JoomlaLock.com All4Share.net

İNSANIN YARATILIŞ GAYESİ “GULÂM-İ MUHAMMED” OLMAKTIR

Bu yazımızda, dünyevi ve uhrevi saadet için mü’mine lazım olan ilmi, edinilen bilginin âdeta sergilenişi olan ameli ve amele ruh veren ihlâsı işlemeye gayret ettik. Tevfîk ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’tandır.

Hâcegân yolunun temel esasları sıralanırken iman ve aşkla beraber ilim de zikredilmektedir. Zaten yolumuzun sair tariklere oranla efdal ve ekmel olmasının sebebi de ekser meşayıhının ulemadan olmasındandır. Büyüklerimiz, uzun uğraşlar ve ciddi gayretler sonucu ahzettikleri bilgi ve birikimlerini en güzel şekilde amele döküp, bu amellerde de ihlâsı elde etmenin yolunu tecrübeyle sabitleştirdikten sonra bir disiplin halinde muhiblerine talim ettirmişlerdir.

Çünkü bizim büyüklerimiz her şeyde olduğu gibi ilim öğrenmekten gayenin de Cenâbı Hakk’ın bizi bu dünyaya göndermesindeki murad ve maksadının anlaşılması olduğu üzerinde ısrarla durmuşlardır. Adına kulluk denilen bu ulvi vazifeyi idrak etmek, onu yerine getirmek için ne yapmak gerekiyorsa yapmayı yani ameli, o amelin kıymet ve lezzetini anladıktan sonra da kendisine verilen nasib doğrultusunda derinleşebilmeyi yani ihlâsı getirecektir. Zaten kendisi ile amel edilmeyen bilgi insana adeta kambur olmuş, ilmi ile âmil olmayanlar Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle kitap yüklü merkeplere1 benzetilmişlerdir. Ayeti kerime her ne kadar yahudilerin Efendimiz’in geleceğine ve O’nun şahsî ve manevî vasıfları hususunda bilgi sahibi olmalarına rağmen O’na tabi olmamaları hakkında nazil olmuş olsa da ulemâ bu ayetin hitabının şahsî, hükmünün umûmî olduğunu bildirmişlerdir.

Hâce Hazretleri insanın vazifesinin anlaşılması için evvel emirde “levlâke” sırrının iyice idrak edilmesi gerektiğini vurgulamışlardır. Çünkü insanın yaratılış gayesi “gulâmi Muhammed” olmaktır. Yani Efendimiz’e (sav) ve O’nun tebliğ ettiği dîn-i mübîne hizmetkâr olmak ve yine O’ndan (sav) öğrendiğimiz şekilde, Kurân-ı Kerim’in ifadesiyle,2 Allah’ın dinine yardım etmektir. Ancak Allah’ın dinine yardım edebilmek için öncelikle ilme yani bozulmamış bir bilgiye ihtiyacımız olacaktır. İşte bu ilmi öğrenmenin yolunu da büyüklerimiz bize tarif etmişler; ya bir âlimin yanında, onun rahle-i tedrîsinde oturmak yahut da bir mürşidin sohbet-i seniyyelerinde bulunmaktır.

Ancak şu hakikat hiç unutulmamalıdır ki ilim, sadece öğrenip malumat sahibi olmak, ben biliyorum deyip caka satmak için değildir. Öğrenilen hakikatlerle amel edip yine Cenâbı Hakk’ın bizden istediği vazifelerle nefsimizi meşru bir daire içerisinde meşgul edip tabiri caizse oyalayarak onun, Rabbimiz’in belirlediği haddi aşmasının önüne geçmeye çalışmaktır.

Zaten bize hidayet rehberleri olarak gösterilen ve hangisine tabi olursak kurtuluşa ereceğimiz müjdelenen sahabe-i kirâm efendilerimiz de bu şekilde yani göz ve kulakla yetişmişlerdir. Kendileri, Efendimiz’den (sav) işittikleri hakikatleri öğrenip yine bizzat O’ndan görerek ayniyle uygulamaya çalışmış, bilgisini aksiyona, amele çevirmiştir. Bu uygulama sırasındaki samimiyet ve ihlâslarındaki derecelerine göre de onlara Cenâbı Hakk’ın vuslat kapıları açılmış, gerek Efendimiz’in şahsına ve getirdiği hakikatlere hizmetleri gerekse de O’na tabi olmaktaki gayretleri onlara Allah’ın rızasını3 kazandırmıştır.

“İman edip de salih amel işleyenler” 4 ifadesi Kurân-ı Kerim’in birçok yerinde geçmektedir. Zaten imanın tarifi yapılırken buyruluyor ki; ”İman; dil ile ikrâr, kalb ile tasdîk, amel ile de tatbîkdir.” Bu cepheden bakılacak olursa iman da bir bilgidir aslında. Rabbi’nin kim olduğunu, O’nun elçilerinin insana neler getirdiğini, helal ve haramın sınırlarını, icrâ edilmesi gereken vazifeleri, yeniden dirilişin, hesabın, cennet ve cehennemin hak olduğunu bilmenin adına iman denir. Ama bu kadar bilgi ve bunları kabulleniş sadece yeterli görülmemiş aynı zamanda bu inancın gerektirdiği şekliyle amel de istenmiştir. Hadisi şeriflerinde Efendimiz (sav); “Kul amentü billâhi festakim-İman ettim de, dosdoğru ol.”5 buyurmuşlardır. Hucûrat Sûresi’nde de istikamet üzere olmanın ancak Allah’ın emirlerine imtisâl6 ile olacağı beyan buyrulmuş adetâ hadisten kastedilen mana şerh edilmiştir.

Buradan anlıyoruz ki ilim yani doğru bilgi insanı amele sevk eden bilgidir. Ayeti kerimede bizlere en güzel örnek, usve-i hasene olarak gösterilen Efendimiz’in hayatı, bu hakikatin sürekli izhârı olmuştur. O (sav), geçmiş ve gelecek bütün hataları bağışlandığı halde kendisini ibadetten berî görmemiştir. Enbiya mâsum, evliyâ ise mahfuz oldukları halde sürekli ameli salihle meşguliyete gayret ediyorlar da biz hangi halimize güvenerek böyle tembel tembel oturabiliyoruz? Şu halde bildiğini iddia ettiği halde Allah’ın emirlerine uymakta gevşek olan kimse en hafif tabiriyle cahildir ve bildikleri ona zarardan başka bir netice vermeyecektir.

Bildiği ile amel eden kimseye Cenâbı Hak iyiyi kötüden ayırt edecek bir meleke ve nûr bahşeder. Böylece o, bu dünyanın ahirete tarla olduğunun bilinciyle salih amel tohumunu ekecektir. Zaten insanın hüsrana düşmemek için salih amele devamı zaruridir. O amele devam ettikçe Rabbimiz de bu gayreti karşısında ona bilmediklerini öğretir. Bildikleri ile amel ettikçe sürekli öğrenecek ve öğrendikçe de ameli artacak bu döngü ona günbegün terakkinin kapılarını aralayacaktır.

Ancak insanın asıl bilmesi gereken odur ki; Cenâbı Hakk’ın bizlere ihsan ettiği nimetleri pek çoktur. Geçmiş ümmetlere kıyasla ümmet-i Muhammed’in nâil olduğu güzelliklerin ise had ve hesabı yoktur. Bizlere öyle büyük nimetler vermiştir ki Hak Teâlâ, onlardan kimini peygamberlerine dahi lütfetmemiştir. Bizler ne kadar kaliteli amel işlersek işleyelim bunlar o nimetlere -hâşâ- bir bedel olamaz.

O yüzden bize düşen; işlediğimiz hasenelere karşı Allah’tan -cennet bile olsa- bir şeyler istemek, ücret talebinde bulunmak değil, bizlere meccânen verdiği zenginliğimizin farkına vararak bunların şükründen aciz olduğumuzun idrakine ermek olacaktır. Kul 0olarak vazifemiz Hâlıkımız’ın bizden arzuladığı her şeyi yüksünerek değil, aşk ve şevk ile yerine getirmeye çalışıp muvaffakiyeti Allah’tan bilip şükretmek, oluşan aksaklıklar için de nefsimize dönüp tövbe ve istiğfâr ile meşgul olmaktır. Böyle fakr ve acziyet içinde yerine getirilen ve karşılığında yalnızca Mâbud’unun rızası ümid edilen amel, sahibine ihlâsın kapılarını açacaktır.

Hadisi kudsîde; “İhlâs, Benim sırlarımdan bir sırdır; onu kullarımın içinde sevdiklerimin kalbine emanet ederim.” 7 buyrulmaktadır.

Büyüklerimiz de ihlâsı, amellerin gösteriş ve kendini beğenme gibi nefse ait paylardan temizlenmesi ve halkın -iyi yahut kötü- ne diyeceğini bir kenara bırakıp, asıl, Allah’ın hakkımızda nasıl bir hüküm vereceğine bakarak taatte bulunmak olarak tarif etmişlerdir. Zaten insan Allah’a olan her türlü amelinde şu veya bu işlerle uğraşmayı kenara bırakıp bütün sâfiyeti ve benliğiyle sadece ibadetin hakikatine yönelmeye çalışmalı ve o sırrı bizim gönlümüze de emanet etmesi için Allah’a yalvarmalıdır. O sır, öyle bir “mevhibei ilâhî”dir ki vâkıf olana ilm-i billâhın yolunu açar. İşte amel böyle olunca sahibine fâide verir.

Unutulmamalıdır ki ilm-i billâh ile yapılan az amel, ilm-i billâhsız yapılan çok amelden daha makbuldür.

KAYNAKLAR
1 Cum’â Sûresi 5. Ayet
2 Muhammed Sûresi 7. Ayet
3 Beyyine Sûresi 8. Ayet
4 Bakara, 25, 82, 277; Nisa, 57; Hud 23; Kehf, 2…
5 Sahîh-i Müslim, Kitâbü’l-Îmân, B. 13, Hds. 62/2
6 Hud Sûresi 112. Ayet
7 Zebîdî, İthâfü’s-Sâde, 13/80-82

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort