JoomlaLock.com All4Share.net

RUHUMDA OLUKLANAN MENZİLLER -2*

“Abi, biz orayı başefendiye ayırmıştık!!!... “

Dünün bu kutsal mesleği şimdi bütün cazibesini, maddi manevi, bütün itibarını kaybetmişti... Kimsenin intisap etmek istemediği, meslek seçimi listesinde herkesin daima en son bırakıldığı ve parasız yatılı olduğu için, ancak fakirlerin, kimsesizlerin yahut da hiçbir mesleğe giremeyenlerin başvurduğu bir “son sığınak” bir “cankurtaran simidi” haline gelmişti... Bir tesadüf neticesi öğretmenlik mesleğini seçmiş bulunanlar, tevekküle boyunlarını bükerek, “ne yapalım hiç yoktan iyi” demekle yetinmekteydiler. Muavinin sesiyle kendime geldim:

“Abi, yere düşen kitaplar senin mi?...”

Neredeyse gün batacaktı… İçimdeki sıkıntının sebebini çözememiştim hâlâ… Başım âdeta kaynayan bir kazandı. Muavinin ne dediğini, kamyonun egzozundan gelen boğuk sesleri, duymuyor ya da duymak istemiyordum. Açık kamyonun   üzerinde sefil bir duruma terk edilmiş, aşağılık duygusu içinde perişan bir öğretmenden değer ölçüleri maddileşmiş bir toplumda hizmet, mesleğin şeref ve itirafını koruyucu davranışlar beklemek mümkün müydü? Bilemiyordum. Oysa Fransa’yı, milli bayramlarında yaşlı bir öğretmenle iki küçük öğrenci temsil edermiş. Törendeki bütün halk, bu tabloyu büyük bir heyecanla “Fransa geçiyor” nidaları ve alkışları arasında ayakta alkışlarmış.

Öğretmeni hürmetsiz, hor ve zelil, maddi zaruretlerin pençesinde perişan bırakan bir memleketin tali ve inkişafı nerede görülmüştür? Öğretmenlerin, diğer meslek mensuplarına nazaran daha fazla terfih edilip şeref ve itibarının artması gerekirken zavallı bir yaşayışa mahkûm edilmesi esef vericiydi.

Milletler için en tehlikeli anlar, mânâ ve mefhumların alabildiğine birbirine karıştığı devirler olsa gerektir. Her devirde insan varlığına bitişik, ondan hiç ayrılmayan beşerî değerler, ölçüler vardır. Bunlar insanla birlikte var olmuşlardır. Bu, doğuştan gelen, var oluşun getirdiği bir beraberliktir. İnsanı bunlarsız düşünmeye imkân yoktur. Bu değerler insan varlığının, yaratılışının sırrıdır, hikmetidir. Zaten uzun tarihi boyunca yeryüzünde boy göstermeye başladığı andan itibaren, bu mefhumları ayakta tutmak için insan elinden gelen gayreti göstermiştir. Denebilir ki, insan varsa veya başka bir ifâde şekli ile insan yaratışta kendine mahsus bir hususiyet taşıyorsa, hayatıyla beraber ondan hiç ayrılmayan değerlerin, kıymetlerin, vazifelerin bulunması da şarttır.

Muş Ovası zamanın baş döndürücü süratiyle önümden kayarken emindim ki hayatta paradan başka hiçbir şeyi sevmeyen; gösteriş ve şöhretten maddi refah ve konfordan başka hiçbir üstün manevi değere inanmayan bedbahtlar elbette buralara gelmek istemezlerdi. Ama daha dün tozlu yollarında neşe ile koşulan, başı mavi dumanlı mor dağlarında çiğdem toplanan, güneşli tarlalarında ekin biçilen bu yerler beni bekliyordu. Ona kollarımı ben açacaktım. Ona ben koşacaktım. Onun yarasını ben saracaktım. Savaşların en hayırlısı, benim yurt ufuklarını saran karanlıklarla yapacağım mücadele, başarıların en verimlisi; en uğurlusu benim bu meydanlarda kazanacağım zaferler değil miydi?...

Kamyonun üzerinde soğuktan üşüyor olsam bile bir ideal yolcusuydum ben… Henüz derinliğince okunmamış bir masal, zenginliğince açılmamış bir hazine ve zarifliğince işlenmemiş bir mücevher olan Anadolu’yu benim gözlerim “okuyacak” benim ellerim “açacak” ve benim usta parmakların “işleyecek”ti. Her taşı bir yakut olan bu vatan “can verme sırrına erenlerle” ben olacaktım.

Sabahları ezan sesleri ile uyanacaktım. Eğlencelerim köy düğünleri; dansım halaylar, efe zeybekleri, dadaş barları; musikim Anadolu türküleri olacaktı. Bingöl çobanlarının kaval seslerini duyacaktım. “Ovanın yeşilini”, “göğün mavisini” buralarda seyredecektim. Buralarda, “geçmiş zamanın taşlarında gülen sihirli rüyasını” yaşayacaktım. Buralarda “binlerce erin şanlı menkıbesini” ve “sesi arşa çıkan hengâmeleri” yâd eden türbeler, camiler ve eski bahçeler görecektim. “İhtiyar çınarlardan, yedi yüzyıl süren hikâyemizi” dinleyecektim.

Ben, Yaratıcısından sonra en çok hocasını seven bir milli geleneğin evladıydım. Ben, hocasını camide bile ayağa kalkarak selamlayan Fatih’lerin “Ulemanın atının ayağından sıçrayan çamur bizim için bir şereftir” diyen Yavuz’ların çocuğuydum. Böylesine köklü bir gelenekten kuvvet alarak, hocalığı her yerde ve her zaman el üstünde tutulur, baş üstünde taşınır bir haysiyet ve liyakatle temsil etmeliydim.

Hayatta ve bilhassa öğretmenlikte başarının biricik sırrı olan meslek sevgisi ve vazife aşkını gönlümde birleştirmiş kimse olarak yola çıkmıştım. Özü sözüme, sözü tavrıma ve hareketlerime uyan; herkesin benzemeye özendiği örnek insan ben olmalıydım..

Vatanını riyasız seven, milletine sözde değil, iş görerek eser vererek hizmet eden; temiz ahlaklı, hür düşünceli, müspet zihniyetli; hak, hukuk ve adalet kavramlarına bağlı; milli değer ve geleneklerine hürmetkâr; şahsiyet ve karakter sahibi bir nesil yetiştirmek ilk hedefim olmalıydı. Şairin:

Enbiya yurdu bu toprak, şüheda burcu bu yer,
Bir yıkık türbesinin üstüne Mevla titrer! mısraları ile dile getirdiği bu vatanda her birimizin elle tutulur birer müspet eseri bulunmalıydı. Bizler, mazinin gür ve pürüzsüz soluklarını, günümüzün en renkli ve canlı besteleriyle seslendirip, insanlığa yepyeni bir nağme duyurma mecburiyetindeyiz. Bu nağme, idealizme susamış, boşluktaki nesilleri geçmişin atlas renkli kubbesi altında ve yaşadığımız zamanın aydın ikliminde bir araya getirecek bütün hususiyetleriyle millî ruh nağmesi olmalıdır.

Acı bir fren sesiyle irkilmiştim. Gece olmuştu. Kamyonda birlikte geldiğimiz saffetinin nevruz utangaçlığı ile gözlerinden sanki sağanaklar inen küçük çocuğunun annesine sorduğu soruyla büyük bir hakikate uyandığımı itiraf etmiştim. Çocuk, ‘Anne! Binalar niye ağaçlardan yüksek?’ diyordu. Yorgunluktan ayakta zor duran bu çocuk, bana ‘Kral çıplak!’ diye haykıran çocuk gibi gelmişti. Öldürücü bir korku sayesinde ortalıkta yaşanan bir yalanın çocuğun bakışıyla çözülüvermesi gibi, kamyondaki çocuğun sorusu da, hayatı boğar hale gelen ama yine de kabul gören bir mimari perspektifin üzerini çizmişti. ‘Anne! Binalar niye ağaçlardan yüksek?’ sorusunda, ağaçlardan yüksek binalar dayatan modern mimarinin insana ve varlığa yabancılığını, bu yabancılıktaki gururu ve kibri görmüştüm. Sanıyorum bu fark edişle birlikte insan-mekân ilişkisine daha çok eğilmeye başlamıştım. Bir mekâna doğan insanın kendince bir mekân kuruyor olmasında saklı çok şey olmalıydı. Ev sadece bir barınak, şehir sadece bir yerleşim birimi değildi. Ev ve şehir bağlamında okumalarım arttıkça yolum felsefeye, şiire ve müziğe daha çok düşer olmuştu. Temel bir insanlık durumuyla karşı karşıyaydım. Beni başka disiplinlere götüren bir okumanın içindeydim.

Kamyondan bir sokağın çiğ aydınlığında inip yerini henüz bilmediğim okulumun yolunu tutmuştum. Sonbahar ikindileri ses vermeye başlamıştı artık. Kaldırım kenarlarından akan sular irili ufaklı artıkları toparlamış götürüyordu. Akçakavaklar, akasyalar, cılız çınarlar yıkanmış, tabii renklerini giymişlerdi. İnsanlar bir yerden bir yerlere koşuşuyorlardı. Evet, yağmur dirilişti. Artık yağmur, hayatla kendisi arasında bir perde olmaktan çıkmış, hayatın bir parçası olmuştu. Beni, almış hayatın tam ortasına koymuştu. Mevsimler, bize kendimizi söylemek imkânını verirler. Bu hâliyle sonbahar, sâdece bir mevsim adı olmaktan uzaktı. Fakat niçin ‘ilk’ ve ‘son’ “bahar”?

Milletin ümit kâsesini elinde taşıyanlar, her şeyden evvel, nesillerin gönüllerini yüksek mefkûre ve ideallerle donatarak onları, Hızır çeşmesine giden yollara irşad etmelidirler. Dertsiz, davasız, gayesiz ve idealsiz nesillerin önce içten içe yanarak karbonlaşması, sonra da bir alev, bir tûfan haline gelerek, etrafındaki her şeyi yakıp yok etmesi tabiî ve kaçınılmaz olur. Bizler, şu son bir iki asır içinde, bu türlü ölüm deliklerinin, hem de en korkunçlarına, defalarca maruz kalmış bahtsız bir milletiz. Dostun vefa bilmediği, düşmanın hıyanet ve cefâdan usanmadığı hasret ve inkisar dolu bu dönemde millet ağacı defalarca ırgalandı; cemiyetin ruh kökü tekrar tekrar baltalandı; yığınlar her dönemeçte başka başka devler ve gulyabânilerle karşı karşıya kaldı. Eğer bu çeşit çeşit ölüm ağlarına her mâruz kalışımızda bir inayet eli imdadımıza yetişmeseydi, milletçe bu cehennem çukurlarından birine gömülmüş ve tarih sayfalarından ebediyyen silinip gitmiş olacaktık...

Her rüzgârlı tepesinde bir “Çoban Çeşmesi” çağıldayan ve her köşesi bir “Mavi Dumanlı Bingöl Yaylası” olan bu toprakları, “şoför mahalline” layık görülmemiş olsam da ben,  Erzurumlu Öğretmen, ben yeniden fethedecektim.

Şâyet, bir sûal olursa, dönüp hâlimizi anlatan bir mısra okuyalım:
“Varsın bulunmasın bilecek nâm u şanını.”

*Bu yazı Eğitim-Bir-Sen’in ‘Öğretmen Hatıraları’ Yarışmasında Türkiye Birincisi olmuştur.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort