JoomlaLock.com All4Share.net

HER SULEHÂ FUKAHÂ DEĞİLDİR HER FUKAHÂ SULEHÂDIR

Hâce Hazretleri’nin, İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri hakkında tahfif eder şekilde yapılan bir konuşmaya karşı yapmış olduğu sohbetten derlenmiştir.

Bir insanın lehine/menfaatine veya onun aleyhine/ zararına olabilecek mevzuatı bildiren ilme fıkıh denir. Buna fıkh-ı zahir demişler. Fıkh-ı batın yani tasavvuf/sûfi ilmi ise insan ile Allah arasındaki rabıtayı, ilişkiyi, muameleyi bahseden tamamen farklı bir ilimdir. Her zaman fıkh-ı zahir ile yan yana yürümez. Bazı noktalarda çok uç noktalara gidebilirler. Lehte veya aleyhte olan meselelerle, ikili ilişkiyi sağlayan mevzuatla bu iki cenah çok uç noktalara gidebilirler. Bu noktada kişinin konumu önemlidir. Bu ilm-i batının, fıkh-ı batının gittiği cenaha gidebilmeye gücü yetiyorsa kaybolmayacaksa vartaya düşmeyecekse salimen gidip ganimen geri gelebilecekse o uç noktaya doğru gitmelidir. Yoksa uygun değil. Cenâb-ı Hak bu yüzden ayeti kerimede buyuruyor ki:

“Biz sizi vasat bir ümmet kıldık. Orta yolu takip eden, itidal üzere hareket eden bir topluluk kıldık.” Bakara 143

Bu genel. İşte o zaman fıkh-ı zahiri takip etmek zorundasın yoksa yoldan çıkarsın. Ama demin dediğim tasavvufun, ledünniyatın en uç noktaya, en sivri noktaya, en gizemli noktaya, en esrarlı noktaya gittiği anda sen de oraya gittiğinde sağlam geri gelebileceksen durma. Yıldırım hızı ile git, o hakikati takip et. Yoksa “ümmeten vasat” emrine uyarak orta yolu takip et.

Zammi sûrede besmele çekilip çekilmemesi de böyle bir mevzuu… Orta yolu takip edenler demişler ki, Fatiha’ya başlamadan besmele çektin ve zammi sûre ile Fatiha’nın arasını başka bir şeyle açmadın, araya dünya kelamı, gayrî bir menfaat girmedi. İlk baştaki besmele zammi sûre için de geçerlidir… Yani sen hâlâ huzurdasın, konuşmaya devam ediyorsun öylece devam edebilirsin.

Ama bazıları da demişler ki, Fatiha ile bir meram anlattın. Zammi sûre ile mevzunu değiştirdin. Mevzunu değiştirince ona da bir paragraf aç. İkinci sırada başlayacağın mevzuya da bir paraf aç, “Bismillah” söyle. Bu güzeldir, hoştur, Allah ile ilişkide Allah’ın hoşuna gider. Ama bunu söylemedi diye Cenâb-ı Hak senin muhataplığını, senin konuşmanı, iradeni, ifadeni reddetmez, çünkü başta söylemiştin. Lâ teşbih İzin aldın ki, “Efendim bir şey arz edebilir miyim?” ve konuşmanız başladı. Tekrar konuşmanın bir yerinde “Bir şey daha arz edebilir
miyim?” demene gerek yok, seni dinliyor, konuş. Ama zammi sûrede bunu tekrar söylemek de edebiyatın güzelliğindendir. Misal, “Efendim şöyle bir mesele daha var. Bunu da ifade edebilir miyim, müsaade buyurur musunuz?” demek konuşmanın güzelliğindendir. Önemine binaen, tekrar “Bismillâhirrahmanirrahim” demek güzeldir. Sûfiler güzelliklere talip oldukları için, güzel insanlar oldukları için güzel şeylerle uğraşmışlar. O yüzden onlara göre besmele güzeldir. Hepimize göre güzeldir, güzel her yerde güzeldir. Ama bu kaide/kural değildir.

Az önce bahsettiğiniz, İmam-ı Azam besmele söylenmez demiş ama öbürleri de O’nun karşısına çıkmış “dur” demiş… Bunu söylerken biraz düşünmek lazım. Kime diyorsun bunu. Söylenmez diyen kim. O, güzellerin en güzellerinden biri; Ebu Hanife bunu söylüyor… Kim O’na dur diyecek?.. Hepsi birleşmiş, O’na “İmam-ı Azam” demişler. En büyük imam demişler. Yani en büyük imam ne demektir. Sen görüşlerinde müsbetsin, isabetlisin, hep güzel şeyleri söylemişsin. Hem İmam-ı Azam’dır hem İmam-ı Muazzam’dır. Kim O’na dur diyecek?..

(Aynı konuşmayı yapan kişiler, Efendimiz’in gençlik döneminden bahseden bir kişinin ‘Efendimiz’in Küçüklüğünde’ diye bahsetmesine karşı çıkmışlar.)

Sultanu’l-Enbiya’ya (Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) asgar demek, küçük demek terbiyesizlik de O’nun varis-i ekmeline dur demek terbiyesizlik değil mi?.. Çelişki olmayacak… İncitmeyeceğiz kimseyi.

İncitme hiç kimseyi,
Kimseden incinme sen...

İncitirsen, seni incitirler. İttifak etmişsin İmamı Azam demişsin. Ve Allah Resûlü de (Sallallahu aleyhi ve sellem) onu takriben yüz elli, iki yüz sene öncesinde bütün ümmetine, insanlığa müjdelemiş: “Benim ümmetimden ‘Numan’ isimli birisi gelecek!..” diye dikkatleri üzerine çekmiş…

O İmam-ı Azam demiş ki namazda zammi sûrede besmele söylemeyebilirsin. Niye?

Bir, biraz önce dediler ki, besmelesiz söylersen, sen kendinden söylemiş oluyorsun. Besmele çekip söylerken “Allah buyurdu ki” oluyor, bu anlama geliyor.

İmam-ı Azam da buyuruyor ki: “Fatiha’daki besmele ayettendir. Bunu Allah buyurmuştur. Zammi sûrelerin başındaki besmele ayetten değildir. Besmele söylersen Kur’an’ın edebine muhalefet etmiş, Kur’an’a ilave etmiş olursun.” Gerekçesini de söyle. Meseleyi yarım bırakırsan yarım anlaşılır. O besmeleler Kur’an’dan değildir. Sen bu besmeleyi söylersen Kur’an’a ilave etmiş olur, Allah’ın buyurmadığı bir şeyi söylemiş olursun. Allah’ın kelâmına söz katmış olursun. Şimdi kime dur denecek burada. Bu, benimseyenler için güzel bir görüş.

Öbür imamlar buyurmuşlar ki, Cebrail, Resûlullah’a Kur’an’ı tilavet ederken ayetleri getirdiğinde bütün besmeleleri sûre başlarında söyledi. Besmeleleri Cebrail söyledi. Bunlar ayettendir. Zammi sûre okunurken bu besmeleler söylenmelidir. Ayettense söylemek güzel… Ayet değilse İmam-ı Azam’ın görüşü güzel, Allah’ın kelâmına söz katma, aşırı uzatma, sen kendiliğinden bir şey ekleme diyor. Bu da güzel...

Daha sonra büyüklerimiz diyorlar ki: “Biz bunu Cebrail’e sorduk. ‘Sen bu besmeleyi nereden getirdin?’ Allah sana bu ayetleri teslim ederken besmeleyi de vahiy buyurdu mu, yoksa ayetleri sen yalın aldın ve besmeleyi de sen mi söyledin.” Cebrail buyurmuşlar ki: “Ben edebimden, başka sözlerden mesela hadis-i kudsilerden ayrılsın diye ayetlere hep besmele ile başladım, edebimden söyledim.”

İki, Cenâb-ı Hak iradesini ifade ederken hükmünü, ilmini bildirirken bir başkasının adına başlaması, bir başkasının imzası ile mührü ile o sözü söylemesine gerek yok. Bismillahirrahmanirrahim, Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismi ile… Allah-u Teâlâ’nın böyle bir şey demesine gerek yok. O zaten kendisi Rahman’dır, Rahim’dir. Rahmaniyyetinin ve Rahimiyyetinin gereği o hükmü buyurmuştur. O hüküm zaten bize Rahmaniyyetini, Rahimiyyetini anlatmaktadır. Bir daha Allah-u Teâlâ sanki başka bir Rahman daha varmış gibi, başka bir Rahmanın ismi ile hâşâ kendinden üst biri varmış gibi onun ismi ile bize bir şey buyurmasına gerek yok. Ama Cebrail edebinden bunu söyleyebilir. Onun ilâhıdır, Rahmanıdır, Rahimidir. Başka bir şeye karışmasın diye O’nun adı ile başlar.

Besmele söylenmesin diyenler hep bunları düşünerek söylenmesin demişler. Bu konularda tarafsızlık çok önemlidir. Büyüklerin görüşlerini ortaya koyarken hadiseyi bütün çıplaklığı ile ortaya koymak lazım. İlim bunu gerektirir. “Fukaha öyle demiş, Suleha böyle demiş” diyerek bu iki grubun sözlerini kıyaslamaktan savaş çıkar. Gerçek fukaha için söylüyorum, hangi fukaha ki o suleha değildir?... Bakın her suleha fukaha değildir. Her salih, fakih değildir. Ama gerçek imamet vasfını kazanmış her fukaha mutlak sulehadır. Hepsi salihdir, hepsi arifdir, hepsi kâmildir… İmam-ı Azam’ı, İmam Yusuf’u, İmam Muhammed’i İmam Zufer’i, İmam Askalani’si, İmam Merginani’si, İmam Suyuti’si, İmam Nesei’si, İmam Nevevi’si, İmam Şarani’si, İmam Nablusi’si, İmam Maturidi’si… Hangisini ele alsanız sulehadır bunlar. Bunların hepsi marifet kutbudurlar. Bunlara dur diyecek adamın anlını karışlarlar.

Resûlullah’a asgar demeyi kabul etmememiz güzel. O bir çekirdekti, Allah O’nu öyle büyüttü ki bütün kâinat, bütün mükevvenat O’nun içinden çıktı. Resûlullah Efendimiz’in gençliğinden bahsederken küçüklük zamanı değil de gençlik dönemi diyebiliriz. Böyle söylemek edebe de uygundur. Ama Resûlullah’ın varisleri için de aynı edebi göstermek zorundayız. İmam-ı Azam için de İmam Şafii için de İmam Hanbel, İmam Malik için de… Onları karşı karşıya getiremeyiz. Ferasetimiz, basiretimiz, irfanımız, iz’anımız, aklımız, imanımız yetiyorsa gerekçelerine bakacağız. Bu gerekçelerin içinde hangisi benim imanıma, ihlâsıma, aşkıma, muhabbetime, marifetime bir ivme kazandırıyorsa; beni benden alıp ötelerin ötesine götürüyorsa onu tercih edeceğim. Bu bir anlayış meselesidir, bu bir oluş meselesidir. Bir zevk-i manevi meselesidir. Öbürünü de yerinde, yuvasında, kaidesinde olanca güzelliğiyle bırakacağım.

Misal kuyumcuya gittim, çeşit çeşit pırlantalar, zümrütler, yakutlar var. Hepsini alabilecek kudrete sahip değilim, bir tane alacağım. Parmağıma yüzük alacağım veya arkadaşıma hediye alacağım, zevkime göre içlerinden birini beğenir alırım. Der miyim ki, ‘Ya öbürleri sahteydi, altınları iyi değildi, taşları kaliteli değildi?..’ Peki, senin beğendiğinin gerçek olduğunu nereden biliyorsun? Diğerleri gerçek değilse seninki de gerçek değil. Bu da onların içinden geldi, aynı tezgâhtan aldın. Sen kuyumcu musun, sarraf mısın?. Ben birini beğendim; gözüme, gönlüme güzel geldiyse elimde güzel durduysa öbürleri de başka birinin elinde güzel duracak. Bu incelik korunmalı.

İşte sûfilik bunu gerektirir. Sûfiler bunları geçmişte çok konuşmuş, tartışmışlar. Biz de bunların konuşulmasından yanayız. Konuşalım ama konuşurken kimsenin hukukuna tecavüz etmeden kimseyi incitmeden konuşalım. Gerekçeleri söyleyelim. Niçin besmele çekilmemiş…

Bir başka konuda birileri demiş ki farz namazda imamın arkasında Fatiha okunur. Niye? Sultanu’l-Enbiya buyurdu ki (Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm): “Fatiha’sız namaz olmaz!”. Akan sular durur burada. Onun için Hz. Hanbelî, Hz. Şafii “Fatiha okuyacaksınız.” dedi. Âlemlerin Efendisi buyuruyor; bunun üzerine ne denir ki, ne diyebilirsin ki? Ama bakın İmam-ı Azam da buyuruyor ki: “Bir toplulukla bir padişahın huzuruna çıksanız…” Padişah sizi davet etmiş, kabul etmiş bir toplantıdasınız. “...Orada herkesin kendi kafasına göre konuşup çatlak sesler çıkarması mı güzel; yoksa içlerinden en güzel konuşanlarını büyüklerle konuşma edebini bilen ve meselesini güzel delillendirebilen, edebiyatı güzel olan, konuşurken padişahı etkileyebilecek, ikna edebilecek birisini seçseler mi güzel?..” Herkes konuşsa birinin yanlış bir şey söylemesinden padişahın canı sıkılıp herkesi kovabilir, reddedebilir. Padişahın canını sıkarsan ölümlerine bile karar verebilir. Hazreti İmam-ı Azam bunu bir âlimler topluluğuna söylüyor. Cevaben İmam-ı Azam’a diyorlar ki: “Kuralları, edebi bilen biri sözcü seçilse, o sözcü meramı anlatsa, her kafadan bir ses çıkmasa, mevzu dağılmasa, padişahın kafası karışmasa daha güzel.”

Cenâb-ı Hak da ayeti kerimede buyuruyor: “Biz, her ümmetten bu ümmete bir şahit, bir sözcü, bir gözcü, bir murakıp kıldık.” Başka bir ayette de buyuruyor ki: “O gün her ümmet, her topluluk o sözcüsü ile imamı ile o şahidi ile huzura davet edilecek. Ya Muhammed! (Sallallahu aleyhi ve sellem) Bütün bu şahitlerin üstüne Seni şahit kıldık.” Her ümmete bir şahit, bir sözcü; Seni de bütün bu sözcülerin, şahitlerin müşahidi olarak tuttuk.

Kur’an-ı Kerim’deki usul de böyle. İmam-ı Azam devamla buyuruyor ki: Hâşâ Allah bir padişahtan, bir validen daha dûr mudur ki herkes O’nun huzurunda düzgün olmayan kıraatlerle, eğri büğrü kelimelerle, yalan yanlış şeyler söylesin?.. Kişi kendisi belki bilmeden aleyhine şeyler söylesin. -Misal ğayri’l-mağdubi diyeceği yerde ğayri’l-mağzubi desin de meramını yanlış ifade etsin.- Bunlar olmaktansa o cemaatin topyekûnunu temsilen sözcü olarak kıraati, ahlâkı, edebi, anlayışı, ihlâsı düzgün bir imam seçilse; Allah’a ricacı olarak çıkıp o cemaatin meramını düzgün kelimelerle, gönlündeki muhabbetini-marifetini de o kelimelere katarak Allah’a arz etse o namazda yine Fatiha okunmuş olmuyor mu?”

-Oluyor.

Herkesin adına bir kişi Fatiha’yı okumuş oluyor ve Allah Resûlü’nün buyruğu da yerine gelmiş oluyor. “Fatihasız namaz olmaz!” emr-i şerîfi yerine gelmiş oluyor, Fatiha okunmuş oluyor. Âlimler diyorlar ki:

“Elhamdülillah...”

Gerekçe ne güzel değil mi? Kolektif bir anlayış. Herkesin katıldığı bir ortaklık ve Cenâb-ı Hakk’ın da emr-i şerîfine uygun. Allah’ın ipine hepimiz birden sarılıyoruz. İpe sarılın da yukarı çıkarken bu ip herkesi aynı anda çekmez. Herkes asılırsa herkes aşağı düşer. Bu işin usulü şudur ki, bir kişi yukarı çıkar öbürlerini çekmeye başlar. Aşağıdan tek tek çekerek herkesi kurtarır.

Bakın bunu ifade ederken mutlak doğru budur diye söylemiyorum -hâşâ-. İmam Hanefi böyle buyurmuş diye değil. Şahsımın gönlüne, ruhuma hoş geldiği için bunu söylüyorum ve benimsediğim bir görüşü, niçin benimsediğimi de delilleriyle ortaya koyuyorum, alt yapısını da ortaya koyuyorum. İz’anın, aklın, irfanın varsa sen de tefekkür et. Bakın diğerinin delilini de söylüyorum ki mukayese edip tercih yapın. Ama muktedirsen, mücdehitsen tamam. Sen bütün bu delilleri incele farklı ictihatta bulun ona göre hareket et. O yol da açık.

Onun için diyorum ki her zaman fıkh-ı zahir ile fıkh-ı batın yana yana yürümemiş. Bazen fıkh-ı batın çok uç noktalara gitmiş. Gidebileceksen, geri gelebileceksen onu takip et. Yoksa vasat yolu takip et. Allah Resûlu (Sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuş “Hayrun umuru evsatuha” Hayırlı olan umur, hayırlı olan iş orta yolu takip etmektir.

O zaman fakihler ve sûfiler arasındaki bu çatışma da biter. “Fakihler öyle demiş, sûfiler böyle demiş. Ben sûfiyim, sûfilerin dediğini yapacağım.” diyebilirsiniz. Tamam da bu açıklama da ortada ki “Her sûfi fakih değil.” Sûfiler birçok mevzuda konuşmuşlar. Hâlbuki sûfilerin az konuşması lazım değil mi? Sûfilik böyledir; az yiyip, az içip, az uyuyup, az konuşmak lazım. Ama bizim sûfilerimiz hiç az konuşmamışlar. Her şeyde konuşmuşlar. Sûfilerin konuşmadığı mevzu yok. Ama bu konuşan sûfilerin hepsi fakih değil. Hepsi bilerek konuşmamışlar. Bazı sözler var ki, o anın gereği söylenmiş; bazı sözler var ki, manevi sarhoşluktan söylenmiş. Sekr halinde, istiğrak halinde, vecd halinde, kabz halinde söylenmiş. Hale göre konuşulmuş. O hal değiştiğinde, sakıt olduğunda o söz de sakıt olabiliyor, değişebiliyor. Ne yapacaksın o zaman? Ama fakihler böyle yapmamış. Daim olan, sürekli olan, cari olan, umum olan hali baz alarak konuşmuşlar.

Bunun için biz fukahanın sulehadan olup olmadığına dikkat edeceğiz. Salih mi, kalbi dikkati, rikkati var mı? İlm-i marifetten haberi var mı? Buna bakacağız. Bir âlim, üretici bir âlim mi? İlmi ile bir şey üretebiliyor mu, yoksa benim gibi oradan buradan alıp satan biri mi? Böyle biri âlim değil zaten. Misal bir bakkal, dükkânında ekmek satıyor diye ona fırıncı diyebilir miyim? Yok, çünkü ekmeği kendisi yapmıyor. Ama hem ekmek yapsa hem de satsa o bakkal, fırıncı olur. Günümüzde birçok âlim bu konumda olduğu gibi yüzde doksan dokuz sûfiler de bu konumda. Bakkal gibi hazır ekmek satıyorlar. Sûfiler kendi marifetinden, muhabbetinden, müşahedesinden, murakabesinden, kurbiyyetinden, vuslatından, mahviyetinden, halvetinden, celvetinden… bir şey üretip bir kemal elde edip bir hakikat keşfedip bir irfan ortaya koymalı ama böyle yapmıyorlar. Düşünün ki sun’i bir kovan için şekeri döküyorsun, sun’i bal elde ediyorsun. Bu bal olmaz glikoz olur. Ârif, ârifin irfanı kara kovan balı gibidir. Bütün kâinatı tefekkür ilbeğinden süzdürür, özünü alır ilme, hikmete, hakikate dönüştürüp ortaya koyar. Ârif budur… Sûfi budur… İki tane sûfinin kitabını okuyup onların güzel sözlerini alarak hikmet ehli olunmaz, sûfi olunmaz. Sofu olunur. O adam sûfi olamaz sofu olur... Sûfi kara kovan balı yapacak. Ancer balı yapacak sûfi. Hasta yediği zaman şifa bulacak. Misal, Ancer balı her derde şifa. Kur’an buyurmuyor mu: “Bal yetmiş derde şifa.” Hatta yetmişle de sınırlamıyor, insanlık için şifa diyor. “Şifau’l- li’nnas!”
buyuruyor. O balda bütün insanlığa şifa var. İşte sûfi o balı yapan arı gibidir. Kovanın içinde hazır şeker yiyen sûfi değil.

Fakih de böyle. Bugünün fakihleri, bugünün fıkıhçıları, fıkıh hakkında konuşan eşek arısıdır. Hiç biri bal arısı değil. Sûfiler glikoz arısı, fakihler eşek arısıdır. Kusura bakmayın.

Allah bizi affetsin. Sûfilere, gerçek fakihlere bağışlasın. Buraya besmele söylenir söylenmez meselesinden geldik de sonuç olarak ortaya şu çıkıyor: Güzel olan nedir öncelikle? Güzel olan anlayarak, bilerek yaptığın şeydir. İçine oturan, kuşatan, anlayarak, severek, sana coşku vererek yaptığın şey güzeldir. Yoksa anlamadan, birileri böyle demiş diye zammi sûrede bismillah desen de demesen de pek bir şey değişmez… Bakın bunu herkes için söylemiyorum, genelleme yapmıyorum. Burada size söylüyorum. Anlayış seviyenizi, idrak seviyenizi bir yerde kabul ettiğim için bunu size söylüyorum. Yoksa siz şimdi gidip camide ki adama, dışarıdaki bir Müslüman’a…

Bir darbı mesel var ya; bir adamın annesi vefat etmiş. Arkadaşlarından birine demişler ki sen bu arkadaşını üzmeden, gönlünü kırmadan incitmeden annesinin ahirete göçtüğünü söyle. Bu arkadaşı da gelmiş adama annesinin göçtüğünü söylemeye. Hem de incitmemek için işi güya espriye döküyor. Adama demiş ki: “Senin anan var mı?” Adam da demiş ki: “Var birader, ben taştan mı çıktım, annem var.” Arkadaşı “Nah anan var!” demiş… Güya incitmeden söyleyecek, “senin nah anan var!” demiş. Meseleyi bu duruma getirmeyelim. Bunu ben size söylüyorum. Mesele açılsın/genişlesin kabilinden, alt yapısı daha net ortaya çıksın kabilinden söylemeye çalıştım. Yoksa insanları eleştirme adına, tenkit adına -hâşâyanlışlarını çıkarma adına söylemekten Allah’a sığınırım.

Her zaman ifade etmeye çalışmışımdır. İmamı Hanbel buyurmuştur ki: “Bir hadisin senedi zayıf bile olsa ‘Resûlullah buyurdu ki’ ifadesi olduğundan, olabilir ihtimalini düşünerek o söze karşı çıkmamış, reddetmemişimdir.” Fakir kardeşiniz İmam Hanbel’in bu ifadesini kendime şiar edinmişimdir.

Ama bununla birlikte bunu da söylemek zorundayım. Memur olduğum, memur edildiğim, vazifelendirildiğim, ant/ahit verdiğim, uhdeme aldığım bir hakikat var. Bana teslim edilen bir emanet var: “İlim emaneti irfan emaneti…” Bunu bir göze olarak, billur/berrak bir su kaynağı olarak düşünürseniz, bu kaynağı da korumakla yükümlüyüm. Buna dışarıdan hiçbir şekilde bir şeyin dökülmesine, sızmasına, bulaşmasına tahammül edemem. Adeta İSKİ havzasının koruma memuru gibi düşünün. Bu havza bir şey karıştıramam…

Söylediğim ifadeler ilmin hakikatinin korunması adına. O kişilerin sözlerini eleştirmek, tenkit etmek, yanlışlarını tespit etmek adına değil. İlmin, hakikatin, irfanın, ihsanın berraklığını, billurluğunu, sadeliğini, bozulmamışlığını, değişmemişliğini bugüne kadar gelişini, fıtratını korumak adına… Bana bu görev verilmiş ve ben de buna ahdetmişim. Meseleleri izah ederken, ifade ederken birilerini tenkit adına değil.

Eleştirilecek kişiler de olabilir, o ayrı. O da bir cihattır. Mesela iki gündür televizyonda çıkıp Allah’ın kitabına saldıran, Allah Resûlü’nün bize va’z ettiği şeriata saldıran fasık, zalim insanları eleştirmek bir cihattır. Ona saldırmak, mukabele etmek cihattır. Bu ayrı.

Ama dediğim gibi tamamen temiz, halis bir niyetle, kast olmadan, bir güzellik ortaya koymak için, güzeli tarif için, güzele yaklaşmak için, güzellikleri ortaya çıkarmak için söylenenleri eleştirmem.

Usullerde yanlışlık olabilir, yanılgı olabilir. Art niyet yoksa bunları eleştirmem. Bunlarla tartışmam. Bunlarla mücadele etmem. Ama onun ortaya koyduğu bulanıklık, karışıklık eğer bu gözeye akıp burayı bulaştıracaksa onun önüne set çekmek zorundayım. Buranın korunması lazım. Bu da emri bi’l-maruftur. Dinin temel rükunlarındandır.

Biraz önceki Fatiha meselesi bu kabildendir...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort