JoomlaLock.com All4Share.net

GÜZEL AHLÂKIN KÖKLERİ KALPTE MEYVELERİ AMELLERDEDİR

Evvelemirde biz müntesibler için kendi davamızı anlama adına, inanmak isteyenler için de hakikatin izharı olması sadedinde tasavvuf tarihi ile ilgili kısa bir girizgâh yapma arzusundayız.

Tasavvuf tarihi incelenirken şu iyi bilinmelidir ki diğer İslâmî ilimler gibi onun da ismen zikredilmesi üçüncü asır olarak da niteleyebileceğimiz tebe-i tâbiîn döneminde olmuştur. Onun için bu kurumun Hazreti Peygamber döneminde bulunmadığını iddia etmek ve dolayısıyla bunun bid’at, mensuplarının da ehli bid’at olduğu söylemek mes’elelere uzak ve sığ bir görüşe sahip olduğumuzu gösterir. Bu durum Hâce Hazretleri’nin (ksa) de bu tip durumları izah etmek için sık sık tekrarladığı; “Annem bana kör dedi, gelen geçene vur, dedi.” tekerlemesinin tipik bir örneğidir. Bu tip insanlar ya mes’elenin farkında değiller yahut da muannitliklerinden dolayı körü körüne hakikatleri inkâr etmektedirler. Bu yüzden biz bunlara laf anlatmaya çalışacak değiliz. Burası bizim mevzuumuzun dışındadır.

Tasavvuf hem Efendimiz (sav) döneminde hem de Hazreti Âdem’den Efendimiz’e kadar gelmiş bütün peygamberlerin hayatlarında var olmuş bir hakikattir. Hepsine gelen vahiyde tasavvufun varlığını söylemek yanlış olmaz. Ancak diğer semavi dinler tahrif edildiği gibi içerisinde bulunan tasavvufî hakikatler de tahrip edilmiştir. Bu ifademiz ilk okuyuşta biraz çarpıcı gelebilir fakat tasavvufun ne olduğu hususu iyi anlaşılırsa vicdan sahibi herkes bu hakikatin varlığını teyid edecektir. Ondan sonra ikrarı yahut inkârı hususunda konuşulabilir.

Üniversite yıllarında arkadaşlarım arasında geçen bir konuşmayı hatırlıyorum. Bir tanesi,

-Tasavvuf da neymiş? İmanın şartlarından mı? İnkâr ediyorum işte böyle bir şey dinde yoktur. Şimdi kâfir mi oldum, vs. cinsinden konuşurken diğerleri de dilleri döndüğünce bu kimseye inandıkları değeri anlatmaya çalışıyorlardı.

Bu açıdan bakılacak olursa tasavvuf iman şartlarında açıkça bulunmamaktadır. Dolaysıyla inkâr eden kâfir olmaz. Ancak tasavvuf; zühd-i Nebevî, Hazreti Peygamber’in takvâsı, bâtın yaşantısı, ahlâkı olarak anlaşılır ve anlatılırsa –Ki hadisenin hakikati budur.- elbette ki inkâr eden herkes hadisenin kendisine taalluk edecek neticelerine katlanmayı göze almalıdır.

Sözümüz tam da buraya gelmişken tasavvufun tarifi hususuna da değinmek gerekir. Bilinmelidir ki tasavvuf uçsuz bucaksız bir umman gibidir. Keyfiyeti yaşayanlarca malumdur. Bazı hakikatlerin kelimelerin dar kalıplarıyla izahı kâbil değildir. Ancak ehli tarafından suyunun suyu mesabesinde bazı tarifler yapılır ki bizler bütün bütün de bu güzelliklerden mahrum olmayalım. Şu da bilinmelidir ki yapılan bu tariflerin hepsi de tarifi yapan bu zevâtın yaşadıkları, anladıkları kadardır. Tam mânâsıyla, dört başı mâmur bir tarifin yapılması muhaldir.

Tasavvuf fıkıhtan, yani helâli haramı tatbikten ibarettir. İmam Âzam Ebû Hanife (ra); “Fıkıh, nefsin lehinde yahut aleyhinde olan hükümleri bilmek, gereğince tatbik etmektir.” buyuruyorlar. Daha mufassal bir tarif yapılacak olursa İsmail Çetin Hocaefendi’nin (ks) yaptığı tarif şöyle özetlenebilir:

Tasavvuf kelimesi Arapça olarak dört harften mürekkeptir. Te, Sad, Vav ve Fe. Bunlar adeta birer rumuz gibidir. Her harfin deruhte ettiği hakikatler alt başlıklar halinde şöyle sıralanabilir;

Tevhid: Allah’ı bir bilmek. Tevhid, Lâ ilâhe illallah cümlesi ile ifade edilen, Allah’tan başka ilâhları red edip, ilâh olarak yalnızca O’nu (cc) kabul etmek mânâsına gelir. İslâm’a girişin anahtarı kabul edilir. “Kim tağutu inkâr edip de Allah’a iman ederse, şüphesiz kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır.” (Bakara; 256)

Tenzih: Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenâbı Hakk’ı (cc) mahlukata ait her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hâllerden uzak bilip söylemek.

Teslim: Allah’ın buyruklarına fiilen teslim olmak.

Takvâ: Yasak olan şeyleri işleme arzusu gönlümüze gelince şiddetle Allah’tan korkmak. Emirlerin eda vakti gelince de bir an evvel yerine getirilmesi hususunda yine Allah’tan korkmak.

Tevekkül: Sebepler dairesinde yapmamız gereken her şeyi yapıp ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemek.

Sabır: Cenâbı Hak tarafından kuluna gelen her şeye kulun Allah için rıza göstermesidir. Ayet ve hadislerde çokça bahsi geçer.

Safvet (İhlâs): Allah’ın dilediğinin gönlüne lutfettiği bir nurdur. Bundan da ayet ve hadislerde sıkça bahsedilir.

Sehâvet: Kişinin Allah tarafından kendisine lutfedilen mülkü, yine Allah yolunda harcamaktan lezzet alması. Efendimiz (sav); “Sehâvet sahibi Allah’a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzaktır, insanlardan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Câhil sehâvet sahibini Allah, cimri ibadet düşkününden daha çok sever.” buyurmuşlardır.

Sıdk: İçi ve dışı bir olmaktır.

Vird: Zikirdir. Cenâbı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’de emrettiği zikr-i kesire/sürekli zikre ulaşmak için sâlike haline göre tarif edilen adetli zikirdir.

Vud: Sevgidir. Sevgi hem Allah’a karşı beslenen muhabbetullah hem de Allah’ı tanıyanlara, O’nun katında hürmetli olanlara duyulan iştiyak.

Vefâ: Allah’a yani va’z ettiği şer-i şerîfe ve O’nun halkettiği mahluka elinden gelenin en mükemmeli ile hizmete azmetmek.
Verâ: Takvânın ileri derecesi. Bilmediği ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket ederek bütün günahlardan çekinme hâleti.

Fakr: Allah’ın karşısında kendini fakir bilmek, bu mânâda aczini itiraf etmek.

Fenâ: Allah’ın muradının gerçekleşmesi için kendi isteklerini, nefsinin arzusunu bırakmak.

Ferd: Şu kâinatta herkes Allah’tan yüz çevirse, tek başına kalsak bile O’na kul olmaya azmetmek. Nitekim hadisi şerifte; Resûlullah (sav), “Müferridler öne geçti.” başka bir rivayette, “Müferridlere ne mutlu!” buyurmuş, “Kimdir onlar?” diye sorulduğunda da,     “Allah’ın zikrine düşkün olanlar.” diye cevap vermiştir. (Nihâye, 3/425, 5/242)

Görülüyor ki ehli vicdan, ehli ilim ve akıl sahibi olan herkes bu on altı hususun Kur’ân ve sünnet menşe’li olduğundan şüphe etmez. Burada şu soru akla gelebilir; “Efendim, tamam bunlar hakikaten doğru. Ama bunları tatbik etmek için illa bir mürşide niye ihtiyaç olsun, hepsini ben tek başıma yapabilirim. Şu halde bir başkasına niye bağlanıp, onun boyunduruğu altına gireyim?” Evet, doğru. Biz de zaten mürşidi olmayan Hakk’a vasıl olamaz demiyoruz. Ancak bu belki yüzde bir, belki de daha küçük bir ihtimaldir. Yani Yüce Rabbimiz dilerse sebepsiz olarak da insanın gönlüne hikmet tohumları eker ve yetiştirir. Fakat adetullah, sünnetullah böyle değildir, tebliğe bağlanmıştır. Her meslek erbabına tevdi’ edilmiştir. Nasıl tıpta doktora, hendesede mühendise, hukukta bir hukukçuya ihtiyaç var da onların uygun gördükleri eğitim metodunda sabırla sebat edilmeden o meslek öğrenilemezse; şer-i şerifin öğrenilmesi için de muhakkak bir muallime ihtiyaç vardır. Bu öğretme işini Efendimiz’e (sav) kadar peygamberler îfâ etmişler, Hazreti Peygamber’den (sav) sonra da; “Âlimler peygamber varisidir.” buyruğunca bu vazifeyi evliyaullah hazeratı sürdüregelmişlerdir.

Biraz önce aktardığımız; “Tek başıma yapabilirim.” cümlesi nasıl ifratsa, mutasavvıfların şer-i şerifle amel hususundaki gevşeklikleri ve “Bize ne gerekiyorsa şeyhim verir. Başka şeye gerek yok.” ifadeleri de tefrittir. Hakikat ehli, bu ikisini İmam Rabbânî Hazretleri’nin; “Şeriatimiz tarikatimiz; tarikatimiz şeriatimizdir.” buyruğunda olduğu gibi bir görmeli ve adeta birini bir eline, birini diğer eline alarak orta yolu takip etmelidir.

Büyük bir muhaddis, aynı zamanda bir fakih ve mutasavvıf olan İmam Malik Hazretleri (ra), “Bir kimse şeriati tutar tasavvufu bırakırsa fasık; tasavvufu tutar şeriati bırakırsa zındık olur. Ancak her ikisini de tutarsa Allah’a vasıl olur.” buyurmaktadır. Bu nakli teyid eder nitelikte Hazreti Mevlânâ’nın (ks), “Şeriat ve tarikati ayırmak, birbirinden ayrı şeylermiş gibi görmek böyle bakan insanların anlayışlarındaki bozukluğa delildir. Çünkü ancak şaşılar biri iki görür.” buyrukları ne kadar da yerli yerindedir.

Tasavvuf ve fıkhın ancak birlikte tatbiki ile hikmet elde edilir. Bir başka mânâda tasavvuf; şer-i şerifin nefsinin istek ve arzularından kurtulmuş kâmil insan nezaretinde tatbikidir. Bu talim ve tatbikin yani öğretinin geçmişte ciddi imtihanlar neticesinde gerçekleştiği malumdur. Ancak bu zor süreçten sonra birçok insan imanda kemâl, ahlâkta cemâl, amel de salâh elde etmiş. Zamanımızda ise durum biraz daha farklı. Geçmişe nisbetle büyüklerimizin meclislerine çok daha kolay vasıl olunabiliyor. İçerisinde bulunduğumuz ahir zamanın da hassasiyyeti nazara verilerek asrımızda tarikatin insanlar küfür, fısk ve isyandan muhafaza edilsin diye verildiği aşikârdır.

Tasavvuf insanlara güzel ahlâkı elde etmenin yolunu öğretir. Çünkü güzel ahlâkı elde etmek Efendimiz’e (sav) tabi olmak demektir. Ve bu tebeiyyetin en güzel örneği ashabın hayatıdır. Onlar Peygamberimiz’e olan sevgileri, bağlılıkları ve itaatleriyle tekâmül etmişlerdir. Cenâbı Hakk’ın; “Muhakkak Sen yüce bir ahlâk üzeresin.” buyruğu ve Efendimiz’in; “Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” hadisi ahlâkın öneminin anlaşılması açısından mühimdir. Ashab bu öğreti ile yetişmiştir ve bu eğitim el-anda “peygamber varisleri” ile devam etmektedir elhamdülillah. Güzel ahlâkın mü’minde temeyyüz etmesi gerekir. Yani “görüldüğü zaman Hakk’ı hatırlatmak” gibi yüce bir gayesi olan mü’minin hayatında güzel ahlâkın mühim bir yeri vardır. Hazreti Ömer, Horasan’a tebliğ için gönderdiği kimselere; “Sizler yüzün beneği gibi insanlar içinde besbelli olunuz.” buyurmuştur.

Bu eğitimde kalbin durumu çok önemlidir. Oraya yapılması gereken mânevî yatırım yapılmadan diğer ameller faide vermeyecektir. Çünkü kalp imar edilmeden dibi delik bir çuvala benzer. Bu haliyle o çuvalı doldurmak için ne yaparsak yapalım netice hüsran olacaktır. Ancak bu imar kolay bir iş değildir. Çünkü ahlâkın kalpte temekkün etmesi gerekir. Güzel ahlâk kökleri kalpte, meyveleri amellerde olan bir ağaç gibidir. O yüzden yetişip meyve verir hale gelmesi için evvelâ nasip, saniyen vakit gerekir, yani bu bir süreç işidir. İlk dönem sûfîlerinden Ebû Hâşim Sûfî (ks) bu hususa işaret ederek; “Kalpte yerleşmiş bir kibri kazımak, dağları iğne ile kazımaktan daha zordur.” buyurmuşlardır. Kibir, burada adeta Allah’ın hoşlanmadığı her şeyi temsil eden bir remz gibidir. Allah’ın hoşlanmadığı şeyleri kalpten tasfiye ancak kâmil insan nezaretinde mümkündür. Kâmil insan ise Ebû Said el-Harrâz’a (ks) göre; “Allah’ın kalbini temizleyip nurla doldurduğu kimsedir.”

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin “İmandan İhsana Tasavvuf” adlı eserindeki şu cümleleri netice olarak arz etmek isteriz:

“Mutasavvıfın hedefi; kalbini Hazreti İbrahim gibi dünyadan salim ve ilâhi emirlere itaatkâr; Hazreti İsmail gibi Hakk’a teslim ve ilâhi takdire razı; Hazreti Eyyûb gibi sabırlı kılmaktır. Mü’minin hüznü Hazreti Dâvud’un hüznü, fakirliği ise Hazreti İsa’nın fakirliği ve istiğnası gibi olmalıdır. Mutasavvıf; Hazreti Musa’nın münacaatı esnasındaki şevk ve iştiyakla lebâleb dolu bir gönle ve nihayet Efendimiz’in (sav) ihlâsına, yani Rabbi’ne karşı olan muhabbet ve samimiyetine sahip olmaya çalışan kimsedir.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort