JoomlaLock.com All4Share.net

GÖLGESİ BUDANMIŞ BİR KUŞTUR HAZAN

Soğuk bir hastane bahçesinde önce anadan, sonra dünyadan kopmak. Bir hazin güz akşamı, yeniden gelir gibi dünyaya, karlı dağlara ve düşen yapraklara dalmak, bağlanıp kopmak ve kopup tekrar bağlanmak.

Yaprak renkli ufukta poyraz. Sadece sokakları değil, hayatı da boşaltan mevsimlik insanlar yine sır. Hele o ağaçlar yok mu? Demek ki bir daha güz. Elli yaşına bastı sararmış poyraz. Sokaklar garipliğin ellinci mutsuz yılında. Velhasıl yaşlı bir yalnızlık.

“Hocam, artık bu ağaçların yaprakları da değişti.”

Yapraklar mı? Elli kez düştü ve kalktı elli kez. Mevsim değil, şimdi gönülde baharın saltanatı devrildi. Enkazından yine sen çıktın sevgili kırlangıcım. Babalığımın son göz ağrısı. Düşerde tekrar kalkarmış meğer yapraklar. Sen nasıl da kandın? Nasıl da birden, bahtiyar bir uykuya geçiverdin kendinden? Yüreğime gömdüğüm elli yaşındaki ölü, kalkarsın diye yapraklar dibi bir bahar umudunla bekledim bunca yıl.

Erken gelmiş bir sonbahar mıydı? Yoksa kuruyan bir yaz mı? Geçmişe ait hiçbir şey onun için bir anlam taşımıyordu. Emekli olunca, zamansız zamanlardan geçmişti hiç farkında olmadan. Oluşun tam bir günlükleşmesi, kişiliğinin anonimleşmesiydi yaşananlar. Her şey lâlettayinleşmiş; sevgi, iffet, beşerî ilişkiler... Tüketim çarkına vurularak kesintisiz biçimde çoğaltmaya kışkırtılıp, her talebe cevap vermeye çabalayıp durmuştu... Ama kendi varlığını anlamak, onun üzerinde durmak; makro düzeyde bir kimlik tespiti yapmak, benliğini üst bilinç düzeylerine açmak noktasında ise, tam bir sefildi. Ve kendine özgün bir kimlik yapısından ziyade, özgürlüğünü ifade eden iç mekândan yoksundu ve verili insan tipinin ötesine geçemiyordu...

Kızının nişanlanması birden bire olmuştu. Günlerce dışarı çıkmamış, durmadan dağ, deniz, uçurum rüyaları görmüştü. Pencereden uçan kuşlara özlemle bakmış, bir gün bir kırlangıcın birinin kendisini alıp o sonsuz ülkeye götürmesini ne kadar istemişti. Saksılarda yetişen çiçekler, bahçedeki kurumaya yüz tutmuş birkaç yalnız ağaç ona ne söyleyebilirdi ki? Şimdi çok uzaklardaydı her şey. Hanımla kızı eskimiş koltukları değiştirip yenisinin alınmasını ısrarla istiyorlardı. Yeni koltuk takımlarını yine boğazından kısarak mı ödeyecekti? Sonra ya o pencereden her gün seyrettiği kırlangıç dumanlı bir güz gününde yaşlı bir akasya ağacının dalına vurarak altına düşmüştü. Nasıl da düşmüştü? Ortalığı saran duman, o gün bugündür kafasının içinden de gitmemişti. Sanki gerçekle rüyayı birbirine karıştıran bir sihirbaz dumanıydı o. Bir garip tütsüydü. Onun hayatında ilk garip gerçek ve ilk hatırlama rüya olarak o yumuşacık uysal kırlangıç, her sonbahar ağaçların altına düşer ve her sonbahar yeniden ölür. Dirilmeden, canlanmadan daldan iner, yorgun kederli   gözlerini süzerek yumuverir.


“ Hocam, ben şiir yazdım.”

Ardından cansız yaprakların indiğini görünce, hiç titrememiş, ölümden hiç korkmayan bir teslimiyetle sadece yapraklara doğru şöyle bir bakmıştı. O kadar. Ötesine berisine, hayat suyu çekilmiş yapraklar düşünce yalnızlık yüzünden de sıyrılmış, onun gözünden süzülen yaşları görmemişti bile. Sonra soğumaya başlayan bedeni, gözlerinden ılık ılık sağılan yaşlarla ısınmıştı da birden umutlanıvermişti. Gözün gözü görmediği sis içinde gözleri sadece kırlangıcını, sadece kırlangıcının ışıksız gözlerini görüyordu. Koymuştu yere boşa çıkan bir umutla da güz gazelleri arasında yitip gitmişti.

O acımasız yapraklar, sadece senin değil, şimdi benim de umudumun örtüsü oldu. Örtündü mü bir kez umut gayrı, sonbahardır ve her şey bitmiştir.

Son yılların, gözünde hep geriye doğru saydı. Hep geriye. Ve bu da bitti. Artık saymayacak. Bitişinin acısını da bitirdi. Yıllar yılı aynı odanın havasını teneffüs ettiğiniz, aynı kaptan yemek yediğiniz, aynı sokaklardan yürüdüğünüz ve oturup beraber ağladığınız dostunuzun bir karanlık gününüzde soğuk bir rüzgâr gibi el oluverdiğini, uzattığınız eli, silkip attığını gördüğünüzde ne yapardınız?  Yaşlar süzülen düşmüş gözlerinize bir sıcak el beklerken buz gibi bir çomakla karşılansaydınız ne yapardınız? Bir zor, birçok zor gününüzde herkesle birlikte, can sandığınız, bir türkü gibi  muhtaç olduğunuz, oturup dert yandığınız, uğruna yüreğinizi koyduğunuz sırdaşınız, haldeşiniz, kardeşiniz.. Veda bile etmeden kanayan yaranızla başıboş bırakıp uzaklaşırken siz ne yapardınız?

Uzak çağların ilk kırlangıcıydı. İlk sevgim, ilk acım, meğer senin yaptığın bilgece iş, sense sensiz bir bilgeymişsin de görmek için göz gerekmiş. Oysa çocukluk, öleceğimi bildiğin halde, hiç çırpınmadın. Yardım istemedin. Medet bir mihnet yüküymüş. Elli yıldır bunu bana söylemek için mi öldün elli kez? Ölümde bile yalnızlık. Artık ölmeyeceksin. Bu bana söylediğin senin için bir ölümsüzlük tılsımı. Bu ölüm sonuncu ölümdü.

Koltuklar taksitle alınıp misafir odasına yerleştirilirken baba ocağı, ana ocağı gözünün önünden geçiyordu.. Tıpkı “Gizli Mabet” de, Ömer Seyfettin’in hikâye ettiği Türk Evi gibi. Bir gecelik misafir edildiği bu Türk Evi’nde bir Fransız gazetecisi,  bir gece yarısı girdiği sandık odasında bile, bir ruhaniyeti keşfeder de, çıldıracak noktaya gelmiştir...

Üzerleri işlemeli tülbentlerle muhafazaya alınmış sandıklarda eski aziz aile mensuplarının kemikleri var, sanır. Duvarlarda, her biri mis kokulu çamaşır ipleri birer gizli ayin eşyası gibi seyreder… Evin artık hayatta olamayan “Bey”inin hobisi olarak saklanan “Hat” eserlerini efsun gibi kabullenir. Gizlice girdiği sandık odasındaki o lavanta, limon çiçeği ve buhur kokusunu dini bir maksada bağlar. Ömer Seyfettin, daha o zaman o Türk Evi’nin kaybedilişinin ruh sancısını teneffüs eder satırlarında…

İnsanlar, hastane merdivenlerinden telaşlı telaşlı koşarak bahçeye çıkıyorlardı. Yağmurlu, soğuk bir gündü. Yavaş yavaş sona ermekteyken gün uzakta kalmış günleri düşünüyordu. Küçük oğlu taksitle aldıkları yeni koltukları evde kimse yokken bıçakla kesmişti. Hanım eve gelince gördükleri karşısında baygınlık geçirip; kıyamet koparmıştı. Zorunlu olarak kasabaya ilk geldiği gün, yıllardır içinde bulunduğu âlemden bu denli kopuverişi onu öyle mahzunlaştırmıştır ki sıkıntısını oğlunu döverek almıştı. Hırsını alamamış, ellerini bağlayarak bodruma kapamıştı. Sabah olunca çocuğu almaya gittiklerinde elleri mosmor olmuştu. Hastaneye kaldırmışlar fakat kangren olan ellerin kesilmesi gerekmişti. Bu kabullenemeyeceği bir şeydi. Gitmeliydi buralardan, böyle yerlerden, böyle dünyadan. Kaçmalı, bilinmeyen, varılmayan kasabalarda, tanınmayan insanların arasında kaybolmalıydı. Ne konuşacak mecal, ne dinleyecek takat. Kendinde, yüreğindeki keşmekeşten kurtulup, bu duruma nasıl alışacaktı?

Yavrusunun yattığı odaya girdiğinde aydınlık bir gün can çekişiyordu karanlığın kucağında. Karanlığa gözlerini daha bir açtı.. Odanın bir kenarına ilişti. Odayı boylu boyunca kaplayan fayansların beyazları dışında bütün renkleri silikleşmişti. Acılı yılların izlerini taşıyan yüzü belli belirsizdi.. Çocuk korkuyla karışık yatağından doğrularak babasından özür diliyordu:

“Artık yaramazlık yapmayacağım, babacığım ama n’olur ellerimi geri ver!”  

Henüz yeni açmış burcu burcu kokan renk renk çiçekler üzerindeydi adeta. Ayaklarını çekmek istedi. Nereye, nasıl? Büyük değişikliği ancak şimdi anlayabilmişti. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, elinden, avcundan çıkıp giden, etinden, kemiğinden koparılırcasına sökülüp alınan değerlerin hazin boşluğunu, şimdi daha iyi idrak edebiliyordu. Her şeyin kaybolur gibi olduğu bir anda, bir baygınlık anında, soğuk suyun derine temasına eş bir ürperişle yepyeni bir dirilişin eşiğine ayak basar basmaz etrafımızı çeviren yabancı dünyanın farkına varır gibi olmuştu. Gerçekle yalan arasındaki altadıcı yakınlığı, rengârenk ışıkların arkasında gizlenen sahte dünyayı, yakıcı bir şuurun aydınlığında, şimdi daha iyi görebiliyordu. Yavaş, yavaş, hadiselere bakışının manası değişmekteydi. Vak’aları, yepyeni bir tefsir usulüyle değerlendirmenin zaruretini derinden derine duymaya başlamıştı. Bu, bir silkinme, kendini bulma davasıydı. Bir uyanıştı. Kendine gelişti. Bir babanın varlığını hissettirişiydi. Bir antitez olmaktan kurtulma gayretiydi. “Tez”leşmeydi. Buraların ve ötelerin hesabını vermeyi deruhte eden üstün bir nizama liyakat kazanmanın sancılarıydı.

“Artık yaramazlık yapmayacağım, babacığım ama n’olur ellerimi geri ver!”  

“Yavrucuğum! Yavrucuğum benim!..” diyebildi sadece Gözleri ışıl ışıl, göğsünde bir çocuk kalbi, çocuğun sargılı ellerine sarıldı… Hıçkırarak ağlıyordu sadece…

Elinde uzaktan kumandalı bir araba ve yağmurdan perişan olmuş bir gül vardı.

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort