JoomlaLock.com All4Share.net

HER NE YAPARSAK YAPALIM NETİCEDE RIZAYA MATUF ADIMLAR ATMALIYIZ

Her Ne Yaparsak Yapalım

Her Ne Yaparsak Yapalım Neticede Rızaya Matuf Adımlar Atmalıyız - Abdülkadir VİSÂLÎ

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Her Ne Yaparsak Yapalım Neticde Rızaya Matuf Adımlar Atmalıyız

 

Son zamanlarda memleketimizde milli birlik ve mutabakat zemininin ama öyle ama böyle oluştuğuna şahit oluyoruz. Memleketimiz üzerinde oynanmaya çalışılan büyük oyunlara milletimizin her kademesinden insanımız, kendi çapında belli zorluklara göğüs gererek, en güzel cevabı verdi ve hamdolsun, içeriden ve dışarıdan her türlü muarız, gereken karşılığı gördü. Gelen şehit haberlerine, ekonomik dalgalanmalara, anayasa değişikliği görüşmeleri sırasında yaşanan gerginliklere, doğusuyla batısıyla batıla hizmet eden bütün devletlerin, kendilerinden kirli oyunlarına rağmen halkımız teenni ile hareket etmiş, kışkırtma/tahrik girişimlerini elinin tersiyle iterek sağduyusundan ödün vermemiştir. 

Tabi istisnai durumlar da var. Dini duyguları zayıf, Rabbine karşı duruşu bozuk olunca insan; vatan, millet, devlet, namus, insan hakları gibi kavramların hepsini umursamaz olduğundan kendi menfaatleri için her şeyi satabilecek, ihanet ve dalalet içerisinde bulunabilecek bir potansiyele de sahip oluveriyor. Kısacası bunlar ne Halık tanıyor ne mahluk tanıyor. 

Hâlbuki müminler olarak biz öyle değiliz. Yaratılanla olan bütün münasebetimiz, Yaratan’ı tanıyışımızdaki, O’nunla olan ülfet ve ünsiyetimizdeki tekâmül yahut tenakus nispetindedir. Dolayısıyla hayatımızda bizim anlayışımıza göre müspet ya da menfi olan her şeyi biz bir şekilde Rabbimizle irtibatlandırmak durumundayız. “Rabbimizin her şeyi hakkıyla bildiğine” (Hucurat 16) bizim kavi imanımız vardır. Zaten diğer bir ayeti kerimede de “(Ey insanoğlu!) Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir.” (Nisa 79) buyrulmuş. Dolayısıyla Halıkımızı -hâşâ- göz ardı ederek baktığımız her meseleyi kendi dar görüşümüzle ele almış oluruz ki bunun sonucunun hüsran olduğu apaçık ortadadır.

Cenabı Hak bizi bu dünyaya gönderirken burada istediğimiz gibi at koşturma imkanını bize vermemiştir. Tam tersine “De ki ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Dilediğine mülk verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın; dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın. Hayır yalnız Senin elindedir. Gerçekten Sen, her şeye gücü yetensin.” (Âl-i İmran 26) buyruğuyla güç ve kuvvetin yed-i kudretinde olduğunu bize haber vermiştir. 

Nasıl ki Cenabı Hakk’ın Zâtı ebedîdir, nihayeti yoktur, sıfatlarının da bir sonu yoktur. El-Hâdî, el-Rahmân, el-Ğaffâr, el-Muhyî, el-Zâhir, el-Nâfi ismi şeriflerinin tecellisi devam ettiği gibi, el-Mudil, el-Muntakim, el-Kahhâr, el-Mumît, el-Bâtın, el-Dârr ismi şeriflerinin tecellisi de devam etmektedir. Dolayısıyla bunların muhatap olduğumuz, tabiri caizse elle tutulur, gözle görülür bir tarafı da var hiç şüphesiz. Ve mükevvenat bu tecelliler arasındaki denge ile ayakta durur. 

Hâce Hazretleri (ksa); “Dünyada batıl ne kadar kuvvetlenirse kuvvetlensin hiçbir zaman hakkı boğamaz, tam manasıyla onu silemez. Aynı şekilde hak ne kadar güçlenirse güçlensin, neşvünema bulursa bulsun batıla her yönüyle galip olamaz. Onu yeryüzünden söküp atamaz. Çünkü hak da batıl da Rahman’ın tecellilerinin görünen yüzleridir.” buyurmuştu.

Meseleyi tarihsel seyriyle birlikte ele aldığımızda da şunu görürüz ki Cenabı Hak adaleti gereği bazen hakkın, bazen batılın galib olmasına imkan vermiş, böylelikle müminleri terbiye etmeyi murad etmiştir. Niçin müminleri diyoruz? Çünkü Rabbimizin işleri biz müminlerle elhamdülillah. Bu dünyanın var oluş amacının da müminleri Cemal-i bâ-kemâle layık hale getirmek olduğuna inanıyoruz. 

Kimi zaman hak, kimi zaman batıl galip olur, dedik. Bizler biliyoruz ki ilk hased, ilk kıskançlık ilk insanlarla başlamıştır. Bir an düşünelim. Evet, şimdi dünya kalabalık, ihtiyaçlar fazla, kaynaklar tükenmek üzere ama o zaman kimse yok. Dolayısıyla zahirde paylaşılamayacak hiçbir şey yok. Ama nefis zalim. Kendisine takdir edilene razı olmaması, kardeşinin hissesine hased etmesi, Kabil’e, o günahı işleyenlerin her birinden üzerine bir payın yazılacağı, katli irtikap ettirdi. Görüyoruz ki saadet asrı sayılabilecek bir ortamdan, hem peygamberimiz hem atamız olan Hazreti Adem ile birlikte bir avuç insanın yaşadığı bir hayatın içinden çıkan kimselerle adeta o huzura darbe vurulmuş, saadet ortamı bozulmuştu.

Bundan sonra da bazen iyiden kötüye, bazen kötüden iyiye hak-batıl mücadelesi hep süregeldi. Efendimiz’in (sav) döneminde her türlü fuhşiyat, münkerat yaygın idi. Belki dünyadaki kötülüklerin o zamana kadar hiç görülmemiş şekli o devirde bulunmakta idi. O insanlar, büyür de utanacağımız birşey işler suizannıyla kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekte, soyca üstün saydıklarından gayrisini insan yerine koymamakta, zenginlerinin ve soylularının yaptığı her türlü ahlaksızlığa, hileye göz yumarlarken; fakir olan ve alt tabakadan saydıklarının yaptığı ufacık yanlışlara bile akıl almaz işkenceleri layık görüyorlardı. 

İşte batılın hak/hakikat karşısında ezici üstünlüğünün olduğu bu devrede insanlık ufkunu öyle bir karanlık/zulmet kaplamıştı ki sanki hiç güneş doğmaz zannediliyordu. Fakat Cenabı Hak, Kainatın Efendisi’ni risaletini izhar ile görevlendirerek cahiliye devrinden başlayıp kıyamet sabahına kadar ziyasından istifade edilecek bir güneşin doğmasını takdir buyurmuştu. Onun için büyüklerimiz; “Güneşin doğmasına en yakın an gecenin zifiri karanlık olduğu andır.” buyurmuşlar.

Efendimiz’den sonra saadet dolu bugünler bir müddet daha devam etmiş, Hazreti Osman’ın şehid edilmesiyle başlayan huzursuzluklar, Hazreti Ali’nin şehadetiyle daha da şiddetlenmiş; Hazreti Hasan’ın fedakâr siyasetine rağmen durulmamış, ne yazık ki Hazreti Hüseyin efendimizin şehadetiyle adeta zulüm göklere çıkmıştır. Emevilerin, Hüseyin efendimizin nesliyle; Abbasilerin, Hasan efendimizin nesliyle uğraşmaları, Peygamber evlatlarının maruz kaldıkları eziyetleri ise anlatmaya şu küçük sahifeler yetmez... 

Selçuklu Devleti ve beylikler döneminde kendini biraz daha toparlama imkanı bulan hak/hakikat, yavaş yavaş batıla karşı üstün konuma gelmeye başlamış idi. Şeyh Edebali’nin himmeti, Osman Bey’in gayreti ile hakkın üstünlüğü iyice belirginleşmiş, bundan inanan inanmayan hatta canlı cansız bütün dünyanın istifade edeceği bir zemin oluşmuş idi. Tabi bu da ila nihaye sürmedi, süremezdi de zaten. Dedik ya “Bazen öyle, bazen böyle” Çünkü bu Rabbimizin terbiye usullerinden. Nimetin elimizden alınması bazen bizim kârımızadır. Gayretimiz artar. Aksi halde rehavet her yerimizi kuşatıyor da nimetin/hayrın içinde şerri yaşıyoruz çoğu zaman. Öyle ya “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa o, hakkınızda hayırlıdır. Olur ki, siz bir şeyi seversiniz; ama o, sizin hakkınızda bir fenalıktır.” (Bakara 216) buyrulmuş. 

1800’lü yıllardan sonra işler tersine döndü. Zaman zaman sekteye uğrasa da bu iyi gidiş Meşrutiyet ilanları, İttihat Terakki, Jön-Türk, batılılaşma falan derken 23’de rejim değişikliğine kadar meseleyi getirdi. Ondan sonrası malum; saltanatın kaldırılması, hilafetin ilgası, şapka inkılabı, tekke ve zaviyelerin kapatılması, harf inkılabı vs… 

Gelelim günümüze… Bu sünnetullah/adetullah elhak günümüz için de böyledir. Hiçbir karanlık yüz sene sürmez, buyurmuş büyükler. 60’lara kadar iyice tırmanan karanlık devir, 60’tan sonra yerini biiznillah aydınlık geleceğe bırakmaya başladı. Şimdi bizler yaklaşık olarak elli yılını geride bıraktığımız ve her geçen gün hak ve hakikatin batıla galip geleceği bir zamana yaklaşıyoruz. Bu işin birçok cephesi de var şüphesiz. İşin siyaset ayağını cumhurbaşkanımız, bu davayı kavramış, gönülden katkı sağlamaya çalışan bir avuç insan ve onlara oy verip işlerini kolaylaştıran halk yüklenmiş götürüyorlar. Bu işin zâhir kısmı. Perde arkasında da duaları ile onları destekleyen, manen elini taşın altına koyup hadislerin Hakk’ın rızasına göre olmasına çabalayan büyüklerimiz, evliyaullah hazeratı var. Bu da işin bâtın/gizli, görünmeyen kısmıdır. Ufak tefek aksaklıklar olsa da şimdilik işler yolunda çok şükür. Fakat müslümanlar için bütün mesele, bu güzel gidişe, Rabbimizin rızasını celp edecek bir hüviyet kazandırma çabasından ibaret olmalıdır. Aksi takdirde, ne kadar iyi işler yaparsak yapalım, sadece dünya için çalışmış oluruz ki bu bizim için fani olanı baki olana tercih etmek demek olur. Böyle bir durumdan da Allahımıza sığınırız.

Ama maalesef çoğunlukla işin madde planında olanlar da mana cephesinde olduğunu iddia edenler de boş lakırtıdan öteye gidememektedirler. 

Bugün iktidar partisinin gençlik teşkilatları, kadın kolları, siyasal yapılanması ile muhalefet partilerinin gençlik teşkilatları, kadın kolları ve siyasal faaliyetleri arasında ne gibi bir fark görebilmekteyiz? Aksine, tabelaları değiştirsek bocalayacağımızı söylemek hakikaten işten bile değil. 

Hakeza, cemaat adamı, mana insanı olmak arzusunda bulunanlar da varı yoğu dünya olanlardan hangi noktada ayrılmaktalar? Yoksa tam tersi, neredeyse onlardan daha fazla dünyaya meyletmiş, ahiretin ebedi nimetlerini göz ardı etmiş bir vaziyetteler mi? Öyle ya, sanki artık kendilerine hiçbir zararın erişemeyeceğinden o kadar eminler ki bütün yapıp ettikleri ortada. Hiç tedbir alma, sakınma gereği duymuyorlar sanki. Bunun da tefrit olduğu kanaatini taşıyoruz. Maalesef orta yolu bir türlü bulamadık. Ya her şeyden kendimizi tamamen geri çekip ifrada düşüyoruz, tamamen dışa kapanıp Allah’tan ümidimiz kalmamışçasına kabuğumuza çekiliyoruz; ya da elimize berat almış gibi her şeyimizle ortada duruyoruz. Üstelik vazifeleri ağırlıkla mana cephesinde olan bu oluşumlar, işi sosyal derneklere, ekonomik kulüplere, kültürel faaliyetlere bozmuş bir de bununla övünür olmuşuz. Ne diyelim, Allah sonumuzu hayretsin. 

Öyle inanıyoruz ki bize düşen, gelinen noktada yakaladığımız bu ivmenin hem millet olarak hem de ümmet olarak daha iyi noktalara taşınması için çabalamaktır. Rabbimizin ezelde yaptığı taksimle kısmetimize düşen bu dirilişi, toparlanışı bozmama gayreti ile adımlar atmaktır. Kısacası biz hadiselerin seyrine baktığımızda İslam’ın, hakkın, hakikatin, izzetimizin yükseldiği/yükseleceği bir zaman diliminde bulunuyoruz. Biz bunu anlayıp bu hizmetin içinde bulunsak da bu dava payidar olacaktır, -Allah muhafaza- aleyhte olsak da. 

Rabbimize yalvaralım ki hem bu dirilişte bizi kullansın, hem de her yönüyle felaha erdiğimiz, İslam sancağı altında toparlandığımız o güzel günleri bize göstersin.

 

Yazar: Abdülkadir VİSÂLÎ

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort