JoomlaLock.com All4Share.net

BİR ŞEYH FEYZULLAH KİSHAVÎ GEÇTİ BU DÜNYADAN* -1

Derler ki herhalde halkının güzel ihlasından olacak ki Allah (cc) bu beldeyi mükâfatlandırdı. Tımar sistemi kaldırılmadan önceki yıllarda (1830) bu beldeye bir derviş geldi. Derviş genç birisi olmasına rağmen öyle bir natıkaya sahipti ki sohbetlerinde herkesi kendisine hayran bırakıyordu. En çok tedris etmiş ve çok güngörmüş pîr-i fâni âlimler bile meftûnu oluyordu onun.

Meçhul derviş, cami köşesinde yatıp kalkıyor, bir dilim ekmek veya bir tas çorba ile günlerce iktifa ediyordu. Belde âlimleri, dervişin devamlı burada kalmasını dilediğinden hep birlikte çevrenin ağası ve aynı zamanda tımar sahibi Osman Bey’e müracaat ettiler. Ona müracaat etmek ise bir mecburiyetten doğuyordu. Çünkü buralarda ister âlim olsun, isterse halk kimse beyden habersiz bir tasarrufta bulunamıyordu.

Bey ile görüşecek âlimler önceden hazırlandılar ve bu yeni geleni öyle bir anlattılar ki muhatapları mest oldu. Bey, bu alanlarda biraz da bilgi sahibiydi. Heyetin fikrini anlayarak; “Böyle birisinin bizimle olmasına neden müdahale edeyim ki? Tabii ki kalsın.” dedi. Halk bu izin üzerine gece, gündüz demeyip çalıştı ve küçük de olsa ona bir ev yaptı.

Çünkü gelen derviş, ismini sıkça duydukları o meşhur Nakşibendî büyüğü, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin icazetli müridiydi. Bu yüzden belde halkı bir hazine bulmuş gibi seviniyordu. Onlar, Allah’ın kendilerine verdiği bu nasipten dolayı şükrediyor ve çok rağbet gösteriyordu ona. Memnuniyetlerini belirtmek için; “Halid bu tarafa bir çırağ fırlattı ki ne çırağ ne çırağ. Bize bir huzme gönderdi o, biz bunun kıymetini bilelim.” gibi laflar ederek avunuyordu halk.

Çok geçmeden Osman Bey bu ilginin biraz fazla olduğunu görünce kıskandı. O, kendince hatasını anlamasına rağmen iş işten geçmiş gibiydi. Çünkü halk çoktan ona meyletmişti. Pişmanlığın asıl sebebi ise bu genç dervişin bir özelliğiydi. Çünkü o, bu toprak sahiplerine hiç danışmıyordu, bu da bu iklime uymuyordu. Vaazlarının arasına, “Ey inananlar! Allah’tan başkasına kul olmayın!” temasını uygun bir şekilde yerleştiriyor ve bu temayı çok işliyordu. Ağa, bunları duyuyor, yaptığı onarılmaz hatayı görüp, alttan alta diş biliyordu ona. Ancak o derviş kisveli adama dil uzattığında kendi yakınlarının bile karşısına dikileceğini biliyordu. O yüzden de dervişi kovamadığı gibi hakkında fazla bir şey de söyleyemiyordu.

Bir güzel ilkbahar sabahıydı yine. Güneş huzmelerini daha yeni saçmaya başlamıştı etraftaki canlı, cansız varlıkların üzerine. Göz kamaştırarak o boz kayalar, kel tepeler, ter-ü taze yeşillerle yeni çiçeklenmiş ağaçların ve boz bulanık akan çayların üzerine. Bey de bu güzelliği daha önceden hissetmiş gibiydi. O yüzden de daha gün doğmadan kalkmıştı bugün. İyi bir at binicisi olduğundan, emretti, atını getirdiler, bindi. Yaşına rağmen yine de çok yakışıyordu o safkan aygırın üzerine. Böyle güzel bir ilkbahar sabahında, hiçbir şeye aldırmaz görünerek hayvanıyla bir kahraman görüntüsü vermeye çalışıyordu. Görüntüyü tamamlamak için atı önce bir iki kere şaha kaldırdı. Sonra da iki yıl evvel yapılan ahşap köprüye doğru koşturdu. Maksadı hem çayın diğer yakasında yer alan topraklarını gezerek efkâr dağıtmak ve hem de o haşmetiyle halka görünmekti. Ayrıca da baharın coşkusuyla kabına sığmayıp deli gibi akan çayın kendi arazisine zarar verip vermediğini kontrol edecekti.

Yol üzerindeki virajlı bölüme gelmiş ve en keskinini dönmüştü. Atını mahmuzlayarak bir dakika sonra da önündeki söğüt ağaçlarının görüş alanını kısıtlamasından kurtuldu. Kurtulunca da bir an tam önünde o dervişi gördü. Hemen on beş adım ilerisindeydi ve aynı istikametteki köprüye doğru yürüyordu. Dervişi görünce onun sözlerini hatırladı. Pişmanlıkla kafasına bir yumruk atarak: “Aptal kafam!” dedi. Gayri ihtiyari olarak bütün hırsıyla dişlerini sıkıyordu. O safkan aygırın üzerinde daha da dikleşerek en nefret dolu bakışlarını ona fırlattı. Duyurmak için de bütün avazıyla; “Baldırı çıplak!” diye bağırdı. Hakaretini dervişin duyduğuna inandığı için biraz rahatlamıştı. Bu rahatlıkla da bir: “Oh!” çekti kimsenin olmadığı bu tenha yerde. İntikam almış edasıyla kafasını emme basma tulumbası gibi aşağı yukarı salladı. Sonra da kendi kendine: “Yılan yarpuzu sevmezmiş, yarpuz da gelip tam yılanın deliğinin ağzında bitermiş yahu!” değimini en yüksek perdeden tekrarladı. Aklına gelen bir takım sözleri daha sarf ederek kılıç gibi sağa sola savurdu elini ve kolunu. Sonra da onu geçmeyi düşünerek, atını mahmuzladı.

Ancak derviş, o ince çizgiden ibaret tozlu yolda birkaç metre ilerideki bir başka dönemeci dönerek görünmez oldu. Bey, ona yetişmek için bütün haşmetiyle dervişin arkasından at tepti. Aygırı daha da bir mahmuzlayarak o da hızla döndü dönemeci ama yine de göremedi. Arkasından: “Kim bilir hangi bahçeye saptı?” diye hayıflanarak köprüye varıp geçti bir hamlede. Geçmesine geçti ama geçince de gözlerini silmeye başladı. O gördüklerine inanamıyordu çünkü. Derviş imkânsızı başarmış, köprüyü daha önce geçmişti. Beyin o kadar hızla at tepmesine rağmen yine de ondan önce gelmiş ve bir ağacın altında oturuyordu. Hem de öyle bir oturuyordu ki insan, saatlerdir orada oturuyor sanırdı onu.

Her şey bir yana bu adamın kendisinden önce köprüyü geçip de burada oturmasına hiç bir mana verememişti. Bir köprüye, bir de suya baktı. Kendi kendine; “Bu kadar çok ve hızlı akan suyu dalarak geçmek imkânsız.” diye düşündükten sonra fikrini ispat için de; “Zaten baksana elbisesi de kup kuru.” dedi içinden. Sonra da; “Bu kadar yolu benden önce kat etmek de imkânsız.” diye düşünerek de hayretini belirtti. Biraz daha sağı solu seyretti o şaşkınlıkla. Sonra da; “Belki de uyudum ha? O da köprüden geçti geldi.” diye düşündü. Fikrini pekiştirmek için de sayıklarcasına: “Evet, tabii ki öyle evet. Kaç gündür ki uykusuzdum.” dedi yüksek sesle.

Aşırı merakı onu kendi ihtiyarının dışında o ağacın altına doğru sürüklüyordu. Birkaç dakika sonra da vardı. Ama nasıl vardığını kendisi de bilmiyordu. Büyülenmişti adamın karşısında. Derviş de bunu anlamıştı. Gelen, zorla da olsa, yarım yamalak bir selam verdi karşısındakine. Derviş, toparlanarak selamını aldı onun. Bey, kekeleyerek; “Sen kimsin, nerden geliyorsun, adın ne ve nasıl bir insansın be?” diye sorabildi. Beyin heyecanına rağmen derviş pek de aldırmaz bir hâlet-i rûhiye içerisinde; “Adım Feyzullah.” diye cevap verdi. Bey, daha çok bilgi istediğini ima edercesine, gözlerini fal taşı gibi açmış ona bakıyordu. O, muhatabının tatmin olmadığını görünce; “Ğavsü’l-âzam Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin azatlısıyım.” dedikten sonra; “Kendi ihtiyarımla gelmedim buraya. O gönderdi!” dedi.

Osman Bey, merakını gidermek için de titreyen şahadet parmağıyla onun oturduğu yeri göstererek: “Ya sen buraya nasıl geldin?” diye sordu. Şimdi şaşırma sırası hiçbir şeyden haberi olmayan dervişe gelmişti. Aşağıya doğru salınmış ellerini içi dışa gelecek şekilde açtı. Omuz silkip dudak bükerek:“Nasıl olacak? Normal piyade yürüyüşüyle.” cevabını verdi. Genç dervişin bizzat faili olduğu bu olağanüstülükten haberdar dahi olmaması daha da çok etkilemişti onu. Hayretle başını iki yana sallayarak: “Sen Allah’ın o veli kullarından birisi misin yoksa?” diye sordu. Derviş: “Velilik kimseye mahsus bir makam veya unvan değildir efendim. Ne şeyhin, ne salikin malıdır o. İnanan bütün insanlar velidir ve Allah’ın veli kuludur. Yani dostudur onun.” karşılığını verdi. Bey, onu bu kadar mütevazı bir ruh haliyle karşısında görünce gözünde daha çok büyüttü.

Her şeye rağmen belli bir kültür seviyesine sahip bey ondaki erdemi görmüştü. Yumruğuyla kendi kafasına vurur gibi dokunarak: “İşte bunun gibi içi boş başaklar hep böyle dimdik durur.” dedi. Sonra da dervişi işaret ederek: “Başakların böyle dolularının ise başları aşağıya doğru eğiktir.” diye mırıldandı.

Seyrettikçe de onun temiz yüzlü birisi olduğunu fark ediyordu yavaş yavaş. Şimdi gözlerini alamıyordu karşısında duran kişiden. Ayrıca dervişin verdiği cevaplar da birkaç basit kelimeden ibaret olmasına rağmen ona mâverâdan gelen, çok duygulu şiirler gibi gelmişti. Bütün gücünü toparlayarak; “Dile benden ne dilersen!” diye en yüksek perdeden bağırdı.
Şeyh Hacı Hattat Feyzullah Efendi, yine umursamaz bir tavır takınıp dere kenarındaki araziyi göstererek; “Bana verilen görev icabı burada, bir miktar arsa satın alarak bir dergâh kurmam gerekmektedir.” dedi. Biraz duraklayıp sonra da; “Bu arazi kime ait acaba?” diye sordu. Bey, araziyi gözden geçirdikten sonra sağ elini göğsüne götürerek; “Benim efendim benim, buraların tamamı benim.” dedi. Arkasından da; “Bu toprakların hepsi senin olsun. Para da istemez. Hepsi sana feda olsun!” sözleriyle çayın bu kıyısındaki bütün arazisini bağışladığını bildirdi. Bu bağışı, orada çalışan bütün marabalar da duydu. Bununla beraber, şeyhin elini ona doğru kaldırıp olumsuzca salladığını, arkasından da; “Hayır, hayır! Bu kadarına gerek yok.” dediğini, sonra da su ulaşmadığı için ağaçsız ve otsuz kalmış küçük bir kısmı göstererek: “Aha bu ekilip dikilmeyen çıplak yer bize yeter de artar bile.” sözleriyle bunu kabul etmediğini de duydu.

Bey: “Dile benden ne dilersen!” sözlerini tekrarladı, hem de en yüksek perdeden. Bunun dışında yine marabaların duyamadığı bazı bağış tekliflerinde daha bulundu. Şeyh bu ve benzeri teklifler karşısında hiçbir cevap vermeden başını önüne eğdi ve sustu sadece. Onları yaklaşık on beş yirmi adımlık mesafeden seyreden marabalar arasında İsmail de vardı. Topraksızlık ve maraba olarak çalışmak canına tak etmiş olan İsmail, sağ elini kılıç gibi sallayarak; “Ne susuyorsun be! ‘Bana vermek istediğin araziyi marabalarına dağıt!’ desene!” diyerek şeyhe uzaktan da olsa akıl vermeye çalışıyordu gayri ihtiyari olarak. Şeyh ve beyin duyamadığı bu öneriyi sadece diğer marabalar duyup güldüler.

Bey nasihat isteyince şeyh, mâverâdan gelen bir ses tonuyla; “Ölümü, ahiret hallerini ve verilen nimetin asıl sahibini unutmayınız. Peygamberimiz’in sünnetine uymada ileri gitmeye çalışınız. Günde bin kere duyulmayacak şekilde kelime-i tevhid söyleyiniz. Bizim yolumuz İslam dinine uyma yoludur ve herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır. Namazın şart ve rükünlerini, sünnet ve edeplerini insanlara okuyup tavsiye etmeniz büyük edeptir.” dedi. Sözlerine devamla; “Dini kurallara uyarak zahirinizi, tarikat ile de batınınızı temizlemeye gayret ediniz. Hakikat ile ilahi yakınlık elde ederken marifet ile de Allah’a ulaşmaya çalışınız. Allah’ın kullarını Allah’tan başkasına boyun eğdirtmeyiniz ve eğdirenlere de elinizden geldiği kadar mani olunuz. Yine, kul hakkı yememeye ve yedirtmemeğe gayret ediniz. İster ulemâ, ister hükemâ ve isterse bey, paşa, şehzade veya sultan olsun. Allah indinde kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takva iledir. Kimsenin kimseye önceliği de yoktur. Bunları hatırlayınız ve her işte adil olunuz.” diye tembih etti.

Osman Bey, daldığı çok derin bir uykudan uyanıyor ve zorla da olsa bu uyku mahmurluğundan kurtarmaya çalışıyordu kendisini. Toparlanarak gözlerini muhatabının gözlerine direyip; “Duyduklarımın hepsi güzeldir ve de kabulümdür. Hepsine de elimden geldiği kadar uymaya çalışacağıma söz veriyorum efendim.” dedi ve sözünde de durdu.

Feyzullah Efendi dergâhı sadece tasavvufla uğraşmadı. Şeyhülislam ve müderris mertebesine ulaşan ulemânın da bu beldeden yetişmesinin mayasını çaldı. Bunlar bir yana birçok mürşid de yetişti buradan. Bunların en önde gelenlerinden bir kaçını sıraladığımızda onun büyüklüğü ortaya çıkar zaten.

Şeyh Mehmed Necâtî Efendi: Mehmed beş altı yaşlarındayken birden bire yara dökmüştü vücudunun her tarafı. Ailesi o günlerde bilinen bütün çarelere başvurdu ama hiç birisi fayda vermedi. Baba, bir umut tesellisi ile; “Belki bir faydası dokunur.” diyerek Şeyh Feyzullah’a götürdü onu.

Huzura çıktıklarında baba içinden geçeni anlattı. Şeyh, bir iki kere nazar etti yırtık pırtık giysiler içindeki bu yara, bereli çocuğa. Bir an kalpten kalbe yol açılır gibi bir hal oldu çocukla şeyhin arasında. Kendisini alamayarak bir daha baktı ona. O şimdi dergâha sunulmuş kıymetli bir hediye gibi bakıyordu bu yavruya. Bu etkiyle murakabeye dalmıştı bir an. Çıkınca da onu iyileştirecek ilaçlarla düşünceye başladı. Deva bulacağına inanınca da çocuğun babasına dönüp; “Oğlunu iyileştiririm ama bir şartla.” dedi.

Adam muhatabına güvendiği için; “Emredin efendim.” dedi sadece. Şeyh; “Çocuk iyileştiğinde okuması için köyünüzün imamına teslim edeceksin. Hazır olduğunda da bu dergâha alacağım.” diye bildirdi şartını. Şeyh Feyzullah’ın dediklerine hiç tereddüt göstermedi ona yürekten bağlı olan bu adam. Hemen el kavuşturup gerdan kırarak; “Emriniz olur ve bu bizim için bir lütuftur efendim.” sözleriyle teklifi kabul ettiğini bildirdi karşısındakine. Anlaşma üzerine Şeyh Feyzullah Efendi gönül rahatlığıyla tedaviye başladı onu.

Çocuk, uygulanan yöntemler sonunda kısa zaman içerisinde iyileşmişti. Sözünün eri baba, şeyhten ikinci bir uyarı beklemeden imama geldi. Şeyhin şartını tekrarlayarak çocuğunu işaretle; “Al işte Mehmed. Her gün akşama kadar sana teslim. İstediğin saatte bırakırsın eve gelir.” dedi. Gözlerini imama dikerek; “Şimdi ben sözümü yerine getirmiş oldum değil mi?” diye sordu. Şeyhle bu adam arasında geçen olaydan önceden haberdar olan imam başını sallayarak; “Evet getirdiniz. Hem de tam hakkıyla getirdiniz.” deyince de ona teslim etti çocuğu. Bu küçük Mehmed hikâyesi de böylece başladı ve Şeyh Feyzullah’tan sonra da onun postuna oturdu.

* Muammer Akpınar tarafından hazırlanmakta olan bir romandan alınmıştır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort