JoomlaLock.com All4Share.net

GAYB BİLİNEBİLİR Mİ?

Hazreti Mevlânâ Celaleddin Rûmi Hazretleri zamanında, bir bayan Mevlânâ’ya müracaat ediyor. Diyor ki: “Uzun yıllardır evliyim ama Allah bana bir evlat nasîb etmedi, bir çocuğum olmadı. Bundan dolayı da beyim üzerime birini getirmek istiyor. Üzerime biri gelirse o eski huzurumuz kalmaz, mutluluğumuz devam etmez, hoş geçim olmaz. Bu kapı Hak kapısı, sen Allah dostusun, ben senin bahtına düştüm, benim için Cenâb-ı Hakk’a niyaz et Allah-u Teâlâ bana bir çocuk ihsan etsin, benim yuvam kurtulsun mutluluğum devamlı olsun…” Hz. Mevlânâ murakabeye, huzura varır. Bir müddet istişare eder yani Cenâb-ı Hakk’a münacaat, müracaat eder. Başını kaldırır o annemize: “Böyle bir şeyi istemeye, söylemeye benim edebim müsait değil. Sana Cenâb-ı Hak evlat takdir etmemiş, ben Allah’ın bu takdirini zorlayamam, bu terbiyesizlik, edepsizlik olur. Kadere rıza göstermek lazımdır. Kaderi bilen için tedbir küfürdür, kadere karşı gelmektir. Ben böyle bir şeyi yapamam, sen kaderine rıza göster...” der. Kadın ağlayarak huzurdan dışarı çıkar. Mevlânâ’nın, Mevlâ’nın kapısına gelmiş, daha kimin kapısına gitsin. Dışarıda bir köşede âh u enîn ederken Hz. Mevlânâ’nın dervişlerinden, ihvanından birisi denk gelir. Bakar ki kadın ağlıyor. Sorar; “Hanımefendi niye ağlıyorsun, senin derdin nedir, seni ağlatan şey ne?” Kadın da durumu anlatır. “Hazret’e geldim iltica ettim, O da ‘Benim için edepsizlik olur, bu iş olmaz’ dedi. Ben de işim Allah’a kalmış, ağlamaktan başka bir şeyim yok, ağlıyorum.” Derviş, kadının bu sözünden hiddetlenip Cenâb-ı Hakk’a karşı naz ediyor. Hemen yerden eline birkaç tane taş alıp: “Sen hem o kadar Rahimsin, Kerimsin, Müşfiksin… Nasıl bu kulunu ağlatırsın, bunun gözyaşına merhamet etmezsin?.. Eğer buna bir çocuk vermezsen, bu taşları atar arşını yıkarım!” diyerek taşları savuruyor. Bir taş atıyor kadına da dönüp diyor ki: “Ana bir tane yeter mi?” Kadın şaşırıyor adamın haline, düşünüyor bu deli mi? Mevlânâ yok dedi. Bu diyor ‘ana bir tane yeter mi?’ Bir taş daha atıyor, “Ana iki tane ister misin?” diyor. Üçüncü taşı fırlatırken kadın diyor ki, “Bu kadar yeter, dur…”

Kadın gidiyor. Dokuz ay sonra kucağında bir bebek Hz. Mevlânâ’ya geliyor, diyor ki: “Ey koca Hünkâr! Getirdimki sen ezanını okuyasın, ismini bırakasın.” Hem de başından geçenleri anlatacak Mevlânâ’ya. Kadın diyor ki: “Dokuz ay evvel ben gelmiştim kaderde yok, olmaz dedin ben dışarı çıktım. Senin kapındaki bir derviş bana denk geldi. Eline taşları alıp savurmaya başladı. ‘Bir tane yeter mi? İki tane yeter mi?’ diye bana sormaya başladı Tutmasaydım belki elindeki taş kadar Allah çocuk yazacaktı. Şimdi bir oldu, inanıyorum ki dokuz ay sonra ikincisi de gelecek.” Hz. Mevlânâ der ki: “Doğrudur bacım dervişler yapar ben yapamam, ben edeble mukayyidim. İlmin içinde hareket etmek zorundayım…”

Mimar Cenâb-ı Hak’tır. Projeyi o çizmiştir. Peygamber bu binanın müteahhitliğini almıştır. Projeye muhalefet edemez. Kâmil mürşid bu binanın kalfasıdır. Dış cephelerde değişiklik yapamaz ama içeride tadilat projesiyle bazı yerleri değiştirebilir. Planın dışını ne kalfa bozabilir ne müteahhit bozabilir. Proje belediyeden nasıl tasdiklenmişse öyle devam eder. Kalfa içeride bazı yerleri uygun gördüğü şekilde değiştirebilir. Misal, duvarın yerini değiştirebilir ama projeyi, ana temelleri, ana yapıyı bozmuyorsa değiştirebilir. Mevlânâ da buyuruyor ki: “…Bu çerçeve ile oynayamazdım. Çünkü oynasam cezalandırılırım. Ama o derviş naz makamında. Taş atar arşını deler, ağlar Cehennem’ini söndürür…” Efendimiz (Sallallâhu aleyhi ve sellem) bir Hadis-i Şerifi’nde buyuruyor ki: “Allah’ın kulları Allah’ın i’yalidir, ev halkıdır.” Evin içindeki küçük bir çocuk bir şey istese çok fazla yok denmez, dilediği yapılmaya çalışılır. Ama evin büyüğü bir şey istemeye kalksa onunla hesap-kitap yapılır. Gücümüz buna yeter mi? Ekonomik durumumuz müsait mi? Bu mesele acil mi? Bunlar etüd edilir. Ona hemen tamam denmez.

Ama çocukta bunlar önemli değil. Buradan gayb meselesine gelmek istiyorum. Bu, İslâm akîdesinde ciddi bir yer tutar. Proje dedik. Projede bize verilen ölçü: “La ğaybe İllallah!” Gaybı Allah’dan başka kimse bilemez ve bu böyledir. Az önce örneklendirilirken söylendi ki: “Veli on sene sonrasını, otuz sene sonrasını söylüyor, söyler...” Velilerin bu söyledikleri gayb değildir.

O zaman gayb nedir?.. Fıkha göre ‘gaybı’ bilmemiz lazım. Yalnız Allah’ın ilm-i ezelîsinde, kendi Zatî bilgisinde olan, hiç kimseye hiçbir şeye açmadığı, bahsetmediği şey gaybtır. Bunu kendisinden başka hiç kimse bilmez. Ama Cenâb-ı Hak ilm-i ezelîsinde bunu Levh-i Mahfuz’una yazmışsa Kudret Kalemi ile Kudret Defterine yazmışsa bu umuma göre gaybtır. Biz göremeyiz onu ama bir veli o Defter’e bakıp onu okuyabilir. Ama o baktığı, okuduğu gayb değildir. Çünkü Allah’ın ilm-i ezelîsinden yani takdirden çıkıp kaza noktasına gelmiştir. Olmak için sırasını beklemektedir. Zuhur sırasını beklemektedir. Hiçbir şey sırası gelmeden olmaz. Zuhur sırası mesela on sene sonra gelecektir, orada hazır bekliyordur, bu gayb değildir. Ama umuma göre gayb, bize gizli, bilemiyoruz.

Kalfa binanın içinde bazı tadilatlar yapabildiği gibi oraya nazar edebilir ve orada kaza, zuhur sırasını bekleyen hadiseleri görür. Şeytanlar bile semaya çıkıp meleklerin sohbetlerinden işittikleri şeyleri bazılarını da yanlış anlıyorlar, taşlanıyorlar çünkü. Ayet’te öyle haber veriliyor: “…Semaya yükselirler ama taşlanırlar…” Ve o taşlanma esnasında bazı şeyleri yalan yanlış işitip gelir yeryüzünde fesat çıkarırlar. Cin tâifesinin haberleri bu kabildendir. Bazı gizli meseleleri bunlar işitebiliyorsa Allah dostları, Allah’ın velileri, kâmil insanlar haydi haydi Levh-i Mahfuz dediğimiz o defteri okuyacaklardır. Okuyorlar ve okuduklarından bize müsait olan bilgileri bizimle paylaşıyorlar, açıyorlar. Biz bunu keramet olarak kabul ediyoruz. Büyük bir zatın kerameti olarak kabul ediyoruz. Ama bu gayb değil. Bu mevcut bir şey. Dediğim gibi zuhur sırasını bekleyen bir şey.

Gaybı Allah’tan başka kimse bilmiyor. O yalnız ilm-i ezelîsinde olan, melekleriyle dahi paylaşmadığı, bildirmediği Levh-i Mahfuz’a kaydetmediği bir hakikattır. Bunu bir insanın ‘ben bilirim veya filancalar bilir’ iddiası da yanlış olur. Bu noktada biraz Hz. Mevlânâ gibi davranmak lazım. Yani edep ölçülerine de ciddi mânâda riayetkâr olmamız lazım. Ama dervişân bazen muhabetten, bazen aşkın çoşkunluğundan, füyuzâtın ziyadeliğinden bu tip şeylere girer. Karıştırıp gayb zanneder.

Mesala nice mürîdân’dan bunları görmüşüzdür. Zaman zaman bir hale girip, kendisini Mehdi zanneder. Bir Şeyh Efendi’ye müntesibtir, yanında hizmet ediyordur, bir hal yaşar zannederki ben Mehdi oldum, ben kutub oldum. Niye böyle zanneder? O halin bir şûlesini, bir ışığını, bir neşesini yaşamıştır. O yaşadığı şeyle kendisini o makamda zanneder. Bunu büyüklerimiz makulmazur görürler.

Hatta büyüklerimize gidip icbar ile: “Bu emanet artık bana teslim edildi, benim derecem seninkinden âli oldu, sen gel bana teslim ol, bana bağlanmak zorundasın.” diyenleri görmüşüzdür. Mürşidlerini teslim alamaya kalakanlar olmuştur. O mübarekler hiç itiraz etmeden o müridlerin ellerini öpüp haklısın demişlerdir. Çünkü o halin bir yansıması var onda, iki gün sonra tekrar mahviyet haline bürünür, o hal, o şatahat geçer. Sonra bakar ki ben ne yaptım, ben nasıl bir iddia da bulundum… Bunlar olur, büyüklerimiz bunlara pek bakmamış.

Bizim için önemli olan büyüklerimizin halidir. Büyüklerimizin istikametidir. Biz yemin merasimi yapmamış asker gibiyiz. Yemin merasimine kadar bize her şey serbest. Onlar ise yemin merasimini yapmış ordu malı olmuş insanlar gibidir. Büyüklerimiz komutanlarının önünde yaka düğmelerini bile açsalar suç sayılır. İstikamet denilen şey de işte budur. Onların halidir. Biz birbirimizin haline bakarsak yanılırız. Büyüklerin haline bakacağız. Bunun için Kur’ân-ı Kerim bu işi sistemleştirmiş, bir kalıba sokmuş. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, Bismillah:

(Kul in küntum tuhibbunellahe fettebiûnî yuhbibkumullah).(Ali İmran 31) “Ey Muhammed! (Sallallâhu aleyhi ve sellem) Kullarıma de ki Allah’ı sevmek istiyor musunuz? Allah tarafından sevilmek istiyor musunuz? Allah’a layık bir kemâle gelmek istiyor musunuz?” Cevap, “İstiyoruz elbette ki.” “Öyleyse yalnız bana uyun. Beni gördüğünüz gibi olun.” (Fettebiûnî) “Bana tabi olun, ittiba edin, itaat edin.” (Yuhbibkümullah) “O zaman Allah sizi sevecek. O zaman Allah’a sevimli olacaksınız. Mânânızı (Davanızı) o zaman ispat etmiş olacaksınız.” (Ve yağfirleküm) “O ana kadar hasbelbeşer yaptığınız şeyler mağfiret edilecek.” Yemin ettiniz orada, artık o yeminden evveli sayılmayacak. (Zunûbeküm) “Hatalarınız, zenbiniz, gafletiniz, masivanız… Neyiniz varsa Allah bunlardan geçecek.” (Vallahu Ğafuru’r-Rahîm) “Böyle yapmak Mevlâ’ya zor değildir. Onun san’atıdır. O Ğufrandır, bağışlayıcıdır, merhamet edicidir, affedicidir.”

Sizleri zaten bağışlamayı istiyor ama bunu bir şarta bağlıyor. Ne bu şart: Şuna buna bakarak değil Muhammed’e bakarak (Aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) Muhammedî bir ahlâk, Muhammedî bir yaşantı… Büyüklerimizin yaşantısı budur. Büyüklerimiz böyle yaşamaya gayret ettiler. Bir an Cenâb-ı Peygamber’in (Aleyhi’sselâtuve’s-selâm) ruhaniyetinden sıyrılsalar, yani O’nunla irtibatları, işaretleri, beşaretleri kesilse kendilerinden şüphe etmişler.

İmam Buhari Hazretleri, ilim ehlinin en yücelerinden en büyüklerinden bir insandır. Sahih-i Buhari, Kur’ân-ı Kerim’den sonra elimizdeki en geçerli, en sahih kitaptır. Resûl’un sünnetini yaşatan İmam Buhari Hazretleri, on üç bin küsûr hadis rivayet etmiştir. Bütün bu hadisleri istihare ile yani manevi bir yolla Resûlullah’a sormuştur. Şimdi günümüzde tartışıyoruz üzerinde, Buhari’de de İsrailiyat var mıdır? Uydurma, zayıf hadis var mıdır? Bu ayrı bir konu… Hepsini Resûlullah’a sormuşlar: “Bu söz size mi aittir ya Resûlullah?” Bu şekilde kitaba derc etmişler. Büyüklerimizin hali bu. Projeye aykırı hiçbir şey yapmamaya gayret etmişler. Ama dediğim gibi biz bu evin küçük çocukları gibiyiz. Bizim pek kusurumuza bakılmıyor. Bazen yanlış yapabiliyoruz bunu muhabbetimize, sevgimize, küçüklüğümüze veriyorlar.

Ama Cenâb-ı Hakk’ın Efendimiz’e karşı hitabına bakıyoruz: (Festekim kema umirt) buyuruyor Cenâb-ı Hak. “Emrolunduğun gibi doğru ol!” (Hud 112)

Peygamberler günah işlemezler. Onlar iradeleriyle Peygamber olmamışlar veya biz Peygamber olacağız diye bir azimkârlık göstermemişler. İlahi kudret tarafından seçilmiş, Peygamber olarak dünyaya gelmişlerdir, Peygamber olarak yaratılmışlardır. Bu yüzden günahtan korunmuşlardır, masumdurlar. Ama buna rağmen beşer olmaları cihetiyle zaman zaman belli zelleler sadır olmuştur. Buna zelle der kitaplarımız. Bu zelleler karşısında, Cenâb-ı Hak onlara ciddi ikazda bulunmuştur.

Geçen yine bir yerde mevzu olmuştu, işlemiştim burada da örnek olması için zikredeceğim. Kıssa çok uzun özet olarak anlatacağım. Eyyûb Aleyhisselâm Suriye bölgesinde yaşamış
bir Peygamber. Hem Peygamber hem de bir devlet adamı, zengin, saltanat sahibi. On altı tane erkek evladı var evlatlarının da çoluk çocuğuyla büyük bir kabile olmuşlar ve Suriye’nin kralı. Suriye’de kıtlık oluyor, Mısır kralı da Hz. Eyyûb’un arkadaşı bu yüzden haber gönderiyor ki: “Senin ülkende kıtlık var. Mısır’a buyur ben sana burada bir yer tahsis edeyim rahat, huzurlu yaşa.” Hz. Eyyûb bunun üzerine Mısır’a gidiyor, Mısır kralı da bir bölgeyi Hz. Eyyûb’e veriyor ve kabilesiyle Mısır’da yaşamaya başlıyorlar.

Mısır kralı Hz. Eyyûb’a arkadaşlığından dolayı müşfik ama halkına zalim, aşırı vergi alıyor, zulüm ediyor. Aynı zaman dilimi içerisinde Hz. Şuayb de Mısır’da yaşıyor, Medyen Kavmi’nin
Peygamberi.

Eyyûb Aleyhisselâm bir gün saraya arkadaşını, Mısır kralını ziyarete gidiyor. O anda Hz. Şuayb de saraya tebliğe geliyor, artık bıçak kemiğe dayanmış, krala tebliğde bulunacak: “Sen ölmeyecek misin? Allah’dan korkmuyor musun? Bu halka bu kadar zulüm ediyorsun, ağır vergiler alıyorsun.” diye… Hz. Şuayb şiddetli bir şekilde tebliğini yapıyor. Şuayb Aleyhisselâm âmâ bir peygamber, gözleri görmüyor ama kelleyi koltuğunun altına almış. Kral kızıp öldürtebilir ama O’nun umrunda değil, hakkı söylüyor.

Tebliği esnasında, görmüyor ama Hz. Eyyûb’u orada hissediyor, kokusunu alıyor. Bakıyor ki burada bir Peygamber daha var, bu çöplüğün içinde bir gül kokusu var. O’ndan destek bekliyor, sen de krala bir şey söyle, beni destekle, diye. Ama Hz. Eyyûb sessiz kalıyor ne Hz. Şuayb’in tarafında ne kralın tarafında. Hz. Şuayb, Hz. Eyyûb’un da krala: “Ben seninle arkadaşım, bana iyilik ediyorsun ama halkına zulüm ediyorsun. Ben burada durmam, bu iyiliği kabul etmem. Ben sana güvenerek geldim, iyi bir insansın diye geldim. Bu insan Hz. Şuayb’i kastederek Allah’ın Peygamberi’dir buna kulak ver, dediklerini yabana atma…” desin diye bekliyor. Hz.Eyyûb da ‘belki kralın kendisine yaptığı iyilikten dolayı sessiz kalıyor’, veyahutta ‘şimdi Hz. Şuayb çok söyledi, kralı kızdrıdı ben de bir şey söylesem kızgınlığı, kini daha da artar daha çok inkâra gider bizi öldürmeye karar verir ve daha büyük zulümler olur. Şimdi susayım da daha münasib bir zamanda ben de konuşurum’ diye mi düşünüyor, bilemiyoruz. Ama sessiz kalıyor. Hz. Şuayb bundan kırılıyor ve Eyyûb’un yanına gelip: “Ya Eyyûb! Ben hakkı söylerken sen desteklemedin ve beni üzdün, beni yaraladın. Allah bunu senden sorsun!..” deyip hışımla gidiyor.

Eyyûb Aleyhisselâm’ı düşünce alıyor. Karşıdaki bir Peygamber. “Allah bunu senden sorsun” diyor… Cenâb-ı Hak da vakti geciktirmiyor, Eyyûb’a vahyediyor: “Ya Eyyûb! İmtihana hazır ol. Sen Bizim dostumuzu, Şuayb’i incittin. İmtihana hazır ol…”

Hz. Eyyûb bakıyor ki daha bana burada hayat yok. Çoluk çocuğunu topluyor Suriye’ye geri dönüyor. ‘Kıtlık da olsa ben burada hayatımı devam ettireyim’ deyip Suriye’ye yerleşiyor. Yerleşir yerleşmez bir haber geliyor ki: “Ya Eyyûb, bir deprem oldu on altı tane oğlun çocuklarıyla birlikte göçük altında kaldı, hepsi şehid oldu…” İmtihan başlıyor hemen. Bakın bu imtihan bir zellenin karşılığında. Sustu, Hakkı söylemedi diye…

Ve imtihan devam ediyor, çoluk çocuğu şehid oluyor, malı mülkü gidiyor. O’na iman etmiş, ‘Sen Allah’ın Resûlü’sün’ diye tasdik etmiş olan kavmi O’na: “Sen Allah’ın Peygamberi olsaydın Allah Sana böyle mi yapardı? Allah dostlarına böyle yapmaz. Sen hiçsin, Senin Allah ile irtibatın yok!” deyip reddediyorlar Hz. Eyyûb’u. En büyük işkence bu… Hz. Eyyûb bundan daha çok yaralanıyor. Bütün bu sıkıntıdan, stresten vücudu yara döküyor. İmtihan on sekiz sene sürüyor.

Bir tek hanımı kalıyor yanında, sadakatle hizmet ediyor Hz. Eyyûb’a. Bir meselede şeytan’ın sözünü dinliyor hanımı. Kadın Hz. Eyyûb’a çare ararken, şeytan doktor kılığında, pîr-i fâni bir evliya şeklinde, kadına geliyor diyor ki, –Ne dolanıyorsun buralarda, bir sıkıntın mı var? Hanımı,
–Eşim çok rahatsız da O’na bir çare arıyorum, diyor. Şeytan diyor ki,
–Onun çaresi bende. Ben şimdi onu iyi ederim. Hanımı,
–Sen onu iyileştir, ne istersen veririm, diyor.
Şeytan,
–Bir şartım var?
–Nedir şartın?
–Şifayı benden bileceksin. Ben eşini iyileştiririm vücudunda hiç yara kalmaz ama sen gidip diyeceksin ki bu adam bizi iyi etti, şifayı bu verdi. Şâfî olarak beni göreceksin. Hanımı diyor ki,
–Bu zor iş, ben bunu eşime sorayım…

Hz. Eyyûb’un yanına gelip yaşadıklarını anlattığında Hz. Eyyûb ona diyor ki: “Sen Eyyûb’un hanımı, Hz. Yakub’un kızısın.

–Leyya Hatun aynı zamanda Hz. Yakub’un kızı

- Sen bir peygamber kızı ve bir peygamber eşisin. Senelerdir babandan ve benden tevhîdi dinledin. Nasıl sen bu insanın şeytan olduğunu anlamadın da bir de bu meseleyi bana getirdin? Biz şifayı Allah’dan değil de şeytandan mı bileceğiz? Sen nasıl böyle bir zâfiyet gösterebildin, böyle düşük bir derekeye düştün?.. Daha bana hizmet etme, benim yanımda durma!” deyip onu da gönderiyor, eşini de bırakıyor.

Kurtlanmış, kokuyor… ‘Çocuklarımız seni görünce ürküyorlar, kokundan rahatsız oluyorlar’ diyerek kavmi Hz. Eyyûb’u şehrin dışına atmış.

Hanımını da gönderiyor. On sekiz senelik bir süreç, bir imtihan yaşıyor. Ellerini kaldırıp da bir sefer Cenâb-ı Hakk’a “Bana şifa ver.” demiyor. Diyor ki: “O (Celle celâluhû) beni seksen sene şifa içinde yaşattı. Şimdi bukadarcık seneden dolayı hem de kendi suçumdan dolayı hakettiğim bir cezayı nasıl geri al diyebilirim…”

Bu kıssayı niye anlattım? Cenâb-ı Hakk’ın dostlarına, Peygamberlerine muamelesi böyle. Onların üzerinde ne kadar titiz olduğu ve bize ne kadar müşfîk olduğunu bilelim diye anlattım.

Çocukluğumuzda hepimiz bunları yaşamışızdır. Evde biz yaramazlık yapsak, ‘onu sen teşvik ettin, sen kollasaydın yapmazdı,’ diye abilerimiz dayak yerdi. Hâlbuki biz yapmışız o hareketi. Misal bir şey kırmışız, dökmüşüz ama dayağı bizden büyük abilerimiz yerdi.

Bu noktada Allah’a ne kadar şükretsek az. Peygamberlerimiz ve büyüklerimiz birçok noktada bizim işlediğimiz suçların cezasını çekmişler. Bunun bir örneğini de yine Kur’ân’da Hz. Musa’da görüyoruz. Musa Aleyhisselâm Tûr-i Sinâ’ya üç günlüğüne çıkıyor, Cenâb-ı Hak otuz gün tutuyor onu. Bakın ümmetiyle denizi geçmişler, Firavun boğulmuş, Arz-ı Mev’ud’a, vâdedilen cennet misali topraklara gidiyorlar. Bıldırcın eti, kudret helvası yemişler. Bu kadar mucizeleri görmüşler. Hz. Musa Vahy-i İlâhi’ye muhatab olmak için üç günlüğüne Tûr-i Sinâ’ya çıkıyor, Cenâb-ı Hak otuz gün tutuyor. Tam ayrılacağı zaman on gün daha tutuyor Cenâb-ı Hak. Toplam kırk gün Hz. Musa Tûr-i Sinâ’da kalıyor. Hz. Musa Tûr-i Eymen’de kırk gün kalırken ümmeti dağın eteklerinde birbirine düşüyor. Diyorlar ki: “Musa bizi bırakıp kaçtı. Vaad edilen yer, cennet misali bir yer yok. Biz ona ağır geldik, o da bizi bıraktı kaçtı.” Birileri de diyor ki: “Musa gitti öldü, bir daha gelmez.” Hz. Musa, Mevlâ’nın yanındayken ümmeti yanlarındaki altınlarını eritip bir buzağı yapıyorlar. ‘Samiri’ diyor Kur’ân bunlara. Altından bir buzağı yapıp tapınmaya başlıyorlar.

Hz. Musa geri döndüğünde bakıyor ki, ümmeti buzağıya tapıyor. İçlerinde kardeşi Hz. Harun da var ama O mücadele etmiş, başa çıkamamış. Hz. Musa bunlara ‘tevbe edin’ diyor kabul etmiyorlar. Bunun üzerine savaşıyorlar, Hz. Musa kazanıyor. Buzağıcılar mahvoluyorlar, harap oluyorlar. Hz. Musa, kalan ehl-i imanla Filistin’e, Arz-ı Mev’ud’a devam ederken Cenâb-ı Hak vahyediyor: “Dur ya Musa! Sîna Çölü’ne girmişler. Ceza olarak kırk sene burada kalacaksınız...” Bakın, Hz. Musa’nın hiçbir suçu yok. Birinci menkıbe de Hz. Eyyûb, sükût kaldı ama ikinci kıssada Hz. Musa’nın bir suçu yok, Allah’ın yanında. Kavmi buzağıya taptı diye Hz. Musa da kavmiyle cezalandırılıp Sîna Çölü’nde kırk sene kalmak zorunda kalıyorlar... Kudret helvası, bıldırcın eti yerken soğan sarımsağa mahkûm oluyorlar. Otuz yedinci senede Hz. Musa vefat ediyor, Filistin’i, vâdedilen yeri göremiyor. Kırk sene kavmi o çölde cezalandırılıyor.

Niye onlar da cezalandırıldı? Buzağıcılar zahirde buzağı yapıp tapınmaya başladı. Geri kalanların zahirde belki buzağısı yoktu ama gönüllerinde buzağıları olanlar vardı. Biraz önce bildirilen şüphe… Belki içinde şüphesi olan vardı. Cenâb-ı Hak, o kırk sene boyunca şüpheleri eritti. İçerideki buzağıları yok etti. Ondan sonra onlara Arz-ı Mev’ud’u nasib etti.

Şimdi kavminin işlediği suçtan bir Peygamber cezalandırılıyor. Bazen bizlerin farkında olmadan yaptığımız şeylerden büyüklerimiz zor durumda kalabiliyor.

Allah Resûlü (Sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün Hâne-i Saadetleri’nden sevinçle çıkıyorlar. ‘Şu gece Kadir Gecesi’dir’ diye Kâinatın Efendisi’ne (Aleyhi’ssalâtu ve’s-selâm) bildirilmiş. Sevinçle Haneleri’nden mescide doğru bunu açıklamak için çıkıyorlar. Tam çıkarken Mescid’de iki kişiye gözü takılıyor. İki tane sahabî birbirleriyle dil münakaşası yapıyorlar. Allah Resûlü onlara bakarken Kadir Gecesi’ni unutuyor ve buyuruyor ki: “Şu kişilere yazıklar olsun. Onlara gözüm takıldı gönlüm karıştı. Kadir Gecesi’ni Allah bana bildirmişti, onların sebebine unuttum, bana unutturuldu.” O iki kişi oruçlu oldukları halde, Ramazan-ı Şerif’te birbirleriyle münakaşa etmeselerdi Allah bizi Kadir Gecesi’yle müjdeleyecekti. “Onların çirkin ameline gözüm takılınca gönlüm de oraya kaydı gönlüm bozuldu.” buyuruyor.

İşte biz bu yüzden büyüklerimize bakmak zorundayız. Gönüllerimizi muhafaza etmek istiyorsak şu kâinatta herkesin yaptığına değil, büyüklerimizin yaptığına bakmalıyız. Çünkü onlar da büyüklerinin yaptığına bakmışlar bu müteselsilen devam etmiş. Onlara bakarak hayatımızı şekillendirmek ve bir intizama koymak zorundayız ki gönlümüzü muhafaza edelim, gönlümüze buzağılar girmesin. Gönlümüze başka davalar, başka sevdalar girmesin. Yoksa biz de bu dünya çölünde, bu sıkıntıların içinde kırk sene mi olur, kırk bin sene mi olur bilinmez, imtihanlarımız çoğalır. Yaşadığımız şeyleri görüyoruz. Bu çölde hep birlikte yaşıyoruz bunları. Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in imtihanını üç sene sürdürmüştür, İslâm Tarihi’nde ‘Hüzün Senesi’ diye bilinen süre üç sene sürdü. Musa’nınki kırk sene sürdü, Eyyûb’unki on sekiz sene sürdü. Dua edelim de bizimki de inşallah öyle kısa sürsün. Maksudumuza, matlubumuza kavuşalım inşallah.

Cenâb-ı Hak cümlemize büyüklerimizin ahlâkıyla ahlâklanıp halleriyle hâllenip sevdalarıyla sevdalanıp o şekilde yaşamayı nasîb eylesin.

*Hâce Hazretleri’nin (Kuddise sırruh), “Velîler Gaybı Bilirler” konulu bir konuşmaya vermiş olduğu cevabî sohbetten derlenmiştir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort