JoomlaLock.com All4Share.net

İNSANIN SERÜVENİ NAS OLMAKTAN ÇIKIP İNSAN OLMAKTIR

Sual: Erzurum’da ki gençleri halen daha bir ergenlik var. Bu ergenlik fiziksel olarak değil düşünce olarak yapabiliti olarak insanın bir ergenlikteyiz. Yine bununda geliştirilmesi için yine bir vasıta gerekli.

Cevap: Aslında hayatı boyunca lazım olabilecek bütün mevzuatın ipuçlarını, kalıpları, formatları, şemaları insana verilmiş. Başka hiçbir vasıta olmasa bile insan bu ipuçlarını, bu kalıpları takip ederek hakikate ulaşabilir. Ve kendisine lazım olacak, onu hakikate ulaştıracak vasıtaları bulup bir araya getirebilir.

İnsanı diğer varlıklardan ayıran en üstün özelliklerden birisi düşünce yetisidir. İnsan düşünen bir varlıktır. İnsan ciddi olarak düşündüğünde, fıtrata uygun düşündüğünde doğruluk moduna ayarlanmıştır. Yaradılışı böyledir. Çünkü Hz. Allah kimse hakkında şerri murad etmemiş, yarattıkları hakkında daima hayır murad etmiştir. Bu yüzden de insanın bütün genlerini, kromozomlarını hayır üzere yönlendirmiştir. İnsan fıtratına uygun düşündüğünde veya düşünce yapısını geliştirdiğinde o lüzumlu araç ve gereci temin edecektir. Misal bir kuşu düşün. Kuş yavrusu, serçecik… Allah onu uçması için yaratmıştır. Dünyaya geldiğinde ona birisi uçmayı öğretmez. Belli bir kemale geldiğinde kanatlarını çırpmaya başlar. Bir ördek yavrusu hemen suya doğru gider. Bu yaradılışlının gereğidir. Allah o yüzme kabiliyetini onun genlerine yerleştirmiştir. İnsan konuşan bir varlıktır bu yüzden dünyaya geldiğinde belki kelime olarak telaffuzda bulunamaz ama ses çıkarır. Bu onun konuşan bir varlık olduğunu gösterir. Bunlar fıtrîdir.

İnsanın zahirinde ki veya mahlûkatta olan bu haller nasıl fıtrî ise insanın asıl yaradılış gayesi olan o gayeye ulaşması da bu denli tabiidir. Yeter ki insan düşünebilsin. Yoksa hiç kimseye Cenâbı Hak gadretmemiştir. Birilerine lütfedip, onlara bir şeyler ikram edip birilerini de kasıtlı mahrum etmemiştir. İnsanın mahrumiyeti yine kendi eliyledir. İnsan kendi kendisini mahrum etmektedir. Fıtratı ile bütünleşemediği, düşünemediği, kendisine lazım olacak araç ve gereci birleştiremediği için mahrumdur.

Bunu bir çerçeve olarak çizmeye çalıştım. Şimdi bu çerçevenin içini dolduralım. Bu çerçeveden meseleye baktığımızda Cenâbı Hak bir insan yaratıyor. Buna Âdem diyor. Bir insan yaratıyor adeta o insanı yine kendisine, var olan bir insana rehber kılıyor; onu peygamber yapıyor. İnsan yok bir Âdem var. Ve Cenâbı Hak o Âdeme buyuruyor ki “Sen peygambersin. Âdemiyetin rehberisin.” Buradan anlıyoruz ki Cenâbı Hak önce altyapıyı oluşturuyor. Sonra üstyapıya devam ediyor. Rehberi belirliyor, nübüvveti veriyor ve ona -bunu inanç anlamında söylüyorum- teknik konularda lazım olacak bütün bilgileri veriyor: Hz. Âdem’e otuz suhuf veriyor. Bir katalog veriyor Âdem’e. Ondan sonra Âdem’den diğer insanları var ediyor. Bakın insanların ihtiyaç duyacağı her şey hazır. Lider, teknik donanım, bilgi… her şey var. İnsana düşen ne? Hani halk arasında bir söz vardır. Un var, şeker var, yağ var buyur helva yap… Bu Allah’ın kadim olan bir âdeti ve bu kadim âdet değişmeyecek. Değişmemiş de. Dolayısıyla her zaman dilimi için Cenâbı Hak kâinatın farklı farklı bölgelerinde peygamberler ve suhuflar, kitaplar göndermiş. Bu anlamda Son Rehber “Sultanu’l-Enbiya aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm” geldikten sonra Cenâbı Hak asaleten bir rehber daha göndermeyecek ama o rehbere vekâleten kıyamete kadar o kadrolar devam edecek. Ve isteyen her insanı, doğruluğu arzulayan, iyiye niyet eden, iyi olma gayreti içinde olan her insanı Cenâbı Hak belki en yakınındaki o rehbere ulaştıracak. Yeter ki buna ihtiyaç hissetsin.

Ama insan rehber olarak nefsini gördüğünde, teknik donanım olarak kendi aklını ve cüz’i, zayıf bilgisini kabul ettiğinde kendi kendini kilitliyor. Bir telefonu düşünün yanlış girişler yaptığında telefon kilitleniyor. İnsan kendi yaptığı şeylerle Hakk’ın huzurunda kendisini kilitliyor ve iptal hale getiriyor.

Bu düzen Allah’ın düzeni. İnsanın bu düzeni kabul etmesi gerekiyor. Çünkü insan kendi kendine yeterli değildir. Ben nasıl ki zahir hayatımda, yaşantımın gereği kendi kendime yeterli değilsem, misal benim terziye, marangoza ihtiyacım var. Şu içinde oturduğumuz bir odaya bakın. Kaç insanın, kaç meslek erbabının bir araya gelişiyle meydana gelmiştir. Bakın burada marangoz çalışmış, kapılarını, doğramalarını yapmış. Burada kalıpçı, duvarcı, sıvacı, boyacı çalışmış. Burada mefruşatçı çalışmış, perdelerini yapmış. Burada döşemeci yerin döşemesini yapmış. Cilacı burayı cilalamış… Kaç meslek erbabı bir oda yapmış.

Bir insan zahirde böyle bir odaya başını sokabilmesi için nasıl ki bütün bu insanlara ihtiyacı varsa, Allah’ın rahmet dairesine, izzet sarayına, has odaya, yakınlığına erişebilmesi için birilerine ihtiyacı var. Aklın yolu birdir.

İnsan bunu reddettiğinde nefsi ile baş başa kalıyor. O zaman adeta Cenâbı Hak eşyanın dilinden ona buyuruyor ki “hadi yap bakalım böyle bir oda.” Ama derme çatma bir dam değil, mükemmel bir oda yapacaksın.

Bu anlamda insan fani olan şeylerde yekdiğerine muhtaç iken, baki olan ve hiç bilmediği, tamamen yabancısı olduğu mes’elelerde nasıl olur da eğitimi, rehberi veya o anlamdaki eğitim kurumlarını kabul etmez. Bu ne akılla ne inanç ve irfanla bağdaşacak bir şey.

İnsan Âdemi, yaradılışını, vazifelendirilişini düşünse demek ki her zamanda bir Âdem var. Allah’ın âdeti böyle. O Âdemi bulmalı. Kendisi için o Âdemi bulursa adam olabilir. İşte bu adam oluş bahsettiğin süreçte, ergenlik, reşit olup rüştünü ispat etme, fikir, amel, ahlak, anlayış olarak orada kemale gelir. Yoksa hep kişiliksiz, karaktersiz, kimliksiz, benliksiz, belleksiz, köksüz bir ot misali hayatını devam ettirir. Olgun, kalifiye insan olmanın yolu buralardan geçiyor. Bu bahsedilen kişiliksiz, kimliksiz, karaktersiz, şahsiyetsiz insanlara üç beş tane üniversite bitirttir, o karakteri kazanamaz, o kişiliği bulamaz, erişemez. Bu tip insanların elindeki bilgi teröristin elindeki silah gibidir. Bilgisiyle zarar verir. Kötüye kullanır.
Konunun başına dönersek insanın hazreti insan olması için bu bir süreç. Altyapısıyla, üstyapısıyla bu süreci yaşayıp tamamlaması lazım.

Her sanat ehlinden öğrenilir. Bir insan doktor olmak istiyorsa tıp fakültesine gider. Bir insan mühendis olmak istiyorsa mühendislik fakültesine gider. Öğretmen olmak istiyorsa eğitim fakültelerine devam eder. Din adamı olmak istiyorsa ilahiyat fakültesine gider. O mesleği nerde öğrenecekse oraya gider. “İnsan” olmak istiyorsa ve çıtayı daha yukarı koyup “hazreti insan” olmak istiyorsa “hazreti insana” gidecek. Buna ihtiyaç var.

Yoksa insan olamaz, nas olur. Bugün yeryüzünde gördükleriniz nas sınıfındandır. İnsan ayrıdır. Kelimeleri de farklıdır. Kelimeler hakikatlerin elbiseleridir. Çok şey ifade ederler. Nas Arapça bir kelimedir. Kur’ân-ı Kerim umuma hitab ederken “eyyuhennas” diye hitab eder. Bakın Nas sûresinde hep sonlar nasla biter. “Kul euzubirabbinnas melikinnas ilahinnas”. Umuma nas diye hitab eder Cenâbı Hak. Nas n-s-y kökeninden gelir. Nisyan, unutkan, gafil, aldanmış, vazife-i asliyyesini unutmuş, nereden gelip gittiğini bilmeyen, amiyane tabirle kuru kalabalık demektir. İnsan ise, insan ü-n-s kökeninden gelir. Enis, arkadaş, dost, yaklaşmış, yakın olmuş, ulaşmış, kavuşmuş anlamlarına gelir.

İnsanın serüveni “nas” olmaktan çıkıp “insan” olmaya gayret etmektir. Ve insanın da en had safhası, tekâmül etmiş hali “hazreti insan” olmaktır. Bu da “hazreti insan”dan öğrenilir. Tıp fakültesinde bunu öğrenemezsin. Hukukta, hendese bilimlerinde coğrafyada, tarihte, ilahiyatta bunları öğrenemezsin. İnsandan öğreneceksin.

Bunun için Cenâbı Hak Efendimiz’e “insanlara söyle, onlara öğret ki ey insanlar, insan olmak istiyorsanız, Allah sizi sevsin istiyorsanız, Allah’a sevimli olmak istiyorsanız bize gelin, O hakikatleri bizden öğrenin” buyuruyor. Onun için insana ihtiyaç var. İnsan olmak için insana ihtiyaç var.

Biz her şeyi bir isimle tanıyoruz. Mesela şu görünen bir cisim, buna bardak diyoruz. Bu isimle tanıyınca bu cismin neye yaradığını, ne amaçla kullanıldığını, vazifesini anlıyoruz. Mesela önümüzde durana sehpa/masa. İsmi söyleyince bunun amacını anlıyoruz. Ama yeryüzündeki bütün cisimlere bilimsel olarak madde diyoruz. Bunların hepsi birer madde. İslâm ıstılahında, şer’i olarak eşya diyoruz. Eşya, şey kökenindendir, şeyin çoğuldur. Şey, ismi söylenilmeyen, kullanılmayan, bilinmeyen, ayrıntısına girilmeyen cisimler, varlıklar, maddeler demektir. Bunların tamamına birden İslâm cemi’/çoğul olarak eşya der. Ama eşya deyince neyin kastedildiğini anlamayabilirsin. Çünkü bu anlamda insan da bir eşya. İnsan da bir madde, bir varlıktır. Bu da eşya cinsindendir. Ayırt etmek için insan diyoruz.

Bunun gibi her varlığın ismi ile bütünleşmesi gibi bize “hazreti insan” olmanın ilmini, tekniğini, teorisini öğreten ilmin dalı bu branşın adı tasavvuftur. Bu rehberin adı, bunun pratiğini yapan, uygulayıcısı, muallimi, öğreticisine “mürşidi kâmil” diyoruz, insanı kâmil. Bu isimle tanınıyor. Demek ki o ilim ve o muallim; öğrenilmesi gereken ve öğretecek olan olmazsa biz bu hakikatlerden mahrum oluruz...

Zihni geliştirme, tefekkür jimnastiği adına insanlar  tasavvuftan bahsederek, tasavvufu konuşarak bu konu hakkında bir fikir, bir anlayış sahibi olabilir, bir noktaya belki gelebilir. Ama mutasavvıf olmaz. Konuşarak sûfi olmaz. Düşünün bir insan tıp fakültesini çok üstün dereceyle bitirmiş olsa. Yüksek ihtisas da yapsa; bir hastaneye görevlendirilse doktor olsa bu insan pratisyen hekimdir. Niye? O bilgisini tecrübeye dönüştürmemiştir. Teoride mükemmeldir ama pratiği hiç yoktur. Hastalar üzerinde adeta pratik yapa yapa, tetkikler, teşhisler, tedavilerle bu insan uzman olur. Mütehassıs olur, profesör olur… Ama bunları pratikle elde eder.

Tasavvuf da yaşanılacak, uygulanılacak bir ilimdir. Sadece bilinecek bir şey değildir. Sadece teknik bir bilgiden ibaret değildir. Tasavvufta pratiksiz bir teori çok fazla bir şey getirmez. Seven olarak kalırsın hep. Dıştan, uzaktan bakan kalırsın. Bir şeyi tarif etmeye kalksan, misal şeker/çikolata tatlıdır diyebilirsin. Şeker çok tatlı. Tatlıyı tarif edebilir misin? Yok. Tatlıyı bana tarif edebilmen için bana şekeri yedirmen lazım ki ben o tadı anlayabileyim.

Sûfi olamazsan ancak şekerin tatlılığını bilirsin. Tadını bilemezsin, anlayamazsın. Tatlı olduğunu duymuşsun, tahmin edebiliyorsun, “bu şekerleme tatlı olur” diyebiliyorsun. Tahminler yürütebilirsin. Nazariyat. Sûfi ıstılahında buna İlme’l-yakîn denilir. Bilgi ile bir şeye yaklaşmak. Ayne’l-yakîn onu görmek. Ayn - göz. Görerek ona yaklaşmak. Hakke’l-yakîn onunla bütünleşerek ona yaklaşmak. Yani onu yiyerek damağında ve dimağında onu hissetmek. O zaman senin söyleyeceğin şey şekerin, çikolatanın tarifidir. Ve söylediğin şey sahihtir. Çünkü sen onu tecrübe ile, yiyerek tescil etmişsin, sabitleştirmişsin. Yoksa senin oradan bakarak “tatlıdır” demen bir zandır. Zandan öteye geçmez. Teori olabilir, varsayım olabilir veya bizim medrese tabiriyle “faraza” olur.

O yüzden bu hakikatleri anlayabilmek için tasavvufun içine dalmak lazım. O rehberle hemhal olmak lazım. Hazreti insana bulaşmak, karışmak, kavuşmak, ulaşmak; onunla buluşmak, sonra hazreti insanlaşmak… Adeta bu insan için gerçek doğumdur. Sonsuzluğa doğar insan. Şu anda biz fani âleme doğmuşuz. Ölümümüzü bekliyoruz. Her aldığımız nefes ömür takviminden bir yaprak koparıyor. Hızla sona doğru gidiyoruz. Ama sûfi tekâmül doğumunu gerçekleştirdiğinde gözlerini sonsuzluğa açar. Onun için son yoktur.
Sual: Efendim, bunun vukua gelmesi, “hazreti insan” olabilmesi için Allahu Teâlâ bizden bedel istiyor diyebilir miyiz?

Cevap: Diyebiliriz. İnsanın vereceği bu bedel de evre evredir. İnsan önce ikrar verir. Bu sözlü bedeldir. Bu işi kabul eder, böyle bir yola girer. Buna ikrar denir. Ondan sonra iş gerçekleşeceği zaman ondan ne isteniliyorsa onu verir. Ama artık o kemale gelmiştir. Onun gözünde hiçbir şeyin kıymeti yoktur. O elde edeceği şeyi görmüştür artık. O yüzden ondan ne isterlerse verir. Hiç çekinmez canını verir.

Bunun en büyük örneği Hz. Ebubekir’dir. Müteaddit kereler adeta canını Allah Resûlü’nün yerine, yoluna sunmuştur. Hicrette O’na arkadaş olmuştur. Onları millet fellik fellik ararken yakalansa öldürüleceğini bildiği halde ölüm pahasına O’nun yanından ayrılmıyor. Hâlbuki Hz. Ebubekir’e karşı kimsenin bir düşmanlığı yok. Bahse konu olan Sultanu’l-Enbiya aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm. O’na varlığını bedel veriyor. Mağaraya saklanıyorlar, O’na bir zarar gelmesin, akrep yılan gibi zarar verebilecek haşerat gelmesin diye üstündeki cübbesini, başındaki sarığını vesairesini yırtıp mağaradaki deliklere öteye beriye kapatıyor. En son bir delik kalıyor oraya tıkayacağı bir şey kalmamış. Oraya da ayağını/topuğunu dayıyor. Âlemlerin Efendisi dizine yatmış uyuyor, istirahat ediyor. O da ayağını uzatmış bir deliği tıkamış. Oradan gelen bir yılan bunun topuğunu ısırıyor. Canı öyle yanıyor ki. Yılan ısırdığı için canı yanan insan feryad eder. O ben kıpırdarım da Resulûllah uyanır diye kıpırdayamıyor da. Benim başıma devlet kuşu konmuş nasıl kıpırdarım ben. Hareketlenemiyor, canlanamıyor. Ama o kadar canı yanıyor göz yaşlarına hâkim olamıyor ve gözünden akan yaş Fahri âlemin yüzüne damlıyor. O yaşa uyanıyor Cenâbı Peygamber. Hz. Ebubekir niye ağladım da yaşım O’nun üzerine düştü, O uyandı diye elinden gelse o anda gözlerini de çıkaracak. Allah Resûlü ağlamasının sebebini sorduğunda önce bir şey söylemek istemiyor ama canının yandığını gören Cenâbı Peygamber “Ne oldu?” deyince “Herhalde ayağımı bir şey soktu Ya Resûlallah” diyor. Cenâbı Peygamber ayağına bakıyor ki yılan ısırmış. Ağzından bir parça balı yarasına sürüyor, tedavi oluyor.

Ama o anda canını koymuş oraya, bedelini vermiş. İşte o teslimiyeti, onun o bedel verişi kıyamete kadar gelecek insanlığa onu tanıtıyor. İsmi Kur’ân’da zikrediliyor Kur’ân’a geçiyor. Cenâbı Hak ayeti kerimede o mağaranın içinde iki kişi ve o “İki kişinin ikincisi” diye ondan bahsediyor. Varlık âleminde ikinci sıraya yer alıyor. Kâinatın efdali, eşrefi Hz. Muhammed (aleyhi’s-selâm), “ikinin ikincisi” diye Cenâbı Hak ikinci sıraya Hz. Ebubekir’i koyuyor. “Yâr-i gâr” oluyor. Mağara dostu, mağara arkadaşı oluyor. Hz. Ebubekir hakikat levhalarına böyle nakşedildi adeta.

Hz. Ali bedel veriyor. İkrar vermiş Müslüman olmuş, şahadeti söylemiş. Hicrette ölüm pahasına Resûlullah’ın yatağına yatıyor. Odaya girenler yatakta Peygamber var zannediyorlar. Tam kılıçlarını kaldırıyorlar öldürecekleri anda diyorlar ki “yahu bakalım yataktaki kim” Bakıyorlar ki Hz. Ali. O anda vursalar kimvurduya gidecek. Kaç tane kılıç kalkıyor. Ama hiç gam değil Hz. Ali için. İkrarını vermiş ondan sonra da canını istemişler, “yatağımıza yat” demişler hiç tereddütsüz yatmış. O bedel o zaman insanın gözüne gelmiyor. Karşılığı görmüş ya hiçbir şeyin kıymeti kalmıyor o zaman.

Ama bu önce anlayışla/ikrarla başlıyor ondan sonra da senden ne isterse ister. Canını ver canını, malını ver malını. Allahu Teâlâ “Onlar canlarıyla ve mallarıyla Allah yolunda mücadelede hizmet ederler, Allah için gayret ederler” buyuruyor. Bedelsiz hiçbir şey olmaz. Dünyada ücretsiz bir şey yok. Misal annen baban seni büyütüyor. Belki bakıyorsun bunu meccanen yapıyorlar ama senden bir beklentileri var. Sana yaptıklarının karşılığını senden bekliyorlar. Sen büyüyüp onlar hizmete muhtaç olduğunda onlara hizmet etmeni istiyorlar. Bunu bekliyorlar. Senin gölgende oturacaklarına, düştüklerinde onları düştüğü yerden kaldıracağına, ellerinden tutacağına, gerektiğinde her şeyini onlar için feda edeceğine inanıyorlar. Bunlar onların beklentileri. Annen yemiyor, seni yediriyor, giymiyor giydiriyor, uyumuyor, sabaha kadar başında bekliyor. İnsan düşünüyor ki bu ne şefkat, bu ne merhamet. Gelecekleri için senin üzerinden yatırım yapıyorlar. Yani dünyada ücretsiz bedelsiz hiçbir şey yok.

Sual: Efendim, bu sohbetlerin nasihatlerin daha güzel anlaşılması, hayata daha kolay yansıtılmasında helal lokmanın etkisinden bahsedebilir misiniz?

Cevap: Siz marangozsunuz… Şu yüzeye bir kaplama yapacağınız zaman bu kaplamanın buraya yapışabilmesi için altını iyice zımparalamalısınız. Hiçbir toz, kir, pürüz kalmamalı. Yoksa bu yapışmaz veyahut altındaki o şeyler hava kabarcıkları oluşturur, kabarır. İnsanın yediği haramlar da yüzeyin üstündeki o çer çöp, pürüzler gibi. Bunlar üstümüzde var olduğu sürece güzel kaplamalar yani nasihattir, zikirdir, fikirdir, vesaire bunlar yapışmaz. Kapatmaz.

Bunun için o zımpara misali çokça tevbe istiğfar edip Allah’ı zikretmeliyiz. Gözyaşı ile adeta gönlümüzü yıkamalıyız. Zemini tesviye etmeli, düzeltmeliyiz. Güzel işlere devam etmeliyiz. Pişmanlık duyduğumuz şeyleri tekrarlamamalıyız. Bu zemini böyle tahliye, tesviye ettikten sonra istediğimiz güzelliği üstüne kaplayabiliriz Allah’ın izniyle, oda altındaki bütün çirkinlikleri örter siler götürür. Tevbe istiğfar, Allah’ı zikir, iyiliklere Allah’ın razı olduğu işlere devam etmeli ve o yanlışları tekrar etmemeliyiz.

Bu nasihatlerin faide vermemesinin sebebi bulunduğumuz konuma göre fark edebilir. Bu kimine göre haram olabilir, kimine göre gıybet olabilir. İnsanların ayaklarını kaydıran şeyler farklı farklı olabilir. İlla herkes muz kabuğuna basmaz. Kimini muz kabuğu kaydırır, kimini başka bir kabuk kaydırır.

Ama zamanımız bu anlamda ayak kaymasına müsait bir zaman. Bu yüzden insanın çok dikkatli olması lazım. İyileri tercih etmesi, iyilerin meclisine devam etmesi lazım. Yalnız kaldıkça nefsi onu günaha sevk eder. Yanlışları ona güzel gösterir. Çünkü insan yalnız yaşayabilecek bir varlık değil, toplumsal bir varlıktır. Arkadaşa, çevreye, cemiyete muhtaçtır. İnsan bunu iyilerden belirlemeli. Misal cami cemaatiyle arkadaş olmazsa kahve cemaati ile arkadaş olacak. Bunun için insan iyileri tercih etmeli.

Sual: Bazen çevremizde ki eşimiz dostumuz diyor ki bir yere intisap etmeden de Allah’a ibadet edebilirsin.

Cevap: Olmaz diye bir şey yok olurda. Yine marangozluk mesleği üstünden rahat anlaşılabilsin diye örnek vereyim. Bir insan şu masayı eliyle de yapabilir. Belki bir keserle veyahut bir keskiyle belki bir masa yapabilir. Ama bunu bir ayda mı yapar bir senede mi yapar…

Bir de alet edevatı; hızarı, planyası, testeresi olsa, bu aletlerle şu masayı bir günde yapar. İnsanın bir yere intisab etmesi buna benzer. İşi kolaylaşır. Doğruyu çabuk öğrenir. Ama bunu kendi başına yapmaya kalktığında masayı eliyle yapan adam gibidir. Bunu çok fazla da sağlam yapamayabilir. Çünkü alet edevat yok, çivi kullanmayacak, tutkal kullanmayacak, kara usul yapacak… Çok sıhhatli bir şey ortaya çıkmaz.

Ama olur masa yapar. Yapamaz diyemeyiz. Yapar ama çok kullanışlı bir şey olmaz. Sıhhatli bir şey olmaz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort