JoomlaLock.com All4Share.net

MUTASAVVIFA ÖĞRETİLEN DİNİN EMİRLERİNDEN BAŞKASI DEĞİLDİR

“Tasavvufun insan hayatına kazandırdıkları” başlıklı dosya konumuzu işlerken geçtiğimiz ay mes’elemizin bir bölümü olan tasavvufun tanımı, mutasavvıfın şer-i şerifle amel etmesi ve güzel ahlâkı gönlünde yerleştirmesi ile ilgili kısmı elimizden geldiğince ifadeye gayret etmiştik. Bu sayımızda da aynı minvâl üzere konumuzu işlemeye devam edeceğiz inşâallah.

Yazımızın ilk bölümünü insanın ahlâkını peygamberlerin güzel hasletlerine benzetmeye çalışması gerektiğini ifade ederek bitirmiştik. Bu elbette kolay olmayacaktır. Yani aklımıza şöyle bir takım düşünceler gelebilir; “Biz kim, böyle olmak kim? Onlar Allah’ın peygamberleri, tabîi ki öyle olacaklar.” Bu ifadeler kısmen doğrudur. Ancak onların peygamberlik vazifelerinden önce Allah’a kul oldukları unutulmamalıdır. Ayeti kerimelerde de Cenâbı Hakk’ın, onlarla ilgili olarak öne çıkardığı vasıflar kullukla alâkalıdır. Onların takvalarından, emin kişiliklerinden, Rableri’ne karşı itaatkâr, salih ve muhsin oluşlarından bahsetmektedir. “Peygamberlerin velâyetlerinin nübüvvetlerinden büyük oluşu” ifadesi de bu hakikate dikkat çekmek içindir. Yani onların Allah’la ikili ilişkileri, kullukları, Cenâbı Hak ile aralarındaki ülfet ünsiyetleri, icrâ ettikleri vazifelerinden önce gelir. Kelime-i şehadetteki “abduhû ve rasûluhû” ifadesinde kulluğun önce söylenmesi de yine aynı hakikatten mebnidir. Bizim onlara benzemekle emrolunduğumuz cihet şahsiyetleridir, risaletleri değil. Rabbimiz’in; “kûnû Rabbâniyyûn-Rabbânîlerden olun.” (3/Âl-i İmrân-79) emri de bu hakikate işaret etmektedir. Mü’min/muvahhid/mutasavvıf bu cihetleri ile onlara benzemek zorundadır. Benzeyebildiği ölçüde de Cenâbı Hak katında muteber bir kul olur.

Mü’min için dâr-ı gurbet olan bu dünyada, hele ki âhir zamanda imanını muhafaza etmesi, ahlâkını güzelleştirmesi ve Cenâbı Hakk’ın rızasına ermesine vesile olacak amellerde muvaffak olabilmesi zordur. Ancak imkânsız da değildir. Kur’ân-ı Kerim’in hemen hemen üçte birlik kısmı kıssalardan müteşekkildir. Bu kıssalar sadece geçmişten malumat sahibi olmak için bize bildirilmemiştir. O zamanlardaki kötü kimselerden ve yaşanmış tatsız hadiselerden ibret alıp onlarla aynı hallere düşmekten içtinâb etmemiz gerektiği kadar; o kıssalarda Allah’ın razı olduğunu bildirdiği kimselere benzemeye azmetmeli ve onların yaptığı hayırlı işlerde biz de muvaffak olmaya çalışmalıyız. Yalnız buna gayret ederken bu seyirde tevfîk ve inâyetin Rabbimiz’den olduğunu âdeta son sözün O’nun (cc) tarafından söyleneceğini de unutmamalıyız.
Hâce Hazretleri (ksa); “Başlangıçta herkese verilen sermaye eşittir. Cenâbı Hak imanı dahi herkese eşit vermiş, hatta peygamberlerle bizlere eşit taksim etmiştir. Ancak peygamberler ve salih kimseler yine Allah’ın inayeti ile kendilerindeki cevherleri en mükemmel şekilde işlemiş ve Rabbimiz’in rızasını kazanmışlardır.” buyurarak insana yaratılıştan verilen değere dikkat çekmiştir. Her insanın mayasında, kanında, canında -hadisi şerifte bunların hepsine birden fıtrat denilmiş- böyle kâmil bir kul olma hususiyeti vardır. Bizlere âdemoğlu denilerek Hazreti Âdem’e nisbet edilmemiz dahi aynı hakikate işaret eder. İşte özümüzde bulunan güzelliklere, hakikatimize ermek için alınacak eğitim, devrini ikmâl eden kâmil insanın elinden olacaktır. İmam Efendi Osman Bedrüddin Erzurûmî Hazretleri ikmâli; “Devrini ikmal etmek şu demektir: Bir buğday tanesi yetiştikten sonra toprağa tohum olarak atılır, sonra da filizlenip yeşerdikten sonra başak haline gelerek kendisi gibi buğdayların yetişmesine vesile olursa o tane devrini ikmâl etmiş olur, yani yaratılış gayesini açığa çıkarmış olur. İnsan da Allah’a kullukla, şer-i şerifin zâhirine ve bâtınına ittibâyla, sünnete temessûk ile Cenâbı Hakk’a vuslat edip rıza-i Bârî’yi bu dünyada kazandıktan sonra diğer insanların da O’nun (cc) kurbetine, vuslatına, rızasına ermesine vesile oluyorsa o da devrini ikmâl etmiştir.” şeklinde izah ediyorlar.

Âlemlerin Rabbi tarafından terbiye edilmiş insanı kâmil, tıpkı ashabı kiramı terbiye eden Hazreti Peygamber gibi ihvânını eğitir. Zaten Efendimiz (sav) de hadisi şeriflerinde; “Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti.” buyurmamışlar mı? Bu terbiye hiç değişmemiştir. Bu tedriste öğrenen ve öğretenin sadece isimleri değişmiştir. Hazreti Peygamber’e (sav) varis olan mürşid ile ashaba varis olabilecek olan mürid arasında bu eğitim ale’d-devam sürmektedir elhamdülillâh. Büyüklerimizin ifadesiyle müfredât dahi değişmeden devam etmektedir. Uygulamalı örnekleri ise hem kıssalarda, hem ashabı kiram efendilerimizin hayatlarında, hem de büyüklerimizin tecrübelerinde görülür. Peki, ne var bu müfredâtın içerisinde?

Büyüklerimiz bu müfredatı beş ana başlıkta toplamışlardır. Bu başlıkların hepsi şer-i şerifin bize emridir. Din binası bu temel sütunlar üzerine inşâ edilir. Çünkü bunlar, yapacağımız diğer bütün amellerin rızaya uygun olarak yapılması ve neticede makbul olabilmesi için olmazsa olmazlardır.

Sevgi…
Bu müfredâtın içerisinde evvelâ sevgi öğretilir talibe. Katışıksız, karşılıksız bir sevgi. İman ettikten sonra Cenâbı Hakk’ı ve O’ndan (cc) ötürü de bütün yaratılanı, bu yaratılanların içerisinde de eşref/ekmel olan insanı yine Allah rızası için sevmek. Çünkü Cenâbı Hak, yaratırken insanı sevmiş ve Zâtî sevgisinin müzhiri olması için onu halk etmiştir. İnsanların en Hayırlısı’na, Habîbim diye seslenmesi de bu muhabbetin izharıdır. Efendimiz’den sonra da O’na (sav) yakınlığı, ülfeti neticesinde diğer insanlara bu sevgiden şubeler ihsan edilmiştir. Sevgi kâinatın yaratılışından bugüne kadar olan bütün amelleri kıymetlendiren bir öz olmuştur. Habil’in kurbanını, Hz. İbrahim’in adağını, Hz. Ebû Bekir’in fedakârlığını, Hz. Selman’ın hicretini, Ğavs-ı Geylânî’nin şecaatini, Şahı Nakşibend’in hararetini, Ğavs-ı Kasrıkî’nin muhabbetini izah edecek yegâne sözcük sevgidir. Sevginin insanı sevdiğine benzetmesi bu eğitim sürecinde onun ne kadar mühim bir yerinin olduğunun göstergesidir.
Cenâbı Hakk’ın Hazreti Musa ile mükâlemesinden hareketle sevginin ne denli önemli olduğunu kaynaklarımız bize bildiriyorlar. Hazreti Musa’ya Tûr-i Sinâ’da; “Ya Musa! Bizim için ne yapıyorsun?” diye sual buyurmuşlar. Hazreti Musa da; “Namaz kılıyorum, oruç tutuyorum…” diye amellerini saymaya başlamış. Ancak ne söylemişse Rabbimiz; “Hayır, o kendin için diye.” mukabelede bulunmuş. Hazreti Musa’da bu sualdeki nükteyi anlamak için; “Öyleyse Senin için ne yapabilirim Ya Rabbi?” diye arz edince Allahu Teâlâ iki şey emir buyurmuş; Hubb-i lillâh, Buğz-i fillâh… Buradan da anlıyoruz ki sevgi bahsinin içerisinde kimi seveceğini bilmek kadar, kimleri sevmeyeceğini bilmek de vardır. Ayeti kerimede Rabbimiz; “eşiddâu alâ’l-kuffâri ruhamâu beynehum-O’nun (sav) yanında bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.” buyurarak bu sınırları bize bildirmiştir.

Sünnete Mutabaat…
Yaratılmışlar içerisinde sevginin en mükemmeli ve en ileri derecesi Hazreti Peygamber’e duyulan sevgidir. O’nu (sav) sevmenin âlemetlerinden bir tanesi ise sünnetine mutabaattır. Sâlikin kendi arzu ve isteklerini bir kenara bırakması ve her hususta Sultânü’l-Enbiya’ya ittibayı gönülden arzular hale gelmesi de bu yolda büyüklerimizin bizlere ilkâ etmeye çalıştığı diğer bir güzelliktir. Sünnete kâmilen mutabaatı büyüklerimizin hayatlarında en mükemmel şekilde gördükçe ilk planda hikmetini anlayamasak da, tahkike eremesek de takliden bile olsa Efendimiz’e uymanın bereketiyle kıymetleniriz.

Efendimiz (sav); “Sallî raeytumûnî-Beni gördüğünüz gibi namaz kılın.” buyurmuşlardır. Buradaki “Beni gördüğünüz gibi…” ifadesi özelde namaz için olsa da O’nun (sav) hayatının tamamı için geçerlidir. Bizim yapıp ettiğimiz her şey Aleyhi’s-Selâtü Ve’s-Selâm Efendimiz’in onayından, olurundan geçmek zorundadır. Aksi takdirde Cenâbı Hakk’ın katında makbul olması da düşünülemez. Diyebiliriz ki O’na (sav) uğramayan yol, Allah’a varmaz.

Anlayış…
Cenâbı Hakk’ın sevgi bahşettiği, sünnete uymakla şereflendirdiği kuluna sevdiklerinin eliyle yudum yudum ikram ettiği bir diğer güzellik ise anlayıştır. Murada uygun, istenilen şekilde bir anlayış Rabbimiz’in kulu hakkındaki hayrıdır. Çünkü Efendimiz (sav) “Allah bir kulun hakkında hayır murad ederse onu dinde fakih kılar.” buyurmuşlardır. Büyüklerimiz hadisi şerifte geçen fakih ifadesini “ince bir anlayış sahibi” olarak izah etmişlerdir. Çünkü kulun yaptığı amelleri kıymetlendirecek, Rabbimiz’in istediği şekliyle yerine getirilebilecek olması anlayışla da alâkalıdır.

Yalnız bu anlayış öyle gökten zembille inecek de değildir. Ancak bir terbiye ile insanın gönlüne tulû eder. Bu terbiyeye her mü’minin ihtiyacı vardır. Anlayış, Hâce Hazretleri’nin (ksa) ifadeleriyle; “Şâri tarafından belirlenen mutlak hakikatlerin, bu hakikatle muhatap olan kişinin bu hakikate hissesi, nasibi olanın gerek zâhirinde, yani fiil ve aksiyonlarında, muamelesinde gerek bâtınında duygusal yönünde ve düşünce yapısında kemâle gelmesi, zirve bir noktaya ulaşmasıdır.” Bu da ancak daha önce bu basamaklardan geçmiş bir muallimin eğitimiyle olur. Bunun usulü budur. Kişinin kendi kendisine geliştirebileceği bir meleke değildir.

Hâce Hazretleri (ksa); “Yolumuzda sülûk edecek kimsenin, âdeta iki kanat mesabesinde olan, muhabbetullaha ve marifetullaha muhakkak ihtiyacı vardır. Bunların dışında bir istikamet tutan ise işini sarpa uğratır.” buyurmuşlardır. Muhabbetullaha sevgi bahsinde kısmen değindiğimiz için burada tekrara lüzum görmüyoruz. Marifetullahın ise anlayışla ilgili olduğu kanaatindeyiz. Nitekim Allah katında makbul amelin ne olduğu, hangi zamanlarda yapılması gerektiği ve nasıl icra edileceği hususları iz’an sahiplerince anlaşılacaktır. Yahut da gerek anlayışta gerek uygulanışta zamana, mekâna, şartlara göre olabilecek değişiklikler yine ince bir anlayışla kavranabilir. Hadisi şerifte Resûlullah Efendimiz’in doğru bir çizgi çizdiği ve; “Bu, Allahu Teâlâ’nın yoludur.” buyurduğu, sonra bu çizginin sağından ve solundan çıkan çizgiler çizip; “Bu yolların her birinde şeytan vardır ve kendine çağırır.” buyurduğu rivayet edilir. İşte yanlış yollara sapmamak ve dosdoğru bir çizgi olan râh-i İslâm’ı kaybetmemek için ince bir anlayışa ihtiyaç vardır.

Kardeşlik…
Tasavvufun insan hayatına en önemli katkılarından bir tanesi de kardeşliktir. Bu kavram hem geçmişte, hem zamanımızda, hem de gelecekte dünyanın en çok ihtiyacı olan duygulardan bir tanesidir. Ashabı kiramın bu mes’eledeki hassasiyetleri o derece idi ki yaşadıkları kardeşlik dillere destan olmuştur. Sadece dünyalık anlamında değil, hayatlarının her anında kardeşlerini kendilerine tercih etmişlerdir. Hâce Hazretleri’nin (ksa) yakınlarında bulunan arkadaşlarına ısrarla, ihvanlarına karşı şefkati ve merhameti tavsiye etmeleri de bu yüzdendir. Rabbimiz ayeti kerimede “Ancak mü’minlerin kardeş olduğunu” beyan ediyor. Bu kardeşliğin en güzel şekilde yaşanması Allah’ın rahmetini celbedecektir. Bu kardeşlik mükemmelen yaşandığı için ashabı kiramın, Efendimiz’le birlikte geçirdiği o zaman dilimine asrısaadet denilmiştir. Onlar “İnnallâhe meanâ- Allah bizimle beraber.”  hakikati ile serlevhâ hâlini alan birlikteliğin huzuruyla her türlü sıkıntı ve zorluğun üstesinden gelmiş, Allah için bir arada bulunduklarında Rabbimiz’in de kendileriyle olmasının hoşnutluğuyla şâd olmuşlardır. Dinimizin bize emrettiği bu kardeşlik Efendimiz (sav) ile ashabın hayatı anlaşıldığı ölçüde yaşanır. Allah için bir araya geldiğimizde, dünyevi ve uhrevi bütün umurlarımızı birleştirdiğimiz ölçüde aramızdaki kardeşlik hukuku ziyadeleşecek ve “ben” merkezli değil, “biz” merkezli bir hayatın bizim için de vaadedilen bir hakikat olduğu aşikâr olacaktır.

Velâyetin Canlı Tutulması…
Sâlikin gönlünde sevgi temekkün ettikten, sünnete mutabaat kâmilen gerçekleştikten, anlayışı ilerleyip fehmi arttıktan, kardeşlik onun hayatında yer ettikten sonra bütün bu melekelerin nereden geldiğini ve nasıl tekâmül edeceğini bilmesi yani velâyeti anlaması da yolumuzun tâlibe kazandırdığı değerlerdendir. Bu hususta Hâce Hazretleri (ksa); “İslam’ın bekâsı ve devamı velâyetin anlaşılmasına bağlıdır. Çünkü biz anlayışımızı bu kanaldan yani Peygamber’den, sahabiden, ehlibeytten ve velilerden oluşan silsile yoluyla alırız. Çünkü din bunlarla kaimdir. Bunların üzerinden bize intikal etmiştir. Bizden sonrakilere de bozulmadan aktarılabilmesi velâyetin canlı tutulması ile mümkündür.” buyurmuşlardır. Ayeti kerimede de buna işaret edilmiş dini en güzel anlayan, en mükemmel yaşayan ve hiç bozmadan aktaranlar ehlullah hazerâtı olduğu için velâyet sahiplerine herhangi bir korku ve hüznün olmayacağı beyan edilmiştir. Bu kimseler imanın şahsiyet kazanmış şeklidirler. Onlar her şeylerini Allah ve Resûlü’ne adamışlardır. Tüm yaşantılarında yalnızca Allah için olduklarından Cenâbı Hak da onları adeta müjdeleyerek şu kutsî hadisi Efendimiz’e ilhâm etmiştir; “…Onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Ben’den bir şey istediğinde ona verir, Bana sığındığında onu korurum.”
Netice olarak şunu iyi bilmeliyiz ki tasavvufun sâlikten beklediği, dinin bizden istediğinden başka bir şey değildir. Hâcegân yolu talipten iyi bir Müslüman olmasını bekler. Bunun haricinde bir beklentisi yoktur. O yüzden ısrarla diyoruz ki tasavvuf dinden gayrı bir şey değildir. Geçen ayki sayıda ifade edilmişti zaten bu hakikat; “Tasavvuf dinin ta kendisidir. O yüzden dindeki yeri gösterilemez.” diye. Tasavvuf; işte bu ilişkinin adıdır. Cenâbı Hak’tan dileğimiz odur ki bizi hem bu dünyada hem de ukbada bu ilişkinin bir anından bile mahrum etmesin. Allahu Teâlâ ve O’nun sevdikleri tarafından sevilen ve onları en sâfî duygularla sevebilen, sünnete en güzel şekilde ittiba eden, mes’eleleri Rabbimiz’in bizden istediği şekliyle anlayabilen, kardeşliği rızası doğrultusunda yaşayabilen ve velâyeti O’na uzanan bir yol olarak tutabilen bir kul olabilmeyi bizlere nasip eylesin. Ve bizleri mürebbi-i hakikî olan salihlerden ayırmasın.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort