JoomlaLock.com All4Share.net

ZAMANIN MÜRŞİDİ ZAMANA GÖRE ZAMANIN MÜRİDİ ZAMANA GÖREDİR -2

Biz kitaba, kitabî bilgilere baktığımızda misal bizim karşımıza Gazâlî çıkıyor. Tasavvuf deyince karşımıza Geylânî, İmam Rabbânî, Şâhı Nakşibend çıkıyor… Ama baktığımızda onların hayatları, yaşamları, anlayışları bugüne uymuyor. Denklem kuramıyoruz. Geylânî’nin tarihsellik olarak yaşadığı tasavvufla bugün bizim yaşamak zorunda olduğumuz tasavvuf çok farklı. Belki Geylânî’nin yaşadığı tasavvufî hayat bugün açısından bize göre çok lüks. Peki, biz bu nimetten mahrum mu kalalım, hayır. Zamanın Geylânî’si bunu yeniliyor, güncelliyor. Bu sefer biz de kolaylıkla istifade edebiliyoruz. O güne nispetle, Geylânî, Nakşibendî, Ahmed er-Rıfâî zamanında  başta olan meseleler belki bugün en sonda. Ehem mühim sırası, önemli önemsiz sıralaması o güne göre bugün değişmiş. Zaman farklılık arz etmiş.

O gün mesela  önde, önemli olan riyazatlar, halvetler, mücahedeler, çileler bugün bir anlam ifade etmiyor. Çünkü bugün insan İslâm dairesinde oldu mu riyazatın içinde zaten. Her şeye perhiz etmek zorunda. Ayriyeten  bir daha riyazat yapmasına gerek yok.

O gün halvete giren, kırk gün çile çıkaran derviş, “dervişse”, bugün zaten toplumdan dışlanıyor. Çok tabi bir halvete tabi tutuyorlar onu. Çevresi ondan uzaklaşıyor. Herkes, en yakınları bile ondan kaçıyor, adam adeta erbain yaşıyor, kimse onunla konuşmuyor, görüşmüyor, selamlaşmıyor… Erbain tabiîleşmiş. Bunun gidip çileye, bir mağaraya girmesine gerek yok. Evinde haremlik selamlık uygula, kadınla erkeği birbirinden ayır, koçla koyunu karıştırma kimse gelmiyor. Birinin evine gitsen; “Tavuk yemiyorum, yaş pasta yemiyorum.” desen zaten kimse seni evine davet etmiyor. Çok doğal bir halvet. Doğal bir riyazat. Şüpheli olan şeylerden korkuyor, her şeyi yiyemiyorsun; koka kola içemiyorsun, belki asitli içecekleri içemiyorsun; çikolata yiyemiyorsun jelatin var, tavuk yiyemiyorsun sulu yolum… Çok tabi bir riyazat…

Ama bunlar geçmişte adeta tasavvufun temeliymiş. Bunları yapmayan derviş olamıyor. Bugün bunların bir önemi kalmamış. Bugün daha farklı şeylere yöneliniyor. O gün belki binler sayıyı bulan zikirler veriliyormuş, şu esmayı şu kadar çekeceksin, bu esmayı bu kadar çekeceksin. Bugün farklı olmuş. Adeta bugünün zikri daha somut şeyler. Bugünün zikri doğruluk olmuş. Yalan söylememe, sözünde durma, emanete riayet etme… Bugünün zikri bunlar olmuş. Bunların yanında beş bin tane Allah desen yeter demişler. Ama bu somut hakikatler olmazsa olmaz. Yüz bin Allah desen, doğru olmasan, bir tane yalan söylesen o yüz bini siliyorlar.

Önem sıralaması değişmiş. Neye göre değişmiş? Bugünün kâmilinin uygulamasına göre. Bu yüzden tasavvuf her zamanda farklılık arz edebilir. Biraz da bu yüzden mutlak bir tarifi yok, tarif edilmemiş.

Misal bana sorsalar tasavvuf nedir, ben diyeceğim ki tasavvuf; Şeyh Abdulhakim Hüseynî Hazretleri’nin yaşadığı hayattır. Benim mürşidimin hayatı… Yahu ondan önce Ahmed Haznevî Hazretleri vardı, Hazret (Muhammed Diyauddin Hz.) ve sair vardı (kaddesallâhu esrarehum ecmain) Hepsi başımın üstünde. Ama hiçbirinin hayatı beni ilgilendirmiyor.

Misal benim çocukluğumda, bizim evlerimizde saatlerce başına oturarak pompaladığımız piknik tüpü büyüklüğünde gaz ocakları vardı, onunla yemek pişirilirdi. Ocağı pompalardık ki hazneye, ağız kısmına gaz gelsin, ateş yansın. Sanki Mecûsîlerin ateşi gibi hiç söndürmemeye gayret ederdik ki yemek pişsin. Bugün şimdi aygazda bir düğme var, tık basıyorsun ateşi yakıyor, otomatik. Çakmak dahi kullanmıyorsun. Mesela doğalgaz getirmiş sürekli gaz geliyor. Mantık mı şimdi ben geçmişe bağlı kalacağım diye o pompalı gaz ocağını alıp onunla yemek pişireceğim.

Dünün tasavvufu pompalı gaz ocağıydı. Bugün belki hiç ateşsiz elektrikli aygazlar var. Üstüne yemeği koyuyorsun ateş de görmüyorsun, pişiriyor. Bugünün tasavvufu o. Bu yüzden bunlar yazılabilecek, anlatılabilecek şeyler değil. Ancak bunlar o zât-ı akdeste, kâmil mürşidde görerek ve hissederek, özümseyerek öğrenebileceğin bir ilim, bir bilgi…

Sual: Peki Efendim, tasavvufu bu manada kullanamayan, hâlâ geçmiş usullere göre insanları irşad etmeye çalışan gruplar, cemaatler insanlara faideden çok zarar vermiyorlar mı?

Cevap: Niyetleri halis olduğu için zarar veriyorlar demeyelim de bir faide veremiyorlar diyelim. Misal Topkapı Sarayı’na gidiyoruz. Mukaddes Emanetleri; Resûlullah’ın (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) sakal-ı şerifini görüyoruz, bu bize bir muhabbet veriyor, duygulanıyoruz, hürmet ediyoruz, tazim ediyoruz. Onlarınki sanki bir çeşit müze gibi, geçmişi sergiliyorlar. Camekânların arkasından gidip seyrediyoruz. Ama eğer o sakal-ı şerifi seyretme duygusu -müsaitsek, buna imkânımız varsa- bize sakal bıraktırmıyorsa, biz Efendimiz’in sakal-ı şerifinden bir şey anlamış değiliz. Biz o sakalın, orada seyrettiğimiz, tazim ettiğimiz, salâvatla hürmet ettiğimiz o mübarek tüyün kadir ve kıymetini ve ondaki mânâyı bıraktığımızda anlayacağız. Orada gördüğümüz şey bûy-i Muhammedî’dir (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm). O’nun mübarek vücudundan bir güldür. Ama biz bıraktığımızda o nûr-i Muhammedidir (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm). Bu O’ndan bir nurdur. Bunu anlayacağız.

Orada gidip O’nun cübbe-i şerifini ziyaret edeceğiz, bakacağız, duygulanacağız Sultanımız (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) bunu giymiş, buna bürünmüş. Bu, bu kadar. Biz onu giyersek Hazreti Muhammed’i giymiş olacağız (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm). Adeta O’nun halini, ahlâkını giymiş olacağız ve o giyildiğinde neler hissedilmiş onları anlayacağız.

Bunun için meseleleri böyle bir müze gibi göstermek zarar değil ama bir faide de vermiyor. İş ki o hali bize yaşatsınlar, tasavvufun güzelliklerini, şeriatın inceliklerini bizde güncellesinler, yaşayabileceğimiz hale getirsinler.

Sual: Efendim, geçmişte insanların bugünkü kadar imkânları yoktu. Âlim olanların bile ilmî kaynaklara ulaşabilmesi güçtü. Fakat bugün istediğimiz kaynağa, kitaba internet/bilgisayar vasıtası ile ulaşabiliyoruz. Aynı şekilde geçmişte müridler mürşidlerini, ihvanlarını ziyaret için başlarında açlık, kıtlık, sıkıntılar olmasına rağmen çok zor şartlara tahammül ederlerken, bugün bizler bu kadar geniş imkânlara rağmen gayretimiz onlarınkinin yanında hiç sayılır. Zulüm, dalalet bizleri kuşatmış, Allah’a dönemiyoruz… Allah’a dönüşümüz nasıl olacak?

Cevap: Zamanımızda gaflet, zulmet, dalalet, nifak ne nispette ise nuraniyet, ruhaniyet, tasarrufat, hidayet, manevi kuvvet de o nispette. Hatta onun fevkinde olması lazım.

De ki: “Hak geldi, batıl yok oldu. Elbette batıl yok olmaya mahkumdur.” (el-İsra: 17/81)

Batılın zail olabilmesi için Hak batıldan güçlü olacak. Batıl ne kadar yayılmış, ne kadar çok olursa olsun zulmaniyetin karşısında Rahmanî güç de bu denli güçlü olmalı. Bu yüzden diyebiliriz ki, bunu büyüklerimiz söylemişler, bu zamanın evliyası geçmiş zaman evliyalarından büyüktür. Onların ellerindeki tasarruf, himmet gücü, manevi enerji geçmiştekilerden büyüktür. Niye, zamanın düşmanı büyük. Cenâbı Hak dostlarını düşmanlarına göre teçhizatlandırıyor. Misal dün sadece savaş aleti olarak elde kılıç vardı. Bugün kilometrelerce mesafeleri vurabilen füzeler, insansız hava araçları var. Karşı tarafın teknolojisine karşı değişik teknikler üretilebiliyor, bu imkân var. O yüzden bugünün imkânları geniş olmakla birlikte mânâsı da geniş. Ama düne nispetle insanların gafletleri de belki çok. Niye? Bahsettiğiniz gibi dün kıtlık, sıkıntı vardı, insanlar çok fazla bir şey görmedikleri için sıkıntıdan sığınabilecekleri tek merci Hazreti Allah’tı. Bu yüzden Allah’a dönüyorlar, O’na yalvarıyorlar, O’na sığınıyorlardı. Sıdkları bütündü. Bugün nimet çoğalınca meşgale çoğaldı, adeta nimetler insanların gözünü perdeledi. İnsan bir şeyden daralınca Allah’a sığınmak yerine başka bir nimete sığınmayı tercih etti. Var ya, çokluk var ona sığınıyor; ona olmadı tercih şansı, alternatif çok. Bu da Cenâbı Hakk’ın bir imtihanı, bu bir mekirdir.

Ataullah Hazretleri Hikem-i Ataiyye’de buyuruyor; “Sen Allah’a isyan edip dururken Allah’ın sana nimet vermesi, senden nimeti eksiltmemesi bil ki sana O’nun mekridir.” Ahirette senin sesini kesmek için sana bu nimetleri veriyor. Mü’min eğer bu imtihanı anlar da nimete değil de nimeti verene döner, O’nunla meşgul olursa bu nimetlerin hepsi ona hediye olur, hibe olur. Artıya geçer. Yok, böyle olmaz da bu nimetlere dalar Mün’imi, nimeti vereni unutursa Karun gibi bu nimetlerin içinde boğulur, helak olur.

Burada bu imtihan var. Geçmişin imtihanı yokluktu, bugünün imtihanı varlık. Dün insanlar kıtlıkla, açlıkla imtihan ediliyordu; Efendimiz ve ashabı taş bağlıyorlardı karınlarına bu bir imtihandı, Allah onların sabırlarını, şükürlerini, tevekküllerini, teslimiyet- lerini ölçüyordu; bugünün insanının adeta ağzına tıkıyor Cenâbı Hak, her nimet başından aşmış, sofraya bir bakıyorsun en fakirimizin bir sabah kahvaltısına otur, kuş sütü kuru üzüm… Bununla imtihan ediliyoruz. Bazen hangisinden yesem diye şaşırıyoruz, öyle bir aç gözlülük, bir iştah oluyor. Bu aynı zamanda bizim dünyaya bakışımızı gösteriyor. Bizi onlarla imtihan ediyor. Bakalım ki bir tanesinden yiyip de bir tanesiyle karnımızı doyurup “Elhamdülillah!” diyebilecek miyiz? Bazen hepsinin lezzeti birbirine karışıyor hiçbirinin lezzetini alamıyoruz. Bu sefer tadını almaya uğraşıyoruz. Yedikçe yiyesimiz geliyor. İmtihan bununla.

Bu yüzden bugün belki varlık var ama bu varlık bir imtihan. Bu varlığı elimizin tersiyle şöyle bir kenara itip gönlümüzü Hakk’a verebilirsek ve eğer Cenâbı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’de bizden olmamızı istediği “Allah’ın öyle erleri var ki hiçbir şey onları Allah’ı anmaktan, Allah ile olmaktan alıkoymaz.” kemâline gelebilirsek sorun yok. O zaman her şey bizim emrimize musahhar, Allah emrimize vermiş. Adeta o yemekler dile gelip “Bizi ye!” diye bize yalvarır. Bir mü’minin karnında, bir mü’minin kalbinde olayım. O zaman imtihanı kazanmış oluruz ve bu varlık engel olmaz bize. Ama şimdi bu gözümüzü perdeliyor. Göz perdelenince Hakk’ı göremiyoruz tehlike orada. Dün gözü perdeleyecek bir şey yoktu, o yüzden direkt Allah’ı görüyordu, O’na dönüyor, O’na yalvarıyor, O’ndan istiyordu.

Ama bu zulümata karşı da, bunun fevkinde nuraniyet var, ruhaniyet var. Ebû Turab Nahşebî (kuddise sırruhul aziz) -kendisi Bâyezîd-î Bestâmî zamanında yaşamış, Bâyezîd-î Bestâmî ayarında bir veli- bir veliyle tanışmış… Görmüş ki Allahu Teâlâ o zâtın kalbine saniyede yetmiş kez tecellide bulunuyor. Çok taaccüp etmiş ve bunu Hazreti Bâyezîd’le tanıştırmak istemiş. Almış getirmiş. Bâyezîd ile tanışınca, Hazreti Bâyezîd buna bir nazar ediyor, bir manevi teveccühte bulunuyor o gelen veli ölüyor.

Ebû Turab Nahşebî daha çok şaşırıyor bu sefer. Diyor ki,
-Yahu bu ne iştir, Allah buna yetmiş kere nazar ediyordu, bu ayaktaydı, sen buna bir nazar ettin bu vefat etti. Bâyezîd-î Bestâmî buyuruyor ki,
-Allahu Teâlâ ona tecelli-i sıfat ile tecelli ediyordu. Ben ona zât tecellisiyle nazar ettim, ruhunu teslim etti. Ona dayanamadı. Hicri 1300’den sonra gelecek veliler sana bana nazar etse nazarlarıyla bizi öldürürler. Öyle zatlar gelecek.

Bunu Ğavs Hazretleri sohbetinde naklediyor ve buyuruyor ki: “Bugün bu Nakşibendî tarikatının, gönüllerimizin sultanı Şâhı Nakşibend gelse vallahi Şâhı Hazne’nin elini tutmaktan başka bir kurtuluş çaresi yoktur. Onun elini tutup ona teslim olur. Allahu Teâlâ Şâhı Hazne’yi böyle yüce etmiştir…

Şâhı Nakşibend gelse onun elini tutmaktan başka bir çaresi yok. İşte bu, zamanın velisinin zamana göre olması… Niye? Bugün küfür ayyuka çıkmış. Bunun karşısındaki güç de Hakk’ı temsil edecek. Hazreti Muhammed’in (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) diğer peygamberlere faziletini düşünün, Muhammedî meşrep olan evliya da diğer bütün velilere o nispette büyüktür.

Sual: Bâyezîd-î Bestâmî Hazretleri adama nazar edince sanki adamı öldürmüş gibi oluyor. Kendindeki kemâlâtı göstermek için başka bir yol tercih edemez miydi?

Cevap: O veliye büyük menfaat var. Şehadetin en üst derecesinde Allah’a kavuşuyor. Onu başka şeyle elde edemez. O bir anlık, Allah’ın yıldırımlarından bir yıldırımdır, Bâyezîd’in de elinde olan bir şey değil, tecelli-i zât bu…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort