JoomlaLock.com All4Share.net

TASAVVUF ZÜHD-İ NEBEVÎDİR -1

Dergimizin bu ayki dosya konusu “Yurdumuzdaki İslamî Hareketlerin Dünü ve Bugünü” idi. Gayet geniş bir sahaya sahip bu mevzuu nasıl işleyeceğimiz hakkında “netice-i meram” yazarları olarak aramızda yaptığımız istişare neticesinde, her birimizin bu hareketlerden birisini incelemesine, böylelikle her alanın daha derinlemesine işlenebileceğine karar verdik. Bu karar doğrultusunda biz de yurdumuzda tasavvufî cereyanın dünü ve bugününü işlemeye gayret edeceğiz. Cenâbı Hak bizleri tevfîki ile muvaffak, cümlemizi de lütfu ile müstefîd eylesin…

Tasavvufla ama uzak ama yakın bir ilişkisi olan herkes onun anlatılamayan bir hissiyat, seven ve sevilenden başka kimsenin mahrem olamayacağı bir ikili ilişki olduğu noktasında hemfikirdir. Hal böyle olunca bu konu hakkında yazı yazmak takdir edersiniz ki oldukça zor olacaktır. Ancak İmam Efendi Hazretleri’nin de buyurduğu gibi; “Efendimiz’den (sav) tevarüs eden diğer tüm ilimler gibi tasavvuf ilminin de bir tarifi, mevzuu, binası ve faidesi vardır. Ve diğer aklî ve naklî ilimler gibi bu ilim de ancak ehlinden talim edilir.” Bu açıdan, yazımızı yazarken tasavvufun hakikatinin daha da anlaşılabilir olması ve günümüzdeki oluşumların bu sağlam mihenge vurularak değerlendirilmesi daha isabetli sonuçlar elde etmemize zemin hazırlayacaktır.

Bâtın temizliği yapmak olarak tarif edilen, gafletten sakınarak her an huzur-i ilâhîde olduğunun bilincinde yani Cenâbı Hakk’ın Râkîb oluşunu aklından ve gönlünden çıkarmamak olarak mevzuu belirlenen tasavvufun faidesi, nefsanî her şeyden kurtularak kulun Mevlâsı’na layık hale gelmesidir.

Meselemizin daha iyi anlaşılması için öncelikle serlevhadaki “zühd” kelimesinin üzerinde biraz durmak istiyoruz. Zühd; “dünyaya rağbet etmemek. Nefsâni zevk ve arzudan kendini çekerek ibâdete vermek…” gibi manalara gelir. Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm da; “Rabbim Beni kul bir peygamber olmakla hükümdar bir peygamber olmak arasında muhayyer bıraktı. Hangisini tercih edeceğimi bilemedim. O sırada dostum Cebrail’e baktım. Cebrail: ‘Rabbin için tevazu et!’ dedi. Ben de kul bir peygamber olmayı tercih ettim.” buyurmuşlardır.  

Daha yaratılışın başında iken O (sav) dünyalık hiçbir şeyi tercih etmemiş yalnız Rabb-i Rahîmi’ne layık bir kul olabilmenin arzusu içerisinde olmuştur. Her hangi bir mal ve mülke iltifat etmediği gibi makam ve mansıp peşinde de olmamıştır asla. Hizmet edilmenin sefasını sürmek yerine bizâtihi kendisi de çevresindeki her canlıya hizmet ederek onları şereflendirmiştir.

İmanını kemâle erdirme gayretinde olan her mümin hayatını -zerreden kürreye- Efendimiz’in hayatına benzetebildiği ölçüde kâmildir. İçinde bulunduğumuz zaman diliminden Efendimiz’e mutabaatın yegâne yolu ise Fahr-i Kâinat Efendimiz’le irtibatının bir an kesilmesine dahi tahammülü olmayan insan-ı kâmile ittibâ etmektir. Büyüklerimizin bu yolun daha başında bize en büyük tavsiyelerinden bir tanesi de bu yolun yolcusunun hizmet edilmeyi beklemek yerine hizmete talip olması ve nefsini firavunun nefsinden bile aşağı görerek yolun en sonunda olduğu bilincini hep canlı tutmasıdır. Bu anlayışla garazsız ve ivazsız bir hizmetin içerisinde olmalıdır sâlik.

Günümüzde ise ehli tarik olanlar sadece menfaat için hizmetle meşgul olmakta işin daha da kötüsü kendilerine verilen terbiyede de böyle bir düşüncenin fenalığından bahsedilmemektedir. Belki dünyalık menfaatler zemmedilmekte ancak sâlik ahiret metaına yönlendirilmektedir. Şeyh efendilerin tüm derdi evliya yetiştirmek, yerlerine halife bırakmak olmuştur. Böyle olunca da adeta manevi bir kısırlık olmuş, Cenâbı Hak ümmetin maddi manevi dertlerini çözüme kavuşturacak hayırlı insanların sayısını günden güne azaltmıştır. Tabi hakikat olmayınca da ehliyetsiz insanların elinde saf (temiz) niyetli nice insan adeta heba olmuştur.

Hâlbuki ümmetin adeta manevi babaları olan ve Cenâbı Hakk’ın dengede tutmak için dağlar misali yeryüzüne diktiği insanı kâmilin yegâne arzusu Allah’a (cc) layık bir kul, Efendimiz’e (sav) layık bir ümmet yetiştirmek olmalıdır. Çünkü Hâce Hazretleri’nin ifadeleriyle; “Kulun piyangosu Allah’ın onu görmek istediği yerde (kulluk dairesi içerisinde) durmasıdır.” Kıymetini bilen için de bundan daha değerli bir mevkii yoktur. Büyüklerimiz, Efendimiz’in (as) kıymetlerini anlatırken Cenâbı Hakk’ın O’na olan –ve kâinatta kimseye lütfetmediği- izzet ve ikramına rağmen; “Sen Bizim neyimizsin?” hitabına “Ben Abdullah’ın yetimiyim.” diye cevap vererek kendisini kâmilen sıfırlayabilmesini de aktarırlar.
Söz tam buraya gelmişken Ğavs’ül-Âzam Abdulkadir Geylânî Hazretleri’nin veciz ifadelerini hemen hatırlamakta faide görüyoruz. Hazreti Pîr; “Menfaat kapısına baktım kuyruk tâ arşa dayanmıştı, fakr ve zaruret kapısına nazar ettim kendimden gayrisini göremedim.” buyurmuşlardır. Aynı doğrultuda Hâce Hazretleri de (ksa): “İbrahim bin Edhem madde sultanlığını terk etti, Cenâbı Hak ona ne nimetler verdi.  Bir de mana sultanlıklarını terk etmek var. Düşünün Allahu Teâlâ’nın buna mukabelesi nasıl olur?” buyurmuşlardır. Şahı Nakşibend’in (ks) sâlike dünyayı, ukbayı, varlığını terk ettikten sonra bunları terk ettim, duygusundan da kurtulması gerekliliğini de vasiyet etmesi aynı hakikate işarettir.

Her yolun bir başlangıcı olduğu gibi tasavvufun/seyr-i sülûkun başlangıç noktası da intisabdır. İntisab; talibin yolun büyüğüyle yahut onun görev verdiği kimseyle Efendimiz’in bey’at sünnetine uygun bir şekilde karşılıklı olarak ahidleşmelerine verilen isimdir. Farklı tarikatlere göre çeşitli ritüeller uygulansa da öz olarak bey’at tarafların birbirlerinin tövbelerine ve Allah için verdiği sözlere şahit olmasıdır. Ancak burada üzerinde durmak istediğimiz nokta bu meselenin bir başlangıç olduğu ve devamının sohbetlere, hatmi şeriflere, evrad ve ezkâra müdavemetle olacağı gerçeği bir kenara bırakılarak; “Sadece tövbe etmenin, kurtuluş için yeterli olduğu(!)” gibi sığ bir anlayışla tâliblerin yanlışa sevk edilmesidir.

İntisab edilen yolun büyüklüğü kadar intisab edenin de meselenin bilincinde olması çok önemlidir. Onun için mesele adeta “oldu  bitti”ye getirilmeden, yolun inceliklerini anlamaya çalışarak, usullerinin ve anlayışının kendi meşrep ve mesleğine uygunluğunu tartarak yapılacak bey’at insana daha farklı bir istifade imkânı verecektir. Çünkü çiftçi ne kadar bilgili olursa olsun, elindeki tohum ne kadar kaliteli olursa olsun, eğer sâlik gönlünü bu ekime hazırlayamazsa bir faide elde edemez. Şu hâlde “Ben burada yapılan uygulamalarla, bana tarif edilenlerle gönül tarlamı ekime müsait hale getirebilir miyim?” bunun hesabı iyi yapılmalı.

Neyin ne olduğunu anlamadan, hiçbir izahta bulunulmadan, irtibatın kuvvetlenmesi için neler yapılması gerektiği açıklanmadan adeta elini tuttuğuna tarikat tarif etmek –Allah muhafaza- kârdan çok zarara yol açacaktır belki de. Bu da sanki anlaşılamayan bir hesapla tasavvufî cemaatleri kelle sayısını artırmaya dolayısıyla da artan her sayının maddi manevi kaynaklarından istifade gibi tehlikeli bir girdaba sürüklemiştir. Hazırûn cemaati bir başka dergâha, hatmeye, sohbete, hatta camiye cumaya dahi göndermeme gibi bir gözü dönmüşlük de aynı maddi kaygılardan oluşsa gerek.

Bir de bu müesseselerin adeta bir yükseköğrenim kurumu gibi olduğu bilinci de taliplere yerleşmeli kanaatindeyiz. Ne demektir bu? Tasavvuf, şeriat dairesinin içinde bir oluşumdur. Yani hususi bir eğitim kurumudur. Yükseköğrenime kaydolacak bir öğrencinin ilkokulu, ortaokulu, liseyi başarıyla bitirerek gereken dersleri vermek zorunda olması gibi bu kuruma kaydolmak isteyen kimsenin de namazla, oruçla, zekâtla, hâsılı şeriatin zahir emirleriyle bir problemi kalmamalı. Yani bunlarda herhangi bir ihmali olmamalı, gevşeklik dahi göstermemelidir. Aksi takdirde tasavvuftan istifadesi mümkün olmaz.   

Zaten son günlerde cemaatlerde gördüğümüz çoğalma da -üzülerek ifade etmek gerekirse- sanki biraz bu türden bir çoğalma. “Gel tövbe et, tamam!” bu anlayışla nereye varılır? Amel var mı, bu yol sana ne kattı, bunca yıldır neyin değişti, ahlakın zemimeden hamideye tebdil oldu mu? Bunların muhasebesinin yapılması elzemdir. Bunun için eskiler dervişe “abdal” demişler. Tebdil eden, değiştiren manasına. Neyi değiştirecek peki? İnsanın temel yapı taşlarını oluşturan, adına anâsır-ı erbaa denilen ve bize yaratılışta verilen özellikleri değiştirecek yani aslına döndürecek. Ataleti, tembelliği (toprak) tevazuya, mahfiyete; uçarılığı, kibri, haşarılığı (hava) vakara, ağırbaşlılığa; ucb, riya, içine girdiği kabın şeklini, rengini almayı (su) merhamete, ülfet-ünsiyete; gadap, kin, asabiyet (ateş) aşka, şecaate dönüşecek Allah’ın izni, Efendimiz’in duası ve büyüklerin himmeti ile. Maalesef bu anlayış oluşmadan sayımız ne kadar artarsa artsın. Bu sefer o çokluktan bereket yerine başka şeyler ortaya çıkacaktır. Çünkü asıl olan nitelik değil niceliktir. Yani pahada ağır gelmektir. Tonlarca toprağı bir kenara yığsak karşısına da bir kilo altın koysak aklı başında her insan altının daha değerli olduğunu anlayacaktır. “Yahu toprak dağlar kadar, şu halde daha değerlidir.” diyenin ne derece sıhhatli düşündüğü hepimizin malumudur.

Bunun için büyüklerimiz az olsun ama öz olsun, biz ümmete kefaret bir cemaat yetiştirmek istiyoruz anlayışıyla hareket etmiş ve kendilerine Hz. İsmail’in iradesiyle Hz. İbrahim’e teslimiyeti gibi teslim olan her ihvanını “Muhammedcik” olarak yetiştirme arzusunda olmuşlardır.
Devam edecek...
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort