JoomlaLock.com All4Share.net

NEFSİMİZİN FEDAİSİ OLMAKTANSA RABBİMİZE KUL OLALIM

Nefsimizin Fedaisi Olmaktansa Rabbimize Kul Olalım

Nefsimizin Fedaisi Olmaktansa Rabbimize Kul Olalım - Abdülkadir Visâli

Sayı : 107 - Aralık 2016

 

Nefsimizin Fedaisi Olmaktansa Rabbimize Kul Olalım

 

Bu ayki konumuz insanın yaratılış serüveni, bu dünyadaki gayesi; bunları anlayışı ve işleyişine göre ulaşacağı netice ile birebir alakalı bir mevzu. Aslında bu konuları işlememizi bize tavsiye buyuran Hâce Hazretleri’nin (ksa) bütün mevzuları bu hususla alakalıdır, fakat bazı meseleler var ki işin tam merkezinde, göbeğinde bulunmakta. İşte bu yılın son konusu olarak bize tevdi edilen, üzerinde düşünmemiz tavsiye edilen konu; “İdeal mi, kâmil insan mı; ideoloji mi, fedai mi?” meselesidir. Bu tefekkür sayesinde aklımıza, gönlümüze ikram olunanı maalkusur kelime kalıbına dökerek dergimizin kıymetli takipçileri ile paylaşmaya azmediyoruz, Rabbim gönlümüze, zihnimize, elimize bir inşirah lütfetsin… 

Yukarıdaki bu başlık bir sebep, sonuç ilişkisinden ibarettir. İdeal sahibi insanlar kemalat basamaklarını bir bir geride bırakırken, ideoloji bataklığına saplanan kısmetsizler kendilerini/hayatlarını bir hiç uğruna tüketen fedai gibidirler. İnsanoğlu bu dünyada ya kendi nefsine yahut nefsine kul olmuş başka bir kimseye kendini kullandırır; ya da Allah’a ve Allah namı hesabına yeryüzünde bulunan kâmil insanlara yâr olur, onlarla hemhal olarak neticede Cenabı Hakk’a kulluk keyfiyetine ermiş olur. 

Cenabı Hak bu dünya hayatındaki her şeyi bizim için halk etmiştir; “O öyle bir yaratıcıdır ki, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.” (Bakara 2/29) Bu ayeti kerimeyi “Sakın bu dünya hayatı sizi aldatmasın.” (Fatır 35/5) “Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadid 57/20) ayetleriyle birlikte düşündüğümüzde ilk bakışta -hâşâ- bir tezat varmış gibi zannedilmekte. Hâlbuki aralarında bunun tam tersi, bir muvafakat bulunmaktadır. Bu ayetlerden anlaşılması gereken şudur ki dünyayı hem dünyevi hem de uhrevi menfaatimiz için kullanmakta bir beis yoktur. Üstelik Cenabı Hakk’a yakınlık kazanmak, O’na vuslat etmek için bu dünya bize gereklidir. 

Efendimiz’in (sav); “Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyurmasının manası budur. Ahireti unutarak yalnızca dünyanın geçici nimetlerinden nemalanmak arzusunda olup dünyayı gönlüne sokanlar için ise “Dünya bir leştir.” buyrulmuş ve ikisinin arasındaki sınırlar kalın çizgilerle belirlenmiştir. Demek ki dünyanın iki yüzü var: Birincisi, ideal sahibi, kâmil insan olma yolunda bulunan kimseler için huzurlu yaşanan ve ahiret hayatı için hayırlı yatırımların yapıldığı yüzü. Böyle bir dünyanın insana faidesi çoktur. Zaten işin hakikati düşünüldüğünde müslümanın din ve dünyası birbirinden ayrı şeyler değil, aynı düzlemde olan şeylerdir. Çünkü her ikisinin de sahibi, Şari’i Hazreti Allah’tır. Müslüman her ikisinden de netice olarak Allah’a karşı sorumludur, bu yüzden din ile dünyasını birbirinden ayıramaz. Salih amel olarak namaz, oruç akla gelebileceği gibi dünyevi herhangi bir işin de en temiz şekilde yapılabilirliğini göstermek, en güzelini yapmak da salih ameldendir. İkinci yüzü ise ideolojik saplantıları olan, kendini heva ve hevesine feda eden, yani sadece arzusu dünya olan kimselerin insanlıklarından soyunduğu ancak malum mahlûkatın talip olacağı bir leştir. Böyle olursa da dünya talibini Allah’tan ayırır ki işte o zaman ne fena bir konak oluverir. İşte Mevlamızın bizi tahzir ettiği, uzak durmamızı murad ettiği dünya bu dünyadır.

İdeal sahibi, yani yeryüzüne gönderilen peygamberler ve velileri örnek alarak, kendilerine gıbta edip gün be gün onlara sureten ve sireten benzeme azmindeki insan, bazı şeylerin terkiyle bazı nimetleri elde eder. Bunu yapabildiği ölçüde imanda kemale, yakine, şühûda; amelde salaha; ahlakta övülmüş olana doğru irşad olur. Eğer terk etmesi gerekenleri terk edemez ise şu ya da bu ideolojinin esiri olur ki bu, Allah’a vuslat için elinde olan nimeti de kendini de feda etmesi demektir.

Büyüklerimiz buyurmuşlar ki nimeti terk eden nimete nail olur. Mesela zekât, sadaka ve infak hakkındaki ayetler hep bu manaya işaret etmektedir. Ayeti kerimede; “Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, birre (gerçek iyiliğe) asla erişemezsiniz.” (Âl-i İmran 3/92) buyruluyor. Bizim en ziyade sevdiğimiz şey hiç şüphesiz nefsimizdir. Onun için nefsimizi Allah’a vermek, yani nefse olan muhalefetimizle, mücadele ve mücahedemizle onu Allah’ın emirlerine uyan ve O’na (cc) zorlanmadan/severek itaat eder hale getirmek bizim birinci dereceden vazifemizdir. Çünkü Rabbimiz; “Allah; müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır.” (Tevbe 9/111) buyurarak hayatımızı sadece kendisine hasretmemiz hususunda adeta bize kesin bir vazife vermiştir. 

Gerçi biz Rabbimiz’in “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Araf 7/172) sorusuna “Belâ” (Araf 7/172) cevabını vermekle bunu peşinen taahhüt etmiş olduk. Dolayısıyla adeta kendi çıkarlarımız için değil de Allah namı hesabına yaşayacağımızın sözünü, mahiyetini bilmediğimiz bir zeminde ve anımsayamayacağımız kadar uzak bir zamanda vermiştik. Bu sözümüzü unutmadan yaşadığımız müddetçe dareyn saadetine, cemâle, visale ereceğimizi Rabbimiz’den ümit ederiz. Bazı müfessirler bu ayeti (Âl-i İmran 3/92) neticede Allah’ın sırrı maiyyeti (beraberlik sırrı) vardır, diye tefsir etmişler. Bu, el hak doğrudur. Çünkü birrin/hakiki iyiliğin en kemâl noktası şüphesiz Allah ile birliktelik halidir.

Fânîyi terk eden bâkîye nail olur, buyurmuş büyüklerimiz. “Yer üzerinde bulunan her şey fânidir. (Bir gün mutlaka yok olacaktır.)” (Rahman 55/26) buyurdu Rabbimiz. Bu dünya fânîdir, nefis de fânîdir. Âlem-i ahiret de bâkîdir, Cenabı Hak da bâkîdir. Aklıselim, kalbi selim olan insana yakışan odur ki bu fânîyi, geçici olanı; bâkîye, ebedi olana tercih etmesin. Bir başka ayette de “Benim ayetlerimi az bir bedel karşılığında değişmeyin.” (Bakara 2/41) buyrulmuş. Efendimiz (sav) insanın ezelden ebede yolculuğunda dünya hayatını bir konak yerine, gelip geçen yolcunun dinlendiği bir ağaç gölgesine benzetmiştir. Dolayısıyla yolcu kalacağı konak yerine, dinlendiği ağaç gölgesine ne kadar kıymet verir, tefriş eder ise bizim de dünyaya bakışımız böyle olmalıdır. Efendimiz (sav) başka bir hadisinde ise “Dünyada kalacağın kadar dünyaya, ukbada kalacağın kadar ukbaya çalış.” buyurmuştur. 

Nefsin kötülüğünü, ahlak-ı rezilesini, hiddet ve gadabını terk eden Cenabı Hakk’a kurbiyyet kazanır, buyrulmuş. Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’de belli kıssaları bizlere bildirerek bizim anlayacağımız şekilde hadiseleri aktarmış, bunlardan ders alarak hayatımıza yön vermemizi bize emir buyurmuştur. Bu kıssalardan bir tanesi de yaradılışımıza işareten atamız Hazreti Âdem’in (as) cennette başına gelenlerle alakalıdır. Malumdur ki Hazreti Âdem’e yediği bir dane, cilve-i Rabbani, tuzak oldu amma sonra bu cilve ne hikmetlere vesile oldu. Bizim de danemiz dünyamızdır. Bu dünya da bize tuzaktır. Eğer biz de atamız Âdem gibi bu tuzağı muradı ilahiye uygun olarak değerlendirebilirsek bizim de sebebi saadetimiz olur. 

Âdem’in (as) muradı ilahiye uygun hareket etmesini de biz büyüklerimizin sohbetlerinden şöyle işittik: Âdem (as) dünyaya gönderildikten sonra Allahu Teâlâ’nın ağaca yaklaşmaması hususundaki muradına uymamaktan yana yaptığı yanlışı kendi üzerine aldı. Sürekli istiğfar edip gözyaşı dökerek nedametini Allahu Teâlâ’ya arz etti. Bununla birlikte -Hakîm’in de Müstedreki’nde bildirdiği gibi- bu pişmanlığını kuvvetli bir vesile ile affına mesned etmek istedi ve Efendimiz’in (as) mübarek isminin hürmetine Allahu Teâlâ’dan hatasının bağışlanmasını talep etti. Bu mübarek isme müştak olan Rabbimiz, Hazreti Âdem’i ve annemiz Hazreti Havva’yı affetti. Üstelik Hazreti Âdem’i bir de vahiy ile destekleyerek onu nebiler silsilesinin serhalkası olmakla şereflendirdi. Bu da Rabbimiz’in engin merhametidir. Tabi bunları yaparken -hâşâ- içinden bir hesapla hareket etmedi Hazreti Âdem. Şunu yaparsam böyle olur, şuna erişirim, bunu elde ederim, demedi. Böyle bir şey asla düşünülemez. Çünkü onu Safiyyullah olarak tesmiye etmişti Rabbimiz, adeta ilahi hitap ile temize çıkarmıştı. Zaten biz hep bu safiyetimiz kaybettiğimizden geldi, başımıza ne geldiyse. 

Bu hususun daha iyi anlaşılması için şöyle bir misal de verir büyüklerimiz: Avcılığı ile ünlenen doğan, evvela tuzağa düşer. Sonra gördüğü talim ve terbiye sayesinde efendisinin/padişahın makbulü ve merğubu olur. Öyle ki padişah onu kolunun ve başının üzerinde taşır. O vakit onun marifetiyle nice kuşlar avlar. Biz de amelin usulünü, yerli yerince yapılmasının gerekliliğini bilirsek, tıpkı o doğan gibi Rabbimiz’in hüsnü kabulüne layık oluruz. 

Tam burada Pîr-i Tâhî efendimizin damadı ve serhalifesi Şeyh Fethullah efendimizin silsiledeki ferdlerinden biri olan “Şahbâz” namını hatırlamakla büyüklerimizi yad etmek çok yerinde olur. O da Abdurrahman Tâhî Hazretleri’nin yanında yetişmiş, kendisi de vakti geldiğinde nice talipleri yetiştirmek üzere posta oturmuş ve irşada başlamış. Ona “şahbâzi’t-tarîkat-tarikatte hünerli bir avcı” buyrulmuş. Yüce himmetleri ile manen kabiliyyetli kimseleri keşfedip onların tarikat-i aliyye ile şereflenmesi hususunda çok gayretli bulunmuşlar. Rabbimiz bizi onlara bağışlasın. 

Biz de gayret edersek bu dünyada bulunmamız bizim için bir felaket değil, bilakis Allahu Teâlâ’nın Zâtı’na yol olacak bir saadet vesilesi olur. Nitekim Hazreti Âdem’in imtihanı saadetine, kemaline ve necatına vesile oldu. Âdem (as) mertebe-i hilafeti cennet değil burada, bu bela ve imtihan yurdunda buldu. 

Yalnız her şey bu dünyada oluyormuş, bir daha mı geleceğiz, diyerek tamamen dünyaya dalmaktan geri durmalı; dünyaya olan meyil ve muhabbetimiz sebebiyle Mevlamızdan uzaklaşıp mahrum olmamalıyız. Bu hususta nefsimizin bizi hayırla kandırmasından endişe etmeliyiz. Kabzasından çıkmış keskin bir kılıç gibi olan dünya, neresinden tutacağını bilemeyenler için gayet tehlikeli olmakla birlikte erbabının elinde düşmanlarını alt etmeye yarayacak muazzam bir yardımcıya dönüşüverir. Onun için dünya ile meşgalemiz de Allah için olmalıdır. Başka türlü ondan hayır ummak muhaldir. 

Şurası da bir gerçektir ki dünya hayatını yerinde kullanıp hayır elde etmek için kişinin dert sahibi olması gerekir. Öyle bir dert ki insanı gündüz kaim, gece saim, her dem kullukta daim eder. Bu yolda yürüyenlerin hem derdi çok olur hem-derdi az olur. Yani hem yükü ağırdır, hem de yükünü paylaşacağı, kendisi ile aynı derdi paylaşan yol arkadaşı nadir bulunur. Bu dert ulvi bir dert. Sahibini olgunlaştıracak, ham olanı pişirecek, pişmiş olanı yakacak bir dert. Öyle bir dert ki, sahipleri onu dermana değişmemişler. Onun için Mevlânâ Câmî Hazretleri bu derdin ehemmiyetine işaret ederek; “Her derdin bir dermanı var amma bî-derd olanın dermanı yok.” buyurmuşlar.

İnsanın derdi ne olursa olsun, o derdi gayret ve himmetle inşaallah hakiki derde; Mevla’ya kul olma, O’nu razı etme derdine döndürür. Başka bir şair de “Leyla, Leyla derken Mevlayı buldu.” diye tarif buyurmuş bu hakikati.

Ümmet-i Muhammed’in bugünkü ferdleri olarak belki en büyük problemimiz bu dertten nasibimizin az olmasıdır. Hele ki zahiren yerine getirdiğimiz birtakım ibadet ve taatımız da varsa bu iyice gözümüzü kör etmekte, dertsizlik hastalığımızın farkına varmamıza perde olmakta. Niyazı Mısrî Hazretleri buyurmuşlar ya “Savm u salât u hac ile sanma biter zâhid işin/İnsanı kâmil olmaya lazım olan irfan imiş.” 

Hâlbuki kendimizi azıcık muhasebe etsek ne kadar hasta olduğumuzu anlarız. Demiyoruz ki iyi yönlerimiz yok. Fakat cehaletimizle ilmimizi, gafletimizle huzurumuzu, ataletle sa’yimizi, seyyiatımızla hasenatımızı, ahlakı zemimemizle ahlakı hamidemizi düşündüğümüzde velev ki müspet yönlerimiz ağır bassa bile diğerlerinden üzerimizde bulunduğu sürece tam manasıyla bir temizlikten, arınmışlıktan söz edemeyiz ki bu da bizim hasta olduğumuzun göstergesidir.

Hasta olduğunu kabul eden kimse ise tedavinin çaresini aramaya bakar.

İşte bu çareyi arayanlar hayırlı bir idealin peşinde, sıratı müstakim üzere, nimete nail olmuş insanların izinde, gün gün olgunlaşarak hayırlı bir neticeye; irfana erişirler ki bu, kâmil insanların vasfıdır. Bu çarenin peşine düşmeyen, üstelik hastalığının farkında dahi olmayan, bir de kendini manen sıhhatli zannedenler ise maalesef bu ideolojik saplantının içerisinde kendilerini, manevi şahsiyetlerini nefislerinin ve şeytanın iğvaat, vesvese ve desiselerine feda ederek iki cihanda da hüsrana uğrarlar. 

Hak Teâlâ Hazretleri bizi bize bırakıp da nefis ve şeytanımızın fedaisi, hizmetkârı haline getirmesin. Kamil insanlarla beraberlikle şereflendirsin, onların da hizmet etmekle övündükleri din-i mübin-i İslam’a bizleri payende kılsın.

Âmin.

 

Yazar: Abdülkadir Visâli

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort