JoomlaLock.com All4Share.net

BİR TARAFTAN İSLAM’I NEŞREDERKEN BİR TARAFTAN İMANI KAYBEDİYORUZ

Bir Taraftan İslam'ı Neşrederken Bir Taraftan İmanı Kaybediyoruz - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Bir Taraftan İslam'ı Neşrederken Bir Taraftan İmanı Kaybediyoruz

 

Sual: Çay sohbetinde bazı sufi eserlerinden bahsettiniz. Tasavvufta derinleşmiş insanlardan konuş-tunuz. Biz derinleşemediğimizden dolayı yakınıyoruz. Geçen bir yerde sohbetleşirken bir arkadaş da fazla derine dalma, demişti. Bazı insanlar da bizim derine dalmamızdan korkuyorlar. Bu konular hakkında ne buyurursunuz? 

Cevap: Aklın yolu birdir, elbette yüzme bilmeyen bir insan derine dalamaz. Ama eğer insan kendine güveniyorsa, yüzmeyi de güzel biliyorsa o da sığ bir yerden zevk alamaz. İster ki dalabildiği nispette dalsın. Çünkü suyun üstünde pek bir şey yok. Ne varsa suyun dibinde var. Her türlü mücevherat suyun derinliklerinde saklıdır. 

Dediğim gibi tasavvuf bir derinlik, enginlik, zenginlik… İnsanların korkuları var… İnsanlar aslında kendi ihdas ettikleri şeylerden korkuyorlar. Kendi vehimlerinden, kendi şeklerinden, kendi hayallerinden, kendi cehillerinden korkuyor. 

Bunları zıtlarıyla değiştirememişler. Şekki bırakıp yakini elde edememiş. Çünkü o yakin derinlik istiyor. Cehli bırakıp irfanı elde edememiş, irfana ulaşamamış. Gafleti bırakıp uyanıklığa, erdemliliğe ulaşamamış. Dolayısıyla da göremediği, bilemediği bu derinliklerden korkuyor. O yüzden derine dalma diyor. Çünkü insanlara hep şu korku verilmiş; derine dalarsan bir şeylerini o derinlerde bırakabilirsin. Yani bir şeyler alırsın ümidi yok, bir şeylerini kaybedersin korkusu var. Kazanca göre ayarlanmamışız biz, kayba göre ayarlanmışız. Dolayısıyla sürekli korkumuz kayıp… Yani derine dalarsan aklını kaybedersin… Korku bu değil mi? Ama ne kazanacağını bilemiyor. Dedik ya ona göre yetiştirilmemişiz. Bize göre kazanç sadece dünyevi hayattadır. Kazanç dünyevi meselelerde. Kazanç bunlarda var, başka bir kazancı bilmiyoruz. O yüzden dünyanın dışındaki her şeyden korkuyoruz. 

Bakın umumda olan Allah korkusu, Allahımızın korkmamızı istediği için, “Korkun!” diye buyurduğu için değil. Allah’ı bilemediğimiz için korkuyoruz. Biz bilmediğimiz her şeyden korkuyoruz. 

Bilinçli bir korkuya sahip değiliz. O bilinçli korku takvadır. Bilinçsizce bir korku hamasi duygudur. Bu yüzden de Hakk’a yaklaşamıyoruz. Korku olduğu için Hakk’a doğru adım atamıyoruz. Hakk’ın ipine yapışamıyoruz. 

Enginleştikçe, derinleştikçe bu yersiz korkulardan sıyrılacağız. Kişiler bilmedikleri şeylerin düşmanıdır. Bu genel bir çerçevedir. İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdırlar, bilmedikleri her şeye karşıdırlar. Bu toplum ismen müslümandır, örfen de müslümandır. Anasından, dedesinden, nenesinden gördüğü şekliyle müslümandır. Sen ona, onun görmediği, onun bilmediği ama hakikatte var olan İslam’ın ölçülerini anlatırsan o senin anlattığın İslam’ı reddedecektir, karşı çıkacaktır. Böyle bir İslam’ı benimsemeyecektir, kabullenmeyecektir. 

Nitekim de öyle değil mi? Bu toplumun şeriata düşman olması, şeraitçilere düşman olması bilmediklerinden değil mi? 

Bu anlamda biz Allah’tan değil nefsimizden korkmalıyız. Bizi her şeyden, herkesten çok seven, daha müşfik, daha merhametli olan ve her şeyimizi üzerine almış olan bir varlıktan bu kadar korku anlamsız değil mi? Halbuki bize tuzak kuran, bizi sürekli yanlışa sevk eden, bizden kötü şeyler isteyen, kötü şeyleri yapmamız için bizi zorlayan nefsimiz… Biz nefsimizle can ciğer kuzu sarmasıyız ama sözde Cenabı Hak’tan müthiş korkuyoruz. Çok dengesizlik var. 

Toplumumuzda şehircilik yayıldıkça insanlar doğadan uzaklaşıyor, her yer beton yığınına dönüşüyor. İnsanlar belki bir nefeslik oksijene gün gelecek hasret kalacaklar. Yeşili belki sadece suni olarak, boyalarda vesairede göreceğiz. Bir tarafta güya insanın refahı artıyor ama insan sıhhatini ve iç huzurunu kaybediyor. 

Bugün de baktığımızda toplumlarımızda İslam hızla yayılıyor. Sözde bir İslamlaşma seyri, serüveni var. İslam hızla yayılırken iman da bir o kadar zayıflıyor. İnsanların İslam’a inanma problemleri var. Bu problem aşılamıyor. 

Bugün bakın birçok televizyon kanalında reytingden dolayı İslamî programlar var. Artık bunları o kadar ileri boyutlara götürmüşler ki ilahiyat profesörleri televizyonlarda rüya tabirlerine başlamış, rüya tabir ediyorlar. Dedim belki birkaç gün sonra muska da yazacaklar, buna da başlayacaklar. Çünkü müthiş bir gelir var bundan. Bakın izleyin bu profesörlerin programlarını, bayanlarla birlikte yaptıkları programlarda tamamen rüya tabirleri var… Geçen baktım birisi insanlardaki olan isimlerin esma-i ilahi ile olan irtibatlarını anlatıyor. Artık bu noktalara kadar varmışlar. Böyle manevi ilim sahalarına açılıyorlar… Bunu kime anlatıyorsun? Kadın da eline şeker verilmiş bir çocuk heyecanıyla “Benim ismimim karşılığı ne?” diye soruyor… 

İslamî programlar bakın bu kadar yaygınlaşmış. Artık üniversitelerde profesör bırakmadık, her birini bir kanala abone yaptık. Her kanalda okuyanını mı ararsın okumayanını mı ararsın; özünden Türk olanını mı, olmayanını mı ararsın… her kanalda bir tane var. 

Peki, bu kadar yaygınlaşan İslam ama imana baktığımızda insanların bu İslam’a inanma problemi var. Dolayısıyla yaşama problemi var. İslam herkesin bilgisinde kalmış… Kandil gecelerinde camileri dolduran, Miraç Kandili’nde, Berat Kandili’nde, Ramazan-ı Şerif’te iftar programlarını dol-duran binlerce insan var... Televizyonlarda görüyorsunuz Sultanahmet’te program yapı-yorlar… Allah rızası için düşünün bunların kaç tanesi orada akşam namazı kıldı/kılıyor? Gece geç vakitlere kadar o programları dinliyorlar, kaç tanesi yatsı namazını kılıyor? Teravih kılıyorlar mı? Onlara bu programları yapan hocaefendi bu konuda onlara bir şey söylüyor mu? Maalesef… Alan razı, veren razı… Yaşama problemi var; çünkü esasında inanma problemi var. 

Ben geçmişte bir cenazede rütbeli bir askere, bir kurmay albaya sormuştum. Cenazeye geldi, namaz kılmadı. 

-Albayım, buraya kadar zahmet ettiniz, dedim. Buraya kadar geldiniz, niçin namaza iştirak etmediniz? Üstelik de millet namaz kılarken beklediniz. Ne olurdu siz de namaz kılsaydınız, dedim. 

-Prensip meselesi dedi. 

-Nasıl bir prensip? 

-Ben cenaze namazına gelmedim dedi, ben cenaze törenine geldim bu yüzden de kılmadım. Ben kendime dürüst olmak zorundayım, dedi. 

Takdir ettim adamı. Dedim, bak şuurlu bir kafir, müthiş bir gavur... 

Şimdi o insanları düşünün; onlar nereye gelmişler… Kandilde camide olan insan, kandilin ertesi günü acaba nerede? 

İnanma problemi, beraberinde yaşama problemini getiriyor ama beri taraftan da bakın İslam bu kadar yaygınlaşıyor. Biz bir taraftan İslam’ı neşrederken bir taraftan imanı kaybediyoruz. Biz bir taraftan başörtü mücadelesi verip başörtü mücadelesini kazanırken tesettürü kaybettik, ortada tesettür diye bir şey kalmadı. Ama başörtü davası kazanıldı, serbest oldu; ortaokula kadar başörtüsünü indirdik. Ondan sonra onu moda piyasalarına çıkardık, tesettür defileleri yapmaya başladık. Derdimi anlatabiliyor muyum?

İslam korku ile ümidi dengelemiş ama biz bu dengeyi tutturamıyoruz. Korkumuz kadar ümidimiz yok. Korkumuz kadar şevkimiz yok, güvenimiz yok. İşte bu yüzden hep kuru çaylarda boğuluyoruz, derinlere dalamıyoruz. 

Sahabenin haline baktığımızda onlar Cenabı Peygamber’e gelip şöyle diyorlardı: “Ya Rasulallah! Bize öyle bir nasihatte, öyle bir vasiyette bulun ki bu adeta hayatımızı doldursun. Onu yaptığımızda başka bir şeye ihtiyaç kalmasın. Biz onunla amil olduğumuzda, o vasiyetle hemhal olduğumuzda hayatımız için başka bir şeye ihtiyaç kalmasın…” 

Hayatlarını bütün bütün dolduracak bir hakikat istiyorlardı Allah’ın Rasulü’nden. Boşluğa tahammül edemiyorlardı. Kendileriyle, nefisleriyle olmaya tahammül edemiyorlardı. Bu yüzden Allah’ın Rasulü’nden yardım istiyorlardı; bize öyle bir şey ver ki hayatımızı doldursun, boşluk olmasın. Dolayısıyla da başka şeylere rağbetimiz, meylimiz kalmasın. Başka bir şeye ihtiyaç kalmasın, ifadesini bu anlamda anlıyoruz. Ve onlara ne buyruluyor idiyse de onu canlarına minnet bilip kurtuluş reçetesini aldıklarına inanıyorlardı. Yaşadıkları sürece Cenabı Peygamber’den öğrendikleri o hakikatten asla taviz vermiyorlardı. 

Bir oruç meselesinde bile böyleydi. Cenabı Peygamber visal orucu tutuyordu. Üç gün, dört gün, bir hafta yemiyor, haftada bir iftar ediyor. Hazreti Muaviye bunu görünce bu konuda Rasulullah’tan izin istedi. Hazreti Muaviye, Rasulullah’ı biraz zorladı. Gençti, sıhhatliydi, Rasulullah’ı zorladı… Cenabı Peygamber müsaade etmedi: “Beni Rabbim doyuruyor, sen tahammül edemezsin.” buyurdu. Bu dört gün olsun, üç gün olsun zorladı. En son Cenabı Peygamber ona Siyam-ı Davud’u tavsiye buyurdu. Hazreti Davud’un orucunu: Bir gün ye, bir gün tut… Ona devam etti Hazreti Muaviye.

Cenabı Hak da ona uzun bir ömür verdi. Artık o kadar yaşlandı, takatsiz kaldı, pek fazla bir şey yiyemez oldu ama buna rağmen o orucu asla terk etmedi. O zamanın hekimleri diyelim, tıptan anlayan insanlar veya o dönemdeki sahabenin ileri gelenleri dediler ki oruç tutma; dayanamıyorsun. Ben de biliyorum, dedi. Rasulullah (asv) bana dayanamazsın dedi, ben bu kadar yaşayacağımı bilmedim. Keşke Cenabı Peygamber’e itiraz etmeseydim. O, pazartesi perşembeleri tut, buyurmuştu bana. Keşke O’na itiraz etmeseydim.. Ama O’na sordum, O da bana emir buyurdu. Artık o emri ben ölene kadar terk edemem, buyurdu. Sanki bana farz gibidir, Peygamber’in emridir bu. Ben zorladım, O da bana müsaade buyurdu, ölsem de artık ben bundan vazgeçemem, diye orucuna devam etti. 

Bu bir örnek… Onların iman, amel, ittiba, teslimiyet veya hayatı doldurma anlayışı bu. Hayatı bütün bütün İslamlaştırma; A’sından Z’sine kadar… Bugün biz de belki bunları çok konuşuyoruz, sahabileri konuşuyoruz ama sahabileri yaşamıyoruz arkadaşlar. Onlar dilimizdeler, gönlümüzde değiller… Onların faziletlerini konuşuyoruz, kemalatlarını konuşuyoruz, kerametlerini konuşuyoruz ama müslümanlar olarak asla yaşadıkları hayata talip değiliz, o hayatı yaşama azminde, arzusunda değiliz. 

İşte bunlar ortaya dökülünce çok derine dalma deniliyor. Tasavvuf derinlik ama bugünün mutasavvıfları -istisnalar kaideyi bozmaz- ne denli tasavvufun derununu idrak edebilmişler?.. Tasavvufun derinliğine mi dalıyorlar, felsefenin derinliğine mi? Bunu da birbirinden ayırt etmek durumundayız. 

Bugün birçok sufi söylemlere baktı-ğımızda bunlar felsefi yorumlar. İslam’ın ruhundan gelen, vahyin manasından süzülen hakikatler değil. Günümüzde de böyle bazı meşhur sufiler var. Basından da fitnevizyondan da bunları takip edebilirsiniz. Baktığınızda ortada olan bütün mesele felsefe…

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort