JoomlaLock.com All4Share.net

RUHUMDA SOLUKLANAN MENZİLLER -1

Mevsim sonbahardı ve o sarı iklimin çıldırtıcı çehresi, Evliya Çelebi’nin dilinden “Gün akşamlıdır devletlûm” demekteydi. Yolları garip bir hüzün, ağaçları ziynetsiz bir yakın zaman endişesi, evleri bir telaş, insanları yazdan arta kalan neş’enin buruk tadı –çepeçevre- sarmıştı. Düşüncelerim, bu bin bir müşkilin ortasında, her an bir meçhûle yollanıyor; bir mâlûmun eşiğinde bin meçhûlün ağına düşüyordu. Sararan yapraklar arasında hemen hemen aynı renkte sızan ikindi güneşi vaktinde, tefekkürün sathi olanında bile derinlik buluyordum. Zirâ bu zevâl vaktiydi. Zevâl, aczin eşiğine yüz süren insan düşüncesidir. Hiçliği idrake zorlayan muazzam bir ikazdır. Çok zaman, insan, varlıkla yokluk arasında mekik dokuyan şuur çizgisinde, boğazında düğümlenen bir hıçkırık bulur. Dünya bir yerlere gitmekte, zaman, simsiyah gecenin çanlarını çalmaya hazırlanmaktadır. Her an, bizden bir şeyler alıp götürmekte ve yerinde, ne ile doldurulacağı bilinmeyen boşlukları bırakmaktadır.

Otobüse bindim, cam kenarındaki koltuğuma güzelce yerleştim. Otobüs hareket edince dışarıyı seyretmeye başladım. Gün boyunca belleğimde uyuyup duran bir takım sorular, hava kararmaya başladığında birer birer değil, hepsi aynı anda şiddetle saldırıya geçtiler. Bu, gecenin tılsımıydı. Karanlık basınca kendimi daha bir net görmeye başlardım.

İkindi güneşi, artık benim için, bir uykuya sefer eden ve yurdunu-yuvasını bilmediğim bir aşinaydı. Güneş, -bana göre- uzak ve bilinmez bir yoldaydı. Hayatın birden bire oldu zannedilen oluşları gibi, yavaş yavaş, ama mutlakâ meçhûl ufukları birer birer aşarak gitmekteydi. Dünya kuruldu kurulalı gündüzler geceleri, ışık da karanlığı adım adım takip etmekte; yok olmaları var olmalar, ölmeleri de dirilmeler kovalayıp durmaktadır. Toprağın sinesinde kendini çürümeye salmış bir tohum, kayaların bağrını hayat yatağı edinmiş minik çam çekirdeği, şartların müsamahasızlığına rağmen salkım salkım boy atıp gelişmekte ve tıpkı hasmını yenmiş bir gladyatör havası içinde dalların diliyle gerilip, varlığını haykırmaktadır. Nice dev çağlayanlar vardır ki, memba’ları küçük birer sızıntı, nice bitip tükenme bilmeyen ışık kaynakları vardır ki, esasları birer zerreden ibarettir. Tomurcuk dudaklarını açıp varlığını haykıracağı, güller, çiçekler yüzümüze gamze çakacakları güne kadar onların varlıklarından haberdar bile olamayız. Oysaki onlar, İsrafil’in Sûr’unu çoktan duymuş ve belli bir tempo ile dirilişe geçmişlerdir bile…

Hâşim’in kızıl gurûbuna daha çok vakit vardı. Duygularım, düşüncelerim henüz yuvadan uçurulmuş bir kuş kadar acemiydi; fakat uçmak… Uçmak istiyordum. Öğretmenliğe başlayacağım  o coşkulu şehrâyinde hüzün mü, sevinç mi, ayrılık mı, vuslat mı, kaybetmek mi, kazanmak mı?.. hâkimdi, bilemiyordum. Ancak, sarı rengin tabiatı boyayan sihri, mutlakâ beni bir yerlere götürecekti. Seven, sevdiğince yol gider. Yol giden hasrettir ve hasretin yüzü ezelden sarıdır. Bu vakitte, ufka yaklaşan güneşin yüzü, bir Mevlevi Dervişi’ninki kadar sarıydı. “Zehi aşk, zehi aşk!..” diyerek döndüğünü gören gözlerim, bu sözlerin şâhidiydi.

Okulu bitirmiş, Muş-Varto Yatılı Bölge Okuluna Türkçe öğretmeni olarak tayin edilmiştim. Yola çıkarken, o bölgenin şartlarını ve insanlarını çok iyi tanıyan bir arkadaşım dedi ki:
“Muş’ta ineceksin. Akşama doğru otobüs bulunmaz. Varto’ya ancak açık bir yük kamyonuyla gidebilirsin. Şoförlere kendini yeni tâyin edilmiş bir hâkim, bir doktor veya polis olarak tanıtırsan sana şoför mahallinde yer bulurlar, başkasını indirir, seni bindirirler. Rahatça gidersin. Öğretmenim dersen, açık kamyonun üzerinde soğuktan mahvolursun.” Ben arkadaşımın bu tavsiyesine gülümsemekle yetindim. Yalan söylemeye ne lüzum vardı?
Otobüsün camından gördüğüm gökyüzü günün ışığını bir örtü gibi çekip almıştı yeryüzünden. Artık bozkırdaki ağaçları ve kuşları göremiyordum. ‘Masal Çağı’ şairi gibi düşünüyor; ben de bozkırın ağacı söğüt, kuşu serçedir diyordum. Bakmasını bilen bir göz için vakûr bir romantizm gizlidir bozkırda. Çıkın Anadolu’ya uçsuz bucaksız bozkırda, uzaktan bir tutam yeşil görürseniz, bu hayat belirtisidir. Bir dere boyunda üç beş söğüt demektir. Bir yerde söğüt varsa, mutlaka serçe de vardır; Mehmet de, Ayşe de, toprak evler ve tüten birkaç ocak manzarayı tamamlar.

Söğüt, serçe ve biz asırlardır garip bir ünsiyet peyda etmişiz. Birbirimizle iç içe olmuşuz artık. Ama diğerleri öyle mi? Çam, yaylayı sever. Kırlangıç, leylek Hind’e, Yemen’e gider; kala kala biz kalırız, soğuğu ve sıcağı paylaşan. Serçeler yuvasını duvar kovuklarına, mertek aralarına yapar; evimiz onların da evidir. Kona kalka sergideki buğdayı yarıya durdururlar rızkımız onların da rızkıdır. Dedemin,”Bu nimette kurdun kurşun payı var…” deyip serçelere göz yumduğunu hatırlıyorum.

Yeniden reele dönmek durumundayız. Yani söğüt ve serçeye. Osman Bey de işe Söğüt’ten başlamadı mı? Söğüt ve Domaniç, bir doğuşun ana rahmidir. O şâhâne rüyâdaki Osman Bey’in göğsünden yeşerip dünyâyı gölgesinde barındıran Ulu Ağaç da söğüttü. Söğüdü ve serçeyi iyi tanımak gerek. Serçenin küçüklüğüne bakıp aldanmayalım. Ebrehe’nin ordularını yerle bir eden ebâbiller de küçüktü. Onlardaki kalenderliği hercâilik sanmayın. Onlar kendinden olannları çok iyi tanırlar. Onlarda mujik vasfı arayanlar da yanılmıştır, sürüye sayanlar da. Asıl mahâret onları anlayıp, onlarla hemhâl olmakta.

Kof bir bakışla onları tanımak ne mümkün? Zaten tanınmak gibi bir dertleri de yok. Onların felsefesi; “Bir çuval tahıl içinde bir tane olmak:” Bu hayat tarzını onlara Yunus öğretmiş olmalı…

İşte yeni mâcerâmız yine söğüt ve serçeyle başlayacak!.. Eğer müyesserse destan doğar. Gün gelir, serçeler kartal, söğütler çınar olur. İğneyle kuyu kazmaya başladığımız gün, yarın bizimdir. Allah kerim!...

Niçin olmasın diyordum? Geleceğin imâr edilmesi vazifesini üzerine alan şanlı mîmarlar, cemiyetin her kesiminde millî şuuru mayalayıcı istikamette bir seferberlik ilân   ederek, yığınları cismânilik girdabından kurtarıp onları kendilerini yenileme, ruhta varlığa erme ve kendi medeniyetlerini kurma yolunda hayat nefhetmeliydiler. Madem ki şair: “Velhasıl o rüyâ duruyor yerli yerinde” diyor, biz de rüyâlarımızın kaybolmadığına inanmalıydık. Kaldı ki hayat hiçbir zaman meselesiz ve dâvâsız olmamıştır. Cihanı üst üste karanlıkların sardığı bir dönemde, âdeta Kehkeşanlardan yıldızlar derip bununla her gün ayrı bir donanma gecesi teşkil ederek bununla kendi ülke ve kendi insanına hep başka başka bayram şenlikleri yaşatanlar, üstûreleşen koca bir tarihin ilk rüyalarını cılız bir söğüt ağacının dalları altında görmüşlerdi. Mütevazı bir toprak parçası üzerinde, oldukça basit bir hayat yaşayan bir avuç insanın,  hayallere sığmayan bir müthiş patlamayla, denizlerin dev dalgaları gibi birdenbire belirip ortaya çıkmaları, hangi sebeplerle izah edilirse edilsin, katiyen inandırıcı olamayacaktır. Hayır hayır! Bu âteşîn ruhları harekete geçiren, bu çelik iradeleri dünyanın hâkimi kılan sır, ne bunlarda ne de bunlar gibi şeylerde kat’iyen aranmamalıdır. Bence bu sır onların sağlam inançlarında, tarih şuurlarında ve mukaddes ideallerinde aranmalıdır. Âh, o zevke dalıp özden uzaklaşmalar; fîruze ve zebercet yaldızlı tavanlar altında çalım satmalar; zümrüt gibi bağ ve bahçelerde, lâle ve zambaklar arasında mest ü mahmûr rahata ve rehavete teslim olmalar..! Eyvah ki, bütün bunların hepsi oldu!!! Ne çıkar..!

“Ufuk” denen tabiat ekranı, bütün bir hayat mâcerâsını yaşar ve yaşatır. Her an, bir ümidden bir ümide, bir hayâlden bir hayâle ve fakat huzuru bulmak ümîdiyle koşar dururuz. Her noktada yoldaşımız, bütün tonlarıyla hüzündür. Yerlere dökülen sarı yaprakların her birinde bir güneş saklı bulunduğunu; Fuzuli’nin “ Dehr-i dûn her lâhza bir nevres gülü berbâd eder” mısrâını tekrarlayarak yağmurlu soğuk bir sonbahar günü Muş’a indim. Çevremde sis ve duman, önümde ardarda mânialar; hissiyatım sarsık, ruhum yaralı; yer yer aksak karıncalar gibi sekerek, zaman zaman yanıp kül oluncaya kadar ateşin etrâfında pervâz eden kelebekler gibi uçarak İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne ulaştım. Buradaki işlemlerimin uzaması Varto’ya gitmem için minibüs bulmamı zora sokmuştu. Uzun bir soruşturmadan sonra yük kamyonlarının olduğu alana gelmiştim. Etrafta sadece üç-dört kamyon vardı. Birinin ön kısmında yer bulmuş, parasını da peşin ödeyerek oturmuştum. Biraz sonra şoför geldi:

“Abi, biz orayı başefendiye ayırmıştık, söylemeyi unutmuşuz. Kendisi geldi. Siz arkaya geçin” dedi. İtiraz faydasızdı indim…

“Başefendi”  dediği uzatmalı bir jandarma onbaşısı idi. Daha önce söz verdiği doğru olamazdı. Çünkü “başefendi” ile Erzurum’dan gelirken aynı otobüste idik ve ben buraya ondan daha önce gelmiştim. O anda arkadaşımın kulakları çınlıyordu… Doğrusu, şoföre öğretmen olduğumu “itiraf ettiğim” için pişmanlık duyuyordum. Arkadaşımın sözlerini hatırlıyordum: ‘Muş küçük bir şehirdi. Herkes birbirini çabucak tanıyabiliyordu. Genellikle kendi aralarında toplanan, kendi aralarında gezip eğlenen memur zümresi içinde bir mertebelenmeyi dile getirmişti.. ‘Vâli muavinine “beyefendi”, Mal müdürü, Orman müdürü, Cezaevi müdürüne kadar bütün daire amirlerine
“Müdür-beyefendi”,  hükümet tabibi ”Doktor bey”, Fen memuru “Mühendis bey” idiler. Hepsi de bu yakıştırmalara layık ve onurlu mesleklerdi ama sadece öğretmenlere, evet sadece bizlere “bey” siz hitap edilir, “öğretmen” denirdi.

“Abi, biz orayı başefendiye ayırmıştık!!!...”

Oysa kalbimde vatan ufuklarına ışık saçmak için çalışan bir ideal adamın imanı, ruhunda kendine güvenen insanların azim ve iradesi, kafamda yarının, mamur, müreffeh ve mesut Türkiyesi’nin altın kapılarını açacak sihirli anahtarlarla… Savaş meydanlarına atılan kahramanlar gibi Muş’a gelmiştim...

Çanakkale’de, Aziziye’de, Plevne’de şehit düşen Mehmetçiklere has bir gururla ilim, irfan ve ışığın ulaşamadığı uzak yurt köşelerine aydınlık götürecektim. Artık en sıcak yuvam okul, en sevgili çocuklarım öğrencilerim, en vefalı dostlarım kitaplarım ve en büyük yardımcım da kalbimi dolduran öğretmenlik aşkı, gönlümü saran yurt sevgisi olacaktı.

Atıldığım bu hizmet ve fedakârlık yo-lunda, çetin güçlükler beni yıldırmayacaktı. Önüme dikilecek engeller ürkütmeyecekti. Maddi yoksulluklar, manevi sıkıntılar ideal yolumdan döndürmeyecekti. Zira kavuşmak istediğim hedefe iştiyakla koşan hangi ideal yolcusu bu çeşit güçlüklerle karşılaşmadı? Hangi ideal adamı yeşil servilerin gölgeliği serin çimenler üzerinde yürüyerek gayesine ulaşmıştır? İdeal yolu elbette uzun ve zorlu, elbette güçlük ve meşakkatlerle dolu olacaktı.

Ateşli kum çöllerinde, soğuk buz denizlerinde tehlikeli seyahatlere çıkmış ilim fedailerinin hayatını andıran yolculuğum, maddeye değil manaya; paraya değil, ruha ve şerefe değer verenlerin harcıydı.

Bu yol, aydınlık, ışık, hak ve hakikat yoluydu. Bu yol, göğsü imanla, kalbi cesaretle ve gönlü aşkla dolu olanların yoluydu. Bu yol fedakârlıklara katlanmasını, mahrumiyet ve ağırlıklara tahammül göstermesini, tehlikelere göğüs gerip güçlükleri yenmesini bilenlerin yoluydu.

* Bu yazı, Eğitim Bir-sen’in ‘Öğretmen Hatıraları’ Yarışmasında Türkiye Birincisi Olmuştur.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort