JoomlaLock.com All4Share.net

ZAMANIN MÜRŞİDİ ZAMANA GÖRE ZAMANIN MÜRİDİ ZAMANA GÖREDİR-1

Sual: Efendim, günümüzde tasavvuf hakkında, tasavvufun dindeki yerini gösterme adına, tasavvufun hak olduğunu anlatma maksadıyla telif edilen kitaplara, mecmualara baktığımızda bu eserlerde tasavvufu delillendirme ihtiyacı hissedildiğini görüyoruz. Tasavvufa olumlu cepheden bakan ehl-i ilim diyebileceğimiz kişiler bile onu yaşanması gereken bir hal olmaktan ziyade bilinmesi, talim edilmesi gereken fıkıh, hadis, tefsir gibi bir ilim dalı gibi görüyorlar. Bu bakış, bu yaklaşım tarzı ile üretilen eserler ise ehline çok sığ gelmekte, sanki bal kavanozunun dıştan yalanması gibi bir izlenime sevk etmekte. Sanki büyük bir okyanusun kıyısına gelip içine girilemediğini müşahede ediyoruz.

Tasavvufun zahiri bilgilerini de öğrenmenin olmazsa olmazlığı ve sizin bu konuya verdiğiniz ehemmiyeti sohbetlerinizi takip eden herkes bilir. Fakat zahir ile birlikte batın/mânânın da olması gerekir diye düşünüyoruz. Hal ilmi olan tasavvufu nasıl anlatabiliriz?

Cevap: “El-Hâlu lâ ya’rifu bil kâl” buyurmuş büyüklerimiz. Hal ilmi, mânâ ilmi söz ile, anlatımla anlaşılabilir bir şey değil. Bir insana deseniz ki şekeri tarif et. Size şeker tatlıdır, der. Ama nasıl tatlıdır diye sorsanız tadı tarif edemez. Şekeri ve tadı tarif edebilmesi için bize şeker ikram etmesi lazım. Şekeri ağzınıza alacaksınız ki tadı anlayabilesiniz ve şekerin ne olduğu hakkında bir fikriniz olsun.

Tasavvuf da İslâmiyetin şekeri gibidir lâ teşbih. Şekere tatlıdır dememiz gibi tasavvuf da güzeldir diyoruz. Ama nedir bu güzellik, o  tat nedir diye sorulduğunda oradan ötesi yok. Biz kitabî olarak, ilim açısından tasavvufun tarihçesini işleyebiliriz, anlatabiliriz. Tasavvuf nasıl/niçin başlamıştır, kimlerle değişmiş ve devam etmiştir, insan üstündeki etkisi, tasavvufun insan eğitimindeki rolü nedir, bunlar konuşulabilinir, yazılabilinir ama tasavvufun kendisi ancak yaşanır.

Tasavvuf aşktır… Aşkın tarifi var mı? Yok… Âşığın tarifi vardır, aşkın tarifi olmaz. Bugüne kadar da yapan çıkmamıştır. Hiçbir âşık aşkı tarif etmemiş. Ama aşığı tarif edebiliriz. Mevlânâ’ya da sormuşlar aşk nedir, “Mevlânâ ol, gör.” buyurmuş.

Tasavvuf  huzurdur… Bu anlamda huzuru, huzurun zatını  tarif edemeyiz. Huzur nasıl elde edilir bunu konuşuruz. Huzurun kendisini tarif edemeyiz.

Tasavvuf  imandır, inançtır… Kamil mânâda imandır. İmanın tarifi yoktur, mü’minin tarifi vardır. Bakın Kur’ân-ı Kerim’e, hep mümini tarif eder, imanı tarif etmez. İnananı tarif eder ve neye inanacaklarını, inanılması gerekenleri bildirir: Tevhidi, risaleti bildirir, ahireti ve  bunlara  taalluk eden  şubeleri, kısımları bildirir. Ama imanı tarif etmez.

Tasavvuf ihlâstır… Muhlisi tarif ederiz, ihlâsı tarif edemeyiz. Yaklaşık şeyler söylenilir,  bunlar el yordamı ifadelerdir. Ama muhlis kimdir, muhlis olmak için ne yapılmalı bu tarif edilir. İhlâs için “O Allah’ın nurlarından bir nurdur.” buyurmuştur Sultanu’l-Enbiya…

Şu halde  diyebiliriz ki konuşabildiğimiz şeyler tasavvuf değildir, yaşadığımız şeydir tasavvuf. O yaşanılan şey de dile gelmez, gönüldedir. Bu yüzden hep diyoruz ki tasavvuf iki kişinin arasındadır. Tasavvufun cemiyeti, cemaati, teşkilatı olmaz. Biz teşkilatlanmış, cemaatleşmiş, cemiyetleşmiş  haline tarikat diyoruz. Bakın tarikat da tasavvuf değildir…

“Tasavvufun dindeki yeri…” Bu da lüzumsuz bir sözdür. Niçin lüzumsuzdur? Tasavvufun dinde bir yeri yok, çünkü tasavvuf dinin kendisidir. Sanki dinden ayrı bir şeymiş gibi gösterip sonra onu dinin içine sokmaya çalışmak  yanlış olur. Din tamamlanmıştır. Dinde olmayan bir şeyi biz dinin içine  sokamayız, sonradan bir şey ilave edemeyiz, ondan bir şey eksiltemeyiz. Bu din  va’z edilirken bize zahiri ve batıniyle va’z edilmiştir.

Kur’ân-ı azimu’ş-şânın ahkâma/hukuka dair, muamelat, muaşerat, ukubat gibi bölümlerine ait olan emirlere, hükümlere  şeriat diyoruz. Bir de kişinin şahsına özel  beyanları var Kur’ân’ın. Takva diyor, ihlâs diyor, zühd diyor, vera diyor, sevgi diyor… Bunlar da tasavvuf…

Bir ayeti kerimede Cenâb-ı Hak;
buyuruyor.

Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz; bu dini, yaşanıp yaşatılması, anlaşılması, korunması, yayılması… bu anlamlarda dini bir gayret içinde olursanız Allah sizin “ayaklarınızı” kaydırmaz. Müstakim, din üzere sabitkadem olursunuz, Allah ayağınızı kaydırmaz. Sizi küfre, şirke düşürmez.

Burada umuma söylerken ayaktan bahsediyor. “Ayaklarınızı sabit tutar.” buyuruyor. Ayak herkeste var. Bu mertebe-i şeriattır, bununla şeriatı bildiriyor bize Cenâbı Hak.

Başka bir ayette sanki bizim ağzımızla konuşuyor Cenâbı Hak. Bizim böyle dememizi, O’na böyle yakarmamızı, yaklaşmamızı istiyor:

Burada gönülden, kalpten bahsediyor. Allah’ın dinine yardım edin Allah ayaklarınızı sabit kılsın, birinci emirde mertebe-i şeriat dedik, dinin zahiri bu. Bu emirde Allah’ın dinine yardım olarak kastedilen şey zahiri ahkâm.

Burada da Cenâbı Hak bizim ağzımızdan; biz Hakk’a diyoruz ki, dememiz lazım ki: Ya Rabbi “ba’de iz hedeytena - hidayete erdikten sonra…” Bakın bu, ayaklar sabitkadem olduktan, ayaklarımızı İslâmiyet’e sabitleştirdikten sonra, “la tuziğ kulübena” kalbimize eza verme…

Kalbin ezası nedir? Gaflettir, hasrettir. Bu mertebe-i hakikattir, mertebe-i tarikattır. İşte tasavvuf budur. Gönlün eziyet görmemesi… Gönlün eziyeti Allah’tan, sevgiden mahrumiyettir. Gönlümüze eza verme. Veya bir mânâda gönlümüzü sabit kıl. Ayağımızı sabitleştirdin şimdi gönül âlemine döndük. Ayak herkeste var ama gönül herkeste yok. Yürek herkeste var, yürekli adam diyoruz ya. Yürek herkeste olabilir ama gönül herkeste yok. İşte bu merhale-i tasavvuftur. Kalbin eza görmemesi…

Kalbin eza görmemesi ne demektir? Kalbin huzurda olması demektir. Huzur olabilmesi için “Hazır”la beraberlik gerek. Bakın bu ayetlerin ikisi de Kur’ân’da mündemiç. Kur’ân’ın yani dinin içinde. Şimdi nasıl diyebiliriz ki “tasavvufun dindeki yeri…” Tasavvuf dinin kendisi. Dinin kalbî, ruhanî boyutu.

Bu boyutu biz açamayız. Bu bir sırr-ı ilâhî. Hak’la kişinin arasında. Bunlar mahrem meseleler, buralara kimse giremez. Bunu da yaşamadan kimse bilemez. İnsan tasavvufa  intisab etmeksizin, tasavvufu yaşamaksızın, seyr-i sülûk yapmaksızın, bir kâmilin nazarından müstefid olmaksızın, onun kalbî teveccühünden, alakasından nasiplenmeksizin “la tüziğ gulubena” fehvasına eremez, kalbi eziyetten kurtulmaz. Ayağı sabit olsa da kalbi hep eziyette, sıklette olur. Bugün Müslümanların haline bakın.

Bunun için tasavvufun özünü ancak yaşayabiliriz. İnsan su içtiğinde suyun ona verdiği serinliği anlatamaz. Suyun insana faydasını anlatabilir. Dünyamızın dörtte üçü sudan ibaret, Su, şu tesirleri vücudumuzda yapar, kanı akışkan hale getirir vs. Ama içtiğimizdeki  o serinliği, o letafeti anlatamayız.

Bunun için İmam Efendi Sohbetname’de bir mânâ gördüğünü ve kendisine Murad suyuna gitmesinin buyrulduğunu bildiriyor. Elazığ, Palo’da Murad Nehri geçiyor:

-Murad suyuna git, testini o Murat’tan doldur… Burada tabi “Murad Suyu”yla kastettiği Murat Nehri değil, Murad Suyu… Ben bunu muradını, arzunu, isteğini, kavuşman, ulaşman, vasıl olman gereken neticeyi al, anlamında anlıyorum. Ama İmam Efendi bunu Murad Suyu, diye ifade ediyor.

“Murad suyuna git destini doldur.” dediler. Desti burada gönül…

“Destimi aldım, Murad Suyu’na indim. Tam kıyısından dolduracakken dediler ki,

-Kıyısında çer çöp olur; akıntının çöpleri kıyılara birikir. Kıyıdan alma nehrin ortasına gir, ortadan doldur… Ortasına girdim. Dediler ki,

-Himmetini yüce tut. Sen ortayı da bırak suyun gözesine, muradın yeryüzüne çıktığı yere git. Oradan, gözeden doldur... Gittim gözeyi buldum yüce bir dağın eteğinden fışkırıyor. Destiyi tam gözeye tuttum doldurayım bu sefer dediler ki,

-Gözeyi de boş ver, sen murad ol… Sen murad ol ki el gelip senden destisini doldursun. Madem Allah Resûlü buyurmuş: “Veren el alan elden üstündür.” Sen muradı alan değil muradın dağıtıcısı ol. Sen göze ol…

Ve elhamdülillah göze oluyor, bakın biz bile bugün destilerimizi oradan doldurmaya çalışıyoruz, bu sohbete vesile oluyor…

İşte tasavvuf bu… Murad olmak. Kıyıyı köşeyi, ortayı, gözeyi bırakıp murad olabilirsek tasavvufu anlamış sayılırız.
Allah selamet versin Prof. Mustafa Kara’nın bir ifadesi var, hoşuma gittiği için bunu hep söylerim. Kendisi İsmail Kara’nın abisi, Bursa İlahiyat’ta tasavvuf kürsü başkanı idi. Birçok tasavvuf eseri de tercüme etmiş, günümüze kazandırmıştır. Böyle bir sohbette iken branşı olduğu için ona dediler ki, Hocam siz tasavvuf profesörüsünüz. Tasavvuf üzerine biraz konuşur musunuz? Mustafa Kara, ben tasavvuf profesörü değilim, tasavvufun profesörü sûfilerdir, onu yaşayanlardır. Ben tasavvuf tarihi profesörüyüm. Ben tasavvufun tarihçesini bilirim. Ben sülûk ehli değilim, sülûk etmedim. Yani tasavvufu benliğimde yaşamadım o yüzden ben o konularda bir şey söyleyemem. Onun profesörü ehil olan meşayıhtır, sûfilerdir. Tasavvuf onların ameli, halidir, dedi.

Tabi bunlar olmasın, tasavvuf hakkında yazılmasın, çizilmesin, konuşulmasın anlamında söylemiyorum. Ama şöyle de bir duruma vesile oluyorsa; Bizim memleketimize, Karadeniz’e geçmişte Bayburt’tan vs. yüksek bölgelerden, kış memleketlerinden çalışmaya işçiler gelirdi. Demek ki ceviz Bayburt’ta, Erzurum’da pek yetişmiyor, çok fazla olmuyor. Cevizi bizde görmüşler. Genelde, bilinen, ağaçtaki meyvelerin dışları yenir içleri çekirdek olur, atılır. Bunlar da cevizin yeşil kabuğunu yemişler tahta kısmını çekirdek diye atmışlar. Biz memleket tabiriyle çekirdeğe çivit deriz, çivitini atmışlar. Ama tabi tahmin edebiliyorsunuz ağızları çok felaket olmuş. Meyve olduğu için bir yemişler, bir daha yemişler. Önce bir şey anlamamışlar ama daha sonra birbirlerine dönüp demişler: “Ya acı macı bi meyvelendik.” Acıydı biraz ama değişik bir meyve yedik…

Şimdi eğer bu anlatılanlar bizi acı macı meyvelendiriyorsa, çekirdeği/özü atıyorsak bu zarar. Kendimiz o bilgilendirmelerle yetinmeye çalışıp ‘tasavvuf buymuş, ben tasavvufu anladım. Daha bu ikili ilişkiye, seyr-i sülûka, terbiyeye, eğitime, rabıtaya gerek yok’ mantığını bize getiriyorsa acı macı meyvelenmiş olur, pek istifade edemeyiz. Sonra karnımız çok ağrır.

Ama en azından sûfilerin güzel hallerini anlama adına, meseleye biraz yaklaşabilme, yaşayanlar böyle olmuş, böyle kemal bulmuş, Allah’a böyle yakın olmuşlar, Resûlullah’ı böyle sevmişler, candan, vardan, dünyadan böyle geçmişler fikrini bize veriyorsa ve bizi tasavvuf adına kamçılıyor, gayretimizi arttırıyor,  buna vesile oluyorsa elhamdülillah… Bunlar konuşulsun. Zaten tasavvufî eserler de hep bu gaye ile yazılmışlar. Tasavvufu anlatmak için değil, düşüncemizi, gayretimizi, himmetimizi harekete geçirmek için yazılmış olduğuna inanıyorum ben.

Malum, şeriattaki delillerin, hareket seyrin ne minval üzeredir, ne ile sen şeriat dairesinde hareket ediyorsun denildiğinde -buna edille-i şeriyye/şer-i deliller diyoruz- şeriatte dört tane manevramız olduğunu söylüyoruz. Bunlar Kitabullah, Sünnet-i Resûlullah (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm), İcma ve  Kıyas…

Kitap ve sünnet aslî ve sabit delillerdir. Bunlar değişmez, değiştiremeyiz, bunlarla oynayamayız. İcma ve Kıyas ise muğlak delillerdir, hareketlidir, değişkendir, şekil değiştirebilir ve yedektir. Kitap ve Sünnetin yedeğidir bunlar. Kitap’ta ve Sünnet’te olmayan meselelerimizi icma ve kıyasla kitap ve sünnete yaklaştırırız, benzerlikler, uygunluklar buluruz. Onunla amel ederiz, hareket ederiz.

Sanki bu sonraki iki delil, ilk iki delili şartlara, zaman ve mekâna göre “asliyyetini bozmaksızın” yeniliyor. Meselelerimizi Kitab’a yaklaştırıyor, buralardan hükümler çıkarıyor, benzerlikler buluyor. İstihsan diyoruz buna, güzelliklerde benzerlik. İcma ve Kıyas temel değil, Kitap ve Sünnet gibi mutlak değil, muğlak.

Tasavvufun da  kendi özünde  hem sabitlik hem muğlaklık var. Tasavvufun nazariyatı, bilgi yönü değişmez. Kitabî olan bilgiler değişmez. Dedik ya dinin kendisidir, o anlamda sabittir.

Ama tasavvuftaki işte o “tarif edemediğimiz öz” icma ve kıyasın ayet ve hadisi güncelleştirdiği gibi, tasavvuf da kâmilin uygulamasıyla kendi kendini güncelleştirir. Bu yüzden bunu tarif edemeyiz. Tarif edemediğimiz şey bu: Kâmilin uygulaması tasavvufu güncelleştirir… Burada aslî olan o şekli değiştirmiş halidir. Kitabî olan tariftir. Asliyyeti uygulamadır ama uygulama  şeriattaki gibi sabit değil, değişkendir. Bu yüzden Hazreti Ğavsımız öyle buyuruyorlar: “Zamanın mürşidi zamana göre zamanın müridi zamana göredir.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort