayı bir günde yapar. İnsanın bir yere intisab etmesi buna benzer. İşi kolaylaşır. Doğruyu çabuk öğrenir. Ama bunu kendi başına yapmaya kalktığında masayı eliyle yapan adam gibidir. Bunu çok fazla da sağlam yapamayabilir. Çünkü alet edevat yok, çivi kullanmayacak, tutkal kullanmayacak, kara usul yapacak… Çok sıhhatli bir şey ortaya çıkmaz.

Ama olur masa yapar. Yapamaz diyemeyiz. Yapar ama çok kullanışlı bir şey olmaz. Sıhhatli bir şey olmaz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Sual: Günümüz  Müslümanlarının içerisinde bulunduğu durum maalesef içler acısı. Bu manada bir örnek olarak Suriye gözümüzün önünde. Müslümanların halinde nasıl düzelme olacak?… Bizler de akan kandan sorumlu muyuz? Bizler ümmet-i Muhammed olarak âdeta hasta gibiyiz. Böyle nasıl bir araya geliriz? Aramızdaki ihtilafı giderip vahdeti nasıl tesis edebiliriz?

Cevap: Bu ihtilaf ta Hz. Ali döneminde belirginleşmiş ve Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki ihtilaflar, Cemel vak’aları, Sıffin hadiseleri; adeta o dönemde Kerbela ile doruğa çıkmış, zirve yapmış ondan sonra da çok fazla bir durulma olmamış. Zaman zaman bu fitne ateşi sönse de küllenmiş. Birileri yine gelmiş, biraz körüklemiş, ateşi alevlendirmiş. Tarihin seyri içinde bu hep böyle devam edegelmiş. Bugün de böyle devam ediyor. Belki bu kıyamete kadar da devam edecek. Bunu kökten bitirmek diye bir şey yok.

Büyüklerimiz bunun farklı sebepleri olduğunu ifade etmişler. Birçok büyük, buna farklı açılardan bakarak farklı sebepler zikretmişler. Mesela Bediüzzaman (rahimehumullah) Kerbela hadisesini ve Hz. Ali’nin Hz. Muaviye’yle olan ihtilafını değerlendirirken buyurmuş ki; “Cenâbı Hak Ehli Beyt’e dünyanın fâni olduğunu, rahmet nazarıyla bakmadığını bildirmek için onlara dünyayı vermemiş. Ehli Beyt’i kendisine seçtiği için Cenâbı Hak dünyayı onlara vermemiş ki onlar dünyaya meyletsinler. Bu aslında bir manevi korumadır.” diyor. Cenâbı Hak onları dünyanın zararlarından böylelikle korumuş.

Allah Resûlü de, dünyanın rahat yeri olmadığını mü’min için bir zindan, kâfir için bir cennet olduğunu hadisi şeriflerde beyan etmiş. Ayeti kerimelerde Cenâbı Hak dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu bize bildirmiş. Bu yönleriyle adeta Cenâbı Hak Müslümanları dünyadan korumuş. Dünyayı sürekli zor hale getirerek Müslümanların meylini, rağbetini, Müslümanların var güçleriyle dünyaya sarılmasını engellemiş. Ve bu bir imtihan vesilesi olmuş. Bir bu cepheden bakanlar var meseleye.

Bir de intikam cephesinden bakanlar var. Onların da ifadesi şu, diyorlar ki; “İnsanlar Hakk’ın emirlerine isyan ettikleri, ahkâm-ı ilâhiye’yi yüceltmedikleri, i’lâ-i kelimetullah adına yaşamadıkları için Cenâbı Hak intikam alıyor.”

Bir örnek veriyorlar… Bir insanın bir bağı, tarlası bostanı olsa. O bostana bakmasa, ilgilenmese o bostanı ayrık otları, yaban ağaçları, dikenler, çalı çırpı kuşatmış, bostan daha girilecek durumda olmasa... Adam bakar ki ben elime bir orak alsam temizlemeye çalışsam bunun altından kalkamam. Ne yapar adam, andız yakmak gibi o bostanı ateşe verir ki o çalı çırpı, dikenler yansın, temizlensin.

Cenâbı Hak dünyayı Müslümanlara teslim etti. Çünkü insanı halife olarak, kendi adına icraatta bulunsun diye yarattı. Ve yeryüzünün varisleri olarak Müslümanları tayin etti. “...enne-l-arda yeriśuhâ ‘ibâdiye-ssâlihûn.” (el-enbiya 21/105)buyurdu.

Müslümanlar bu emaneti taşıyamadılar. Bu bostana gereği gibi bakamadılar, yani Allah adına icarda bulunamadılar. Cenâbı Hak dünyayı bize -lâ teşbih- icara vermiş. Çalışın, yarısı bize, yarısı size. Allah’ın hakkını da unutmayın, ihmal etmeyin. Biz, hepsi bizim demişiz. Bu sefer bu dünya bostanını diken sarmış. Cenâbı Hak da bunu temizlemek için her yeri ateşe veriyor. Çalıyı çırpıyı, bu dikeni, ayrık otlarını temizlemek için dünyayı ateşe veriyor. Bakın bütün Müslüman ülkelerinde ateş var, gözyaşı var, kan var. Bu şekilde dünyayı temizliyor ve Müslümanlardan da intikam alıyor. Bir grup ulemâ da meseleye bu cepheden bakmış.

Her iki yönüyle de bir çeşit temizlik var. Şu halde bunu bizim durdurmamız, bitirmemiz diye bir şey söz konusu değil. Böyle bir şeye yeltenirsek aldanmış oluruz.

Ama biz buna rağmen bu ortamda, bu hengâmenin içinde huzurlu bir hayat, Allah’ın razı olacağı bir hayat sürebiliriz. Bunun altyapısını, zeminini oluşturabiliriz. Bizden istenilen bu. O zaman belki zaman zaman bu ateş küllenir, o çok şiddetini kaybeder. Kesin sönmez.

Çünkü bakın dünya diyoruz, ismi üstünde. “Deniy”den geliyor dünya. Deniy, afedersiniz pislik, temiz olmayan, necaset anlamındadır ve Kur’ân burayı tarif buyururken; “Esfele sâfilîn!” buyuruyor.

“Sümme radednahu esfele safilin.” (et-Tîn 95/5)

İnsanı dünyaya gönderdik. Burayı aşağıların aşağısı olarak nitelendiriyor. Şimdi biz böyle bir yeri kıymetlendiremeyiz. Bu hâlini değiştiremeyiz. Ama biz kendi bakışımızı değiştirebiliriz.

Bediüzzaman buyuruyor ki dünyaya insanlar olarak üç cepheden bakabiliriz; birisi ehli dünyanın penceresidir. Ehli dünya, dünyaya dünya olduğu için bakar ve onu elde etmek için uğraşır. Benim olsun diye hırs, tamah, arzu ile bakar. Bu dünyanın esiri olur.

“Ed-Dünya ci’fetun, tâlibuha kilâbun - Dünya bir leştir, talibleri de köpeklerdir.” buyrulmuş.

Bunlar o nev’idendir.

İkinci cephe; ehli imanın baktığı penceredir.

“Ed-Dünya mezraatul âhireh - Dünya ahiretin tarlasıdır.”

Dünyayı bir mezire olarak, ahiretin ekim dikiminin yapılacağı yer olarak görür. O gözle bakar, buna gayret eder.

Üçüncü; pencere havassın penceresidir. Kâmil mü’minin baktığı penceredir. O da dünyaya esmâ-i ilâhinin tecelli yeri olarak bakar. Cenâbı Hakk’ın sun’unun, kuvvet ve kudretinin, heybet ve hey’etinin tecelli ettiği muazzam bir tablo olarak dünyaya bakar ve bu her baktığında Allah’ın bir sıfatını görür. Esmâ-i ilâhinin güzelliklerini görür. Ef’âli ilâhiyi görür. Bu yönüyle bakınca dünyayı imar etmeye uğraşır.

İşte kâmil mü’minin bakması gereken pencere bu pencere. Bu pencereyi de herkes açamıyor. Bizden istenilen bu pencereyi açmak. Dünyaya bir tecelli âlemi, imkân âlemi, bir müşahede âlemi olarak bakmamız gerekiyor. Böyle bakınca dünya kalbimize girmiyor. Dünya önümüzde duruyor. Kalbimizde eşyayı var eden, eşyanın Hâlık’ı oluyor. O zaman bu ateş külleniyor. Şiddetini kaybediyor.

Ayeti kerimede yine Cenâbı Hak buyuruyor. Dünyayı isteyene dünyayı veririz.

“...vekâne-l-insânu ‘acûlâ” (el-İsrâ: 17/11)
buyuruyor Rabbimiz. İnsanoğlu bu manada acelecidir. Aceleciliğinden kasıt dünyaya taliptir, dünyayı istiyor.

Dünyayı isteyene dünyayı, ukbayı isteyene ukbayı veririz, buyuruyor Cenâbı Hak.

İnsanları da üçe ayırmışlar. Dünyayı isteyenler, ukbayı isteyenler, Mevlâ’yı isteyenler. Muamele bunlara göre oluyor. Ehli dünya, ehli ukba, Ehlullah, Allah adamları. İşte Allah adamları o üçüncü pencereden bakıyor. Onlar öyle bakınca dünyayı bir emanet gibi görüyorlar ve dünyayı bu sun’un zuhur ettiği bir yer olarak görünce kendilerini borçlu hissediyorlar. Yani bunu korumak, imar etmek lazım geldiğine, emaneti ilâhi olduğuna kanaat getiriyorlar, gayrete giriyorlar. Bunun için ne yapılması gerekiyorsa; cemaat, devlet oradan başlıyor bu iş, büyüyor. Kurumsallaşıyor. Ve Müslümanlar idrakleri, ihlâsları nispetinde bu halkanın etrafında toplanabiliyorlar.

Tarihten bugüne fitne Müslümanları bu halkanın etrafından koparabilmek için elinden ne gelirse yapmış. Bunun için gerek kelamî sahada, gerek fıkhî sahada, gerek meşrepler bazında tasavvufî anlamda Müslümanları böle, böle, böle birbirinden uzaklaştırmış. Evet, belki çeşitlilik İslâm’ın zenginliği ama bu bazen de çok menfiyata kapı açabiliyor. Bu çeşitlilik bazen zarar getirebiliyor. Çünkü bu çeşitlilikler birbirlerini tekfir noktasına varabiliyorlar.

Geçmişte şafilerle hanefiler arasında çok ciddi mücadeleler olmuş. Bugün bile Müslümanlarda mesela şu anlayış var; hanefiler, şafilerin peşinde namaz kılamaz ama şafiler, hanefilerin peşinde kılar. Bakın bu yayılmış. Yanlış olmakla birlikte buna hepimiz inanmışız. Ve belki böyle benimsemişiz. O yüzden zaman zaman şafileri, şiilerle karıştırabiliyoruz. Bunların çok bilgilerine de sahip değiliz. Mesela dört mezhep haktır derken biz, anlayış olarak belki buna inanmışız ama hep ezber. Dört mezhep haktır ama kendi mezhebimizin dışındaki mezheplerin hakikatleri nelerdir bunları bilmiyoruz.

Mardinli bir ağabeyimiz anlatıyor... İstanbul Eyüp Sultan Camii’nde bir cenaze namazı kılıyorlarmış. Abimiz şafi. Yanında da uzun, beyaz sakallı, yaşlı, nurani, Karadenizli bir amca var. Yan yana namaz kılıyorlar. Şafi olan ağabeyimiz tekbirlerde ellerini kaldırıyor, sünnet üzere tekbir alıyor. Bu amcanın dikkatini çekmiş. Namaz bittikten sonra Karadenizli amca Mardinli ağabeyimize bir çıkışmış, bir paylamış,

-Sen ne yaptın? Ne namazı kıldın böyle? Bayram namazı mı kılıyoruz yahu. Habire ellerini kaldırıp duruyorsun, demiş. Abimiz demiş ki,

-Amca kaç mezhep var?
-Dört.
-Nedir bunlar?
-Hanefi, Şafi, Hanbeli, Maliki.
-Sen diğer mezheplerin, mesela şafilerin uygulamalarını, onların amel biçimlerini biliyor musun?
-Yok, onlar da herhalde bizim gibidir.
-Sizin gibi olsa şafi olmalarına ne gerek vardı, hanefi olurlardı, demiş.
Adam bu sefer durmuş,
-Sen şafi misin? demiş.
-Amca ben şafiyim ve benim mezhebime göre de her tekbirde el kaldırmak sünnettir. Ben kendi mezhebime göre amel ettim deyince, adam bu sefer olgun Müslümanmış ki,
-Özür dilerim kardaşım, ben bilmiyorum. Hiç şafi görmemişim. Ben Karadenizliyim. Bizde ilaçlık arasan şafi bulamazsın. Seni de böyle görünce yadırgadım, demiş…

Şimdi Müslümanlar bu durumda... Müslümanlarda cehalet, gaflet, dünya sevgisi, kavmiyetçilik, taassub var…

Üstad Bediüzzaman ifade ederken asrın üç hastalığı var buyuruyor. Birisi cehalet, birisi zaruret, birisi taassup, asabiyet.

Cehaletin ilacı ilim ve irfan ki bütün varlığın yaratılış gayesi muhabbet ve marifetullahtır, diyor. Taassubun çaresi muhabbet, ülfet, ünsiyet, uhuvvet, sevgi. Zaruretin çaresi zanaat ve kanaat buyuruyor. Bu üçünden de biz mahrumuz.

Böyle olunca ihtilaflar bitmiyor. Bu sefer bu ihtilaflar Suriye’yi, Afganistan’ı, Pakistan’ı, Arakan’ı, Eritre’yi, Moro’yu… sayamayacağımız kadar yerleri bir ateş hattına çeviriyor. Bu anlamda yeryüzündeki bütün Müslümanlar potansiyel suçludurlar. Suriye’de akan her damla kandan bu Müslümanlar mes’uldürler.

Şöyle ki mes’uldürler; neticeden sorumlu değiliz. Netice Allah’a aittir ama gayretten sorumluyuz. O neticenin lehimize tecelli etmesi için gayret etmekten sorumluyuz. Müslümanlar bu gayreti yapmıyor, alt yapıyı oluşturmuyorlar. Müslümanların birbirleriyle ciddi dayanışmaları yok. Hiç kimsenin kendisinden başkasına tahammülü yok. Her cemaat, her mezhep, her meşrep, her vakıf… statüleri neyse, kendilerini İslâm’ın merkezine koyuyor, merkez benim diyor. Ben merkezli olunca meseleler, kimin ihtiyacı varsa bana gelsin, diyorlar. Böyle bakınca meseleye aynı gurur, aynı taassup öbüründe de var. Suriye yanmış! Arakan’da o kadar insanların –afedersiniz- ırzına geçilmiş… Bana değmeyen bin yaşasın, diyor. Ümmet birdir yahu. Ümmet birdir, bu sınırlar idari anlamdadır yoksa İslâm’ın sınırı yoktur. Nerede “Lailâheillallah” deniyorsa ora bizim vatanımızdır. İdari anlamda kolay olsun diye bu sınırlar konulmuş. Yok, orada oluyorsa banane. Onlar şucu, onlar bucu… Herkesi bir örtüyle örtmeye çalışıyoruz.

Bu anlamda hepimiz suçluyuz. Âlimlerimizin yani cemaatlerin üstünde etkin olan insanların önümüze geçip bize bu gerçekleri anlatmaları lazım. Bu noktada bizi uyandırmaları, ikaz etmeleri lazım. Tebliğlerde bulunmaları lazım. Seminerse seminer, konferanssa konferans, eğitimse eğitim. Bugün herkes adeta kendi mesleğinin ve meşrebinin eğitimini vermeye çalışıyor. Onun dışına çıkmak istemiyor. İnsanlar fikri ve zikri cemaatler olmak üzere ikiye bölünmüşler ve her ikisinin arasında da ciddi çatışmalar var. Birileri birilerini radikallikle, vehhabilikle, selefilikle vesaireyle suçluyor. Öbürleri de öbürlerini cehaletle, uyuşuklukla, gerçeklerden kaçmakla, kendilerini gizlemekle suçluyor. Artık birbirimizi suçlamayı bırakıp birbirimizi tamamlamaya yönelirsek bu ateşi söndürebiliriz, küllendirebiliriz.

Biz meseleyi şöyle değerlendiriyoruz: Resûlullah (asv) mescidi saadetten çıkarken iki sahabinin dil münakaşasına şahit oluyor. Efendimiz buyuruyor ki; “Onların o münakaşasına gözüm takıldı, Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğu Bana unutturuldu…”

Bakın iki sahabi dille münakaşa ediyorlar, biraz yüksek sesle konuşuyorlar. Resûlullah Efendimiz’e de hangi gecenin Kadir Gecesi olduğu bildirilmiş, onu ashaba açıklayacak ama gözü oraya takılınca gönlü kayıyor...

Şimdi bu kadar bir hadise, bir dil münakaşası Resûlullah’ın gönlünü etkileyebiliyor ve bu sebepten dolayı O’na verilen bir hakikat âdeta geri alınıyorsa bugünkü Müslümanların mücadeleleri, münakaşaları nelerin zayi olmasına, elimizden nelerin gitmesine sebep olmuyor ki.

Bu yüzden şu anda belki Suriye’ye duadan başka bir şey yapamıyoruz. Ama bir yandan da Suriye’nin durumundan ibret almak durumundayız. Bulunduğumuz bölgelerin de Suriyeleşmemesi için ne yapılması gerekiyorsa gayrete girişmeliyiz. Bugün, Ramazan el-Bûti bir ihtilaf konusu oldu. Kimilerine göre şehit, kimilerine göre zelil olarak adlandırılıyor. Doğruyu Allah biliyor ama görünüşe baktığımızda bir zillet içindeydi. Adeta kendi desteklediği canavarın kurbanı oldu. Şimdi bunu nereye oturtacağız? Türkiyemiz’de de bu konumda olan insanlar; büyükler, âlimler, salihler var… Bunlarla nasıl bir mücadeleye girişeceğiz? Mücadele etseniz bir dert, etmeseniz başka bir dert. Bir söz var ya; “Aşağı tükürseniz sakal, yukarı tükürseniz bıyık.” Mücadele etseniz muhalif oluyorsunuz, etmeyip rıza gösterseniz içiniz, imanınız el vermiyor. Çünkü hak belli. Bu dini -hâşâ- yeniden va’z edecek değiliz. Din çok sarih olarak, elhamdülillah, her şeyiyle açık olarak elimizde.

Bugün Türkiye’de müştereken imanı tarif edemiyoruz. İmanın ne olduğunun net bir şekilde tarif edemiyoruz. Küfrün ne olduğunu net bir şekilde tarif edemiyoruz. Çünkü birilerine göre küfür olan şey öbürlerine göre imandan sayılabiliyor. Birilerine göre iman olarak görülen şey başka birilerine, bir cemaate göre küfür kabul edilebiliyor.

Mesela sistem ikinci evliliği yasaklamış. Bu belki sistemin zulmü ama inanışta Müslüman kadınlar ikinci evliliğe karşılar. Rahmetli hocaefendilşerden birisi bize bir şey anlatmıştı, çok ilginç gelmişti bana. Onlar eski İstanbul müftülerinin birinden fıkıh, hadis, tefsir dersi okuyorlar. Müftü efendi Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiş, güzide ulemadan bir zât. hocaefendi diyor ki bir gün ben derse diğer talebe arkadaşlarımdan erken gittim. Müftü efendi evde beni bir odaya aldı. Baktım ki oda dergâh gibi, normal bir ev odası değil. Bir seccade, dini kitaplar, Kur’ân-ı Kerim, tesbihler var. Mâbed havasında bir oda. Hocamızın bu yönü olduğunu bilmiyordum. Dedim ki; “Hocam maaşallah! Bu kadar ilimle uğraşıyor, talebe okutuyorsunuz, hem de demek ki böyle Mevlâ ile baş başa kalmaya zaman ayırıyor, burada münferiden ibadet ediyor, bir zühd hayatı yaşıyorsunuz.” Dedi ki; “Oğul burası benim odam değil.”

-Kimin odası? Ailesini kastederek,
-Burası yengenin odası.
-Efendim, Allah’a şükredin Cenâbı Hak böyle zâhid, âbid bir hanım size lütfetimiş. Hz. Ali efendimiz “Rabbenâ âtina fi’d-dünya haseneh” ayetini tefsir buyururken; “Dünyadaki ‘hasene’ saliha eştir.” buyuruyor. Bir insanın eşi saliha ise o dünyanın güzelliklerine erişmiştir. Allah size böyle bir saliha eş vermiş. Demek ki böyle zâhide, pâkize bir annemiz var.
Müftü efendi,
-Âh oğlum! Haklısın da yengen bir Müslüman olsa, zühdü baş üstü.
-Efendim, bu odanın sahibi nasıl Müslüman olmaz?
-Ben sana bir iki şey tavsiye edeyim bak, yengeni bir tanı.
-Buyrun efendim.
-Sen yengene de ki; “Yenge/anne, bak biz sürekli buraya derse gidip geliyoruz. Sen de çok yaşlandın, bize hizmet etmekten yoruluyorsun. Saliha bir Müslüman hanımefendi var, genç, dinamik. Allah için kocanızın hizmetine talip. Sen de izin verirsen onu kocanızla nikâhlayalım. Eve gelsin, hem sana hizmet etsin, hem kocanıza hizmet etsin, hem gelen talebelere, ziyaretçilere hizmet etsin, yardımcı olsun.” bak sana ne diyecek.

Hocamız diyor ki ben bunu söyledim. Anneye dedim ki,
-Anne, böyle ehli namus, temiz, pakize bir hanımefendi var. Siz de izin verirseniz hocamızla nikâh edelim, siz yaşlandınız artık, elden ayaktan düştünüz, hem size baksın, hem kocanıza baksın.
Kadın,
-Olmaz, kesinlikle böyle bir şeyi kabul etmem. Ben toprağa girmeden böyle bir şeye izin vermem, der. Hocaefendi diyor ki,
-Anne, bak Allahu Teâla Kur’ân-ı Kerim’de böyle buyuruyor… dememe kalmadı kadın,
-(Hâşâ) Ben öyle Allah tanımam dedi.  Erkekleri ikinci kez evlendiren bir Allah’a ben inanmam, dedi.
Hocaefendi diyor ki; “Dünyam yıkıldı.” Müftü efendi bana döndü ve “Gördün mü oğlum Timur.” dedi...

Bu anlayış bizim tesbih elinden düşmeyen, Müslüman hanımlarımıza yerleşmiş. Biz önce işin bu cephesini düzeltmeliyiz. Belki bu anlayıştan dolayı Cenâbı Hak bu ferdi leimlere bu kanunları çıkarttırmış.

Her şey bize endeksli. Biz bu anlayışı düzeltmeden sistemdeki o kanun da düzelmeyecek. Bu anlamda kadınlarımız İslâmlaşmadan, zihinleri İslâmlaşmadan, vahye tabi olmadan o kanun da belki düzelmeyecek.

Evet, Cenâbı Hak muradını bildiriyor; “Bilirseniz bir tane hayırlıdır.” buyuruyor. Bu murad-ı ilâhi. Ama maslahat gereği birden fazla gerekiyorsa evlenilebilinir. Bunu bugünün Müslüman, mücahide, şu sokaklarda örtü için miting yapan, din hâkim olsun diye uğraşan kadına bu meseleyi götür, orada biter. Bu zihniyeti biz değiştiremiyoruz. Bu kadınımızda olan. Müslüman erkeklerimizin de farklı dertleri var.

Mesela bir Müslüman aileye “Devletin resmi bir sistemi var ama siz gelin şu mirası İslâm’a göre taksim edin.” deyin yedi yerden başınızı yararlar. Kızlar yarım alsın erkekler bir alsın deyin kızılca kıyametler kopar. En şeriatçısına varıncaya kadar.

Önce bunların değişmesi, bunların düzelmesi lazım. Yoksa İslâm tepeden gelmez. Biz şimdi hep tepeden getirmeye uğraşıyoruz. İslâm alttan gelir. Tabandan tavana doğru yükselirse o sağlam durur. Ama tavandan tabana indirmeye çalışırsanız taban oynadığı an tavanı atar. Bu tutmaz. Halkı İslâmlaştıracağız. Halkın anlayışını İslâmlaştıracağız. İslâm devletini önce gönüllerde, zihinlerde kuracağız sonra coğrafyalar üzerinde. Yoksa bunun başka çıkışı olmaz.

Allah Resûlu on üç sene Mekke-i Mükerreme’de bunu yapmadılar mı? Gönüllerde devletleşmediler mi? Sonra Cenâbı Hak müsait zemini lütfetti, Medine’de bu devlet kuruldu. Ama on üç sene çok sancılı, çileli geçti. Bugün bu çileye kimse talip değil. İmanla istikbal arasında bocalayıp duruyoruz. İmanımız bize bir şeyi emrediyor bunu biliyoruz ama bakıyoruz ki istikbalimize ters düştüğünde imandan vazgeçiyoruz. Yer geliyor namazımızı, yer geliyor örtümüzü, yer geliyor Müslüman kimliğimizi feda ediyoruz.

Bunlar düzelmeden biz Suriye’yi ne kadar konuşursak konuşalım bir yere varamayız. Arakan’ı biz ne kadar konuşursak konuşalım bir yere varamayız. Mademki Cenâbı Hak ateşten korunmanın usulünü; “Kû enfuseküm ve ehlikum” (et-Tahrim 66/6) diye buyuruyor; önce nefislerinizden başlayın sonra ehilden ivme ivme dışarı doğru çıkın. Öyle ise bu hikmete uygun hareket etmek zorundayız. Önce kendilerimizden ve aile çevremizden başlamalıyız. Ecdad buyurmuş; “Herkes kapısının önünü süpürse mahalle tertemiz olur.”

Ama biz kendimizi, yakınlarımızı ihmal pahasına Suriye’yi tartışmak hoşumuza gidiyor. Kolaycılık bu biraz.

Belki sizin baktığınız cepheden bakmıyorum ama bunu Suriye için bir şey yapmayalım anlamında söylemiyorum. Kendimiz için yapacağımız şey Suriye’ye de ilaç olacak inşaallah.

Sual: Efendim peki ittifak nasıl, ne zaman olur?

Cevap: Bu halde ittifak yapamayız, hastalıklarımız var. Hastalıklı bir bedenden bir şey alıp başka bir bedene nakledemezsiniz, uyum sağlamaz.

Sual: Peki, Cenâbı Hak bu konuda bizden ne istiyor?

Cevap: Cenâbı Hak bizim gayretimize bakıyor. İllâ bunu bitirmemizi istemiyor. Ayeti kerimede azı çoğa sayabileceğini buyuruyor. Bediüzzaman Hazretleri de bunu izah ederken buyurmuşlar; “Cenâbı Hak belki çok az bir ameli tercih edip, indinde makbul olan bir hali tercih edip binler seyyiatı temizleyebiliyor.”

Bismillah
“...inne-lhasenâti yużhibne-sseyyi-ât” (el-Hûd: 11/114) buyuruyor Mevlâ.

Bir iyiliğe karşılık binler kötülüğü silebiliyor. Şimdi demek ki biz de böyle bir adım attığımızda on adım bize gelinecek inşaallah. Yeter ki biz buna bir yerden başlayalım. Bu başlangıcımızı Rabbimiz görürse bunu tamama sayar inşaallah ve güzel neticeler ikram eder.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 03 Haziran 2014 16:02

İSLÂM’IN MODASI TAKVADIR

Bugün sizlerle gerek dünyanın, özellikle de Türkiye’deki Müslümanların son günlerde gündemi olan bir mevzuyu, tesettür mevzuunu müzakere edeceğiz. Cenâbı Hak tesirini halkeylesin.

Televizyonlarda, gazetelerde takip ediyorsanız belki görüyorsunuz. Son senelerde Avrupa’da peçenin, çarşafın, İslâm’a uygun şekilde örtünmenin yasaklanması… Yurdumuzda, Türkiye’mizde de 28 Şubat’tan sonra örtünün, kamusal alan denilen resmi kurum ve kuruluşlardan hatta özerk olan üniversitelere varıncaya kadar çıkartılması… Son günlerde de belli sendikaların bir teşebbüste bulunup serbest kıyafeti özellikle okullara ve tabi kamuya yaygınlaştırmak istemesi... Belki niyetleri halis Allah razı olsun, muvaffak kılsın, duacıyız. “Serbest kıyafet” başlığı altında örtülü bayanların/öğretmenlerin de okullara örtülü gidebilmesi, örtülü avukatların mahkemelere örtülü girebilmesi, doktorların hastanelerde başlarını örtebilmesi vesaire… Örtü noktasında bir gayret var, gündemde tutuluyor. Uzun zamandan beri de Türkiye’nin değişik vilayetlerinde örtü eylemi yapılıyor. Özellikle Sakarya’da ısrarla bunu devam ettiriyorlar.

Tabi bu işin vardığı, varacağı netice ne olacak? Başlangıcından günümüze kadar geldiğimiz nokta nedir? Özgürlük gibi görünen başörtüsünün serbest olması gerçekten bir özgürlük mü? Bugün örtü diye bilinen ve milletin yırtındığı, çırpındığı adına türban dedikleri örtünme aracı gerçekte tesettür mü?

Sözde türban geçmişte siyaseten başlatıldı ama bizde bir söz var; “Köyün başında bir yalan söyledim dibine indim ben de inandım.” şimdi o hale geldik ki türbana razı olduk, Müslümanlar olarak bize ölümü gösterip hastalığa razı ettiler. Biz de türbanı benimsedik, türbanı tutup tesettürü attık. Acaba türban tesettür müdür? Tesettür ile türban arasındaki fark nedir? Bugün üniversitelerde veyahut kamuda türban diye taktıkları şey gerçekten Allah’ın emrettiği örtü müdür? Allah böyle örtünmemizi mi istiyor? Bugün sizlerle kısaca bu konuyu işleyelim. Çünkü içimizde genç yavrularımız, genç bacılarımız var, belki üniversiteye devam eden, belki kamuda görev yapan hizmetli bacılarımız var. Bunlar da meselenin gerçek yüzünü anlamış olsunlar. Biz de bu gündeme bir yerden katılmış, meseleyi değerlendirmiş olalım…

Biliyorsunuz biz Müslüman olduğumuz için meselelerimizde hep İslâm’dan esinlenme, İslâm’dan kaynaklanma, İslâm’dan beslenme durumundayız. Buna mecburuz. Dedik ya biz Müslümanız ve biz Allah’ın kuluyuz. Dolayısıyla kulluğun gereği Allah’ın emrinin dışında bir şey yapamayız, yapmamalıyız. Eğer O Allah’a inanıyorsak ve O’na teslimsek yapamayız. O’nun emrinin dışında bir şey yapamayız. Cenâbı Hak bize hayat düsturlarını Kur’ân-ı Kerim’de adeta madde madde sunarken; Kur’ân’da hayatımızın olması gereken şeklini bildirirken, tafsilatlı bir şekilde de Hz. Muhammed Aleyhi’s-selam’ı bize vitrin olarak gönderiyor ve gösteriyor. Kur’ân’da bildirilen bütün hakikatlerin uygulayıcısı olarak Sultanu’l-Enbiya’yı ve bayanlarla ilgili mevzularda da O’nun ailesine, Efendimiz’in hanımlarına hitâp ederek İslâm hanımlarının nasıl olması gerektiğini bildiriyor ve onların yaşantısıyla da net bir şekilde bize gösteriyor. Biz şunu bilmeliyiz ki biz hiçbir konuda kendi başımıza muhtar değiliz. Arzuladığımız şekilde yapamayız. Emredildiği şekilde yapmakla yükümlüyüz.

Meselelerimizi Allah’ın emrinde, Sultanu’l-Enbiya’nın yaşantısında olduğu gibi yapmakla yükümlüyüz. Böyle olduğuna inanıyoruz, kabul ediyoruz. Ama bir dezavantajımız var. Nedir o? Ismarlama din taşıyoruz. Bizim dinimiz birilerinin cebinde, anlayışında olmak zorunda. Niye? Biz Kitab’ı açtığımızda Kitab’la konuşamıyoruz. Biz Allah Resûlü’nün sünnetini elimize aldığımızda onu anlamıyoruz. Ahir zaman Müslümanları olarak bizi öyle bir hale getirmişler ki sevap tüccarına döndürmüşler. Düşünce sistemimizi, düşünme yeteneğimizi dumura uğratmışlar. Şunu yaparsan bu kadar sevap, bunu yaparsan bu kadar sevap. Bütün alışverişimiz sevap için. Hakikat namına pek alıp verdiğimiz, düşündüğümüz meseleler yok.

Ismarlama din dedik, işte bu noktada devreye tarikatlar, âlimler girdi, cemaatler, İslâmî anlamda basın, yayın; neşredilen gazetedir, dergidir, mecmuadır sözde İslâmî eserler, İslâmî radyolar girdi, üniversite camiasından profesörler, kanaat önderleri girdi. Artık aklınıza gelebilecek bu konuda sözde etkili ve yetkili kimler varsa bu ısmarlama dini bize satmak için gayrete giriştiler. Ve her biri -lâ teşbih- bir heykeltıraş gibi dinin ötesini berisini yontmaya çalıştılar. Kendi içlerindeki din olgusunu, anlayışını âdeta bizim üzerimizde şekillendirmek istediler.

Mesela biri çıktı dedi ki: “Örtü iman esası değil, teferruattır, gerek yok.” Biri çıktı dedi ki: “Örtünmeden murad sadece vücudun belli yerleridir, bunun dışındaki yerler açık olsa da önemli değil.” Biri çıktı dedi ki: “Saç da örtüdür, başka bir örtüye gerek yok.” Bunları hep din adına söylediler.

Biz de ister istemez, meselenin özünü bilemediğimizden bunlardan birine inanmak, birinin dediğini dinlemek zorundaydık. Bizim nefsimize hangisi uygun geldiyse, nefsimiz hangisine tamam dediyse biz ona uyduk, böyleymiş dedik. Filan hocaefendi bu konuyu böyle anlatıyor, filan cemaat böyle söylüyor dedik, mesele bitti. Aslında içimizde bir rahatsızlık var, bunun yanlış olduğunu biz de biliyoruz. Bizim memlekette bir söz vardır; “Aklın yok yok da burnunun delikleri de mi yok, koku da mı alamıyorsun?” derler. Burnumuzun deliği var, cahil olsak da imanımız var. Bizi rahatsız eden yönler olsa da nefsimizin hoşuna gittiği için eyvallah dedik ve suçu o hocaefendiye, o cemaate, o yayını yapan kurum ve kuruluşlara havale ettik.

Peki, ettik de bitti mi? Hayır. Madalyonun bir de öbür yüzü, “ahiret” var. Haşr var, hesap var ve İslâm bize diyor ki cehalet mazeret değil. Sen burada; “Ben bilmiyordum, o hocaefendiyi dinledim.” diyebilirsin, bunu burada söyleyebilirsin. Yarın mahkeme-i kübrada bunu mazeret olarak sunamazsın. Çünkü sen “Ben Müslümanım!” diyorsun ve bu din senin. Öyleyse bu dinin gerçeğini öğrenmek zorundasın. Sen derin derin araştıramayabilir, detaylara inemeyebilir, bu kaynaklara sahip olamayabilirsin. Cenâbı Hak işini kolaylaştırıyor ve Bismillah;

“Lekad kâne lekum fî Resûlillâhi usvetun hasenetun... - Sizin için bütün güzellikler, ölçüler, nizamlar Sultanu’l-Enbiya’dadır.” buyuruyor...

“Muhakkak ki…” kasemle bunu bildiriyor Mevlâmız, Hz. Muhammed (asv) sizin için usve-i hasene, bütün güzelliklerin, Allah’ın razı olduğu, Allah’ın sizden istediği her şeyin numunesidir, örneğidir. Öyleyse sen Muhammed’e bakacaksın başka yapacağın bir şey yok.

Sen âlim, muhaddis, müfessir, fukaha değilsin. Eyvallah. Ama sen ümmeti Muhammed’densin. Senin Hatice gibi, Aişe gibi, Fatıma gibi anaların var. Sen niye o anaları bıraktın da “first lady”lere uydun?

Bak günümüzde örtünün de ismi değişti “türban” oldu. Türban şekilleri de isimlendirildi kavakçı başı oldu, söğütçü başı oldu neyse… Allah emri olmaktan çıktı birilerinin başı oldu.

Bakın şekilleri kimler belirledi? Hâlbuki Cenâbı Hak Ahzab Sûresi’nde, Nur Sûresi’nde, Nisa Sûresi’nde, İsra Sûresi’nde bayanın olması gereken şekilleri tarif ediyor. Sen hiç buralara baktın, buraları inceledin mi? Hayır.

Yine son günlerde televizyon kanallarında boy gösteriyorlar sözde hoca sıfatlı kabzımal kılıklı bel’amlar, adeta kanalların kadrolu memurları, aboneleri olmuşlar, çıkıyor, örtü hakkında konuşuyorlar; “Efendim Müslüman bayan itici olmamalı, örtüsü ile çekici olmalı…” Ne anlarsınız bundan? Bir bayanın çekici olması için ne yapması lazım? “İtici örtü”, “çekici örtü” aradaki farkı anlayabiliyor musunuz?

Cenâbı Hak bayanlara cahiliye teberrücünü men etmiyor mu Kur’ân-ı Kerim’de? Cahiliye adetleri üzere giyinmeyin. Yürürken ayaklarınızı yerlere vurarak, ziynetlerinizin seslerini duyurarak çekici olmayın, seslerinizle teberrüc yapmayın.

Biliyorsunuz Medine-i Münevvere’de örtü emri nazil olduktan sonra bu emir Müslüman annelerimize, o günün İslâm hanımlarına buyrulduğunda hiç tereddütsüz, hepsi Allah’ın emrettiği şekilde örtündüler. Hatta rivayetlerde öyle deniyor ki bir anda Medine sokaklarını sanki siyah kuşlar kuşatmış gibi bayanların hepsi birden siyaha büründü. Sanki bütün Medine sokaklarını siyah kırlangıçlar kuşatmış gibi oldu.

Âişe annemizin Hafsa isminde bir yeğeni ziyaretine geliyor. Üstünde şeffaf, ince bir örtü var. Şimdi biz Anadolu tabiri ile yaşmak diyoruz. Yaşmaklar ince. Eskiden gelinler o yaşmağı örterlerdi ama hem saçları görünür, hem gerdanları görünür, hem kulaklarındaki ziynetler görünürdü. Böyle bir yaşmakla Hafsa annemiz, Âişe annemizi ziyarete geliyor. Efendimiz’in de Hafsa isminde bir ailesi var onunla karıştırmayın. Hz. Âişe yeğeninin üstünde o örtüyü görünce birden celalleniyor, hiddetleniyor: “Sen Müslüman mısın?” diyor. Peygamber hanımı, ümmetin annesi ve İslâm’da yedi büyük müçtehitten/fetva makamından birisi, Âişe… “Sen Müslüman mısın?” Yeğeni; “Ben İslâm’dan çıkacak ne yaptım ki? Ne yaptım da bana sen Müslüman mısın diye soruyorsun?” diyor. Âişe annemiz: “Sen Allah’ın Nur Sûresi’nde kadınların nasıl örtünmesi gerektiğini emrettiği ayeti okumadın mı hiç?” diyor ve başındaki o ince örtüyü parçalıyor ve gidip içeriden kalın ve büyük bir örtü getiriyor onunla yeğenini örtüyor…

Acaba bugünün Müslüman kadınları!… İnşaallah bugünün kadınları da türbanlarını yırtar tesettüre geçerler. Bunu ümit edelim, ümitvar olmak lazım, “Lâ taknetu mi’r-rahmetillah - Ümidinizi kesmeyin.” buyuruyor Allah.

Bacılar! Bugün sistemin baskısı, rejim, yasak vesaire dedik, değişik kılıflar bulduk. Bunları şöyle bir tarafa bırakalım. Müslümanlar olarak, bizim geldiğimiz nokta neresi? Örtüyü biz tesettür olmaktan çıkarıp, sadece bayanın saçlarını örten bir başörtüsüne, bir mendile dönüştürdük. Sanki Allah’ın emri bu. Bir örtü ile başımızı örttük, kamusal alanda böyle; kalan yerler, vücudun diğer yerleri… Bakın dışarıdakilere, Allah için, çırılçıplaklar. Çıplaklardan daha tahrik ediciler.

Ve biz örtüyü modalaştırdık. Takva ölçüsü olmaktan, takva örtüsü olmaktan çıkardık. “Allah sizi takva ile örttü.” buyuruyor Cenâbı Hak ayeti kerimede; takva ne idi? Takva Allah’tan korkmaktı, biz bu korkuyu aştık. Örtüyü takva olmaktan çıkardık modalaştırdık. Bakın televizyonlarda örtü reklamları yapılıyor bilmem ne eşarpları diye. Bana geliyor ki sanki şarapları diyorlar.

Örtü modalaştı, yetmedi, örtünün defilelerini yapmaya başladık. Podyumlarda örtülü kızları mankenleştirip erkeklere sunmaya başladık. Bunun adı ne? Tesettür defilesi… Ve bu, Müslüman bayanlara çok cazip geldi. Bu defileler televizyonlara çıktı kanallardan yayınlandı. Bu oyunları, bu hezeyanları mukaddes, mübarek kelimelerle isimlendirdik. Tekbir, vahdet gibi İslâmî ifadeler kullanarak bunları kamuya sunmaya çalıştık. Müslüman bir bayan deniz kenarında, plajda ne giyecek? Bunların reklamları yapılır oldu. Haşema reklamı, bununla denize girsin. Bunu gazetelere verdik. Cazip geldi bize, İslâmî haşema. İslâmî damgasını verdiğimiz şeyler sanki hemen İslâmlaşıyor. İslâmî haşama, İslâmî defile, İslâmî tesettür… Bayanlarımız İslâm adına, örtü adına çıplaklardan daha çıplak oldular, özür diliyorum deve kuşuna döndüler; gövdeleri dışarıda, başları toprağa gömülü. Başlarını örttüler, ya diğer bedenleri…

Pantolon aldı, yürüdü… Pantolonun üstüne basenini örtecek kadar tunik denilen elbiselerle sokağa çıkmaya başladık. Dar, vücudun bütün hatlarını, göğüsleri, kalçaları, bacakları belli eden elbiseler. Rengârenk, süslü, nakışlı dolamalar; o dolamalara uygun göz, dudak boyaları, makyajlar... Ne adına bunlar? Tesettür adına, türbanla bütünleşsin. Peki, bu Allah’ın emri mi? Allah böyle mi örtünmemizi emrediyor? Bakın bunu yapan Müslümanlar. Rejim bizi böyle bir şeye zorlamadı. Biz bizi zorladık. Birbirimize bakarak bu hale geldik.

Sahabi annelerimiz dışarıya çıkacakları zaman ağızlarına taş koyarlardı, konuşmayalım; ellerine âsâ alır, bellerini kamburlaştırırlardı genç olduğumuz belli olmasın diye. Bugünün bayanları… Çok özür diliyorum, mikrofona ihtiyaç yok. Şurada konuşsun Erzurum’un öbür başında dinle. Maaşallah camdan cama bağırmalar, camdan çocuklarına, birbirlerine seslenmeler, o kahkahalar, sokakta bir şeyler yemeler… Ne bunlar?

İslâm’ın emrettiği tesettür bacılar, sadece bedeni örten bir örtü değildir. İslâm tesettürü geniş düşünmüş. “Min celâbîbi- hinne” buyuruyor Cenâbı Hak, cilbab kadını tepeden tırnağa örten bir örtüdür. İslâm tesettüründe cilbab ile kadın dışını tepeden tırnağa örtüğü gibi Cenâbı Hakk’ın buyurduğu takva ile de duygularını, düşüncelerini, ahlâkını, kimliğini, kişiliğini de örtmesi gerekir. Edepsiz bir bayandaki örtü tarladaki korkuluğun elbise giymesinden farksızdır. Bayan her şeyini örtmek durumundadır. Çünkü bayan her şeyiyle ziynettir. Her şeyiyle, sadece vücut hatlarıyla değil, korunması gereken bir varlıktır.

Bugün örtülü bayanların dışarıda yaptıklarına bakın, rezillik. Peki, bunlar böyle görüldüğünde “hem örtülü hem böyle” denilmeyecek ve bu İslâm’a mal edilmeyecek mi? İslâm düşmanları bunu malzeme olarak kullanmayacaklar mı? “Bakın işte Müslümanlar böyle.” diyecekler.

Öyleyse çok ciddi bir seferberlik başlatmak zorundayız. İçeride ve dışarıda Allah’ın emrettiği şekilde örtünmeye çevremizi davet etmeli, teşvik etmeliyiz. Biz öyle örtünmeliyiz, çevremizi öyle örtünmeye teşvik etmeliyiz ve biz ahlâkımızı güzelleştirip çevremize örnek olmalıyız.

Dışarıdakiler örtülü değiller, bacılar kusura bakmayın. Emin olun açık olsalar o kadar dikkat çekici olmazlar. Başlarındaki örtüden başka açıklardan bir farkları yok. Kızın birisi bir çorap almış ayağına giymiş annesine gösteriyor.

-Anne çorabımı beğendin mi?

-Kızım ayağında çorap mı var senin? Çorap mı giyiyorsun? Çorap giyinmişliğinle çıplaklığın arasında hiçbir fark yok kızım, diyor annesi. Kız diyor ki,

-Fark var anne.

-Ne fark var yavrum?

-20 lira, diyor…

Çoraba 20 lira vermiş, aradaki fark çorabın parası…

Ten rengi çoraplar, dar elbiseler. Evin içinde bile olsak biz Rabbimiz’in bizi her an gördüğüne inanmıyor muyuz? Biz ihsan sırrına erişmeye çalışıyoruz, dervişiz, sûfiyiz, muttaki olmaya azmetmişiz, çıtayı bir yerlere koymuşuz. Neydi ihsan? Allah’ı görürmüşçesine ibadet etmek ve O’nun sürekli bizi gördüğünü düşünmek. Bu düşünceden sıyrılmamız lazım evde de farklı giyinmek için. Eğer bu düşünce bizdeyse evde de farklı giyinemeyiz. Allah’ımız, melekler, ruhaniyetler… Bizi gören, bizi gözetleyen o kadar kalabalık var ki. “Dünya rahat yeri değildir.” buyuruyor Sultanu’l-Enbiya. Bunu düşünün bacılar. Bu anlamda bu dünya rahat yeri değildir. Dünya takvanın yani Allah’tan korkmanın yeridir. Korkan sakınır, korkan dikkat eder. Çok dikkat eder. Misal eşinizden, babanızdan korktuğunuz şeyler vardır. Ne kadar dikkatlisinizdir o konularda değil mi? Çok dikkat ediyorsunuz, niye? Huzursuzluk olabilir, farklı şeyler olabilir, kaldıramayacağınız sözler işitebilirsiniz, hoşlanmayacağınız hareketlerle karşılaşabilirsiniz. Bunun için dikkat ediyorsunuz. Allah için aynı dikkati, daha ziyade bir şekilde Allah’ın emirlerine gösterelim. Bu suçu kimseye atamayız bacılar.

Rabbimiz, Efendimiz (asv) vasıtasıyla örnek olacak ezvac-ı tahirat, Efendimiz’in güzide ailesi ve kızları ve onların şahsında kıyamete kadar gelecek bütün mü’mine, müslime, muvahhide bayanlara, bütün bayanlara hitap ediyor, Bismillah,

Yâ eyyuhe-nnebiyyu kul li-ezvâcike vebenâtike venisâ-i-lmu’minîne yudnîne ‘aleyhinne min celâbîbihin(ne). żâlike ednâ en yu’refne felâ yu’żeyn(e). Vekânellâhu ġafûran rahîmâ...
Kul, söyle li-ezvâcike  hanımlarına vebenâtike kızlarına, venisâ-i-lmu’minîne, bütün mü’min, ben inandım, benim Allah’ım Peygamberim var diyen bütün bayanlara söyle: yudnîne ‘aleyhinne min celâbîbihin(ne), kendilerini cilbab denilen, yani baştan ayağa örten, içini göstermeyen, hatları belli etmeyen, dikkat çekmeyen bir örtü ile örtünsünler. Böyle bir örtü ile sade, bol, kalın ve her yeri kuşatan, örten bir cilbab, bir örtü ile örtünsünler.  Bunun hikmetini de açıklıyor. żâlike ednâ en yu’refne, Niye böyle örtünsünler? Bir, Müslüman oldukları için, İslâm kimliklerini muhafaza etsinler. İki, bayan oldukları için. Müslümanlıkları, bayan, hanımefendi oldukları anlaşılsın, bilinsin, böyle tanınsınlar diye. Yani bunlar iffetli, namuslu, erdemli, hayalı, münevver, müzeyyen hanımefendilerdir. Böyle bilinsinler. en yu’refne Böyle tanınsınlar. felâ yu’żeyn(e), her türlü eziyetten, cefadan, psikolojik baskılardan, kötü akan salyalardan, muzur gözlerden korunsunlar diye. Bakın örtünün hikmetlerini açıklıyor.

Peki, bugün dışarıda örtünen bayanlar bu anlamda korunmuş mu? Şehvete davetiye çıkarmıyorlar mı? Merak uyandırmıyorlar mı? Yüzü, gözü boyalı, boya küpüne düşmüş sanki zannedersin ki sulu boya resmi yapmışsın. Ayetle uyuşuyor mu?

Vekânellâhu ġafûran rahîmâ. Onlar böyle yapar, böyle dikkat ederlerse hasbelbeşer gözden kaçırdıkları, unutarak ihmal ettikleri bir nokta olursa Allah onlar için bağışlayıcıdır. Allah onların bu çabalarını, bu gayretlerini, bu temiz niyetlerini nazara verir. Sehven atladıkları, gözden kaçırdıkları noktaları Allah bağışlar. Kime bu müjde? Cilbablıya. Cilbabı beş yüzden fazla müfessir tefsirlerinde çarşaf olarak tefsir etmişler. Çarşaf, ferace bunlara yörelerde değişik isimler söyleniyor. Erzurum’da ihram diyorlar mesela.

Bacılar Cenâbı Hak bizi bize bırakmıyor. Bizim mutluluğumuz için ne gerekiyorsa onu bize bildiriyor. Peki, kim Allah’tan daha iyi bilebilir? Modacılar mı? Bugünün gündemlerini belirleyenler mi? Kim bizi Allah’tan daha çok sevebilir? “Canım siz bizi öcü yapmak istiyorsunuz!” Mantık böyle diyebilir. İtici olmamalı, Müslüman bir hanımefendi çekici olmalı diyorlar ya, İslâm itici oluyor.

Bakın Resûlullah (asv); “Evinden çıkarken koku sürüp sokağa çıkan bir bayan evine döndüğünde cünüptür.” buyuruyor. İşte çekicilik bayanı cünüp hale getiriyor. Kokunun özelliği ne? Çekici olmak. Şimdi evlerimizde şifonyerimizin üstü deodoranlarla dolu. Ter önleyici, bilmem ne önleyici… Bunları evde kullanmıyoruz özellikle sokağa çıkarken hemen fıslıyoruz. Ama Resûlullah buyuruyor ki; “Evinize döndüğünüzde cünüpsünüz, gusletsin o bayan.”

Çekici olmuştur; erkeğin gözlerini, şehvetini üzerine çekmiştir. “Allah önce baktırana, sonra bakana lanet eder.” buyuruyor Peygamberimiz. Önce baktırana yani bayana, sonra bakana, erkeğe lanet eder. Şimdi biz ilahiyatçı profesör olarak bayanlara tavsiyede bulunuyoruz; “Çekici olun, itici olmayın; kolaylaştırıcı olun, zorlaştırıcı olmayın…” Ben bunları imanınıza arz ediyorum. Size böyle olun diye bir baskı yapmak için söylemiyorum. İmanınıza, irfanınıza konuşuyorum. Karar sizin. Fatıma, Âişe, Hatice, Sevde, Hafsa, Zeyneb, Ümmü Gülsüm olabilirsiniz… First lady de olabilirsiniz. Tercih sizin…

Ama gelin eğri oturalım doğru konuşalım; türbanla tesettürü birbirinden ayıralım. Tesettür kapsayıcı ve bayanı içi ile dışıyla ele alan bir olgu. Türban sadece saçı örten bir örtü. Bu ikisi farklı. Türban belki Müslüman bir bayanın ev içinde kullanabileceği bir örtü. Bakın Nur Sûresi’nde; “Başörtülerini omuzlarının üzerine alsınlar, göğüslerini örtecek şekilde örtünsünler.” buyuruyor Cenâbı Hak. Bu ev içindeki kıyafetlerimiz. Dışarı çıkarken “Dış örtülerini, cilbablarını üzerine alsınlar.” buyuruyor Cenâbı Hak. Mü’mine bir bayanın içliği ayrı, dışlığı ayrı. Evin içindeki kıyafetini de bakın tarif ediyor. Orada da bizi bize bırakmıyor. Evde şöyle giy, böyle giy değil, “Evde de başörtülerini göğüslerinin üzerine salsınlar.” buyuruyor. Bunu türban olarak kabul edebiliriz ama bu örtü dışarıda giyilecek bir örtü değil.

“Efendim ben üniversiteye gidiyorum!” Allah sana üniversiteye git, diye bir emir vermedi ki, Müslüman ol, İslâmca yaşa emrini verdi. Ahirette de sana sormayacak niye sen üniversite okumadın diye. Böyle bir sual ile karşılaşmayacaksın. Ama niye Allah’ın istediği gibi örtünmedin diye soracaklar. Müslüman’dın da niye İslâm’a göre örtünmedin, bunu soracak. “Üniversitede herkes öyle türbanlı idi. Başını örtüyor, başka yerlerini açıyordu ben de ondan böyle oldum.” diyemeyeceksin orada. Böyle bir mecburiyetin, böyle bir kulluk görevin yok.

Şimdi biz bu hale gelmeyi büyük bir kazanım olarak görüyoruz günümüzde. Bu da ayrı bir sıkıntı. İnancımızın gereğini yaşamak gibi en tabi hakkımız olan bir hakkı birilerinin ötesini berisini makaslayarak kuşa çevirip bize vermelerini biz büyük bir kazanım olarak görüyoruz. Mal bulmuş harami gibi, hazineye kavuşmuş gibi seviniyoruz; “Ya bakın bize ne özgürlükler verdiler.” Bunun karşılığında nelerimizi aldılar yahu. Başımızı örtü ile örttüler ama başımızın içini boşalttılar. Kafamızda bir şey yok; bilgi yok, irfan yok, ahlâk yok… Bakın, nelerimiz gitmiş? Şimdi biz güya örtünme özgürlüğünü kazandık. Okulda, şurada, burada örtünebileceğiz ama bu örtünün şeklini de yine onlar belirliyor. Tavşankulağı bağlarsan diyor, orasını burasını iğnelemeyecek böyle bağlamayacaksın, diyor. Böyle bağlarsan siyasal İslâm oluyor. Böyle bağlarsan Anadolu örfü oluyor. Geçenlerde bir parti, memleketin bir yerinde başörtüsü dağıtmış. Diğer partililer, kendi arkadaşları buna hücum etmişler; “Biz bu memleketten örtüyü kazımak isterken, tarihin derinliklerinden bugüne örtü düşmanlığı yaparken sen örtü dağıtıyorsun…” Dağıtan adam kendini savunuyor; “Ben örtü dağıtmadım. Örtünmeye ben de karşıyım. Ben tülbent dağıttım. Tülbent bizim örfümüz. Anadolu’da herkes tülbent takar, yaşmak dağıttım ben örtü değil, diyor. Yaşmak, bizim kültürümüz bizim örfümüz ama tesettür, İslâm’ın emri ona karşıyız.

Biz bunu bir özgürlük kabul ediyoruz seviniyoruz ve diyoruz ki ya şu partililere bak ne kadar değişmişler, ilerlemiş, mesafe kaydetmişler… Bu çok acı. Bu bir özgürlük, bir hak veriş değil. Bu, karşılığında birçok şeyi elimizden alıp kendi belirledikleri şeylere bizi mecbur etmeleri… Biz mü’minler, mü’mineler olarak bununla da mücadele edeceğiz. Siz bize modayı dayatıyorsunuz. Bizim modamız İslâm. İslâm’sa bize moda olarak, en güzel anlamında takvayı gösteriyor.

“...fe-inne ḣayra-zzâdi-ttakvâ...” buyuruyor Cenâbı Hak. Takva en hayırlı azık, en hayırlı süstür. Zâd bir anlamda da ziynettir, bir anlamda azıktır. Takva en güzel süs, en güzel, en doyurucu, en kalıcı azıktır. İslâm’ın modası. Tercih sizin.

Cenâbı Hak hepimize hakkı hak görüp ittiba etmeyi, batılı batıl görüp ne surette karşımıza çıkarsa çıksın onu tanıyıp, maskaralıklarını anlayıp ondan ictinab edebilmeyi nasip eylesin. Âhir akıbetimizi hayreylesin. İslâm’ı en güzel şekilde öğrenmeyi, anlamayı, yaşamayı, yaşatmayı nasip eylesin. Cenâbı Hak mü’minlere bayanıyla erkeğiyle, firaset, basiret, hidayet, istikamet ve nusret ihsan eylesin. Âmin diyenleri Cenâbı Hak iki cihanda emin eylesin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Biz kitaba, kitabî bilgilere baktığımızda misal bizim karşımıza Gazâlî çıkıyor. Tasavvuf deyince karşımıza Geylânî, İmam Rabbânî, Şâhı Nakşibend çıkıyor… Ama baktığımızda onların hayatları, yaşamları, anlayışları bugüne uymuyor. Denklem kuramıyoruz. Geylânî’nin tarihsellik olarak yaşadığı tasavvufla bugün bizim yaşamak zorunda olduğumuz tasavvuf çok farklı. Belki Geylânî’nin yaşadığı tasavvufî hayat bugün açısından bize göre çok lüks. Peki, biz bu nimetten mahrum mu kalalım, hayır. Zamanın Geylânî’si bunu yeniliyor, güncelliyor. Bu sefer biz de kolaylıkla istifade edebiliyoruz. O güne nispetle, Geylânî, Nakşibendî, Ahmed er-Rıfâî zamanında  başta olan meseleler belki bugün en sonda. Ehem mühim sırası, önemli önemsiz sıralaması o güne göre bugün değişmiş. Zaman farklılık arz etmiş.

O gün mesela  önde, önemli olan riyazatlar, halvetler, mücahedeler, çileler bugün bir anlam ifade etmiyor. Çünkü bugün insan İslâm dairesinde oldu mu riyazatın içinde zaten. Her şeye perhiz etmek zorunda. Ayriyeten  bir daha riyazat yapmasına gerek yok.

O gün halvete giren, kırk gün çile çıkaran derviş, “dervişse”, bugün zaten toplumdan dışlanıyor. Çok tabi bir halvete tabi tutuyorlar onu. Çevresi ondan uzaklaşıyor. Herkes, en yakınları bile ondan kaçıyor, adam adeta erbain yaşıyor, kimse onunla konuşmuyor, görüşmüyor, selamlaşmıyor… Erbain tabiîleşmiş. Bunun gidip çileye, bir mağaraya girmesine gerek yok. Evinde haremlik selamlık uygula, kadınla erkeği birbirinden ayır, koçla koyunu karıştırma kimse gelmiyor. Birinin evine gitsen; “Tavuk yemiyorum, yaş pasta yemiyorum.” desen zaten kimse seni evine davet etmiyor. Çok doğal bir halvet. Doğal bir riyazat. Şüpheli olan şeylerden korkuyor, her şeyi yiyemiyorsun; koka kola içemiyorsun, belki asitli içecekleri içemiyorsun; çikolata yiyemiyorsun jelatin var, tavuk yiyemiyorsun sulu yolum… Çok tabi bir riyazat…

Ama bunlar geçmişte adeta tasavvufun temeliymiş. Bunları yapmayan derviş olamıyor. Bugün bunların bir önemi kalmamış. Bugün daha farklı şeylere yöneliniyor. O gün belki binler sayıyı bulan zikirler veriliyormuş, şu esmayı şu kadar çekeceksin, bu esmayı bu kadar çekeceksin. Bugün farklı olmuş. Adeta bugünün zikri daha somut şeyler. Bugünün zikri doğruluk olmuş. Yalan söylememe, sözünde durma, emanete riayet etme… Bugünün zikri bunlar olmuş. Bunların yanında beş bin tane Allah desen yeter demişler. Ama bu somut hakikatler olmazsa olmaz. Yüz bin Allah desen, doğru olmasan, bir tane yalan söylesen o yüz bini siliyorlar.

Önem sıralaması değişmiş. Neye göre değişmiş? Bugünün kâmilinin uygulamasına göre. Bu yüzden tasavvuf her zamanda farklılık arz edebilir. Biraz da bu yüzden mutlak bir tarifi yok, tarif edilmemiş.

Misal bana sorsalar tasavvuf nedir, ben diyeceğim ki tasavvuf; Şeyh Abdulhakim Hüseynî Hazretleri’nin yaşadığı hayattır. Benim mürşidimin hayatı… Yahu ondan önce Ahmed Haznevî Hazretleri vardı, Hazret (Muhammed Diyauddin Hz.) ve sair vardı (kaddesallâhu esrarehum ecmain) Hepsi başımın üstünde. Ama hiçbirinin hayatı beni ilgilendirmiyor.

Misal benim çocukluğumda, bizim evlerimizde saatlerce başına oturarak pompaladığımız piknik tüpü büyüklüğünde gaz ocakları vardı, onunla yemek pişirilirdi. Ocağı pompalardık ki hazneye, ağız kısmına gaz gelsin, ateş yansın. Sanki Mecûsîlerin ateşi gibi hiç söndürmemeye gayret ederdik ki yemek pişsin. Bugün şimdi aygazda bir düğme var, tık basıyorsun ateşi yakıyor, otomatik. Çakmak dahi kullanmıyorsun. Mesela doğalgaz getirmiş sürekli gaz geliyor. Mantık mı şimdi ben geçmişe bağlı kalacağım diye o pompalı gaz ocağını alıp onunla yemek pişireceğim.

Dünün tasavvufu pompalı gaz ocağıydı. Bugün belki hiç ateşsiz elektrikli aygazlar var. Üstüne yemeği koyuyorsun ateş de görmüyorsun, pişiriyor. Bugünün tasavvufu o. Bu yüzden bunlar yazılabilecek, anlatılabilecek şeyler değil. Ancak bunlar o zât-ı akdeste, kâmil mürşidde görerek ve hissederek, özümseyerek öğrenebileceğin bir ilim, bir bilgi…

Sual: Peki Efendim, tasavvufu bu manada kullanamayan, hâlâ geçmiş usullere göre insanları irşad etmeye çalışan gruplar, cemaatler insanlara faideden çok zarar vermiyorlar mı?

Cevap: Niyetleri halis olduğu için zarar veriyorlar demeyelim de bir faide veremiyorlar diyelim. Misal Topkapı Sarayı’na gidiyoruz. Mukaddes Emanetleri; Resûlullah’ın (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) sakal-ı şerifini görüyoruz, bu bize bir muhabbet veriyor, duygulanıyoruz, hürmet ediyoruz, tazim ediyoruz. Onlarınki sanki bir çeşit müze gibi, geçmişi sergiliyorlar. Camekânların arkasından gidip seyrediyoruz. Ama eğer o sakal-ı şerifi seyretme duygusu -müsaitsek, buna imkânımız varsa- bize sakal bıraktırmıyorsa, biz Efendimiz’in sakal-ı şerifinden bir şey anlamış değiliz. Biz o sakalın, orada seyrettiğimiz, tazim ettiğimiz, salâvatla hürmet ettiğimiz o mübarek tüyün kadir ve kıymetini ve ondaki mânâyı bıraktığımızda anlayacağız. Orada gördüğümüz şey bûy-i Muhammedî’dir (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm). O’nun mübarek vücudundan bir güldür. Ama biz bıraktığımızda o nûr-i Muhammedidir (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm). Bu O’ndan bir nurdur. Bunu anlayacağız.

Orada gidip O’nun cübbe-i şerifini ziyaret edeceğiz, bakacağız, duygulanacağız Sultanımız (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) bunu giymiş, buna bürünmüş. Bu, bu kadar. Biz onu giyersek Hazreti Muhammed’i giymiş olacağız (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm). Adeta O’nun halini, ahlâkını giymiş olacağız ve o giyildiğinde neler hissedilmiş onları anlayacağız.

Bunun için meseleleri böyle bir müze gibi göstermek zarar değil ama bir faide de vermiyor. İş ki o hali bize yaşatsınlar, tasavvufun güzelliklerini, şeriatın inceliklerini bizde güncellesinler, yaşayabileceğimiz hale getirsinler.

Sual: Efendim, geçmişte insanların bugünkü kadar imkânları yoktu. Âlim olanların bile ilmî kaynaklara ulaşabilmesi güçtü. Fakat bugün istediğimiz kaynağa, kitaba internet/bilgisayar vasıtası ile ulaşabiliyoruz. Aynı şekilde geçmişte müridler mürşidlerini, ihvanlarını ziyaret için başlarında açlık, kıtlık, sıkıntılar olmasına rağmen çok zor şartlara tahammül ederlerken, bugün bizler bu kadar geniş imkânlara rağmen gayretimiz onlarınkinin yanında hiç sayılır. Zulüm, dalalet bizleri kuşatmış, Allah’a dönemiyoruz… Allah’a dönüşümüz nasıl olacak?

Cevap: Zamanımızda gaflet, zulmet, dalalet, nifak ne nispette ise nuraniyet, ruhaniyet, tasarrufat, hidayet, manevi kuvvet de o nispette. Hatta onun fevkinde olması lazım.

De ki: “Hak geldi, batıl yok oldu. Elbette batıl yok olmaya mahkumdur.” (el-İsra: 17/81)

Batılın zail olabilmesi için Hak batıldan güçlü olacak. Batıl ne kadar yayılmış, ne kadar çok olursa olsun zulmaniyetin karşısında Rahmanî güç de bu denli güçlü olmalı. Bu yüzden diyebiliriz ki, bunu büyüklerimiz söylemişler, bu zamanın evliyası geçmiş zaman evliyalarından büyüktür. Onların ellerindeki tasarruf, himmet gücü, manevi enerji geçmiştekilerden büyüktür. Niye, zamanın düşmanı büyük. Cenâbı Hak dostlarını düşmanlarına göre teçhizatlandırıyor. Misal dün sadece savaş aleti olarak elde kılıç vardı. Bugün kilometrelerce mesafeleri vurabilen füzeler, insansız hava araçları var. Karşı tarafın teknolojisine karşı değişik teknikler üretilebiliyor, bu imkân var. O yüzden bugünün imkânları geniş olmakla birlikte mânâsı da geniş. Ama düne nispetle insanların gafletleri de belki çok. Niye? Bahsettiğiniz gibi dün kıtlık, sıkıntı vardı, insanlar çok fazla bir şey görmedikleri için sıkıntıdan sığınabilecekleri tek merci Hazreti Allah’tı. Bu yüzden Allah’a dönüyorlar, O’na yalvarıyorlar, O’na sığınıyorlardı. Sıdkları bütündü. Bugün nimet çoğalınca meşgale çoğaldı, adeta nimetler insanların gözünü perdeledi. İnsan bir şeyden daralınca Allah’a sığınmak yerine başka bir nimete sığınmayı tercih etti. Var ya, çokluk var ona sığınıyor; ona olmadı tercih şansı, alternatif çok. Bu da Cenâbı Hakk’ın bir imtihanı, bu bir mekirdir.

Ataullah Hazretleri Hikem-i Ataiyye’de buyuruyor; “Sen Allah’a isyan edip dururken Allah’ın sana nimet vermesi, senden nimeti eksiltmemesi bil ki sana O’nun mekridir.” Ahirette senin sesini kesmek için sana bu nimetleri veriyor. Mü’min eğer bu imtihanı anlar da nimete değil de nimeti verene döner, O’nunla meşgul olursa bu nimetlerin hepsi ona hediye olur, hibe olur. Artıya geçer. Yok, böyle olmaz da bu nimetlere dalar Mün’imi, nimeti vereni unutursa Karun gibi bu nimetlerin içinde boğulur, helak olur.

Burada bu imtihan var. Geçmişin imtihanı yokluktu, bugünün imtihanı varlık. Dün insanlar kıtlıkla, açlıkla imtihan ediliyordu; Efendimiz ve ashabı taş bağlıyorlardı karınlarına bu bir imtihandı, Allah onların sabırlarını, şükürlerini, tevekküllerini, teslimiyet- lerini ölçüyordu; bugünün insanının adeta ağzına tıkıyor Cenâbı Hak, her nimet başından aşmış, sofraya bir bakıyorsun en fakirimizin bir sabah kahvaltısına otur, kuş sütü kuru üzüm… Bununla imtihan ediliyoruz. Bazen hangisinden yesem diye şaşırıyoruz, öyle bir aç gözlülük, bir iştah oluyor. Bu aynı zamanda bizim dünyaya bakışımızı gösteriyor. Bizi onlarla imtihan ediyor. Bakalım ki bir tanesinden yiyip de bir tanesiyle karnımızı doyurup “Elhamdülillah!” diyebilecek miyiz? Bazen hepsinin lezzeti birbirine karışıyor hiçbirinin lezzetini alamıyoruz. Bu sefer tadını almaya uğraşıyoruz. Yedikçe yiyesimiz geliyor. İmtihan bununla.

Bu yüzden bugün belki varlık var ama bu varlık bir imtihan. Bu varlığı elimizin tersiyle şöyle bir kenara itip gönlümüzü Hakk’a verebilirsek ve eğer Cenâbı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’de bizden olmamızı istediği “Allah’ın öyle erleri var ki hiçbir şey onları Allah’ı anmaktan, Allah ile olmaktan alıkoymaz.” kemâline gelebilirsek sorun yok. O zaman her şey bizim emrimize musahhar, Allah emrimize vermiş. Adeta o yemekler dile gelip “Bizi ye!” diye bize yalvarır. Bir mü’minin karnında, bir mü’minin kalbinde olayım. O zaman imtihanı kazanmış oluruz ve bu varlık engel olmaz bize. Ama şimdi bu gözümüzü perdeliyor. Göz perdelenince Hakk’ı göremiyoruz tehlike orada. Dün gözü perdeleyecek bir şey yoktu, o yüzden direkt Allah’ı görüyordu, O’na dönüyor, O’na yalvarıyor, O’ndan istiyordu.

Ama bu zulümata karşı da, bunun fevkinde nuraniyet var, ruhaniyet var. Ebû Turab Nahşebî (kuddise sırruhul aziz) -kendisi Bâyezîd-î Bestâmî zamanında yaşamış, Bâyezîd-î Bestâmî ayarında bir veli- bir veliyle tanışmış… Görmüş ki Allahu Teâlâ o zâtın kalbine saniyede yetmiş kez tecellide bulunuyor. Çok taaccüp etmiş ve bunu Hazreti Bâyezîd’le tanıştırmak istemiş. Almış getirmiş. Bâyezîd ile tanışınca, Hazreti Bâyezîd buna bir nazar ediyor, bir manevi teveccühte bulunuyor o gelen veli ölüyor.

Ebû Turab Nahşebî daha çok şaşırıyor bu sefer. Diyor ki,
-Yahu bu ne iştir, Allah buna yetmiş kere nazar ediyordu, bu ayaktaydı, sen buna bir nazar ettin bu vefat etti. Bâyezîd-î Bestâmî buyuruyor ki,
-Allahu Teâlâ ona tecelli-i sıfat ile tecelli ediyordu. Ben ona zât tecellisiyle nazar ettim, ruhunu teslim etti. Ona dayanamadı. Hicri 1300’den sonra gelecek veliler sana bana nazar etse nazarlarıyla bizi öldürürler. Öyle zatlar gelecek.

Bunu Ğavs Hazretleri sohbetinde naklediyor ve buyuruyor ki: “Bugün bu Nakşibendî tarikatının, gönüllerimizin sultanı Şâhı Nakşibend gelse vallahi Şâhı Hazne’nin elini tutmaktan başka bir kurtuluş çaresi yoktur. Onun elini tutup ona teslim olur. Allahu Teâlâ Şâhı Hazne’yi böyle yüce etmiştir…

Şâhı Nakşibend gelse onun elini tutmaktan başka bir çaresi yok. İşte bu, zamanın velisinin zamana göre olması… Niye? Bugün küfür ayyuka çıkmış. Bunun karşısındaki güç de Hakk’ı temsil edecek. Hazreti Muhammed’in (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) diğer peygamberlere faziletini düşünün, Muhammedî meşrep olan evliya da diğer bütün velilere o nispette büyüktür.

Sual: Bâyezîd-î Bestâmî Hazretleri adama nazar edince sanki adamı öldürmüş gibi oluyor. Kendindeki kemâlâtı göstermek için başka bir yol tercih edemez miydi?

Cevap: O veliye büyük menfaat var. Şehadetin en üst derecesinde Allah’a kavuşuyor. Onu başka şeyle elde edemez. O bir anlık, Allah’ın yıldırımlarından bir yıldırımdır, Bâyezîd’in de elinde olan bir şey değil, tecelli-i zât bu…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Sual: Efendim, günümüzde tasavvuf hakkında, tasavvufun dindeki yerini gösterme adına, tasavvufun hak olduğunu anlatma maksadıyla telif edilen kitaplara, mecmualara baktığımızda bu eserlerde tasavvufu delillendirme ihtiyacı hissedildiğini görüyoruz. Tasavvufa olumlu cepheden bakan ehl-i ilim diyebileceğimiz kişiler bile onu yaşanması gereken bir hal olmaktan ziyade bilinmesi, talim edilmesi gereken fıkıh, hadis, tefsir gibi bir ilim dalı gibi görüyorlar. Bu bakış, bu yaklaşım tarzı ile üretilen eserler ise ehline çok sığ gelmekte, sanki bal kavanozunun dıştan yalanması gibi bir izlenime sevk etmekte. Sanki büyük bir okyanusun kıyısına gelip içine girilemediğini müşahede ediyoruz.

Tasavvufun zahiri bilgilerini de öğrenmenin olmazsa olmazlığı ve sizin bu konuya verdiğiniz ehemmiyeti sohbetlerinizi takip eden herkes bilir. Fakat zahir ile birlikte batın/mânânın da olması gerekir diye düşünüyoruz. Hal ilmi olan tasavvufu nasıl anlatabiliriz?

Cevap: “El-Hâlu lâ ya’rifu bil kâl” buyurmuş büyüklerimiz. Hal ilmi, mânâ ilmi söz ile, anlatımla anlaşılabilir bir şey değil. Bir insana deseniz ki şekeri tarif et. Size şeker tatlıdır, der. Ama nasıl tatlıdır diye sorsanız tadı tarif edemez. Şekeri ve tadı tarif edebilmesi için bize şeker ikram etmesi lazım. Şekeri ağzınıza alacaksınız ki tadı anlayabilesiniz ve şekerin ne olduğu hakkında bir fikriniz olsun.

Tasavvuf da İslâmiyetin şekeri gibidir lâ teşbih. Şekere tatlıdır dememiz gibi tasavvuf da güzeldir diyoruz. Ama nedir bu güzellik, o  tat nedir diye sorulduğunda oradan ötesi yok. Biz kitabî olarak, ilim açısından tasavvufun tarihçesini işleyebiliriz, anlatabiliriz. Tasavvuf nasıl/niçin başlamıştır, kimlerle değişmiş ve devam etmiştir, insan üstündeki etkisi, tasavvufun insan eğitimindeki rolü nedir, bunlar konuşulabilinir, yazılabilinir ama tasavvufun kendisi ancak yaşanır.

Tasavvuf aşktır… Aşkın tarifi var mı? Yok… Âşığın tarifi vardır, aşkın tarifi olmaz. Bugüne kadar da yapan çıkmamıştır. Hiçbir âşık aşkı tarif etmemiş. Ama aşığı tarif edebiliriz. Mevlânâ’ya da sormuşlar aşk nedir, “Mevlânâ ol, gör.” buyurmuş.

Tasavvuf  huzurdur… Bu anlamda huzuru, huzurun zatını  tarif edemeyiz. Huzur nasıl elde edilir bunu konuşuruz. Huzurun kendisini tarif edemeyiz.

Tasavvuf  imandır, inançtır… Kamil mânâda imandır. İmanın tarifi yoktur, mü’minin tarifi vardır. Bakın Kur’ân-ı Kerim’e, hep mümini tarif eder, imanı tarif etmez. İnananı tarif eder ve neye inanacaklarını, inanılması gerekenleri bildirir: Tevhidi, risaleti bildirir, ahireti ve  bunlara  taalluk eden  şubeleri, kısımları bildirir. Ama imanı tarif etmez.

Tasavvuf ihlâstır… Muhlisi tarif ederiz, ihlâsı tarif edemeyiz. Yaklaşık şeyler söylenilir,  bunlar el yordamı ifadelerdir. Ama muhlis kimdir, muhlis olmak için ne yapılmalı bu tarif edilir. İhlâs için “O Allah’ın nurlarından bir nurdur.” buyurmuştur Sultanu’l-Enbiya…

Şu halde  diyebiliriz ki konuşabildiğimiz şeyler tasavvuf değildir, yaşadığımız şeydir tasavvuf. O yaşanılan şey de dile gelmez, gönüldedir. Bu yüzden hep diyoruz ki tasavvuf iki kişinin arasındadır. Tasavvufun cemiyeti, cemaati, teşkilatı olmaz. Biz teşkilatlanmış, cemaatleşmiş, cemiyetleşmiş  haline tarikat diyoruz. Bakın tarikat da tasavvuf değildir…

“Tasavvufun dindeki yeri…” Bu da lüzumsuz bir sözdür. Niçin lüzumsuzdur? Tasavvufun dinde bir yeri yok, çünkü tasavvuf dinin kendisidir. Sanki dinden ayrı bir şeymiş gibi gösterip sonra onu dinin içine sokmaya çalışmak  yanlış olur. Din tamamlanmıştır. Dinde olmayan bir şeyi biz dinin içine  sokamayız, sonradan bir şey ilave edemeyiz, ondan bir şey eksiltemeyiz. Bu din  va’z edilirken bize zahiri ve batıniyle va’z edilmiştir.

Kur’ân-ı azimu’ş-şânın ahkâma/hukuka dair, muamelat, muaşerat, ukubat gibi bölümlerine ait olan emirlere, hükümlere  şeriat diyoruz. Bir de kişinin şahsına özel  beyanları var Kur’ân’ın. Takva diyor, ihlâs diyor, zühd diyor, vera diyor, sevgi diyor… Bunlar da tasavvuf…

Bir ayeti kerimede Cenâb-ı Hak;
buyuruyor.

Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz; bu dini, yaşanıp yaşatılması, anlaşılması, korunması, yayılması… bu anlamlarda dini bir gayret içinde olursanız Allah sizin “ayaklarınızı” kaydırmaz. Müstakim, din üzere sabitkadem olursunuz, Allah ayağınızı kaydırmaz. Sizi küfre, şirke düşürmez.

Burada umuma söylerken ayaktan bahsediyor. “Ayaklarınızı sabit tutar.” buyuruyor. Ayak herkeste var. Bu mertebe-i şeriattır, bununla şeriatı bildiriyor bize Cenâbı Hak.

Başka bir ayette sanki bizim ağzımızla konuşuyor Cenâbı Hak. Bizim böyle dememizi, O’na böyle yakarmamızı, yaklaşmamızı istiyor:

Burada gönülden, kalpten bahsediyor. Allah’ın dinine yardım edin Allah ayaklarınızı sabit kılsın, birinci emirde mertebe-i şeriat dedik, dinin zahiri bu. Bu emirde Allah’ın dinine yardım olarak kastedilen şey zahiri ahkâm.

Burada da Cenâbı Hak bizim ağzımızdan; biz Hakk’a diyoruz ki, dememiz lazım ki: Ya Rabbi “ba’de iz hedeytena - hidayete erdikten sonra…” Bakın bu, ayaklar sabitkadem olduktan, ayaklarımızı İslâmiyet’e sabitleştirdikten sonra, “la tuziğ kulübena” kalbimize eza verme…

Kalbin ezası nedir? Gaflettir, hasrettir. Bu mertebe-i hakikattir, mertebe-i tarikattır. İşte tasavvuf budur. Gönlün eziyet görmemesi… Gönlün eziyeti Allah’tan, sevgiden mahrumiyettir. Gönlümüze eza verme. Veya bir mânâda gönlümüzü sabit kıl. Ayağımızı sabitleştirdin şimdi gönül âlemine döndük. Ayak herkeste var ama gönül herkeste yok. Yürek herkeste var, yürekli adam diyoruz ya. Yürek herkeste olabilir ama gönül herkeste yok. İşte bu merhale-i tasavvuftur. Kalbin eza görmemesi…

Kalbin eza görmemesi ne demektir? Kalbin huzurda olması demektir. Huzur olabilmesi için “Hazır”la beraberlik gerek. Bakın bu ayetlerin ikisi de Kur’ân’da mündemiç. Kur’ân’ın yani dinin içinde. Şimdi nasıl diyebiliriz ki “tasavvufun dindeki yeri…” Tasavvuf dinin kendisi. Dinin kalbî, ruhanî boyutu.

Bu boyutu biz açamayız. Bu bir sırr-ı ilâhî. Hak’la kişinin arasında. Bunlar mahrem meseleler, buralara kimse giremez. Bunu da yaşamadan kimse bilemez. İnsan tasavvufa  intisab etmeksizin, tasavvufu yaşamaksızın, seyr-i sülûk yapmaksızın, bir kâmilin nazarından müstefid olmaksızın, onun kalbî teveccühünden, alakasından nasiplenmeksizin “la tüziğ gulubena” fehvasına eremez, kalbi eziyetten kurtulmaz. Ayağı sabit olsa da kalbi hep eziyette, sıklette olur. Bugün Müslümanların haline bakın.

Bunun için tasavvufun özünü ancak yaşayabiliriz. İnsan su içtiğinde suyun ona verdiği serinliği anlatamaz. Suyun insana faydasını anlatabilir. Dünyamızın dörtte üçü sudan ibaret, Su, şu tesirleri vücudumuzda yapar, kanı akışkan hale getirir vs. Ama içtiğimizdeki  o serinliği, o letafeti anlatamayız.

Bunun için İmam Efendi Sohbetname’de bir mânâ gördüğünü ve kendisine Murad suyuna gitmesinin buyrulduğunu bildiriyor. Elazığ, Palo’da Murad Nehri geçiyor:

-Murad suyuna git, testini o Murat’tan doldur… Burada tabi “Murad Suyu”yla kastettiği Murat Nehri değil, Murad Suyu… Ben bunu muradını, arzunu, isteğini, kavuşman, ulaşman, vasıl olman gereken neticeyi al, anlamında anlıyorum. Ama İmam Efendi bunu Murad Suyu, diye ifade ediyor.

“Murad suyuna git destini doldur.” dediler. Desti burada gönül…

“Destimi aldım, Murad Suyu’na indim. Tam kıyısından dolduracakken dediler ki,

-Kıyısında çer çöp olur; akıntının çöpleri kıyılara birikir. Kıyıdan alma nehrin ortasına gir, ortadan doldur… Ortasına girdim. Dediler ki,

-Himmetini yüce tut. Sen ortayı da bırak suyun gözesine, muradın yeryüzüne çıktığı yere git. Oradan, gözeden doldur... Gittim gözeyi buldum yüce bir dağın eteğinden fışkırıyor. Destiyi tam gözeye tuttum doldurayım bu sefer dediler ki,

-Gözeyi de boş ver, sen murad ol… Sen murad ol ki el gelip senden destisini doldursun. Madem Allah Resûlü buyurmuş: “Veren el alan elden üstündür.” Sen muradı alan değil muradın dağıtıcısı ol. Sen göze ol…

Ve elhamdülillah göze oluyor, bakın biz bile bugün destilerimizi oradan doldurmaya çalışıyoruz, bu sohbete vesile oluyor…

İşte tasavvuf bu… Murad olmak. Kıyıyı köşeyi, ortayı, gözeyi bırakıp murad olabilirsek tasavvufu anlamış sayılırız.
Allah selamet versin Prof. Mustafa Kara’nın bir ifadesi var, hoşuma gittiği için bunu hep söylerim. Kendisi İsmail Kara’nın abisi, Bursa İlahiyat’ta tasavvuf kürsü başkanı idi. Birçok tasavvuf eseri de tercüme etmiş, günümüze kazandırmıştır. Böyle bir sohbette iken branşı olduğu için ona dediler ki, Hocam siz tasavvuf profesörüsünüz. Tasavvuf üzerine biraz konuşur musunuz? Mustafa Kara, ben tasavvuf profesörü değilim, tasavvufun profesörü sûfilerdir, onu yaşayanlardır. Ben tasavvuf tarihi profesörüyüm. Ben tasavvufun tarihçesini bilirim. Ben sülûk ehli değilim, sülûk etmedim. Yani tasavvufu benliğimde yaşamadım o yüzden ben o konularda bir şey söyleyemem. Onun profesörü ehil olan meşayıhtır, sûfilerdir. Tasavvuf onların ameli, halidir, dedi.

Tabi bunlar olmasın, tasavvuf hakkında yazılmasın, çizilmesin, konuşulmasın anlamında söylemiyorum. Ama şöyle de bir duruma vesile oluyorsa; Bizim memleketimize, Karadeniz’e geçmişte Bayburt’tan vs. yüksek bölgelerden, kış memleketlerinden çalışmaya işçiler gelirdi. Demek ki ceviz Bayburt’ta, Erzurum’da pek yetişmiyor, çok fazla olmuyor. Cevizi bizde görmüşler. Genelde, bilinen, ağaçtaki meyvelerin dışları yenir içleri çekirdek olur, atılır. Bunlar da cevizin yeşil kabuğunu yemişler tahta kısmını çekirdek diye atmışlar. Biz memleket tabiriyle çekirdeğe çivit deriz, çivitini atmışlar. Ama tabi tahmin edebiliyorsunuz ağızları çok felaket olmuş. Meyve olduğu için bir yemişler, bir daha yemişler. Önce bir şey anlamamışlar ama daha sonra birbirlerine dönüp demişler: “Ya acı macı bi meyvelendik.” Acıydı biraz ama değişik bir meyve yedik…

Şimdi eğer bu anlatılanlar bizi acı macı meyvelendiriyorsa, çekirdeği/özü atıyorsak bu zarar. Kendimiz o bilgilendirmelerle yetinmeye çalışıp ‘tasavvuf buymuş, ben tasavvufu anladım. Daha bu ikili ilişkiye, seyr-i sülûka, terbiyeye, eğitime, rabıtaya gerek yok’ mantığını bize getiriyorsa acı macı meyvelenmiş olur, pek istifade edemeyiz. Sonra karnımız çok ağrır.

Ama en azından sûfilerin güzel hallerini anlama adına, meseleye biraz yaklaşabilme, yaşayanlar böyle olmuş, böyle kemal bulmuş, Allah’a böyle yakın olmuşlar, Resûlullah’ı böyle sevmişler, candan, vardan, dünyadan böyle geçmişler fikrini bize veriyorsa ve bizi tasavvuf adına kamçılıyor, gayretimizi arttırıyor,  buna vesile oluyorsa elhamdülillah… Bunlar konuşulsun. Zaten tasavvufî eserler de hep bu gaye ile yazılmışlar. Tasavvufu anlatmak için değil, düşüncemizi, gayretimizi, himmetimizi harekete geçirmek için yazılmış olduğuna inanıyorum ben.

Malum, şeriattaki delillerin, hareket seyrin ne minval üzeredir, ne ile sen şeriat dairesinde hareket ediyorsun denildiğinde -buna edille-i şeriyye/şer-i deliller diyoruz- şeriatte dört tane manevramız olduğunu söylüyoruz. Bunlar Kitabullah, Sünnet-i Resûlullah (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm), İcma ve  Kıyas…

Kitap ve sünnet aslî ve sabit delillerdir. Bunlar değişmez, değiştiremeyiz, bunlarla oynayamayız. İcma ve Kıyas ise muğlak delillerdir, hareketlidir, değişkendir, şekil değiştirebilir ve yedektir. Kitap ve Sünnetin yedeğidir bunlar. Kitap’ta ve Sünnet’te olmayan meselelerimizi icma ve kıyasla kitap ve sünnete yaklaştırırız, benzerlikler, uygunluklar buluruz. Onunla amel ederiz, hareket ederiz.

Sanki bu sonraki iki delil, ilk iki delili şartlara, zaman ve mekâna göre “asliyyetini bozmaksızın” yeniliyor. Meselelerimizi Kitab’a yaklaştırıyor, buralardan hükümler çıkarıyor, benzerlikler buluyor. İstihsan diyoruz buna, güzelliklerde benzerlik. İcma ve Kıyas temel değil, Kitap ve Sünnet gibi mutlak değil, muğlak.

Tasavvufun da  kendi özünde  hem sabitlik hem muğlaklık var. Tasavvufun nazariyatı, bilgi yönü değişmez. Kitabî olan bilgiler değişmez. Dedik ya dinin kendisidir, o anlamda sabittir.

Ama tasavvuftaki işte o “tarif edemediğimiz öz” icma ve kıyasın ayet ve hadisi güncelleştirdiği gibi, tasavvuf da kâmilin uygulamasıyla kendi kendini güncelleştirir. Bu yüzden bunu tarif edemeyiz. Tarif edemediğimiz şey bu: Kâmilin uygulaması tasavvufu güncelleştirir… Burada aslî olan o şekli değiştirmiş halidir. Kitabî olan tariftir. Asliyyeti uygulamadır ama uygulama  şeriattaki gibi sabit değil, değişkendir. Bu yüzden Hazreti Ğavsımız öyle buyuruyorlar: “Zamanın mürşidi zamana göre zamanın müridi zamana göredir.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort