JoomlaLock.com All4Share.net

İMAN-AMEL MÜNASEBETİ

iman amel ilişkisi

İman-Amel Münasebeti - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 136 - Nisan 2019

 

İman-Amel Münasebeti

 

Allahu Teala’nın, elest bezmi diye bildiğimiz, daha doğrusu bildirdiği ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” ilahi hitabına muhatap kılmakla kıymetlendirdiği o vakitte bir yönüyle bizi şereflendirmiş, bir yönüyle de büyük bir sorumlulukla mükellef kılmıştır. Şereflendirmiş çünkü yarattığı onca mahlûkat arasından bizi eşref, ekmel ve ekrem olan insan olarak halk etmiş, bütün kâinatı bizim için, bize hizmet için var etmiştir. Diğer yönden de bizim dışımızdaki hiçbir mahlûkunu tâbi tutmadığı imtihanlarla bizi sınamak, neticede cennet yahut cehennem gibi iki ebedi menzilden birisini bizim için hazırlamak suretiyle aslında belimizi bükecek bir yükü bize yazmıştır.

Belimizi bükecek ifadesini özellikle kullanıyoruz çünkü insanlığın kâhir ekseriyyeti olarak biz bu işin fehminde olamasak da hakikati böyledir. Rabbimizin bizi halife olarak yaratması bizim için büyük bir mesuliyettir esasında. Biz meseleye; insan olarak seçilmişliğe, hep nimet penceresinden baktığımızdan tabiri caizse işin oyununda eğlencesindeyiz. Hâlbuki büyüklerimiz Allahu Teala’nın kendilerine ihsan ettiklerini hemen nimet olarak görmemişler. Ellerine geçen maddi manevi her şeyi, önce bakmışlar; “Biz bununla Allahımızı razı edebilecek miyiz, bunu onun muradı doğrultusunda kullanabilecek miyiz?” diye değerlendirmişler. Eğer bu sorulara verdikleri cevaplar olumlu ise ne âlâ, yok menfi ise bunun mesuliyetinden Cenabı Hakk’a sığınmışlar ve kendileri hakkında nikmet (intikam, ceza) olmasından çok korkmuşlar. 

Bizim gerekliliklerini yerine getirmeden, elimizi taşın altına koymadan hayatı ve mematı oyun ve eğlenceden ibaret zannederek selef-i salihinin ifadesiyle “cenneti garanti etmişçesine” neşe içerisinde geçirdiğimiz vakitler Nasreddin Hoca fıkrası gibi. Hoca merkebini ıslık çalarak arıyormuş ya. Hem eşeğini kaybettiğini öğrenen hem de hocanın neşesini gören komşusu bu durumunun sebebini sorunca hoca cevabı yapıştırmış, “Bakmadığım bir tek şu tepenin arkası kaldı. Orada da bulamazsam sen o zaman seyret feryadı!” demiş. Şimdi biz de tıpkı hoca gibi henüz tepenin ardını görmediğimizden -kabri, haşri, mizanı henüz bilemediğimizden- keyfimiz yerinde lakin orayı gördüğümüzde -Allah muhafaza- bizim için geç olmasın, biz de Nebe Suresi’nde misali verilen “Keşke toprak olsaydım.” (Nebe 40) diyenlerden olmayalım. 

Tabi bu duruma düşmemek ve “Allah’ın selamı üzerinize olsun, siz temize çıktınız, öyleyse içinde ebedi kalmak üzere cennete girin.” (Zümer 73) müjdesine nail olmak için evvelen yapılması gereken sahih bir imana sahip olmaktır. Bu sıhhatin ölçüsü elbette Rabbimizin ve peygamberimizin belirlediği ölçülere uygun olmasıdır. Yani inanmak istediğimiz gibi değil de inanmamız gerektiği gibi inanabilmek meselenin özüdür. Allahu Teala’dan başka bir ilah, mabud, maksud bulunmadığını/bulunamayacağını bilmektir. Atamız Hazreti Âdem’den Efendimiz’e kadar gelmiş bütün peygamberler bu gayeye matuf, tevhidi tebliğde bulunmuşlar. Her türlü şirk unsurundan arınmış, yalnızca ona kulluk edilen ve yalnız ondan istenen bir yerde durmaktır ki buna kulluk denilmiştir. Bu kulluğun sağlaması ise ancak ve ancak Efendimiz’in (as) peygamberliğini tasdik ve onun yaşadığı hayatı tatbik etmekle olur.

Tabi bu hakikat, ulaşılması hedeflenen bu nimet-i uzma, elbette ki sadece inandım demekle elde edilemeyecek kadar büyük. Eğer sadece inandım demek yeterli olsa idi münafıkların ehli cennet olması gerekirdi. Hâlbuki bunun tam aksine dilleriyle inandım deyip de bunun içini doldurmadıklarından, inanmanın gerekliliklerini yerine getirmediklerinden, kâfirlerden daha aşağı bir derekeye müstahak olmuşlar ve tabiri caiz ise cehennemin dibini boylamışlardır.

İşte bu yüzden salih, kâmil âlimlerimiz inanmanın nasıl olması gerektiği gibi inancı destekleyecek, sağlamlaştıracak, muhafaza edecek hakikatleri de Canabı Hakk’ın emri şerifine, Rasullullah Efendimiz’in belirttiği ölçülere uygun olarak tarif buyurmuşlar. İmanı kısa ve öz olarak “dil ile ikrar, kalb ile tasdik, mucibince amel” diye ifade etmişler. 

Malum olduğu üzere akaidde (inanç esasları) imamlarımız Ebu’l-Hasan Aliyyü’l-Eşarî ve Ebu Mansur Muhammed Maturîdî hazretleridir. Mezhebleri nisbeleriyle anılagelmiştir ki amelde Şafiî, Hanbelî ve Malikî mezhebine mensup olanlar itikatta İmam Eşarî’nin görüşlerini benimsemişlerken, Ebû Hanife’nin görüşlerini taklit edenler ise İmam Maturîdî’nin belirlediği usûl dairesinde inanç esaslarını kabul etmişler. Aralarındaki bu ihtilafın, meseleleri ve o meselelerin çözümü için kullandıkları delilleri ele alış biçiminden kaynaklandığını yani kullandıkları metod yönünden bir farklılık olduğunu da bilmek gerekir. Bu yüzden farklı olarak görüş beyan ettikleri hususlarda da neticede aşağı yukarı aynı kapıya çıkan ifadeler kullanmışlardır. İşte temel meselelerde herhangi bir görüş ayrılığı bulunmayan, her şeyleriyle ehli sünnet ve’l-cemaat dairesinde bulunan ve bazı kaynaklara göre (bkz. es-Subkî, Tabakatü’ş-Şafiiyyeti’l-Kübra) sadece on üç meselede aralarında ihtilaf olan bu iki mezhebin farklı görüş belirttiği noktalardan birisi de iman amel ilişkisidir.

Kısaca ifade etmek gerekirse Eşarîler genel olarak amelin imandan bir cüz olduğunu ifade etmişler, Maturîdîler ise amelin imandan cüz olmadığını, ancak imanın muhafazası için amelin gerekliliğini vurgulamışlardır. Dikkat edilirse yukarıda da belirttiğimiz üzere burada görünüşte bir ihtilaf bulunsa da ifadeler birbirlerinin mütemmim cüzleri gibidir. Peşinen söylemek gerekir ki ikisi de amelin gerekliliğine vurgu yapmışlardır. Zaten ayeti kerimeler de öyle buyurmuyor mu? Birçok yerde (Ör: Asr 3, Bakara 277, Yunus 9) imandan sonra salih amel zikredilmiştir ki maalesef bugün biz bu hakikati anlamaktan çok uzak bulunuyoruz. Hatta öyle ki imanımızın zayi olabileceğinden hiç endişe duymuyoruz. Taklidi imandan aslında bize hakiki faideyi verecek olan tahkiki imana erebilecek miyiz, diye akıbetimizi merak etmiyoruz. Bu bizim dünya imtihanını ve ahiretin ebediliğini anlayamamış olmamızdan, ciddiyetini idrak edemememizden kaynaklanmaktadır. 

İster imanın bir parçası, olmazsa olmaz cüzlerinden birisi olarak anlaşılsın; ister muhafazası, cilası olarak kabul edilsin en büyüğü olan namazdan başlamak suretiyle bütün ameller bizim için önemlidir. Çünkü her amel iyi ya da kötü bir tercihten ibarettir ve muhakkak ind-i İlahî’de olumlu yahut olumsuz bir karşılığı vardır. Bizim için mühim olanı elbette ki Rabbimizi razı edecek salih ameldir. Salih amel için kişi Rabbini tanımalı yani marifetullahtan hissedar olmalı ki hem ne yapması gerektiğini bilsin hem de yapacağı işleri onun kabul edeceği, razı olacağı şekilde yapsın. Bu ise kişinin her şeyden önce güzel bir anlayışa sahip olmasını gerektirir. Bu marifetle/anlayışla kişi güzel bir niyet tutar ki amelin salahı zaten bu niyetle mümkündür. Aksi takdirde aynı fiilleri yapan kişilerin birisinin cennette yüce derecelere nail olduğu, diğerinin ise cehenneme müstahak olduğu hadisi şeriflerde bildirilmiştir. Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî hazretlerine göre niyet “Allah’ın rızasını tahsile ve Onun hükümlerini tatbike yönelen irade demektir. Yapılan fiil niyetle kabul edilir. İster dünyaya taalluk eden işlerde olsun -ki bu ya doğruluk ya da fesat demektir- isterse de ahirete taalluk eden işlerde olsun -bu da sevab ya da ikab manasına gelir- niyet esastır ve bu muhakkak rıza-i ilahiyi tahsile yönelmelidir.” 

Sahip olduğumuz bu bilgilerin ancak amel etmek için olduğu hususunda ise “Emanet ve Ehliyet” adlı eserde özetle şöyle denilmiştir:

“Amellerimiz aynı zamanda fıkıh ilminin de konusudur. Gayesi ise insanı dünya ve ahirette saadete ulaştırmaktır. İmam-ı Âzam Ebu Hanife fıkhı ‘Kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir. İmandan sonra amel etmek ahiret saadetini temin etmek için dünya meşgalelerini gönülden çıkarmaktır. Bundan maksat dünya hırsını, mal sevgisini terk edip bütün imkânlarını Allah yolunda hizmete vasıta kılmak ve böylece ahiret saadetini elde etmektir.’ diye tarif etmiştir. Lehimizde ve aleyhimizde olan şeyler ise Allah’ın Kitabı’nda, Rasul-i Ekrem’in sünnetinde muhkem ve müfesser olarak belirlenmiştir. Böylece insanoğlu kendisine tebliğ edilen bu hususlarla mükellef tutulmuştur. Bu malumattan sonra üzerimize düşen onlarla amel etmektir. Amelde muvaffak olan müslümanlar nimetlere mazhar olur. Rasulullah Efendmiz’in; “Bir kimse bildikleriyle amel ederse, Allahu Teala o kimseye bilmediklerini öğretir.” buyurduğu sabittir. Zerre miktarı iyiliğin de kötülüğünde karşılığının verileceği, hesap gününe hazırlanan her mümin, İslam’ı öğrenme ve salih amel işleme hususunda titizlik göstermelidir.”

Büyüklerimiz buyurmuşlar ki; “Ezelde Allah vardı, biz yoktuk. Rabbimiz ihsan buyurdu, kendini gizledi, bizi var etti. Şimdi bize düşen varlığımızı ortadan kaldırıp Hakk’ın varlığını ispat etmektir.” Çünkü ihsanın karşılığı ancak ihsandır. Bizi var etmek suretiyle Rabbimizin Kendisine vasıl olmamız için yaptığı ihsana biz de onun (cc) razı olacağı şekilde, heva ve hevesimizi öne çıkarıp şerik koşmadan, iman etmeli ve varlığımızdan kurtulacak salih amellere say etmeliyiz. Ancak böylelikle Rabbimizin ceza gününde ihsanına, ikramına mazhar olmayı ümit edebiliriz. İşte bu ihsana nail olup ebediyyen said olabilmek ve mesud olanlarla/salihlerle birlikte illiyyin cennetine dâhil olmak için sağlam bir inançla içimizi gönlümüzü lebalep doldurmalı; dışımızı da salih amellerle tezyin etmeliyiz. Ancak bu zahir ve batın dengesini kurmak suretiyle maddi manevi marazlarımızı biiznillah gidermeye büyüklerimizin de himmetiyle muvaffak olabiliriz. 

Cenabı Hak cümlemizi kâmil imandan yana nasibi bol olanlardan, salih amellerde de muvaffak kıldıklarından eylesin. Peygamberimiz’in (sav) ifadesiyle “İnandım dedikten sonra müstakim olanlardan...” olmayı bizlere ikram etsin.

Bu hayatı ancak büyüklerimizin dizinin dibinde, sohbetlerinde hayırlı işler yaparak geçirebileceğimiz şuurundan bizi gözümüzü açıp kapayıncaya kadar gafil etmesin.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort