Şeb-i VUSLAT (84)

Annesi, Hz. Peygamber Efendimiz’in (sav) mübarek kızı Hz. Zeyneb (ra) babası. Mekke’nin ileri gelenlerinden, itimatlı, güvenilir, emin bir insan. Dürüstlüğü ve mertliğiyle meşhur bir tüccar, Ebü’l-As İbni Rebi’dir. Hz Ümame annemiz Mekke’de dünyaya geldi. Künyesi Ümmü Yahya idi. Bu künyeyi Muğire b. Nevfel ile yaptığı evlilikten meydana gelen çocuğundan dolayı almıştır. Hz. Ümâme (ra) Peygamber Efendimizin (sav) ilk kız torunu idi ve onu çok severdi. Efendimiz’in (sav) Hz. Ümâme’ye olan şefkati o derece idi ki namaz kılarken bile yanından ayırmazdı.

Hz Ümâme (ra), anneciği Hz. Zeyneb (ra) ile Mekke’de çok çileli bir çocukluk hayatı geçirdi. O, henüz çocukluğunun baharını yaşarken inancı uğruna anneciğinin verdiği mücâdelelere şahit oldu. Sevgili dedeciği Efendimiz (sav) Allah’ın (cc) elçisi olmuştu. Mekke’de yeni bir mücadele başlamıştı, Tevhid mücadelesi. Mübarek dedesi Efendimiz’e (sav) ilk inanan anneannesi Hz. Hatice (ra) idi. Peşinden anneciği Hz. Zeynep ve teyzeleri Hz. Rukiyye, Hz. Ümmü Gülsüm ve Hz. Fâtıma birlikte İslâm’a koşmuşlardı. Küçük Ümâme’nin babası Ebû’l-As İbni Rebi’ ise henüz İslâm’a girmemiş ama ailesinin inancına da müdahale etmemişti. Sevgi ve hürmetinde bir eksiklik görülmemişti. Küçük Ümâme işte böylesine bir yuvada anne Müslüman baba müşrik bir ailede büyüyordu. O, zaman zaman toplumun baskısı altında kalan babasının üzüntüsüne de şahit oluyordu. Müşrikler babasını devamlı baskı altında tutmağa çalışıyorlardı. Hâlbuki Ebû’l-As ailesine bağlı, sevgi ve saygı ile çocuklarına hizmet eden, herkesin itimat ettiği, becerikli, işinin adamı bir kişiydi. Hanımını ve çocuklarını çok seviyordu. Hz Ümâme (ra) anneciğinin engin merhameti, şefkati, babasının mertliği ve dürüstlüğüyle büyüdü.

Müslümanlara artan baskılar karşısında sevgili dedeciği Allah Resûlü (sav) ashabının Mekke’den Medine’ye hicretine izin verdi. Ashab-ı Kiram inançlarını daha rahat yaşayabilmek için doğup büyüdükleri Mekke’yi çok üzülerek de olsa terk ettiler. Hz. Ûmâme ve anneciği Hz. Zeynep (ra) ise mecburen müşrikler arasında Mekke’de kaldı. Hz. Ümâme ve anneciği devamlı Ebû’l-Âs’ın hidayeti için dua ediyorlardı. Fakat o henüz İslâm’a gelememişti. Bu arada Müşrikler ordu hazırlayıp Medine’ye hücuma karar vermişlerdi. Ebu’l-Âs’ı da içlerine katabilmek için uğraşıyorlardı. Nihayet toplum baskısına dayanamayan Hz. Ümâme’nin babası müşriklerle savaşa gitmeğe karar verdi. Ama o şaşkın bir durumdaydı. Zira karşısında savaşacağı kayınpederi idi. Fakat bir türlü müşriklerin baskısından kurtulamadı. Bedir’e vardı ve mücadelede esir düştü. Kurtulma fidyesi olarak çok sevdiği eşi Zeyneb’ini (ra) Medine’ye gönderecekti. Bu şartla esaretten kurtuldu. Sözünün eri adamdı. Mekke’ye döndüğünde çok sevdiği ailesi Hz. Zeyneb’i ve kızı Ümâme’yi götürmeğe gelen kafileye Mekke dışına teslim edecekti. Ailesini kardeşi Kinâne İbni Reb’i ile Mekke dışına çıkarttı. Fakat Hz. Ümâme ve annesi müşriklerin saldırılarına maruz kaldılar, onları çıkartmak istemediler ve onlara saldırdılar. Kılıçlarıyla saldırarak devenin üzerindeki hevdeci aşağıya düşürdüler. Hz. Zeynep ve kızı Hz. Ümâme annelerimiz yere yığıldılar. Annesi hamile olduğu için yüksekten düşürülünce kanlar içerisinde kaldı... O henüz çocuktu. Elinden fazla bir şey gelmiyordu. Sadece anneciği şunu yap derse ona yardımcı olabiliyordu. Hz. Zeynep Mekke’ye getirilip birkaç gün tedavisi yapıldıktan sonra Medine’ye gidebilmişlerdi. İslâmiyet’in ilk günlerinden beri bütün sıkıntılara katlanan Hz. Ümâme’nin anneciği Hz. Zeynep hicret esnasında başına gelenleri de büyük bir sabırla atlattı. Fakat kocasının hidayeti aklından hiç çıkmıyordu. Devamlı onun için dualar ediyordu.. Nihayet o da bir sene sonra Müslüman olarak Medine’de ailesine kavuştu. Hz. Ümâme bu mesut evde 14 yaşlarına gelmişti. Annesini, babasını ve dedeciğini çok seviyordu. Onların sevgileriyle büyüyordu. Mekke’de çektikleri çileler geride kalmıştı. Fakat sevgili anneciği hicrette çok yıpranmıştı. Bir türlü de kendini toparlayamamıştı. Bir iki sene mutlu bir hayat yaşamışlardı. Anneciği sık sık rahatsızlanıyordu. Son hastalığında yatağından kalkamaz oldu. Kardeşleri Hz. Ümmü Gülsüm ve Hz. Fâtıma annelerimiz başından hiç ayrılmadılar. Diğer annelerimizle birlikte Hz. Zeyneb’e hizmet ettiler. Hz Ümâme’yi daha yakın takib ettiler. Onu sevgiyle kucakladılar. Anne hasretini gidermeye çalıştılar. Hz. Zeynep sevdiklerinin arasında ruhunu Rabb-ül Alemin’e teslim etti. Kocası Ebû’l-As Hz. Zeyneb’inin dünyadan ayrılığına dayanamayarak bayıldı düştü. Sevgili Efendimiz (sav) ve ashab-ı kiram onu teselliye gayret etti. Hatta kızı Hz. Ümâme de babasının acısını hafifletmek için uğraştı. Onların yuvası bir sevgi ocağı idi. Birbirlerini çok seviyorlardı, gönülden bağlı huzur dolu mutlu bir aile ortamları vardı. Hz. Zeyneb’in ebedî âleme göç etmesiyle geride baba-kız kalmışlardı.

İki Cihan Güneşi Efendimiz (sav) damadı ve torununu devamlı gözetmeğe başladı. Yer yer mertliğini ve dürüstlüğünü yâd ederek ona iltifatlarda bulundu. Torunu Hz. Ümâme’yi de çok severdi. Hediyelerle ona olan sevgisini devamlı diri tuttu. Küçük çocukken Hz. Ümâme’yi omuzlarında taşırdı. Şimdi Ümâme daha çok sevgiye muhtaçtı. Bir gün, dedeciği Fahr-i Kâinat. Efendimiz’e (sav) birkaç parça altın hediye gelmişti. Onların içinde güzel bir gerdanlık da vardı. Onu alıp annelerimizin yanına gitti ve: “Bunu bana en sevimli olanınıza vereceğim” buyurdu. Annelerimiz kendi aralarında: “O gerdanlığı Ebu Bekir’in kızına verir.” dediler. Bu şerefin Hz. Âişe’ye ait olacağını düşündüler. Fakat Resûl-i Ekrem (sav) annelerimizin tahmin ettiklerine değil, sevgili torunu Hz. Ümâme’ye hediye edeceğini söyledi, torunu Hz. Ümâme’yi çağırdı ve kolyeyi onun boynuna taktı.

Hz. Ümâme gençlik çağına gelmişti. Annesinin vefatıyla ev işleri üzerine kalmıştı. Babasının hizmetlerini görmekteydi. Annesinin acısına kısa zamanda babacığını da kaybetme acısı eklenmişti. Sevgili dedeciği Fahri Kâinat Efendimiz de dünyalarını değiştirmişti. Geride teyzesi Hz. Fâtıma (ra) kalmıştı. O da altı ay gibi kısa bir zaman içerisinde vefat ederek sevdiklerine kavuşmuştu. Teyzesi Hz. Fâtıma vefatından evvel kocası Hz. Ali’ye (ra) şöyle bir vasiyette bulunmuştu: “Ya Ali! Ben vefat ettikten sonra sen evlenmelisin. Zira senin ve yavrularımın perişan olmasını istemem. Ne var ki, yabancı bir üvey annenin eline de yavrularımı bırakmak istemem. Bunun için ablam Zeyneb’in kızı Ümâme’yi kendine nikahlamanı isterim!..” Bu vasiyet üzere Hz. Ali (ra) Efendimiz, Hz. Ümâme ile evlenmeliydi. Çocuklarının da kendinin de bir sıcak ortama ve candan hizmete ihtiyaçları vardı. Bu evlilik ailedeki sıcak ortamı, mutluluğu ve huzuru devam ettirebilirdi. Bu düşüncelerle Hz. Ali (ra) Hz. Ümâme ile evlendi. Hz. Ümâme henüz bekârdı. İlk defa Hz. Ali ile nikâhlanmış oldu. Hz. Ümame annemiz, Hz. Ali Efendimiz’le evlenince kendini teyzesi Hz. Fatıma’nın henüz küçük olan çocuklarını yetiştirmeye adadı. Onlara çok iyi bakarak Allah Resulü (sav) ve kızlarından aldığı terbiye ile eğitti. Hz. Ali Efendimiz’le mutlu bir evliliği olan Hz. Ümame’nin Muhammed Evsat isminde bir oğlu oldu. Ancak oğlu fazla yaşamayıp küçük yaşta vefat etti. Anne-baba, dede-teyze acısından sonra bir de evlat acısı yaşamıştı. Artık veda vakti Hz. Ali Efendimiz’e (ra) gelmişti. Son nefeslerini vermek üzere iken eşi Hz. Ümâme annemiz’e, Hz. Muaviye’yi kastederek “Ben onun seninle evlenmek istemeyeceğinden emin değilim. Eğer biri ile evlenmek istersen, Muğire b. Nevfel ile evlen”, diye tavsiyede bulundu. Hz Ali şehit edildikten sonra, Hz. Ümame annemiz’in iddeti dolunca, gerçekten Hz. Ali Efendimiz’in (ra) tahmin ettiği gibi Hz. Muaviye tarafından istendi. Hz. Muaviye, Mervan b. Hakem’e mektup yazarak ondan, Hz Ümame annemizi kendisine istemesini bildirdi. Ona evlilik için 100.000 dinara kadar harcama yapabileceğini söyledi. Mervan, Hz. Ümame’nin yanına gitti ve teklifi iletti. Mervan’a cevap vermeyen annemiz, hemen birini Muğire b. Nevfel’e göndererek ona Hz. Ali Efendimiz’in (ra) vasiyetini ve Hz. Muaviye’nin kendisine talip olduğunu bildirdi. Mesajı alan Muğire b. Nevfel, Hz Ümâme annemizin teklifini kabul ederek vakit geçirmeden onunla evlendi. Muğire b. Nevfel ile bir süre evli kalan annemizin ondan Yahya adında bir oğlu oldu. Yahya da diğer oğlu Muhammed Evsat gibi küçük yaşta vefat etti. Hz Ümâme annemiz de oğlundan birkaç yıl sonra Hz. Muaviye döneminde Hicretin 40. yılında vefat ederek sevdiklerine kavuştu.

Rabbim şefaatlerine nail eylesin,
Allah’a (cc) emanet olun, Selam ve dua ile

Kaynakça:
Mehmed Emre, Büyük İslam Kadınları ve Hanım Sahabeler, Çelik Yayınevi, İstanbul.
Hilal Kara, Abdullah Kara, Hanım Sahabeler Ansiklopedisi, Nesil Yayınları, 2008.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hz. Ümmü Gülsüm (ra) annemiz, Resûlullah Efendimiz’in (sav) ikinci kız torunu...

Hak ve hakikati güzel bir üslupla kimseden çekinmeden söyleyen bir hanımefendi... Kendine güveni tam, kuvvetli kişiliğe sahip bir iman eri..  Hz. Ömer Efendimiz’in (ra) ailesi...

Hz. Ümmü Gülsüm (ra) Medine’de doğdu. Annesi, nübüvvet bahçesinin gülü Hz. Fâtıma (ra) babası, savaş meydanlarının kahramanı, Allah’ın (cc) aslanı olarak bilinen Hz. Ali’dir (ra). O’nun ismini Resûli Ekrem Efendimiz (sav) koydu. Onun için dua etti. Babası seferden döndüğünde yavrusuna Ümmü Gülsüm adının dedesi tarafından verildiğini duyunca çok sevindi. Eşini tebrik etti. Nur parçası kızını da sevgiyle bağrına bastı.

Hz. Ümmü Gülsüm (ra), cennet gençliğinin sultanları Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra) efendilerimizden sonra mutlu yuvanın üçüncü çocuğu idi. Resûli Ekrem Efendimiz’in (sav) Hz. Fâtıma’dan ilk kız torunu idi. Vefat eden teyzelerinin adının yaşatılması niyetiyle Hz. Fâtıma annemiz kız kardeşlerinden birinin adının verilmesini istiyordu. Babacığına arz etti ve Ümmü Gülsüm adı verildi. Gün geçtikçe büyüyen, gelişen küçük yavru beş yaşlarına gelmişti. Henüz çocuk yaşta olmasına rağmen çok güzel konuşurdu. Düşüncelerini anlaşılan bir ifadeyle açık ve net olarak aktarabiliyordu. O henüz hayatının ilkbaharını yaşarken dedeciği İki Cihan Güneşi Efendimiz’in (sav) rahatsızlığını gördü. Kısa zamanda dünyadan ayrılışının acılarını gönlüne gömdü. Henüz beş yaşında idi ama kendisini çok seven bir dedeyi kaybettiğinin farkındaydı ve bu durum onu çok üzdü. Annesi ve çevresindeki sahabeler ile birlikte günlerce gözyaşı döktü. Annesi dedesinin vefatına çok üzülmüş, gülemez olmuştu. Bu acıya daha fazla dayanamayarak altı ay sonra vefat edip En Sevgili ile buluşma şerefine nail olmuşlardı.

Annesini kaybeden Hz. Ümmü Gülsüm (ra) bir anda dünyası yıkıldı. Bu yaşta aralıklar ile en yakınlarından iki kişiyi kaybetmesi onu çok sarstı. Bütün teyzeleri vefat ettiğinden onu bağrına basacak teselli edecek kimsesi de kalmamıştı. Babacığı Hz. Ali (ra) ona öksüzlük acısını unutturabilmek için bir anne şefkati, sevgisi ve sıcaklığını göstermek üzere elinden gelen gayreti gösterdi. Onun bilgi, görgü, beceri, hizmet ve muhabbet gibi ahlâkî üstünlüklerle donanması için çalıştı. Babası ilmî, fikrî, samimi ve sevgi dolu sohbetlerle kızını büyütüyordu.

Hz. Ali Efendimiz’in (ra) terbiyesi altında büyüyen Hz. Ümmü Gülsüm, babasının, teyzesinin kızı Hz. Ümame ile evlenmesiyle biraz olsun rahatladı. Hz. Ümame ona hem anne hem de can yoldaşı oldu. Eğitimine önem vererek onu en güzel şekilde yetiştirdi. Yıllar hızla akıp geçti. Hz. Ümmü Gülsüm (ra) gençlik çağına girmişti. Onun güzel ahlâkı, olgunluğu, bilgisi, görgüsü, becerisi, güzel konuşması ve sahip olduğu diğer faziletler yakınlarının dikkatini çekmekteydi. Yaş itibariyle küçük olmasına rağmen onunla evlenme teklifleri gelmeye başladı.

Hz. Ömer (ra), Allah Resûlü’nün (sav) sağlığında O’nun kızlarından biri ile evlenerek Allah Resûlü’nün (sav); “Kıyamet günü bütün nesepler, vesileler kesilecek, yalnızca benim nesebim ve vesilem kalacaktır.” buyurduğu nesep ve vesileden nasibini almak istedi. Ancak kızları ile evlenmek nasip olmadı. İki Cihan Güneşi Efendimiz’e (sav) kızı Hz. Hafsa’yı vererek yakın akraba olmuştu. Hz. Ömer (ra) Allah Resûlü’nün (sav) torunu ile evlenerek, ona neseben de akraba olmak istiyordu. Halife olduğunda bir gün Hz. Ali’ye: “Yâ Ali! Ümmü Gülsüm’ü bana nikâhla.” dedi. Hz. Ali Efendimiz (ra) de: “Yaşı küçüktür.” diye mazeret gösterdi. Hz. Ömer Efendimiz (ra) ise teklifinde ısrar etti ve: “Yâ Ali! Benim bu evliliği istemekteki maksadım, Peygamber soyuna katılmaktan başka bir şey değildir. Allah’a (cc) yemin olsun ki onun sohbetini benim kadar arzulayan dünyada hiç kimse yoktur.” dedi.

Hz. Ali (ra) düşünceli bir vaziyette evine geldi. Durumu kızıyla istişare etti ve onun da rızasıyla Hz. Ümmü Gülsüm’ü (ra) Hz. Ömer’e (ra) nikâhladı. Sonra ashâbı kiram mescidde toplandı. Müminlerin halifesi bir hitabede bulundu ve bir kez daha Resûlullah (sav) ile akrabalık bağı kurmaktan duyduğu mutluluğu belirterek evliliğini ilân etti. Orada bulunan ashâbı kiram bu evliliği tebrik ettiler. Hayır ve saadet temennisinde bulundular.

Hz. Ümmü Gülsüm (ra) mü’minlerin emiri Hz. Ömer’in (ra) evinde itaatli, hizmetli, vefakâr bir eş olarak yaşamağa başladı. Uzun yıllar Hz. Ömer (ra) ile evli kalan annemiz onunla çok mutlu bir hayat sürdü. Hz. Ömer (ra), annemize çok değer veriyor, onun huzuru için elinden geleni yapıyordu. Kendini Müslümanlara hizmete adayan Hz. Ömer ile gurur duyan annemiz, her zaman eşine destek olarak daha güzel hizmetler yapmasına yardımcı oldu. Ümmete hizmet için pek çok gece sokak sokak gezen Hz. Ömer (ra), yardıma ihtiyacı olanların yardımına koşarken Hz. Ümmü Gülsüm (ra) de her zaman bütün kalbi ile onun yanında oldu. Bazen öyle durumlar oluyordu ki Hz. Ümmü Gülsüm annemiz uykusundan kalkıp geceleyin eşiyle birlikte muhtaçlara yardıma koşuyordu.

Salebe b. Ebu Malik’ten rivayet edilir:

“Hz. Ömer’e bir miktar elbise gelmişti. Onları Medineli hanımlara dağıttı. Geriye güzel bir elbise kaldı. Hz. Ömer’in yanında bulunanlar: ‘Ey müminlerin emiri! Onu da yanında bulunan Allah Resûlü’nün (sav) torununa versen.’ dediler. Hz. Ömer (ra) ‘Hayır, bunu Ümmü Salit’e vermeniz daha uygun olur, çünkü o Uhud’da bizlere kırbalarla su taşıdı.’ dedi. Eşinin bir başka sahabe hanımı kendisine tercih etmesi Hz. Ümmü Gülsüm’ü üzmemiş, bilakis eşinin İslamî hassasiyetinden dolayı sevindirmişti.

Rum kralı Müslümanlarla savaşmayı bırakıp anlaşma yapınca kralla halife arasında yazışma başladı. Aradaki ilişkiyi daha da güçlendirmek için Hz. Ümmü Gülsüm annemiz (ra) güzel bir hediye kutusu hazırlatarak Rum hükümdarına giden biri ile kraliçeye gönderir. Hediyeleri alan kraliçe bunların bir peygamber torunundan geldiğini bildiği için çok sevinir. Kraliçe teşekkür mektubu yazdırarak birçok kıymetli hediyeyle birlikte Hz. Ümmü Gülsüm’e (ra) gönderir.

Eşine kraliçeden hediyeler geldiğini öğrenen Hz. Ömer (ra) duyuru için hemen ezan okutturur. Vakitsiz okunan ezan Müslümanların önemli bir iş için çağrıldığı anlamına geliyordu. Hz. Ömer (ra) konuyu onlara anlatarak hediyeler hakkında istişare yapmak istedi. Eşinin bu hediyeleri alamayacağı görüşünde idi. Fakat sahabelerin çoğu da alabileceği fikrindeydi. Hz. Ömer (ra): “Eğer o müminlerin emirinin eşi ve peygamber torunu olmasaydı, kraliçe yine de bu hediyeleri ona gönderir miydi?” diyerek hediyeleri beytü’l-mâle gönderdi. Bu olay nefse ağır gelmesine rağmen Hz. Ümmü Gülsüm (ra) nefsine fırsat vermedi. “Ene”sine boyun eğmedi. Enâniyetini ayaklar altına aldı ve kocasının görüşlerini kabul ederek “saliha kadın” olma sorumluluğunu yerine getirdi. İtaatkâr ve kanaatkâr bir hanımefendi olarak hiç itiraz etmedi. Eşinin bütün bunları Allah (cc) rızası için yaptığını bilen Hz. Ümmü Gülsüm, olanları duyunca eşine kızmayıp teşekkür ederek dua etti.

Hz. Ümmü Gülsüm’ün (ra), Hz. Ömer’den (ra) Zeyd adında bir oğlu, Rukıyye adında bir kızı oldu. Bir anne olarak o, yavrularının yetişmesi konusunda çok titiz davrandı. Kendileri gibi sağlam bir imana, ahlâka, kuvvetli görüş ve kişiliğe sahip olmaları için gayret etti. Fakat çocuklarının ömrü uzun sürmedi. Hz. Ömer (ra) ile altı yıl mutlu bir evlilik yaşayan Hz. Ümmü Gülsüm annemiz (ra) Hicretin 23. yılında çok sevdiği eşini ebediyete uğurladı. Eşinin şehit edilmesi onu derinden sarstı.

Babacığı Hz. Ali (ra) kızının iddet müddeti (dört ay on gün) dolunca onu kardeşi Cafer’in (ra) oğlu Avn’e nikâhladı. Yumuşak huylu ve ince kalpli bir insan olan Avn İbni Cafer ile mutlu günler geçirdiler. Ancak bu evlilik de fazla uzun sürmedi. Tüster Savaşı’na katılan Avn efendimiz şehit olunca annemiz ikinci kez dul kaldı. Avn b. Cafer şehid olunca Hz. Ali (ra) kızını Muhammed b. Cafer ile evlendirdi. Maalesef o da şehit edilince kardeşi Abdullah b. Cafer ile evlendi.

Hz. Ümmü Gülsüm (ra) afif bir hayatın en güzel örneklerini vererek yaşadı. Siyâdet (Peygamberin soyundan gelme, seyyidlik) şerefini ömrü boyunca korudu. Musibetler, ibtilâlar (Cenâbı Hakk’ın (cc) insanları dünya yaşamında hayır ve şerle imtihan ederek, sabır ve teslimiyet gösterenleri ahirette mükâfatlandırması, kadere karşı isyan edenleri ise cezalandırması) ard arda geldi. Fakat o hiç bir zaman metanetini kaybetmedi. Babacığı Hz. Ali (ra) zehirli kılıçla yaralandı. Onun çektiği acılara üzülürken bir kaç gün içinde zehrin tesiriyle dünyasını değiştirme gibi çetin imtihanlara maruz kaldı. Daha sonra kardeşi Hz. Hüseyin’in (ra) şehâdet olayı baş gösterince üzüntüsünden âdeta eridi. İçinin ızdırabını elem dolu duygularını ifadelere dökmeğe başladı. Kûfe halkına şöyle seslendi:

“Ey Kûfe halkı! Ey vefasızlar, siz ey yardım ederiz deyip de yardım etmeyenler!.. Artık gözyaşı dinmez, feryatlar kesilmez. Siz çok gürleyip yağmur yağdırmayan bir bulut gibisiniz. Hüseyin’i davet edip düşmanlara jurnal etmekten başka ne yaptınız? Siz, işe yaramayan bir toprak gibisiniz. Ne kötü iş yaptınız? Öyle kirli bir iş yaptınız ki yıkamakla ebediyyen temizlenemezsiniz. Siz risâlet madeni, cennetliklerin efendisi ve gideceğiniz yolda size ışık tutan bir Peygamber’in neslini katlettiniz. Bu, temizlenebilecek bir leke değil ki... Siz biliyor musunuz kimin kanını akıttınız? Bu, kül içinde kalmış ateş bakıyyesidir artık. Asla hafife alınmamalı. Allah (cc) hepimizin yaptıklarını görücüdür.” dedi.

Hz. Ümmü Gülsüm (ra) gönlünün ızdırabını, elem ve kederini beliğ bir ifade ile bu şekilde bir hitabede ortaya koydu. Bu konuşmayı yaptıktan sonra oradan ayrıldı. Ömrünün geri kalan kısmını acılarını gönlüne gömerek Medine-i Münevvere’de geçirdi. Gün geçtikçe bedence zayıflayan o nâzenîn, Abdullah İbni Cafer’in (ra) nikâhı altında iken fani hayata gözlerini kapadı. Cenâze namazını Abdullah İbni Ömer (r.a.) kıldırdı.

Cenâbı Hak şefaâtlerine nâil eylesin. Âmin!..

Selam ve dua ile, Allah’a (cc) emanet olunuz!..

Kaynakça:
*Hilal Kara, Abdullah Kara, Hanım Sahabeler Ansiklopedisi, Nesil Yayınları, 2008
*Mehmed Emre, Büyük İslam Kadınları ve Hanım Sahabeler, Çelik Yayınevi, İstanbul

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hz. Fatıma’nın (ra) çocuk yetiştirme hususunda kullandığı yöntemler bugün en ciddi eğitim merkezlerinde, muhtelif din ve görüşlere mensup pedagog ve eğitim uzmanlarınca en sağlıklı yöntemler olarak tavsiye edilmektedir. Çocuğun karakterinin şekillenmesi açısından, Hz. Fatıma (ra) annemizin uyguladığı metotlar dürüstlük, sevgi, merhamet ve korkusuzluk temelleri üzerine kuruludur.

Ünlü sahabe Selman-ı Fârisî Hazretleri “Bir gün Hz. Fatıma’nın el değirmeninde un öğüttüğünü gördüm. Bu sırada küçük Hüseyin’in ağlama sesi duyuldu. “Hz. Resûlullah (sav) size yardım edenleri sevdiğini buyurdu.” Dedim. “Çocuğu mu sakinleştirmemi istersiniz, yoksa el değirmenini almamı mı?” Hazret; “Evladımla benim ilgilenmem daha iyidir, zahmet olmazsa siz şu unu öğütebilirsiniz!”

Hz. Resulûllah’ın (sav) vefatıyla birlikte, çocuklarının bu şefkatli dedenin sevgisinden mahrum kalmaları Hz. Fatıma’yı (ra) pek üzmüştür. Nitekim bazen çocuklarını severken; “Sizi herkesten çok seven dedeniz nerede şimdi? Sizi yerde görmeye dayanamayıp hemen kucağına alan o şefkatli dedeniz nerede şimdi yavrularım?” dediği bilinmektedir. Burada sadece annenin değil, başkalarının da duygusal bağlarının çocuk üzerinde etkili olduğu ve şefkatli bir annenin bu bağlara da önem verdiği anlaşılmaktadır.

Çocuklarla oynayıp onlara oyun arkadaşlığı yapmanın fiziki ve psikolojik faydalarının yanı sıra, çocukların fikir üretip elde olanı geliştirme gücünü de artırması açısından fevkalâde önemli olduğu unutulmamalıdır. Hz. Fatıma (ra) sağlıklı rekabet ve dürüstçe yarışmanın, çocuklarda kendine güven duygusunu geliştirip onlara sorunlardan kaçmama ve zorluklarla pençeleşme ruhunu aşıladığının farkında idi. Zaman zaman çocuklarına böyle yarışmalar yaparlarmış. Aynı çatı altında yaşayan kardeşler arasında birlik sağlamak ve çocuklar arasında ayırım gözetmemek gerekmektedir. Hz. Fatıma’nın evinde çocuklara saygı gösterilir, onların görüşleri alınarak kişiliklerinin sağlamlaşması sağlanırdı.

Hz. Fatıma (ra) çocuklarını dövmezdi. Teşvik ve ödüllendirme yönteminin, ceza ve dayaktan çok daha olumlu sonuçlar verdiği ve dayağın olumsuz neticeler getirdiği gerçeği, günümüz dünyasında yeterince netleşmiş bulunmaktadır. Hz. Fatıma’nın (ra) eğitim yöntemleri arasında en dikkat çekici olanı, çocuklara küçük yaşlardan itibaren Allah (cc) sevgisini aşılamak, onlara namaz ve orucu öğretmek ve ibadete önem vermelerini sağlamaktır.

Hz. Fatıma (ra) Kadir Geceleri’nde çocuklarını bütün gece uyanık kalmaya ve sabaha kadar ibadetle meşgul olmaya hazırlamak için onları gündüz yatırır, uyku basmaması için hafif yemekler yedirirdi. Kadir Geceleri’ne fevkalade önem verdiği ve bu gecelerde evde kimsenin uyumasına izin vermeyişi bilinen bir gerçektir. Hz. Fatıma (ra) şöyle buyurmuştur: “Kadir Gecesi’nin bereketlerinden kendisini mahrum bırakan biri gerçek anlamda bir mahrumdur.” Hz. Fatıma’nın (ra) bu konudaki yaptırım ve eğitim yöntemi unutulmamalı ve Kadir Geceleri’nde uyumasına izin verilmeyen Hasan ve Hüseyin’in henüz on yaşına bile basmamış birer çocuk oldukları hatırlanmalıdır.

Büyüğümüz Hâce Hazretleri de (ks) çocuk eğitiminin önemini ve çocuklara dini eğitimi nasıl vermemiz gerektiğini sohbetlerinde bizlere aktarmaktadırlar. Bizde bu konuyla ilgili sohbetlerden anlayabildiğimizi naçizane kısaca aktarmaya çalışacağız. Çocuğun terbiyesi, hayâsı, ahlakı anne karnında başlar. Yediğimiz, içtiğimiz, gittiğimiz yerler; duyduğumuz ve konuştuğumuz şeylerin cümlesi kısacası zâhirî ve bâtinî bütün hallerimiz karnımızdaki bebeği etkiler. Gereksiz yere çarşı pazar gezmemek; gitmemiz gerekli ise de hamile olduğumuzu göz önünden çıkarmadan gözümüzü, gönlümüzü muhafaza ederek gitmek gerekiyor. “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar, sonra onu anası, babası ya Yahudileştirir ya da Hıristiyanlaştırır ya da mecusileştirir.” İnsan tertemizdir, onun kalbi, azaları, dünyevi kirden uzak ve boştur. Hakk’ın (cc) kelamıyla, sünnetullahla dolmak, işlenmek ister. Öncelikle ona güzel bir isim koymalıyız, nitekim hadisi şerifte de şöyle buyrulmaktadır: “Siz kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyleyse çocuklarınıza güzel isimler seçin.” İslam fıtratı üzere doğan çocuğun İslam’a olan sevgisi ve yaşantısında anne babanın büyük payı vardır. “Bebekler mis kokuludur çünkü onlar Allah’tan (cc) yeni gelmişlerdir” buyuruyor Hâce Hazretleri (ks). Doğumdan sonra kulağına okunan ezan bebeğin benliğinde yer ediyor. Zannetmeyelim ki bebekler anlamaz, hissetmez. Bebekler boş bir bilgisayar gibidir; biz ne verirsek onu kaydeder ve zamanı gelince onun haline sirayet eder. Bebekken dinleteceğimiz Kur’ân-ı Kerim’i bilinçli dinleyemese de bir aşinalık kazandırır ona. Hâce Hazretleri (ks) buyuruyorlar ki: “Çocuklarımız uyumayınca onlara masallar anlatıyoruz. Nedir onlar; kırmızı başlıklı kız… vb. Neden çocuğumuza Hz. Fatıma’yı Hz. Ali’yi, Hz. Ömer’i anlatmıyoruz. Çocuk Hz. Fatıma’yı tanısın, Allah’ın aslanı Hz. Ali’yi tanısın, onları sevsin. Masal olarak da anlatabilirsin. Çocuk sabaha kadar kurtlarla çakallarla uğraşmasın.”

Çocuk yetiştirmek, yedirip içirmek ve sadece aklımıza geldikçe eğitmekle olmuyor. Hz. Mevlânâ şöyle buyuruyor: “Çocuklarınızın karınlarını ve zihinlerini doyurduğunuz kadar, ruhlarını da besleyiniz.” Çocuğu hayata hazırlamak, ona güzel ahlâk kazandırmak, temel dinî bilgileri öğrenmesini sağlamak biz anne babaların çocuğuna vereceği en güzel şeylerdir. Çocuklarımıza karşı takınacağımız tavırların temelinde Peygamberimiz’in (sav) bize tavsiyeleri ve uygulamaları yer almalıdır. Zira her konuda olduğu gibi çocuklarımız konusunda da en güzel örneğimiz sevgili Peygamberimiz’dir (sav). Peygamber Efendimiz’in (sav) çocuklarına ve torunlarına olan sevgisi malumunuzdur. Bu, anne babanın çocuğuna karşı görevi, çocuğun da anne babası üzerindeki bir hakkıdır. Ağaç yaş iken eğilir, çocuklarımızı da küçük yaşta eğitmeliyiz. Biraz daha büyüsün deyip ertelersek, sorduğu sorulara anlayamaz diye doğru bir şekilde cevap vermezsek, çocuk da dışarıdan duyduğuna inanır. Çocukta merak duygusu üç yaştan itibaren başlar. Çocuğun hayatı ve kendini anlamlandırmaya dair sorduğu soruları yaşına uygun bir şekilde cevaplamak çok önemlidir. Allah’ı (cc) ceza veren, yaramazlık yaptığında elini yakan, taş eden birisiymiş gibi anlatmak çok yanlıştır. Çünkü bu yaş grubu bunu anlayamaz ve bilinçaltında Allah (cc) sadece korkulan olarak kalır. Masal ve dini hikâyeler anlatılarak Allah (cc) sevgisi ve koruyuculuğu öğretilebilir. Çocuklara beş-altı yaşlarında daha geniş bilgiler vermeye başlamalıyız. Ama bu süre zarfınca da boş durmamak, sevdirmek lazım. Hâce Hazretleri (ks) çocukların üç yaşından itibaren camilere götürülüp, çocuğun o mekânları bilip sevdirilmesi, cemaate alıştırılması gerektiğini buyurmuşlardır. Kısa sureleri, Allah’a (cc) şükretmeyi, “Elhamdülillah” demeyi, Peygamberimiz’in (sav) isimlerini, yemeye içmeye başlamadan besmele söylemeyi öğretebiliriz. Tabi ki bunları çoğaltabiliriz. Mesela çorapla tuvalete girilmemesi gerektiğini söyler ve sürekli tekrar edersek yaşı küçükte olsa buna dikkat ediyor. Tabi bu bilinçli yapmıyor ama bu onun bilinçaltına yerleşiyor. Çocukların sorularına doğru bir şekilde ve onların anlayacağı tarzda cevap vermek gerekir. Çünkü anne baba yaşantısıyla, haliyle örnek teşkil etmese ve doğru bilgilerle din-i Muhammedî’yi anlatıp sevdirmese o zaman çocuk dışarıyı doğru bilir, Allah (cc) muhafaza sever de.

Çocuklar donmamış beton gibidir; üzerine ne düşse iz bırakır. Çocuklarımızın ilk eğitim merkezi ailedir. Aile içi huzur, anlayış, anne babanın birbiriyl olan ilişkisi ve konuşmaları çocuğu doğrudan etkiler. Konuşmalarımıza dikkat edip edepli bir şekilde konuşmalıyız. Eşler arası tartışmalar oluyorsa kesinlikle çocuğun yanında yapılmamalı. Çocuğun duyacağı her söz, onun kişiliğinde yer alır.

Çocuklar kendilerine verilen sözü asla unutmazlar. Buna dikkat edersek ona önem verdiğimizi anlarlar. Böylece onlara güzel örnek olmuş oluruz. Peygamber Efendimiz’i (sav) evine davet eden bir sahabe, Efendimiz (sav) rahatsız olmasın diye gürültü yapan çocuğunun yanına giderek kulağına bir şeyler söyler ve çocuk sakin sakin durmaya başlar. Efendimiz (sav) çocuğa ne söylediğini sorar. Sahabe efendimiz de; “gürültü yapmadan durursa ona hurma vereceğini” söylediğini söyler. Bunun üzerine Efendimiz (sav) “Hurmasını verdin mi?” deyince, sahabe efendimiz de “Evet, ya Resûlallah!” der. Efendimiz (sav) “Eğer hurmasını vermeseydin yalancı olurdun.” buyurmuşlardır. Çocuk da olsa verdiğimiz sözü yerine getirmenin önemi başka nasıl anlatılabilinir ki? Çocuğumuza ne olursa olsun yalan söylememesini öğretmeliyiz. Resûlullah Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Şaka bile olsa yalan söylemeyin.”

Terbiye konusunda çevremizdeki ortamların tabii ki etkisi vardır ama suçlu sadece çevremiz de değil. Yabancı bir yazarın sözü de buna iyi bir örnek olacaktır sanırım: “Başağın iyi yetişmesine engel, zararlı otlar değil, çiftçinin ihmalidir.” Anne babanın en önemli vazifesi Müslüman bir insan yetiştirmektir. Ayeti kerimede; “Ey iman edenler; kendinizi ve çoluk çocuğunuzu ateşten koruyunuz.” (Tahrim 6) buyrulmuştur. Hâce Hazretleri buyuruyorlar ki, “Kim çocuğunu ateşe atmak ister? Çocuğumuzu sabah namazına uyandırmaya kıyamıyoruz ya da hava soğuk uyusun diyoruz ama farkında değiliz ki çocuğumuzu kendi elimiz ile ateşe atıyoruz.” Çocuk üzerinde yaptırım gücümüzün olabilmesi için onu çok sevmek ve bunu ona söylemek gerekiyor. Çocuğu çok sevmek, şımartmak anlamına gelmiyor. Hz. Ömer efendimizin (ra) şu sözü çok yerinde olacaktır: “Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol.” Çocuk eğitiminde hediye ile ödüllendirmek çok etkili bir yöntemdir. Tabi her şeyi dozunda yapmak gerekiyor. Hediyede mübalağa yaparsak, şartlı eğitim olur ve alışkanlığa sebep olur. Çok fazla hediye ve oyuncak almak da çocukta duygusal doyumsuzluğa neden olur, diyor araştırmacılar.

Çocuklarımız geleceğin Hz. Fatımaları, Hasanları, Hüseyinleri olup onlara benzerler inşaallah. Tabi onların öyle olabilmesi için öncelikle bizlerin de birer Hz. Hatice, Hz. Fatıma olabilmeye, onlara benzemeye gayretkâr olmamız gerekiyor. Bizler çocuklarımızın taklit ettikleri ilk öğretmenleriyiz. Çocuğumuzda bir yanlış, kötü huy ve davranış görüyorsak hatayı öncelikle kendimizde aramalıyız. Göreceğiz ki onun bu halinde bizim de payımız var. Çocuklarımızın nasihatten daha çok iyi bir örneğe ve ona ayıracağımız zamana ihtiyacı vardır. Önce kendi nefsime diyorum ki maalesef biz hep zamandan şikâyetçi olduk. İmam Şafii Hazretleri şöyle buyurmuşlardır: “Zamana kusur buluruz. Hâlbuki zaman konuşacak olsa utanırız.” Günde hiç olmazsa on beş-yirmi dakika sadece çocuğumuzla ilgilenip onunla, onun seviyesine inerek oynamak, bizi onun iç dünyasına götürecektir. İnanın kısa da olsa bu zaman, çocuk için en mutlu olduğu ve sizi kendine en yakın hissettiği andır. Çocuk kendine özel zaman ayrıldığının farkında olur, güven içerisinde ve sevildiğini hisseder ve sever. Seven de sevdiğine kıyamaz. Görüyoruz ki eğitimin başı sevgiden ve güvenden geçer. Zaman hızla ilerlemekte ve çocuklarımız da çok çabuk büyümekteler. Bir atasözsü vardır ya; “Çocuktu kıyamadım, büyüdü yenemedim.” demek zorunda kalabiliriz. Çocuklarımıza zamanı geldiğinde namazı anlatmalıyız, sevdirmeliyiz, daha sonra ondan kılmasını istemeliyiz. Çoğu anne babanın sıkıntısı var bu konuda. Çocuğum namaz kılmak istemiyor veya ben dediğim için zorla kılıyor, deniliyor. Zor bir durum ama biz gayret etmesek himmet gelir mi? Acaba biz severek yapıyor muyuz? Bu noktada da kendimize bakacağız. Çocuk bizim namaz sevgimizin, şevkimizin ne kadar farkında acaba. Ezan-ı Muhammedî’yi nasıl dinliyoruz? Onun yanında, namaza nasıl bir sevinçle duruyoruz. Çocuğumuz bütün bunların farkındadır. Çocuğumuz bizim sevgimizi bilsin, bildirelim. Çünkü çocuk bizi taklit edecektir, önce taklit sonra tahkik inşallah. Çocuğumuza dua edelim, Rabbim ibadet sevgisi versin diye. Kolay işler değil bunlar. Başıboş insanlar değiliz. Bu yüzden yardım alalım, ehline danışalım, birazcık kitap karıştıralım. Rabbim kolaylık verir inşaallah.

Malumunuz çocuklar çok hayal kurar. Bu güzel bir şeydir yalnız fazla hayalperest ve tamamen gerçek dışı da olmamalıdır. Hayal kuran çocuğun düşünce gücü güçlü olur ve hayal ettiğini yapmaya ve benzemeye çalışır. Örneğin çizgi film kahramanlarına benzemek istiyor, televizyonda gördüklerini taklit ediyor. Tabi bunları hayatımızdan tamamen çıkartabiliyorsak sorun yok ama yalnız yaşıyor ve çocuğa bir meşguliyet olsun diyorsak sadece daha dikkatli, kontrollü ve faydalı olanları seçmeliyiz. İmkânlar dâhilinde eğitici cdler alabiliriz. Tabi ki takdiri ilahi ne buyurmuşsa onu yaşayacağız lakin bize düşen verilen iradeyi kullanmaktır. Çocuk eğitimi çok ciddi bir vazifedir. Çocuğunuza bırakacağınız en güzel miras, onu hem dünya hem de ahiret mutluluğuna eriştirecek bir terbiyedir.

Dünyanın en mükemmel üniversitesine eksiğimize kusurumuza bakmaksızın bizleri talebe olarak kabul ettiği ve bizlerle yorulmadan meşgul olduğu için değerli Hâce Hazretleri’nden (ks) Rabbim zerreler adedince razı olsun. Rabbim başımızdan ve gönlünüzden eksik etmesin.

Rabbim yâr ve yardımcımız olsun inşaallah! (Âmin!)

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hz. Fatıma (ra) annemiz Kadir Geceleri’nde çocuklarını bütün gece uyanık kalmaya ve sabaha kadar ibadetle meşgul olmaya hazırlamak için onları gündüz yatırır, uyku basmaması için hafif yemekler yedirirdi. Kadir Geceleri’ne fevkalade önem verir ve bu gecelerde evde kimsenin uyumasına izin vermezdi. “Kadir Gecesi’nin bereketlerinden kendisini mahrum bırakan biri, gerçek anlamda bir mahrumdur.” buyurduğu kaydedilmiştir. Hz. Fatıma’nın bu konudaki yaptırım ve eğitim yöntemi unutulmamalı ve Kadir Geceleri’nde uyumasına izin verilmeyen çocuklarının henüz on yaşına bile basmamış birer çocuk oldukları hatırlanmalıdır.

Hz. Fatıma tesettüründe oldukça hassas idi. Mübarek validemiz dışarı çıkarken eline baston alıp kamburunu çıkartırmış ki genç olduğunu anlamasınlar diye. Kapısına birileri geldiğinde ağzına taş koyarak konuşurmuş ki sesi genç ve güzel çıkması diye. Resûli Ekrem (sav), zevcelerinden Ümmü Seleme’nin (ra) evinde bulunduğu bir sırada “Ey ehli beyt! Allah (cc) sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister.” mealindeki âyeti kerime nazil olmuştu. Efendimiz (sav), kızı Hz. Fatıma (ra) ile Hz. Ali’ye (ra) haber gönderip Hasan ve Hüseyin’i de alıp gelmelerini emir buyurdu. Fahri Kâinât Efendimiz’in (sav) üzerinde, siyah renkli ve kıldan yapılmış Yemen işi halı gibi nakışlı bir örtü vardı. Bu sırada huzuruna gelen kızı Hz. Fatıma’yı ve Hz. Ali (ra) ile torunları Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin’i (ra) aynı örtünün altında topladı ve “Yâ Allah, bunlar benim ehli beytimdir.” diye duada bulundu. Bu mübarek beş zâta “Âl-i aba” unvanı verilmiştir.
Ehli Beyt tabirinden akla ilk gelen, Peygamber Efendimiz’in (sav) kızı Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir. Fakat Resûli Ekrem’in (sav) zevceleri, diğer kızları ve onların çocukları da ehli beyte dahildir. Âli abâ, beş kişi ile sınırlı ise de ehli beyt tabiri içerisine giren zâtlar daha çoktur. İran’dan gelmiş bulunan Selmân-i Fârisî bile “Selmân Biz’den ve ehli beytimizdendir.” hadisi şerifi ile hususi bir intisabla ehli beytten sayılmıştır.

Yürekleri Yakan Ayrılık...

Peygamber Efendimiz (sav) hastalanmıştı. Sevgili Fatıması başucundaydı. Günlerdir gözüne uyku girmemiş, doğru dürüst bir şey yiyip içmemişti. Benzi sonbahar yaprağı gibi solmuştu. Eriyen yalnız bedeni olsa çoktan feda etmeye razıydı, ama asıl eriyen o nazik ve narin yüreğiydi. Henüz yirmi beşindeydi. Sevgili Babasına; “Cennet kokuları”ndan olan Hasan ve Hüseyin adında iki torun sevgisi tattırmıştı. Ya şimdi onları kim omzuna alıp gezdirecekti? Kapısını sabah akşam kim çalıp “Kızım nasılsın?” diye soracaktı. Gözü yaş dolu, üzgün bir halde iken babasının sıcak elini omzunda gördü o dalgın anında. Tuttu, öptü ve kokladı yüreğinin tüm zerrelerine kokusunu çekmek istercesine ve “bari kokusu kalsın benimle” dercesine.  Resûlullah (sav), Hz. Fatıma’ya yaklaşmasını işaret etti. Mübarek ağzını kulağına dayadı, sevgili kızına gizlice bir şey söyledi. Fatıması’nın var olan renk benzi de kayboldu o an. Sanki damarlarındaki kan birden çekilmiş, kalbi durmuştu, yüzü öylesine buz kesti ve ağlamaya başladı. Öylesine kendinden geçmişti ki Sevgili Babası’nın o sıcak nefesini ikinci kez kulağında hissedene kadar. Bu kez söylediklerini duyar duymaz bir çocuk sevinciyle yerinden sıçrayıp, sevincinden haykırmak istedi. Ama Sevgili Babası bunu bir sır olarak ona iletmişti, birden sakinleşip oturduğu yerden kımıldamadı. Bu kez o sevinçten şoktaydı, etrafındakilerse merakta idiler. Acaba Sevgili Fatıması’na ne sırlar vermişti? Israrlara rağmen “O, Babamın bana emanet ettiği bir sırdır, söyleyemem.” deyip anlatmadı. Hz. Aişe (ra) diyor ki: “Ben o günkü gibi ağlamayı bu kadar çabuk bir gülmenin takip ettiğini hiç görmedim. Bunun üzerine Fatıma’ya sokuldum ve “Babanızla ne konuştunuz? Önce ne dedi ki ağladın, sonra ne buyurdu ki güldün?” diye sordum. Hz. Fatıma bana şöyle cevap verdi:

“Ben Peygamber’in (sav) gizli söylediğini açıklayamam.” Hz. Peygamber Efendimiz’in (sav) vefatından sonra yine sordum. Dedi ki: “Şimdi söylememe bir engel yoktur, önce babam buyurdu ki; ‘Kızım, Cebrail (as) her yıl Ramazan-ı Şerif’te, her gece yatsıdan sonra gelip bana Kur’ân-ı Kerim’i okuturdu. Bu yıl ise iki kere okuttu ve bu yıl bana çokça geldiğinden zikir ve istiğfarı çoğalttım. Geçen yıl Ramazan-ı Şerif’te on gün olan itikâfı yirmi güne çıkardım. Ben bütün bunlardan ecelimin yaklaştığını anlıyorum. İşte kızım Fatıma, Allah’tan (cc) korkmanı ve sana sabrı tavsiye ederim. Zira Ben senin için en güzel bir konakçıyım. Ardından bana vefat edeceğini söyledi, o zaman ağladım. İkinci defada; “Âdem’den, Ehli Beytim’den, ilk Bana kavuşacak sen olacaksın.’ buyurdu ve o zaman da sevindim. Dünyayı terk edeceğime, masivadan kurtulacağıma, Allah’a (cc) ve Resûlü’ne (sav) kavuşacağıma sevindim ve güldüm.”

Öyle de oldu. Kâinatın Efendisi Babası’nın (sav) ayrılığına sadece altı ay dayanabildi. Gitmişti ama gerisinde nur topu iki yavru bırakmıştı ve onlar, Sevgili Babası’nın yüce neslini kıyamete kadar devam ettirecek iki çekirdek olacaklardı. O çekirdekler çatlayıp nurani birer ağaca dönüşecek ve nurdan meyveler vereceklerdi. İnsanlık âlemi de o nurani meyvelerin tadıyla ağızlarının tadını bulacaklardı.
Rebiülevvel ayının on ikisi Pazartesi günüydü ve o gün hastalığının on üçüncü günüydü. Efendimiz’in (sav) ağrıları şiddetlenmişti. Yaptığı dua bunu gösteriyordu: “Ölümün de şiddetleri, halleri ve darbeleri var.      Allah’ım! Ölümün sarsıcı anlarında bana yardım et! Allah’ım! Beni bağışla Allah’ım Beni bağışla!”

Çektiği ızdırabı yüreğinde hisseden Hz. Fatıma (ra) annemiz, dayanamayarak Sevgili Babası’na sarıldı ve “Babacığım, ne ızdıraplar çekiyor!” diyerek hıçkıra hıçkıra tekrar ağlamaya başladı. Mübarek gözlerini ağır ağır açıp, kızının sararan yüzüne baktı “Kızım! bugünden sonra baban ıstırap çekmeyecektir artık! Kıyamete kadar hiç kimsenin yakasını bırakmayacak olan (ölüm), artık Baba’na gelmiştir!” buyurdu. Hz. Peygamber (sav) buyurdu ki: “Ey Fatıma! Benim için ağlama, dövünme, yüzünü tırmalama, benim için saçını başını yolma, Allah’a sığınarak teselli bul.” Ardından ağladı ve şunları söyledi: “Allah’ım! Ehli beyt’im sana emanettir.    Allah’ım! Bunlar, Sana ve müminlere bıraktığım emanetlerdir. Hz. Fatıma (ra) annemizin yapacağı bir şeyi yoktu artık, bu sözleri göz pınarlarını da kurutmuştu adeta. Ağlamak istiyor, ağlayamıyor, feryat etmek istiyor, feryat edemiyordu. Gözyaşları da, feryatları da belli ki gönlüne inivermişti. Efendimiz (sav) kendinden geçmişti, yeniden bir süre öylece kaldı, sonra hafifçe kıpırdandı. O arada; “Gel emredildiğin şeyi yerine getir!” dediğini duydular zar zor da olsa. Demek ki, ölüm meleği Azrail (as) gelmiş, iznini bekliyordu. Yeniden feryatlar koptu odada. İnsandı evet, “Her canlı ölümü tadacaktır.” hükmünün dışında tutulamazdı. Ama öyle de bir Peygamber’di (sav) ki, Yüce Rabbi ile irtibatı, meleklerin çok çok üstünde idi ve en yakın arkadaşı Cebrail (as) dışında, hiçbir melek huzuruna izinsiz giremezdi. Azrail’e (as), “Buyur gel!” demesinin nedeni buydu. Odada feryatlar, dışarıda ise kızılca kıyamet kopmuştu. Efendimiz (sav) ise, mübarek ellerini kaldırdı ve parmaklarıyla üç kez semaya doğru işaret ettikten sonra yeniden; “Allah’ım! Refîk-i Âlâ! Allah’ım Refîk-i Âlâ! Allah’ım Refîk-i Âlâ!” buyurdu ve Rabbi’ne kavuştu. Kâinâtın zerreleri sayısınca salât ve selam Sana, Ey Sevgili Efendimiz (sav).

Hz. Peygamber Efendimiz’in (sav) mübarek vücudu geceleyin defnedilmişti. Erkekler artık dönüyorlardı, kadınlar gelecekti. Kadınların başında bütün hüznüyle Hz. Fatıma vardı. Hz. Fatıma babasına on sene hizmet etmiş olan Hz. Enes’i görür ve bu acı verici cümleleri söyler; “Siz O’nu nasıl gömdünüz, Resûlullah’ı toprağın altına nasıl koydunuz, bu ellerle mi mübarek vücudunun üzerine toprak attınız.” der ve Efendimiz’in (sav) kabri üzerinden bir avuç toprak alıp koklar, koklar ve şu beyitleri terennüm eder: “Kim Muhammed’in (sav) kabrinin toprağını koklarsa, zamanlar uzayıp gittikçe hiçbir (güzel kokuyu) koklamak istemez. Üzerime o derece büyük musibetler döküldü ki, şayet onlar, gündüzler üzerine dökülmüş olsaydı (kararır da) gece olurlardı.”

Ve yıllar sonra da bir âşığı, gönlünde yanan ateşi ile kalemini, yeryüzünü ve Hz. Cebrail’i konuşturan şu dörtlükle yaktı:

“O seçilmiş ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber
Bende yatıyor diye, yeryüzü gökyüzüne üstünlük taslayıp durur.
Cibrîl-i Emin (de), Ravza’sını ziyaret edince
İşte Adn Cenneti budur (bu olsa gerek)!
Giriniz ve sonsuza dek orada yaşayınız.”

Hz. Fatıma (ra) annemiz bu mersiyesini okuyup gözyaşları arasında oradan ayrılıp evine döndü. Artık ondan sonra Hz. Fatıma’nın (ra) güldüğü hiç görülmemiştir. Gözlerinden akan kanlı yaşlar, onun derdinin büyüklüğünü ifadeye yetmiyordu. Yanık yüreğinin ateşini söndürmeye, denizler yetmezdi. İmam Cafer-i Sadık (as) buyurmuştur ki: “Çok ağlayanlar beş kişidir: Âdem, Ya’kûb, Yûsuf, Fatıma ve İmam Zeyn’ul-Âbidin (aleyhim’us-selam)”

Dünyada emsali bulunmaz bir babayı kaybetmenin hüznü, o nispette büyük olurdu. O, kederini Hz. Peygamber Efendimiz’in (sav) vaktiyle kendisine söylediği müjde ile hafifletiyor ve teselli buluyordu. Hz. Fâtıma, günden güne sararıp solmakta ve her geçen gün ile vade dolmakta idi. Dünya ile alâkası esasen bulunmayan Hz. Fatıma (ra) annemiz, babasının ahirete göç etmesinden sonra evinin dışına da çıkmaz olmuştu. Resûli Ekrem’in (sav) ayrılığından doğan teessürle kalbi yaralı bulunan Hz. Ali (ra), Hz. Fatıma’nın sararıp solmasına baktıkça daha çok kederlenmekteydi. Hz. Ali Efendimiz (ra), vakitlerinin pek çoğunu onun yanında ve hizmetinde geçirmekteydi. Hz Fatıma’nın, hicretin on birinci yılının Ramazan ayının üçüncü gününde hastalığı ağırlaşır. Hz. Peygamberimiz’in (sav) vefatından sonra, Hz. Fatıma, ahiret hazırlığını daha ciddi bir şekilde yapmaya başlamıştı. O her haliyle “yolcu” olduğunu belli ediyor ve hazırlığını ebedî âleme göre yapıyordu. Peygamber Efendimiz’in (sav) vefatının üzerinden altı ay geçmişti ki Hz. Fatıma (ra) validemiz hastalandı. Halife Hz. Ebû Bekir’in (ra) hanımı, büyük sahabe Hz. Esmâ (ra) ziyaretine gelmişti. Konuşurlarken Hz. Fâtıma annemiz günlerdir kalbini huzursuz eden bir hususu açmak istedi. Hz. Esmâ; “Ya Fâtıma, seni üzen şey nedir, söyle de Ebû Bekir’i haberdar edeyim, bir çare bulsun.” dedi. O iffet ve fazilet timsali, o hayâ örneği, o nezahet membaı Hz. Fatıma’nın (ra) son demlerinde kalbini dilhûn eden şey elbette mühimdi. Bakınız o peygamber neslinin son çiçeği ne istiyordu: “Ya Esma, beni günlerdir düşündüren şey, vefatımdan sonra üzerine konarak götürüleceğim tabutun şeklidir. Çünkü bu tabutlar dümdüz tahtadan ibarettir. Bu tabuta konan cesede, bir kilim örtülmekte ise de, cesede yapışan örtü mevtanın vücudunu belli ediyor. Bakanlar cesedin iriliğini, ufaklığını anlıyorlar. Benim cesedimin de namahreme böyle görülmesini istemiyorum. Kalbimi huzursuz eden, şimdiden üzüntüsünü çektiğim şey budur.” Hz. Fatıma (ra) validemizdeki hassasiyete bakınız ki, vefatından sonraki durumu düşünmektedir. Zaten kefenlenmesine, kefenin üzerine kilim örtülmesine rağmen, o vücudunun ana yapısının belli olmasından rahatsızlık duymaktadır. Hz. Esma (ra), Hz. Fâtıma’nın bu problemine şu çözümü getirmişti: “Yâ Fâtıma, biz Habeşistan’a hicret ettiğimizde, onların cenazelerini taşıdıkları tabutları gördüm. Dümdüz tahtaların üzerine çatı yapıp, bu çatının üzerine de hasır örtüyorlar ve böylece tabutun içinde bulunan cesedi başkaları görmüyor.” Hz. Esma, böyle dedikten sonra, eline aldığı ince hurma dallarının iki ucunu yere saplayıp, ortasını yukarı doğru kamburlaştırarak, “İşte böyle yapıyorlar.” diye tabutun şeklini de gösterdi. Hz. Fâtıma sevinmişti. Şöyle dedi: “Bunu çok beğendim, vasiyet ediyorum, beni taşıyacağınız tabutu böyle yapın ve kefene sarılı cesedimi, bakanların nazarından gizli tutun. Hz. Esma’ya (ra) su kaynatmasını ister ve gusül abdesti alır. Temiz kıyafetlerini giyer ve yatağını odanın tam ortasına yaptırır. Hz. Esma’ya sessizce; “Ben şimdi öleceğim, beni hiç kimse açmasın ve gasil etmesin. Vasiyetimdir beni kabre gece yerleştirin.” der. Çocuklarını yanına ister ve onlara “Sizleri şerefli bir babaya teslim ediyorum.” der. Yaşları küçüktür, çocukları ne olduğunu anlayamazlar, onları odadan çıkarttırır. Sağ tarafı üzerine yan bir şekilde elini yüzünün altına koyar. Hz. Esma O’nun dinlendiğini zanneder. Biraz sonra Hz. Fatıma (ra) annemize seslenir ama cevap yoktur. Yanına gelir ve Resulûllah’ın (sav) vefatından sonra ilk defa bu mübarek yüzde hafif bir tebessüm ve buğulu gözlerinde donuk bir bakış görür. Ruhunu teslim ettiğini anlar, ağlayarak O’nu öper, koklar ve “Resulûllah’ın (sav) narin çiçeği işte babana kavuştun.         Resulûllah’a (sav) benden selam söyle!” der ve dışarı çıkar. Kapıda Hz. Ali vardır, Hz. Esma’yı üzgün görünce sorar, ne oldu? Esma hıçkırıklar içinde: “Resûlullah’ın son çiçeği de soldu Babacığına kavuştu.” der. Hz. Ali (ra) içeri girer, odanın ortasında bir nur yumağı yatmaktadır. Hz. Ali (ra) üzgün ve yıkılmış bir şekilde eşinin yanına varır ve; “Seni ne kadar çok sevmiştim.” der ve biricik eşinin güzel gözlerini kapatır. Hz. Fatıma annemiz (ra) geride dört nur çekirdeği bırakmıştır.

Annemiz’in cenaze namazını, Hz. Abbâs veya zevci Hz. Ali’nin kıldırdığı rivayet edilmektedir. İslâm’da tabuta konarak kabre götürülen ilk kadın cenazesi, Hz. Fâtıma’nın mübarek naaşı olmuştur. O, vasiyeti üzerine gece defnedilmiştir. Medineliler vefatı ancak sabah öğrenmişlerdi. Medine ağlıyor, Medineliler çok üzgün ve hüzünlü. O’nun kabrinin Baki’ül-Gar-kad Kabristanı’nda ya da Akîl b. Ebû Tâlib’in evinin köşesinde olduğu bildirilmektedir.  Hz. Abbas’ın (ra) türbesinin içinde olduğu da rivayetler arasındadır.

Sevenlerin muhabbeti, özlemi, hâli, yaşantısı, ahlâkı, hayâsı, edebi, terbiyesi ve vuslatı demek ki böyle oluyor. Rabbim bizlere de sevenlerin bu halinden bir zerre de olsa nasip eder inşaallah.

Rabbim bizleri de sevsin, sevdiklerine de sevdirsin inşaallah. (Âmin)

Kaynakça:
M. Asım Köksal, İslam Tarihi 3-4. Cilt, Işık Yayınları, İstanbul, 2008.
M. Cemal Öğüt, Hz. Fatımatüzzehra, Ailem Yayınları, 2008.
Mehmed Emre, Büyük İslam Kadınları ve Hanım Sahabeler, Çelik Yayınevi, İstanbul.
Serpil Özcan, Hz. Havva’dan Hz. Zeyneb’e Kadınların İzinde, Server İletişim, 2009.
Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s Sahabe 1. Cilt, Merve Yayınları, İstanbul.
Hilal Kara, Abdullah Kara, Hanım Sahabeler Ansiklopedisi, Nesil Yayınları, 2008.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav) bir gün kızının hastalandığını duydu ve ziyaretine gitti. İmran İbni Husayn’da (ra) yanında idi. Kapıya varınca tıklattı ve selâm verdi. Hz. Fatıma (ra) annemiz derhal kapıyı açtı ve: “Buyurun babacığım” diyerek içeriye aldı. Sevincinden hastalığını unutmuş gibiydi. Efendimiz: “Kızım yanımda İmrân b. Husayn var başını ört!” buyurdu. Hz. Fatıma (ra): “Babacığım bundan başka örtüm yok. Onunla başımı örtsem vücudum açıkta kalıyor.” dedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav): “Örtüyü düz olarak değil, köşeli olarak ört ki her tarafını kapasın” buyurdu. Bu konuşmayı evin dışından duyan İmran’nın gözlerinden yaşlar boşaldı. Sonra İmran b. Husayn da içeri alındı. O da “geçmiş olsun” dileğinde bulundu dua ederek izin istedi. Hz. Fatıma (ra) böylesine yoksul ve fakirlik içerisinde bir hayat sürdü.

Hz. Ali, bir gün Hz. Fatıma’ya “Vallahi, değirmen taşı dişemek, bilemekten göğsüm rahatsızlaştı, ağrır oldu. Hz. Fatıma da “Vallahi benim de arpa öğütmek için el değirmenini çevirmekten avuçlarımın içi kabardı” dedi. Ellerini Hz. Ali'ye göstererek bir çare aramasını arzu etti. Hz. Ali’de (ra) dilersen babacığına durumu açabilirsin dedi. Medine'ye esirlerin getirildiğini duyan Hz. Fatıma, babacığından bir hizmetçi istemek için yanına gitti ama isteğini dile getirmekten utandı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz’in (sav) yanına ikisi birlikte gittiler ve kendileri için bir esir talep ettiler. Peygamber Efendimiz (sav): “Vallahi, onu size veremem! Ben daha Ehl-i Suffa’yı çağırıp da karınlarına sokacak kendilerini giydirecek bir şey bulamadım. Ben onu satıp Ehl-i Suffa’yı geçindireceğim” buyurdu. Hz Fatıma (ra) ve Hz. Ali (ra) evlerine döndüler. Peygamberimiz Aleyhisselam (sav) onların yanlarına vardı ve: “Ben size istediğiniz şeyden daha hayırlısını haber vereyim mi?” diye sordu. “Olur, ver” dediler. Peygamberimiz (sav): “Döşeğinize gireceğiniz zaman 33 defa “Sübhanallah” diyerek tesbih ediniz. 33 defa “Elhamdülillah” diyerek Allah’a (cc) hamd ediniz. 34 defa da “Allahuekber” diyerek Allah’ı tekbir ediniz. Ey Fatıma! Allah’tan (cc) kork! Rabbinin emrini yerine getir! Kocanın hizmetini de gör!” buyurdu. Bunun   üzerine, Hz. Fatıma (ra): “Ben Allah’tan ve Allah’ın Resulü’nden razıyım!” dedi ve bunu iki defa tekrarladı.

Bu evlilik ümmete ibretlerle dolu örnek bir yuva oldu. Karı ile koca arasındaki sevgi saygı, samimiyet, hizmet ve güzel geçime, en iyi örnek bir yuva. Bu yuvanın fertlerinden birisi üzgün olsa diğeri onun üzüntüsünü gidermek için gayret eder ve evdeki eksikleri görmezden gelerek müsamaha ile karşılardı. Müşterek hizmet ve sohbet zeminleri oluşturularak birbirlerini dinler ve dertleşirlerdi. Fakat beşer olarak küçük kırgınlıklar da olmaz değildi. O, eşyanın kölesi, hizmetçisi olmadı. Allah (cc) ve Resûlü’nün sevdiği yolda samimi kul olabilmek için gayret etti. Hayatını bu hedef ve gaye içerisinde geçirdi.

Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav) kızını ziyarete gitmişti. Damadını evde göremeyince kızına: “Amcamın oğlu nerede?” diye sordu Hz. Fatıma (ra) da: “Aramızda ufak bir şey geçti. O sebeple çıkıp gitti.” cevabını verdi. Bunun üzerine İki Cihan Güneşi Efendimiz (sav) dışarı çıktı ve Sehl İbni Sa'd’a (ra): “Ya Sehl git Ali'ye bak. Nerede ise bana haber ver.” buyurdu. Sehl (ra) doğruca mescide koştu. Hz. Ali'nin (ra) orada uyumakta olduğunu gördü. Dönüp geldi ve mescidde yattığı haberini verince, Efendimiz (sav) kalktı mescide gitti. Hz. Ali (ra) toprak üzerine uzanıp uyuyakalmıştı. Rahmet Peygamberi Efendimiz (sav) damadını bu vaziyette görünce mübarek elleriyle yüzündeki tozları sildi. Üstü başı toprak olduğu için “Ey Ebû Tûrâb kalk!” diye seslendi. İki Cihan Güneşi Efendimizin (sav) sesini duyan Hz. Ali (ra) derhal ayağa kalktı. Üstü başı toz toprak içinde olmuştu. Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav) damadının elbisesini temizlemeğe yardım etti ve elinden tutarak evine götürdü. Ne engin merhamet!.. Ne derin şefkat!.. Ne yüce muhabbet!.. Allah'ım (cc) bizlere de bu üstün ahlâktan hisseler nasip et!..

Peygamber Efendimiz (sav) kızını ziyaret için evine gitti. Kapıya vardı fakat içeri girmeden geri döndü. Hz. Fatıma (ra) annemiz buna çok üzüldü. Hz. Ali (ra) eve geldiğinde hanımını üzüntülü görünce, sebebini sordu. O da: “Ya Ali: Resûlullah (sav) geldi, kapıdan içeri girmeden geri döndü, gitti” dedi. Buna Hz. Ali (ra) da çok üzüldü. Derhal sebebini öğrenmek üzere Resûlullah'a (sav) koştu, Hz. Fatıma'nın üzüntüsünü arz etti. Eve niçin girmediğini sordu. İki Cihan Güneşi Efendimiz (sav) birazcık sitemle: “Kapıda  üzerinde resim nakşedilmiş bir perde gördüm. Benim dünya süsü ile ne işim var? Benim işlemeli perde ile ne işim var?” buyurdu. (Bazı kaynaklarda da işlemeli, süslü bir perde olduğu da bildiriliyor.) Hz. Ali (ra) meseleyi anladı, hemen ailesine döndü ve Efendimiz’in (sav) hoşnutsuzluğunu haber verdi. Bunun üzerine Hz. Fatıma (ra): “O perdeyi ne yapmamı emrediyor” dedi. Yine Resûlullah'ın (sav) huzuruna varan Hz. Ali'ye: “Fatıma'ya söyle; O perdeyi ihtiyacı olan filan oğullarına göndersin” buyurdu. Bunun üzerine o perde hemen yerinden indirilip gönderildi. Resûlullah'ın (sav) istemediği bir şeyi onlar hiç istemezlerdi. Allah Resûlü babacığını memnun etmek onların en büyük arzusuydu. Bunun için sevgide, saygıda, itaatte kusur etmemeğe son derece dikkat ederlerdi. Efendimiz de (sav) damadı ve kızını çok severdi, fırsat buldukça onları ziyaret ederdi.

Bir defasında Hz. Ali (ra) ile Hz. Fatıma (ra) annemiz karşılıklı sohbet ediyorlardı. Birbirlerine iltifatlarda bulunuyor ve: “Hangimiz Allah'ın Resûlü'ne daha sevgilidir? Kızı mı? Damadı mı?” diye konuşuyorlar ve gülüşüyorlardı. Bu sırada Resûl-i Ekrem (sav) yanlarına çıkageldi. Hemen toparlandılar ve sustular. Onları neşeli görünce pek sevindi. Efendimiz (sav): “Gülmenizin sebebi neydi, beni görünce neden sustunuz?” buyurdu. Babacığına çok düşkün olan Hz. Fatıma (ra) gülümseyerek: “Babacığım. Ali ile sizin yanınızda hangimizin daha sevimli olduğumuz üzerinde konuşuyorduk.” dedi. Bunun üzerine Rahmet Peygamberi Efendimiz (sav) hem kızına hem de damadına beslediği derin sevgiyi şöyle ifade etti: “Kızım sen, babanın evlâdına olan tabii sevgisinden dolayı bana Ali'den daha sevgilisin. Fakat Ali de benim gözümde senden daha kıymetli ve daha çok izzet sahibidir.” buyurdu. Her ikisini de değişik yönlerden sevdiğini duyurdu. Her fırsatta onların aralarındaki muhabbetin artmasına gayret etti.

Hz. Ali (r.a.) ilim şehrinin kapısı, harp meydanlarının korkusuz arslanı, âlim, mücâhid bir yiğit!.. Hz. Fatıma da (ra) Resûlullah'ın (sav) ciğerpâresi, pırlantası, nur parçası hanımefendi bir bahtiyar!.. Hz. Âişe (ra) validemiz’in bildirdiğine göre “İnsanlardan Resûlullah’a (sav) en sevgili olan Hz. Fatıma idi” ve yine Hz. Aişe (ra) validemiz           “Resulullah’tan başka Fatıma’dan daha doğru sözlü birini görmedim” buyurmuştur. Hz. Fatıma (ra) annemiz içeri girdiğinde Efendimiz (sav) ayağa kalkar ve yerine oturturdu. Bir sefere çıkarken veya seferden döndüklerinde önce mescide girer, iki rekât namaz kılar ve sonra sevgili kızına uğrardı. Onunla bir müddet sohbet ederdi.

Hz. Fatıma (ra) ilmi sahada da dirayet sahibi idi. Fıkıh ve tefsir mevzularında âlim, Kur’ân-ı Kerim’i anlayıp anlatmada, içtimai meselelere hal çareleri bulmakta eşsizdi. İslam’da kadının muallime/mürebbiye olmasının en güzel örnekleri ondadır. Hâsılı Hz Fatıma validemiz, engin-zengin, ince ve derin bir ruha sahipti. Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle; “Masmavi gök kadar ve en ince fikir kadar derin”di ve zengindi O’nun gönlü.

Hz. Fatıma da (ra) babacığını çok seviyordu. O’nu gölge gibi takip etmek istiyordu. Uhud savaşında babacığının yaralandığını duyunca bütün tehlikeleri göze alarak yanına vardı. Yanağına doğru akan kanı temizledi ve kül bastırarak durdurdu. Yarasını tedavi etmeye çalıştı.

Hz. Ali (ra) ile Hz. Fatıma’nın (ra) dünya evleri üstün ahlâkî meziyetlerle donatılmıştı. Nurlu Neslin devamını sağlayan, bu evlilikte iltifat, saygı, edeb, iffet ve kıymet bilme önde gelen meziyetlerdendi. Birbirlerinin fikir ve düşüncesine çok değer verirlerdi. Görüş ayrılığı olsa dahi müşterek bir noktada birleşirlerdi. Dava şuuruna sahip, samimi, sıcak bir aile kurmuşlardı. Bir muhabbet ocağı olmuştu onların birlikteliği. Ebedî hayatı kazanmak ve Allah'ın (cc) rızasına erebilmek onlar için her şeyden önce gelirdi. Kendileri yemez, ihtiyaç sahiplerine yedirirlerdi. Kapısına gelen fakiri reddetmezlerdi. Kendileri muhtaç oldukları halde başkalarına verirlerdi. Onların bu güzelliklerini, cömertliklerini ve îsâr halindeki davranışlarını Allah Teâlâ (cc) Kitab-ı Kerîm’inde övmüştür. Şöyle ki:

Hz. Ali (ra) ile Hz. Fatıma'nın (ra) annemizin nafile oruç tuttukları bir akşam vakti kapılarına bir fakir gelir. “Allah için” diyerek bir şeyler ister. Onlar da kendileri için hazırladıkları iftarlıkları olduğu gibi fakire verirler. Peş peşe üç gün aynı vakitte akşam ezanı okunacağı zaman değişik kılık ve kıyafette yoksul, garip birileri kapılarına gelir; “Allah için” diyerek dilekte bulunur. Hz. Ali (ra) ile Hz. Fatıma (ra) annemiz birlikte hazırladıkları iftarlıkları olduğu gibi bu yabancı garip kimseye verirler. Kendileri üç gün bir şey yemeden peş peşe su ile oruç tutarlar. Onların bu güzel hali, gönüllerindeki engin infak şuuru Allah Teâlâ'nın (cc) hoşuna gider ve şu ayet-i celile ile methü sena edilirler. Meâlen: “İyiler şüphesiz (güzel kokulu ve serin) kâfur katılmış bir kadehten içerler. Bu Allah'ın has kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır. O kullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler. Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne bir teşekkür bekliyoruz. Biz çetin ve belalı bir günde Rabbimizden (O'nun azabına uğramaktan) korkarız.” (derler)” (İnsan Suresi; 5-10)

Vahiy tamamlandığında İki Cihan Güneşi Efendimiz (sav) bu müjdeyi kızına ve damadına bildirdi. Her ikisi de sevinçlerinden üç günlük açlığın verdiği sıkıntıyı bir anda unutuverdiler. Kıyamete kadar okunacak bir kitapta övülmek ne büyük bir mükâfattı. Hz. Fatıma (ra) annemiz vahyin beşiği sevgili babacığının sohbetlerinden çok güzel istifade etmişti. Resûlullah’ın (sav) terbiyesinde yetiştiği için O’nun feyziyle gönlünü doldurmuş, ilim, edeb, hayâ gibi üstün ahlâkî meziyetlerle kendini yetiştirmişti.

Hz. Fatıma (ra) kadının cihadının, kocasına iyi eş olması olduğunu ve evin, erkeğin dinlenme ve huzur yeri olduğunu çok iyi biliyordu. Bundan dolayı Hz. Ali (ra), savaş alanından yorgun argın eve döndüğünde onu karşılayıp yaralarını pansuman ediyor ve savaşla ilgili haberleri ‘ndan öğreniyordu. Kocasını daima teşvik ve tahsin ediyordu, O’nun cesaret ve fedakârlığını övüyordu. Bu vesileyle kalbini hoşnut ediyor, yorgun ve yaralı olan bedenini rahatlatıyordu. Hz. Ali (ra) Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: “Eve gelip Fatıma’ya baktığımda bütün gam ve üzüntülerim yok oluyordu.” Hz. Fatıma (ra) annemiz kesinlikle Hz. Ali Efendimizin (ra) müsaadesi olmaksızın evden dışarı çıkmıyor ve hiçbir zaman O’nu öfkelendirmiyordu. Çünkü İslam’ın şöyle buyurduğunu biliyordu: “Allah Teâlâ, kocasını öfkelendiren her kadının oruç ve namazını, kocasını kendisinden razı etmedikçe kabul etmez.” Hz. Fatıma hayatı boyunca, kesinlikle yalan söylemez, hıyanet etmez ve hiçbir zaman Hz. Ali’nin (ra) emrinden çıkmazdı. Yine Hz. Ali Efendimiz (ra) şöyle buyurmuştur: “And olsun Allah’a ki ben, kesinlikle Fatıma’yı öfkelendirecek bir iş yapmadım, Fatıma da hiçbir zaman beni öfkelendirmedi.” İşte Hz. Ali Efendimiz (ra) evin dâhili durumundan tamamıyla rahat ve huzurlu olduğundan dolayı onca muvaffakiyet ve fetihler elde etmiştir.

Hz. Fatıma (ra) annemizin çok önemli ve ağır vazifelerinden biri de çocuğa bakma ve onları eğitme meselesi idi. Hz. Fatıma beş çocuk sahibi olmuştur, onların isimleri şöyledir: Hasan, Hüseyin, Zeynep, Ümmü Gülsüm ve Muhsin. Beşinci evladı olan Muhsin, küçük yaşta iken vefat etmiştir. Hz. Fatıma (ra) annemizin kendisi vahiy evinde eğitildiği için, İslamî terbiye ve çocuk eğitimini çok iyi biliyordu. Anne sütü ve annenin çocuğunu öpmesinden tutun, bütün hareket, amel ve sözlerine kadar hepsinin çocuğun hassas ruhunda eser bıraktığının bilincinde idi. Hz. Fatıma (ra) annemiz çocuklarıyla oynarken de onlara şecaat, Hakk’ı savunmak ve Allah’ı (cc) sevme Allah’a (cc) ibadet etme dersi veriyordu. Örneğin İmam Hasan’la oynarken şöyle buyuruyordu: “Babama benze ya Hasan, İhsan sahibi      Allah’a ibadet et. Kinli ve öfkeli kimseyi sevme.” İşte bu eğitimler neticesinde, dini savunmak, zalimlere karşı mücadele verme yolunda can ve mallarından geçerek zulüm saraylarını sarsan evlatlar yetiştirdi.

Sevgili Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurur: “Allah-u Teâlâ buyurdu ki: İnsanoğlunun her ameli kendisi içindir. Ancak oruç müstesna, çünkü o benim içindir ve onun mükâfatını ben veririm…” (Buhari, Müslim)

Ramazan-ı Şerifimiz Mübarek olsun.

Gelecek sayımızda devam edeceğiz inşaallah. Allah’a (cc) emanet olunuz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort